“Sınır Diye Bir Şey Yok”
Uriah Marc Todoroff
10 Haziran 2019
Çalışmalarında felsefe, bilim ve teori arasında ayrıma
gidiyorsun. Bu ayrım ne tür bir anlama sahip?
Felsefe, hakikati tek başına teşkil etmez. En fazla iç
tutarlılığa sahip olanı bilimler olmak üzere, hakikati teşkil eden, teorik
alanlardır. Felsefe, hakikat iddialarının anlamını netleştirmeye çalışır.
Kanaatimce, tarihsel planda felsefecilerin yaptığı en önemli yanlışlardan biri,
kendilerini hakikati teşkil eden unsurlar olarak görmeleridir. Hatta hakikatin
ötesi ve bilimin altındaki gerçek de onlardan sorulur. Felsefenin bilimin
kurucusu olduğu fikrinin kökleri Platon’a kadar uzanır.
Peki bilim insanı ne tür bir anlama sahiptir? Bu
kelime, “pozitif” bilimler olarak anılan alanla ilişki dâhilinde farklı
anlamlar kazanır. “Bilim insanı” derken, laboratuvarda çalışan bilim insanından
mı bahsediyoruz? O, çığır açıcı yeni araştırmalara katılan kişiyi mi ifade ediyor?
Yoksa bilim hakkında kalem oynatan ve/veya bilim öğreten kişileri mi?
Marksizm bağlamında bilim insanı iki şekilde tarif
edilir: sınıf mücadelesi bir laboratuvardır, kitle hareketleri veya o
hareketlerdeki kadrolarsa o laboratuvardaki bilim insanlarıdır. Yani bu
kişiler, bir yandan devrim yapma konusunda deneyler yaparken bir yandan da
hareketi teorize edip onunla meşgul olurlar. Marksizm dediğimiz bu bilimin
köklerinde tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söyleyen anlayış durur.
Bu, hareketin yasasıdır.
Foucault gibi radikal teorisyenler, bilimsel dünya
görüşünün “bütünleştirici ve dışlayıcı” niteliğinden bahsedip dururlar. Bu
yaklaşıma göre bilimsel söylem müstakil, temelde kurgusal inşalardır. Bilim,
esasen başka türde söylemler de dâhil her şeyi değerlendirmeye tabi tutan bir
meta teori olarak konumlandırıldığı için zararlıdır. Zorlama bir yaklaşımla
buradan, ortak hiçbir şeyi olmayan şeyler arasında bir süreklilik olduğu
sonucuna ulaşılır. Eğer tarihsel materyalizm bilim ise zorlama bir yaklaşımla tarihsel
olaylar arasında bir süreklilik kurduğu için o da aynı şekilde
“bütünleştiricidir”. Bilimsel yaklaşıma dair bu eleştiri konusundaki fikirlerin
nelerdir?
Marksizmin kendisini bilim olduğunu iddia etmesi
sebebiyle kusurlu olduğunu söyleyen eleştirilerde onun Avrupa’dan ve Avrupa
Aydınlanması’ndan neşet ettiği, başka yaşama tarzları ve bilme biçimlerini
dışladığı üzerinde durulur. Bu eleştiride haklılık payı vardır, zira Aydınlanma
düşüncesi bir bütün olarak başka düşünce yöntemlerini dışlamıştır, dolayısıyla
Marksizmi geliştiren insanların Avrupamerkezcilik sorunu ve Aydınlanma’nın
gelişimini koşullayan şiddet temelli sömürgeci ve kapitalist ilişkiler tarihi sebebiyle
bazı yanlışlar yaptıklarını inkâr edemeyiz. Tarihsel-materyalist yöntemin
kendisi, bazı şeyleri neden yanlış yaptığımızı izah eder. Bu yanlışların
sebebini dünyayı incelediğimiz toplumsal ilişkilerin bize dayattığı sınırlarda
aramamız gerekir.
Birçok Marksist, başka bilgilerin ve yaşam tarzlarının
tarihsel materyalizme dâhil edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Tarihsel
materyalizm bunu yapacak kadar esnek bir yapıdır. Bu noktada onun Çin Devrimi
üzerinden yaşadığı gelişime bakılabilir: devrimin evrensel yönleri özel kimi
bağlamlara uyarlanmış, böylelikle Çin’deki gerçeklikler üzerinden bir dizi
anlayış ve fikir geliştirilmiştir.
Herhangi bir bilimsel çalışma gibi Foucault’nun
Nietzsche’den adapte ettiği soykütük yöntemi empirik verilere dayanır. Foucault
ve bilimsel düşünen Marksistler, yöntemsel açıdan geleneksel anlayışlara itiraz
eden marjinalleşme teorilerine odaklanırlar. Ama bu iki tarihsel yaklaşım
tarihyazımı kavşağında ayrışırlar: Materyalist tarih, maddeyi değişimi izah
edecek tutarlı bağlamı takdim eden ortak unsur olarak kullanır. Foucault ise
tarihte bu türden bir tutarlılığın gerçek mânâda bulunduğuna inanmaz, buradan
da tarihte varolan varlığın ikamesi olarak “iktidar” kavramını önerir.
Görünüşte bu soykütük yönteminin belirli bir avantajı vardır: onun en son ve en
gelişkin teori olarak algılanmasında metafizik bir yan söz konusudur, bu
hâliyle de soykütük yöntemine dayanan anlayış, teorik planda çeşitliliğe daha
fazla saygı gösterir. Foucault’nun çalışmaları, empirik verilerin incelenmesi
üzerine kuruludur. Dolayısıyla, bilimsel yönteme bu bağlamda başvurur. Onun
kullandığı yöntem, dipnotları esas alan vaka çalışmalarına dayanır. Bu sebeple,
bu yöntemin radikal olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Soykütük yönteminin
tarihsel materyalizme yönelik itirazı konusunda ne düşünüyorsun?
Tarihsel materyalizm, bugüne kadar uzanan tarihin
sınıf mücadelelerine göre idrak edilebileceği iddiasındadır. Oysa Foucault, bu
iddiayı meta tarihsel bir iddia olarak değerlendirir ve onun gerçek hiçbir
kökene veya hedefe sahip olmayan tarihe zorla tutarlılık yakıştırdığını söyler.
Ona göre tarihin bilimsel aksiyomlarla anlaşılabileceğine dair iddia, tarihi
tahrif eder. Dolayısıyla Foucault, yapılacak tek işin tarihsel olgular
arasındaki akrabalık ilişkisinin izini sürmek olduğunu, bu izin de metinlerde,
söylemsel çerçeveler dâhilinde sürülebileceğini düşünür. Bu konuyla ilgili
olarak Foucault’nun Nietzsche, Soykütük, Tarih isimli çalışmasına
bakılabilir:
“Soykütük,
insanlara boyun eğdirmeyi esas alan muhtelif sistemleri, anlamın önceden
belirlenmiş gücü değil tehlikeli hâkimiyet oyunları üzerinden tekrar tekrar
tesis etmeye çalışır.”
Foucault açısından soykütük, tutarlı iktidar
momentlerinin, iktidarın yer değiştirmelerinin tarihidir, bu anlamda, bu
momentlerin biri diğerine göre daha değerli değildir. Oysa tarihsel
materyalizm, geçmiş hakkında anlamlı sözler sarf edebileceğimizi, tarihsel
veriler üzerinden yapılacak soyutlama işleminin ille de kötü olmayacağını,
ayrıca her şeyin rastlantı olmadığını söyler.
Rastlantısallık kadar zorunluluk da vardır. Bazı
şeylere değer verilmeli, bazıları mahkûm edilmelidir. Soykütük yöntemine göre
ise sınıf mücadelesi gibi bir anlayışı değerli gördüğümüz, “proleter” türünden
kategoriler oluşturup onları tarihsel hafızadan geriye kalanlara dayattığımızda,
bu kategorilere uymayanları dışarıda tutmak suretiyle tarihi tahrif etmeye
başlarız.
Bu türden meseleleri ele almadan önce Spivak’ın
Foucault eleştirisine bakmak gerekir. Spivak’ın Madun Konuşabilir mi? isimli
o ünlü çalışması, en başta Marx’ın yöntemini Foucault, Deleuze &Guattari’ye
karşı savunur, bu noktada ilgili yaklaşımın belirli yönlerine başvurarak adı
geçen yazarları eleştirir.
Örneğin Spivak’a göre Fukocu yaklaşımın kendisi,
tarihsel materyalizm gibi bizzat Foucault tarafından eleştirilen yaklaşımlardan
daha fazla dışlayıcıdır. Kendisinin “Avrupalı olmayan öteki” dediği husus
bağlamında öznelliğin sahip olduğu meseleleri Foucault’yu aşmak suretiyle
anlamaya çalışan Spivak’a göre Foucault, Marksist politik ekonomiyi toplumsal
bir metne indirger ve onun fiiliyatta gerçek ekonomik süreçleri izah ettiğini
görmez.
Bu indirgemeci yaklaşımı dâhilinde Fukocu soykütük
anlayışı, dışlanmış olanları tanıdığını iddia eder, ama o aslında
dışlanmışların konuşmasına izin vermez. Pratikte dışlanmışların, madunların
sesini onlardan söküp alır, bunu da dışlama denilen bütünleştirici anlatı
dâhilinde o insanların neden dışlandıklarını somutta izah edecek “makro mantık”
temelli yaklaşımı yanlış kavrayarak yapar.
Foucault kitaplarının İngilizce çevirisi artık bir
sektör hâlini almıştır. Bunun bir sebebi vardır: Aynı dönemde Fransa’da kitap
ve makale yazan diğer Marksist sosyal teorisyenlere (misal, kitapları
Marksizmden koptuktan onlarca yıl sonra İngilizcede yayınlanmaya başlanan,
eskiden Althusser etrafında toplaşmış isimlere) karşılık Foucault yayıncılığı
sektörü, Derrida ve diğer “postmodern felsefeciler” üzerine kurulu yayıncılık
sektörü gibi iyice semirmiş bir iş sahası hâline gelmiştir.
Bu sektörün neden geliştiğini artık iyi biliyoruz:
Villanova Üniversitesi’nde felsefe doçenti olarak çalışan, Counter-History
of the Present [“Şimdinin Karşı Tarihi”] isminde bir kitap yazmış olan
Gabriel Rockhill bu konuyla ilgili bir çalışma kaleme aldı. ABD’de gizliliği
kaldırılmış istihbarat belgelerine dayanan bu kitabın aktardığına göre CIA,
Foucault’nun gereğinden fazla çevrilmesini istedi, ona göre bu teori, Marksist
teorinin akademideki popülerliğini ortadan kaldıracaktı.
Tabii bu, Foucault’nun CIA ajanı olduğu anlamına
gelmiyor, hatta büyük olasılıkla Foucault, bu türden ajanları hor gören,
yaptıkları işler konusunda dehşete kapılan bir isimdi. Ama bu belgelere bakıp
şunu görmek gerekiyor: kontrgerilla güçleri, devrim yapma konusunda Marksizmin
diğer teorik geleneklere nazaran daha tehlikeli olduğunu görüyor.
Son kitabın Continuity and Rupture’ı
["Süreklilik ve Kopuş"] okuduğumda tarif ettiğin yeni tipte Maoist
devrimci partinin günümüzde modern görünümüyle su gibi akma imkânı bulabileceği
ihtimalini gördüm. Bence en genelde halkın haklı beklentilerini karşılayacak
bir yapı bu. Halk, diğer teknolojik gelişmelerle bağlantılı olarak, kendi
toplumsal örgütlenme teknolojisini geliştirme imkânı bulacak. Devrimci bir
partideki asıl güçlük, kendi iç tutarlılığına sahip öncü olarak yüklendiği
kimliği muhafaza edip edemeyeceği, aynı zamanda Leninizme özgü olduğunu
söylediğin bir tür içsel yozlaşmaya karşı kendisini koruyup koruyamayacağı ile
ilgili.
Öncü partinin proletaryanın kurmay heyeti olduğunu
düşünen anlayış, hareketin yukarıdan aşağıya doğru, emir-komuta zinciri
dâhilinde yönetilmesi gerektiği üzerinde duran, eski bir anlayış.
Oysa kanaatimce ilk olarak Çin Devrimi’nden neşet eden
Maoist öncü parti anlayışı, kitle çizgisine bağlı. Burada kitlelerden öncüye,
öncüden kitlelere doğru uzanan bir devre bulunmasının gerekliliğine işaret
ediliyor.
Bu anlayışın da bir tür öncülük üzerinde durduğunu
görmek gerekiyor. Kitle çizgisi pratiği üzerinden ilk olarak en ileri unsurlar
örgütlenmek isteniyor. Bu amaç doğrultusunda parti etrafında örgütler teşkil
ediliyor. Bazıları partiye, ırak bazıları yakın. Kitle örgütleme anlayışı, bu
yaklaşım üzerine kurulu. Bu noktada halkın ihtiyaçlarını karşılayan küçük
örgütler oluşturuluyor, bunlarla birlikte çalışmalar yürütülüyor, süreç
dâhilinde bu kitle örgütleri, partinin kendisini yenilemesi için kullanılıyor
ve insanlar nispeten daha da heterojenleşen partiye taşınıyor.
Ben, hâlen daha partinin oluşturduğu veya özümsediği
hareketlerden hem ayrı hem de onların içinde olan bir aygıta ihtiyaç olduğu
görüşünden yanayım. Bu aygıt, şu tür vasıfları tarihten öğreniyor: demokratik
merkeziyetçilik, öncü anlayışı ve gizlilik (eğer uzun süre hayatta kalmak için
uğraşıyorsa ve tüm üyelerinin polis olmasına neden olacak sızmalara izin vermek
istemiyorsa bu, partinin üzerinde durması gereken bir vasıf).
Gelgelelim parti, aynı zamanda kendisini yenileme
imkânı bulduğu birçok noktaya da sahip olmak zorunda. Parti, hesap verdiği
ölçüde sahip olduğu dinamikler de değişiyor. Bu aşamada partinin var ettiği
kitle örgütlerindeki ve küçük hareketlerdeki üyeler de hesap veriyor.
Böylelikle parti, hareketlerin hareketi hâline geliyor. Hegemonyaya karşı
koyacak şekilde kendi nüfuz alanını genişletme imkânı buluyor.
Kitlelerle kurduğu temaslar üzerinden kendisini
sürekli yenileyen bir parti, Stalinist merkezî bir kuruma nazaran günümüze daha
fazla uygundur ve bugün daha caziptir. Bu türden bir parti, çeviklikle malul
neoliberal modele giderek ayak uyduran ve bu düzlemde gelişme kaydeden devlet
liberalizmini daha iyi kavrar ve bu sürecin dayattığı, giderek karmaşıklaşan
lojistik taleplerini karşılama becerisine sahip olur. Senin tarif ettiğin “yeni
tipte parti”, Rusya ve Çin’de yaşanan, dünya tarihi açısından öneme sahip iki
devrimin ortaya koyduğu lojistik ve örgütsel deneyimlere nasıl yaklaşıyor?
Kitaplarımda partiyi Peru Komünist Partisi veya
Filipinler Komünist Partisi’ne ait teorik yaklaşımları içeren metinler
temelinde kavramsallaştırdım.
Sovyetler’de teşkil edilmiş olan bürokratik aygıtın
yenilmesine sebep olan sorunlar, temelde üretim ilişkileri ve kurumsal gelişim
düzeyinde karşılaştığımız sorunlar değillerdi, direndiği kuşatmaya karşın
geliştirdiği, sosyalizmi koruma üzerine kurulu paranoyasına karşın
Sovyetler’deki üretkenlik çarpıcı düzeydeydi. Bu alanı inceleyen muazzam
çalışmalar var. Örneğin Charles Bettelheim’ın SSCB’de Sınıf Mücadeleleri
kitabının okunmasını öneririm. Gerçeklikten zerre kopmayan yazar, bu kitabında
Maoizmin sosyalizmde sınıf mücadelelerinin sürdüğüne dair anlayışı üzerinde
duruyor. Bu noktada Bettelheim, bir yandan eleştirdiği ekonomizm meselesinin
sınırlarını belirliyor, bir yandan da elde edilen başarılara işaret ediyor.
Maoist parti anlayışının kaynağı burası. Bence
Sovyetler kaynaklı yaklaşım, üretici güçler üzerinde kurduğu kontrol sebebiyle
hatalı değildi, mevcut hata, esasen partinin kendisini kitleler içerisinde
konumlandıramamış olması ile alakalıydı. Bu da Sovyetler’i komutacılığa
sürükledi, böylelikle de meseleyi yanlış kavradı ve yaşadığı gelişimin yabancı
güçler yüzünden sorunlarla yüzleştiğini düşündü. Sovyetler, burjuva
ideolojisinin sosyalizm içinde varlığını sürdürdüğünü, onun kendi toplumuna
içsel olduğunu göremedi.
Maoizm ise çizgilerarası mücadele anlayışını
geliştirdi (bu anlayış, mücadele sürecinde devrimci örgütün bünyesinde farklı
politik çizgilerin ortaya çıktığı, bu çizgilerin uzlaşır veya uzlaşmaz
nitelikte olabileceği, hareketin seyrinin bu çizgilerarası mücadeledeki
değişikliklerce belirlendiği üzerinde durur). Maoizm, bir de kültür devrimini
esas alan bir anlayış geliştirdi (bu anlayışa göre üstyapı altyapıya mani olur,
sınıflar ve sınıf mücadeleleri sosyalizmde de varlığını sürdürür). Buradan
Maoizm, sosyalist toplumda sınıflar mücadelesinin yukarıda bahsi edilen
sorunları ürettiğini tespit eder. Mao’nun Stalin’in uzlaşır olan çelişkileri
uzlaşmaz çelişkiler olarak ele aldığına dair tespitini bu bağlamda ele almak
gerekir.
Bu öncü parti anlayışının kendisini kitlelerin istek
ve ihtiyaçlarıyla bağlantılı olarak teşkil etmiş olan, mevcut kitle örgütü
bolluğu üzerinden ortaya koyduğunu düşünmeye başlarsak, o vakit kitlelere nasıl
liderlik edileceğini ve bu kitlelerin partiye nasıl bağlanılacağını da anlamış
oluruz. Bence bu yaklaşım, bizim bir yandan devrim yapma sürecinde sosyalist
topluma ait yapıları ve rüşeym hâlindeki kurumları nasıl oluşturacağımıza bir
yandan da merkezîleşmeyle merkezsizleşmeyi nasıl dengeleyeceğimize dair bir
anlayışa kavuşmamızı sağlayacaktır. Bu süreçte mücadele, sosyalizmin somutlanma
ihtimallerini ortaya çıkartacaktır.
Felsefeci, devrimci teoriyi ileriye taşıma noktasında
neler yapabilir?
Müdahale ve sınır çekme üzerine kurulu fikir, bence
önemli. Felsefenin bir tür pratik olarak sahip olduğu gücün kaynağı,
argümanları teorik alana taşıması, belirli konumlar almak zorunda bırakması ve
o konumları güçlü kılıp başkalarını onları kabul etme konusunda
yüreklendirmesidir. Öte yandan, yukarıda da ifade ettiğim üzere felsefeciler,
bir kitle hareketinin parçası olmalı, görüşlerinin bu tür bir hareket
içerisinde işe yarayıp yaramadığını görmelidirler. Bence köklü bir toplumsal
dönüşümü önemseyen her felsefeci, kitle hareketine bağlı bir kadro olabilmeli,
bu bağı kendi pratiğine yön vermek için kullanmalı, böylelikle, felsefenin
kitle hareketinin dertleri ile birlikte iş görmesini sağlamalıdır. Bu sayede
felsefe, eşyayı hareketlerin ihtiyaç duyduğu kesinlikle, vâzıh bir biçimde
takdim edebilecektir.
0 Yorum:
Yorum Gönder