10 Mart 2020

, ,

Moufawad-Paul Söyleşisi


“Sınır Diye Bir Şey Yok”

Uriah Marc Todoroff
10 Haziran 2019


Çalışmalarında felsefe, bilim ve teori arasında ayrıma gidiyorsun. Bu ayrım ne tür bir anlama sahip?

Felsefe, hakikati tek başına teşkil etmez. En fazla iç tutarlılığa sahip olanı bilimler olmak üzere, hakikati teşkil eden, teorik alanlardır. Felsefe, hakikat iddialarının anlamını netleştirmeye çalışır. Kanaatimce, tarihsel planda felsefecilerin yaptığı en önemli yanlışlardan biri, kendilerini hakikati teşkil eden unsurlar olarak görmeleridir. Hatta hakikatin ötesi ve bilimin altındaki gerçek de onlardan sorulur. Felsefenin bilimin kurucusu olduğu fikrinin kökleri Platon’a kadar uzanır.

Peki bilim insanı ne tür bir anlama sahiptir? Bu kelime, “pozitif” bilimler olarak anılan alanla ilişki dâhilinde farklı anlamlar kazanır. “Bilim insanı” derken, laboratuvarda çalışan bilim insanından mı bahsediyoruz? O, çığır açıcı yeni araştırmalara katılan kişiyi mi ifade ediyor? Yoksa bilim hakkında kalem oynatan ve/veya bilim öğreten kişileri mi?

Marksizm bağlamında bilim insanı iki şekilde tarif edilir: sınıf mücadelesi bir laboratuvardır, kitle hareketleri veya o hareketlerdeki kadrolarsa o laboratuvardaki bilim insanlarıdır. Yani bu kişiler, bir yandan devrim yapma konusunda deneyler yaparken bir yandan da hareketi teorize edip onunla meşgul olurlar. Marksizm dediğimiz bu bilimin köklerinde tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söyleyen anlayış durur. Bu, hareketin yasasıdır.

Foucault gibi radikal teorisyenler, bilimsel dünya görüşünün “bütünleştirici ve dışlayıcı” niteliğinden bahsedip dururlar. Bu yaklaşıma göre bilimsel söylem müstakil, temelde kurgusal inşalardır. Bilim, esasen başka türde söylemler de dâhil her şeyi değerlendirmeye tabi tutan bir meta teori olarak konumlandırıldığı için zararlıdır. Zorlama bir yaklaşımla buradan, ortak hiçbir şeyi olmayan şeyler arasında bir süreklilik olduğu sonucuna ulaşılır. Eğer tarihsel materyalizm bilim ise zorlama bir yaklaşımla tarihsel olaylar arasında bir süreklilik kurduğu için o da aynı şekilde “bütünleştiricidir”. Bilimsel yaklaşıma dair bu eleştiri konusundaki fikirlerin nelerdir?

Marksizmin kendisini bilim olduğunu iddia etmesi sebebiyle kusurlu olduğunu söyleyen eleştirilerde onun Avrupa’dan ve Avrupa Aydınlanması’ndan neşet ettiği, başka yaşama tarzları ve bilme biçimlerini dışladığı üzerinde durulur. Bu eleştiride haklılık payı vardır, zira Aydınlanma düşüncesi bir bütün olarak başka düşünce yöntemlerini dışlamıştır, dolayısıyla Marksizmi geliştiren insanların Avrupamerkezcilik sorunu ve Aydınlanma’nın gelişimini koşullayan şiddet temelli sömürgeci ve kapitalist ilişkiler tarihi sebebiyle bazı yanlışlar yaptıklarını inkâr edemeyiz. Tarihsel-materyalist yöntemin kendisi, bazı şeyleri neden yanlış yaptığımızı izah eder. Bu yanlışların sebebini dünyayı incelediğimiz toplumsal ilişkilerin bize dayattığı sınırlarda aramamız gerekir.

Birçok Marksist, başka bilgilerin ve yaşam tarzlarının tarihsel materyalizme dâhil edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Tarihsel materyalizm bunu yapacak kadar esnek bir yapıdır. Bu noktada onun Çin Devrimi üzerinden yaşadığı gelişime bakılabilir: devrimin evrensel yönleri özel kimi bağlamlara uyarlanmış, böylelikle Çin’deki gerçeklikler üzerinden bir dizi anlayış ve fikir geliştirilmiştir.

Herhangi bir bilimsel çalışma gibi Foucault’nun Nietzsche’den adapte ettiği soykütük yöntemi empirik verilere dayanır. Foucault ve bilimsel düşünen Marksistler, yöntemsel açıdan geleneksel anlayışlara itiraz eden marjinalleşme teorilerine odaklanırlar. Ama bu iki tarihsel yaklaşım tarihyazımı kavşağında ayrışırlar: Materyalist tarih, maddeyi değişimi izah edecek tutarlı bağlamı takdim eden ortak unsur olarak kullanır. Foucault ise tarihte bu türden bir tutarlılığın gerçek mânâda bulunduğuna inanmaz, buradan da tarihte varolan varlığın ikamesi olarak “iktidar” kavramını önerir. Görünüşte bu soykütük yönteminin belirli bir avantajı vardır: onun en son ve en gelişkin teori olarak algılanmasında metafizik bir yan söz konusudur, bu hâliyle de soykütük yöntemine dayanan anlayış, teorik planda çeşitliliğe daha fazla saygı gösterir. Foucault’nun çalışmaları, empirik verilerin incelenmesi üzerine kuruludur. Dolayısıyla, bilimsel yönteme bu bağlamda başvurur. Onun kullandığı yöntem, dipnotları esas alan vaka çalışmalarına dayanır. Bu sebeple, bu yöntemin radikal olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Soykütük yönteminin tarihsel materyalizme yönelik itirazı konusunda ne düşünüyorsun?

Tarihsel materyalizm, bugüne kadar uzanan tarihin sınıf mücadelelerine göre idrak edilebileceği iddiasındadır. Oysa Foucault, bu iddiayı meta tarihsel bir iddia olarak değerlendirir ve onun gerçek hiçbir kökene veya hedefe sahip olmayan tarihe zorla tutarlılık yakıştırdığını söyler. Ona göre tarihin bilimsel aksiyomlarla anlaşılabileceğine dair iddia, tarihi tahrif eder. Dolayısıyla Foucault, yapılacak tek işin tarihsel olgular arasındaki akrabalık ilişkisinin izini sürmek olduğunu, bu izin de metinlerde, söylemsel çerçeveler dâhilinde sürülebileceğini düşünür. Bu konuyla ilgili olarak Foucault’nun Nietzsche, Soykütük, Tarih isimli çalışmasına bakılabilir:

“Soykütük, insanlara boyun eğdirmeyi esas alan muhtelif sistemleri, anlamın önceden belirlenmiş gücü değil tehlikeli hâkimiyet oyunları üzerinden tekrar tekrar tesis etmeye çalışır.”

Foucault açısından soykütük, tutarlı iktidar momentlerinin, iktidarın yer değiştirmelerinin tarihidir, bu anlamda, bu momentlerin biri diğerine göre daha değerli değildir. Oysa tarihsel materyalizm, geçmiş hakkında anlamlı sözler sarf edebileceğimizi, tarihsel veriler üzerinden yapılacak soyutlama işleminin ille de kötü olmayacağını, ayrıca her şeyin rastlantı olmadığını söyler.

Rastlantısallık kadar zorunluluk da vardır. Bazı şeylere değer verilmeli, bazıları mahkûm edilmelidir. Soykütük yöntemine göre ise sınıf mücadelesi gibi bir anlayışı değerli gördüğümüz, “proleter” türünden kategoriler oluşturup onları tarihsel hafızadan geriye kalanlara dayattığımızda, bu kategorilere uymayanları dışarıda tutmak suretiyle tarihi tahrif etmeye başlarız.

Bu türden meseleleri ele almadan önce Spivak’ın Foucault eleştirisine bakmak gerekir. Spivak’ın Madun Konuşabilir mi? isimli o ünlü çalışması, en başta Marx’ın yöntemini Foucault, Deleuze &Guattari’ye karşı savunur, bu noktada ilgili yaklaşımın belirli yönlerine başvurarak adı geçen yazarları eleştirir.

Örneğin Spivak’a göre Fukocu yaklaşımın kendisi, tarihsel materyalizm gibi bizzat Foucault tarafından eleştirilen yaklaşımlardan daha fazla dışlayıcıdır. Kendisinin “Avrupalı olmayan öteki” dediği husus bağlamında öznelliğin sahip olduğu meseleleri Foucault’yu aşmak suretiyle anlamaya çalışan Spivak’a göre Foucault, Marksist politik ekonomiyi toplumsal bir metne indirger ve onun fiiliyatta gerçek ekonomik süreçleri izah ettiğini görmez.

Bu indirgemeci yaklaşımı dâhilinde Fukocu soykütük anlayışı, dışlanmış olanları tanıdığını iddia eder, ama o aslında dışlanmışların konuşmasına izin vermez. Pratikte dışlanmışların, madunların sesini onlardan söküp alır, bunu da dışlama denilen bütünleştirici anlatı dâhilinde o insanların neden dışlandıklarını somutta izah edecek “makro mantık” temelli yaklaşımı yanlış kavrayarak yapar.

Foucault kitaplarının İngilizce çevirisi artık bir sektör hâlini almıştır. Bunun bir sebebi vardır: Aynı dönemde Fransa’da kitap ve makale yazan diğer Marksist sosyal teorisyenlere (misal, kitapları Marksizmden koptuktan onlarca yıl sonra İngilizcede yayınlanmaya başlanan, eskiden Althusser etrafında toplaşmış isimlere) karşılık Foucault yayıncılığı sektörü, Derrida ve diğer “postmodern felsefeciler” üzerine kurulu yayıncılık sektörü gibi iyice semirmiş bir iş sahası hâline gelmiştir.

Bu sektörün neden geliştiğini artık iyi biliyoruz: Villanova Üniversitesi’nde felsefe doçenti olarak çalışan, Counter-History of the Present [“Şimdinin Karşı Tarihi”] isminde bir kitap yazmış olan Gabriel Rockhill bu konuyla ilgili bir çalışma kaleme aldı. ABD’de gizliliği kaldırılmış istihbarat belgelerine dayanan bu kitabın aktardığına göre CIA, Foucault’nun gereğinden fazla çevrilmesini istedi, ona göre bu teori, Marksist teorinin akademideki popülerliğini ortadan kaldıracaktı.

Tabii bu, Foucault’nun CIA ajanı olduğu anlamına gelmiyor, hatta büyük olasılıkla Foucault, bu türden ajanları hor gören, yaptıkları işler konusunda dehşete kapılan bir isimdi. Ama bu belgelere bakıp şunu görmek gerekiyor: kontrgerilla güçleri, devrim yapma konusunda Marksizmin diğer teorik geleneklere nazaran daha tehlikeli olduğunu görüyor.

Son kitabın Continuity and Rupture’ı ["Süreklilik ve Kopuş"] okuduğumda tarif ettiğin yeni tipte Maoist devrimci partinin günümüzde modern görünümüyle su gibi akma imkânı bulabileceği ihtimalini gördüm. Bence en genelde halkın haklı beklentilerini karşılayacak bir yapı bu. Halk, diğer teknolojik gelişmelerle bağlantılı olarak, kendi toplumsal örgütlenme teknolojisini geliştirme imkânı bulacak. Devrimci bir partideki asıl güçlük, kendi iç tutarlılığına sahip öncü olarak yüklendiği kimliği muhafaza edip edemeyeceği, aynı zamanda Leninizme özgü olduğunu söylediğin bir tür içsel yozlaşmaya karşı kendisini koruyup koruyamayacağı ile ilgili.

Öncü partinin proletaryanın kurmay heyeti olduğunu düşünen anlayış, hareketin yukarıdan aşağıya doğru, emir-komuta zinciri dâhilinde yönetilmesi gerektiği üzerinde duran, eski bir anlayış.

Oysa kanaatimce ilk olarak Çin Devrimi’nden neşet eden Maoist öncü parti anlayışı, kitle çizgisine bağlı. Burada kitlelerden öncüye, öncüden kitlelere doğru uzanan bir devre bulunmasının gerekliliğine işaret ediliyor.

Bu anlayışın da bir tür öncülük üzerinde durduğunu görmek gerekiyor. Kitle çizgisi pratiği üzerinden ilk olarak en ileri unsurlar örgütlenmek isteniyor. Bu amaç doğrultusunda parti etrafında örgütler teşkil ediliyor. Bazıları partiye, ırak bazıları yakın. Kitle örgütleme anlayışı, bu yaklaşım üzerine kurulu. Bu noktada halkın ihtiyaçlarını karşılayan küçük örgütler oluşturuluyor, bunlarla birlikte çalışmalar yürütülüyor, süreç dâhilinde bu kitle örgütleri, partinin kendisini yenilemesi için kullanılıyor ve insanlar nispeten daha da heterojenleşen partiye taşınıyor.

Ben, hâlen daha partinin oluşturduğu veya özümsediği hareketlerden hem ayrı hem de onların içinde olan bir aygıta ihtiyaç olduğu görüşünden yanayım. Bu aygıt, şu tür vasıfları tarihten öğreniyor: demokratik merkeziyetçilik, öncü anlayışı ve gizlilik (eğer uzun süre hayatta kalmak için uğraşıyorsa ve tüm üyelerinin polis olmasına neden olacak sızmalara izin vermek istemiyorsa bu, partinin üzerinde durması gereken bir vasıf).

Gelgelelim parti, aynı zamanda kendisini yenileme imkânı bulduğu birçok noktaya da sahip olmak zorunda. Parti, hesap verdiği ölçüde sahip olduğu dinamikler de değişiyor. Bu aşamada partinin var ettiği kitle örgütlerindeki ve küçük hareketlerdeki üyeler de hesap veriyor. Böylelikle parti, hareketlerin hareketi hâline geliyor. Hegemonyaya karşı koyacak şekilde kendi nüfuz alanını genişletme imkânı buluyor.

Kitlelerle kurduğu temaslar üzerinden kendisini sürekli yenileyen bir parti, Stalinist merkezî bir kuruma nazaran günümüze daha fazla uygundur ve bugün daha caziptir. Bu türden bir parti, çeviklikle malul neoliberal modele giderek ayak uyduran ve bu düzlemde gelişme kaydeden devlet liberalizmini daha iyi kavrar ve bu sürecin dayattığı, giderek karmaşıklaşan lojistik taleplerini karşılama becerisine sahip olur. Senin tarif ettiğin “yeni tipte parti”, Rusya ve Çin’de yaşanan, dünya tarihi açısından öneme sahip iki devrimin ortaya koyduğu lojistik ve örgütsel deneyimlere nasıl yaklaşıyor?

Kitaplarımda partiyi Peru Komünist Partisi veya Filipinler Komünist Partisi’ne ait teorik yaklaşımları içeren metinler temelinde kavramsallaştırdım.

Sovyetler’de teşkil edilmiş olan bürokratik aygıtın yenilmesine sebep olan sorunlar, temelde üretim ilişkileri ve kurumsal gelişim düzeyinde karşılaştığımız sorunlar değillerdi, direndiği kuşatmaya karşın geliştirdiği, sosyalizmi koruma üzerine kurulu paranoyasına karşın Sovyetler’deki üretkenlik çarpıcı düzeydeydi. Bu alanı inceleyen muazzam çalışmalar var. Örneğin Charles Bettelheim’ın SSCB’de Sınıf Mücadeleleri kitabının okunmasını öneririm. Gerçeklikten zerre kopmayan yazar, bu kitabında Maoizmin sosyalizmde sınıf mücadelelerinin sürdüğüne dair anlayışı üzerinde duruyor. Bu noktada Bettelheim, bir yandan eleştirdiği ekonomizm meselesinin sınırlarını belirliyor, bir yandan da elde edilen başarılara işaret ediyor.

Maoist parti anlayışının kaynağı burası. Bence Sovyetler kaynaklı yaklaşım, üretici güçler üzerinde kurduğu kontrol sebebiyle hatalı değildi, mevcut hata, esasen partinin kendisini kitleler içerisinde konumlandıramamış olması ile alakalıydı. Bu da Sovyetler’i komutacılığa sürükledi, böylelikle de meseleyi yanlış kavradı ve yaşadığı gelişimin yabancı güçler yüzünden sorunlarla yüzleştiğini düşündü. Sovyetler, burjuva ideolojisinin sosyalizm içinde varlığını sürdürdüğünü, onun kendi toplumuna içsel olduğunu göremedi.

Maoizm ise çizgilerarası mücadele anlayışını geliştirdi (bu anlayış, mücadele sürecinde devrimci örgütün bünyesinde farklı politik çizgilerin ortaya çıktığı, bu çizgilerin uzlaşır veya uzlaşmaz nitelikte olabileceği, hareketin seyrinin bu çizgilerarası mücadeledeki değişikliklerce belirlendiği üzerinde durur). Maoizm, bir de kültür devrimini esas alan bir anlayış geliştirdi (bu anlayışa göre üstyapı altyapıya mani olur, sınıflar ve sınıf mücadeleleri sosyalizmde de varlığını sürdürür). Buradan Maoizm, sosyalist toplumda sınıflar mücadelesinin yukarıda bahsi edilen sorunları ürettiğini tespit eder. Mao’nun Stalin’in uzlaşır olan çelişkileri uzlaşmaz çelişkiler olarak ele aldığına dair tespitini bu bağlamda ele almak gerekir.

Bu öncü parti anlayışının kendisini kitlelerin istek ve ihtiyaçlarıyla bağlantılı olarak teşkil etmiş olan, mevcut kitle örgütü bolluğu üzerinden ortaya koyduğunu düşünmeye başlarsak, o vakit kitlelere nasıl liderlik edileceğini ve bu kitlelerin partiye nasıl bağlanılacağını da anlamış oluruz. Bence bu yaklaşım, bizim bir yandan devrim yapma sürecinde sosyalist topluma ait yapıları ve rüşeym hâlindeki kurumları nasıl oluşturacağımıza bir yandan da merkezîleşmeyle merkezsizleşmeyi nasıl dengeleyeceğimize dair bir anlayışa kavuşmamızı sağlayacaktır. Bu süreçte mücadele, sosyalizmin somutlanma ihtimallerini ortaya çıkartacaktır.

Felsefeci, devrimci teoriyi ileriye taşıma noktasında neler yapabilir?

Müdahale ve sınır çekme üzerine kurulu fikir, bence önemli. Felsefenin bir tür pratik olarak sahip olduğu gücün kaynağı, argümanları teorik alana taşıması, belirli konumlar almak zorunda bırakması ve o konumları güçlü kılıp başkalarını onları kabul etme konusunda yüreklendirmesidir. Öte yandan, yukarıda da ifade ettiğim üzere felsefeciler, bir kitle hareketinin parçası olmalı, görüşlerinin bu tür bir hareket içerisinde işe yarayıp yaramadığını görmelidirler. Bence köklü bir toplumsal dönüşümü önemseyen her felsefeci, kitle hareketine bağlı bir kadro olabilmeli, bu bağı kendi pratiğine yön vermek için kullanmalı, böylelikle, felsefenin kitle hareketinin dertleri ile birlikte iş görmesini sağlamalıdır. Bu sayede felsefe, eşyayı hareketlerin ihtiyaç duyduğu kesinlikle, vâzıh bir biçimde takdim edebilecektir.

Kaynak

0 Yorum: