30 Mart 2020

,

Pandemiyle Mücadele Yöntemi Olarak Sosyalizm

Yazı: “Ya maske tak ya da hapse gir.” [Kaliforniya-1918]

Koronavirüs[1], Richard Preston’ın 1995’ta çıkan, Ebola olarak bilinen, Afrika’nın ortasındaki gizemli ve içi yarasa dolu bir mağarada doğmuş, insanları yok eden bir iblisten bahsettiği Hot Zone isimli kitabından beri tekrar tekrar izlediğimiz eski bir film aslında.

Bu, insanlığın deneyimsiz bağışıklık sistemindeki “bakir alan”da açığa çıkmış bir dizi yeni hastalıktan biri sadece. Ebola’nın ardından kuş gribi çıkmış, bu virüs 1997’de insanlara geçmiş, bunu 2002 sonunda ortaya çıkan SARS takip etmişti. Her iki salgın da ilkin dünyanın imalat merkezi olan Guangdong’da patlak vermişti.

Bu gelişmeler karşısında ağzı sulanan Hollywood, hemen bu salgınlarla ilgili, bizi heyecanlandırıp korkutacak bir dizi film çekti. (Steven Soderbergh’in 2011’de çektiği Salgın filmi, bilimsel verilere dayanıyor oluşu ve şimdiki kaosu yerinde bir yaklaşımla öngörmüş olması sebebiyle ayrı tutulmalı.) Bu türden filmlere ve romanlara ek olarak, bahsi edilen salgınlarla ilgili yüzlerce kitap ve binlerce bilimsel makale yazıldı. Hepsinde de bu türden yeni hastalıkların tespiti ve onlarla mücadele konusunda dünyanın hazır olması gerektiği üzerinde durulmaktaydı.

I.

Dolayısıyla korona, zaten bildiğimiz bir canavar olarak gelip girdi kapımızdan içeri. Genom sıralaması, zaten iyice incelenmiş olan kardeşi SARS’ınkine çok benziyordu ve bu iş gayet çocuk oyuncağıydı, asıl önemli olansa gerekli bilgilerin henüz elde edilememiş olmasıydı. Salgının niteliğini anlamak için araştırmacılar gece günüz çalıştılar, ama bu noktada üç büyük güçlükle yüzleştiler.

İlki, yeniden üreme oranı, virüsün bulaştığı nüfusun büyüklüğü ve tehlike arz eden bulaş sayısı gibi önemli parametrelerin doğru bir biçimde tahminine mani olan, bilhassa ABD ve Afrika’da test kitleri konusunda yüzleşilen sıkıntı idi. Sonuçta sayılar konusunda ciddi bir karışıklık açığa çıktı.

İkinci güçlük, her yıl gördüğümüz grip virüsleri gibi bu virüsün de farklı yaş bileşimlerine ve sağlık koşullarına sahip halklar üzerinden mutasyona uğruyor olmasıyla ilgiliydi. Büyük ihtimalle Amerikalılar, Vuhan’daki ilk salgından az çok farklı bir salgına tanıklık edecekler. Mutasyon sonucu virüs tehlikeli de olabilir, şimdilerde elli yaşın üstündekiler için yüksek olan öldürme oranının mevcut dağılımını da değiştirebilir. Trump’ın “korona gribi” dediği şey, yaşlı, bağışık sistemi zayıf veya kronik solunum sorunları yaşayan Amerikan halkının dörtte biri için ölümcül bir tehdit.

Üçüncü güçlükse virüs şu anki hâlini koruyup çok az mutasyona uğrasa bile onun gençler üzerindeki etkisinin yoksul ülkelerde ve yoksul kesimlerde ciddi ölçüde farklılık arz edecek olmasıyla ilgili. Bu noktada akla, insanlığın yüzde bir ilâ ikisini öldürmüş olan ve 1918-19’da yaşanan İspanyol gribi gelebilir. ABD ve Batı Avrupa’da ilk H1N1 gribi, daha çok genç yetişkinleri öldürmüştü. Bu durum, genelde nispeten güçlü olan ve virüs bulaşmasına aşırı tepki veren bağışıklık sistemlerinin akciğer hücrelerine saldırması, böylelikle akciğer iltihabı ve septik şoka yol açması üzerinden izah edilmişti. Ama son dönemde bazı epidemiyologlar geliştirdikleri teori dâhilinde, yaşlı yetişkinlerin 1890’larda patlak veren ve koruma sağlayan ilk salgından itibaren bir “bağışıklık hafızası”na sahip olabileceklerini söylediler.

Bir şekilde grip, askerî kamplarda ve siperlerde kendisine bir yuva buldu ve buralarda on binlerce genç askeri öldürdü. Grip, süreç içerisinde imparatorluklar arasında yaşanan savaşlarda önemli bir etmen hâline geldi. Almanya’nın 1918 baharında gerçekleştirdiği saldırının başarısız olması, buna bağlı olarak savaşın ulaştığı sonuç, düşmanından farklı olarak, Müttefik Kuvvetler’in virüs kapmış ordularını yeni gelen Amerikalı askerlerle takviye edebilmeleri ile ilişkilendirildi.

Gelgelelim İspanyol gribi, yoksul ülkelerde farklı bir seyir izledi. Virüs yüzünden yaşanan ölümlerin yaklaşık yüzde altmışı Pencap’ta ve Batı Hindistan’da gerçekleşti. Buralar, Britanya’ya tahıl ihraç eden ve zorla el koyma uygulamalarına tanık olan, ama aynı zamanda büyük kuraklığın her yanı kasıp kavurduğu yerlerdi. Sonuçta ortaya çıkan yiyecek kıtlığı, milyonlarca insanı açlıktan ölmenin eşiğine getirdi. Bu insanlar, bağışıklık sisteminin virüse cevap verememesine neden olan yetersiz beslenmenin ve aynı zamanda bakteri kaynaklı akciğer iltihabının çilesini çektiler. Aynı şekilde birkaç yıl boyunca kuraklığın, koleranın ve yiyecek kıtlığının çilesini çeken, Britanya işgalindeki İran’da sıtma salgını patlak verdi, bu da tahmini olarak ülke nüfusunun beşte birinin ölümüne neden oldu.

Bu tarih, bilhassa yetersiz beslenme ile bulaşma arasındaki ilişkinin sonuçlarının bilinmediği gerçeği, COVID-19’un Afrika’nın ve Güney Asya’nın sıkış tıkış, hastalıklarla kıvranan gecekondu mahallelerinde daha fazla ölüme yol açacağı konusunda bize kimi ikazlarda bulunuyor olmalı.

Lagos, Kigali, Addis Ababa ve Kinshasa gibi yerlerde görülen vakalar ayrıca bu şehirlerdeki sağlık koşullarının ve hastalıkların nasıl bir etkileşim içine gireceğini kimse bilmiyor (test yapılmadığı için de uzun zaman bilemeyecek). Bazıları, Afrika’da kent nüfusunun dünyadaki en genç nüfus olması sebebiyle bu salgının etkisinin zayıf olacağını söylüyorlar. 1918 deneyimine baktığımızda ise bunun aptalca bir tahmin olduğunu söyleyebiliriz. Mevsimsel grip gibi bu salgının da havalar ısınınca son bulacağını söyleyen iddia da aynı şekilde aptalca (Tom Hanks virüsü yaz mevsiminin hüküm sürdüğü Avustralya’da kaptı.).

II.

Bir yıl sonra dönüp bugüne baktığımızda Çin’in salgını önleme çalışmalarında elde ettiği başarıyı hayranlıkla, ABD’nin yanlışlarını ise dehşete kapılarak anacağız. (Kanaatimce Çin’in virüs bulaşma sayısının azaldığı açıklaması doğru.) Mevcut kurumlarımızın pandoranın kutusunun açılmamasını sağlaması, zaten sürpriz olurdu. 2000 yılından beri birçok kez dile getirdiğimiz gibi, hastalarla ilk temas kuran doktorlar ve hemşireler ciddi sorunlar yaşıyorlar.

Örneğin hem 2009’da hem de 2018’de grip salgınlarının görüldüğü mevsimlerde ABD’de hastaneler dolup taştı. Yatak kapasitesinde kâr güdüsüyle yapılan kesintiler sonrasında hastane yatakları kimseye yetmez oldu. Dolayısıyla mevcut krizin kaynağını Reagan’ı iktidara getiren ve önde gelen Demokratları birer neoliberalizm borazanına dönüştüren kapitalist saldırıya kadar geriye götürmek mümkün.

Amerika Hastaneler Birliği’ne göre yatak sayısı 1981’den 1999 yılına gelindiğinde yüzde 39 azaldı. Burada amaç, kullanılan yatak sayısını artırmak suretiyle kâr elde etmekti. Hastane yönetimleri, kullanılan yatak oranını yüzde doksana çıkartmayı hedefledi, bu da salgınlar ve acil durumlar esnasında yaşanan hasta akınını karşılama becerisini ortadan kaldırdı.

Yeni yüzyılda kemer sıkma politikaları, devletin ve eyaletlerin hazırladığı bütçeler sebebiyle kamu sektöründe ve artan kısa vadeli kâr payları ve kârların dayattığı “hissedar değeri” üzerinden özel sektörde acil tıp iyice zayıfladı.

Sonuçta bugün ciddi ve önemli korona vakaları akınıyla başa çıkma noktasında hastanelerin elinde sadece 45.000 yoğun bakım ünitesi yatağı var. (Güney Kore’deki sayı, ABD’deki sayının üç katından fazla.) USA Today’in incelemesine göre, “COVID-19 yüzünden hasta olacak altmış ve üzerindeki yaşlarda bir milyon Amerikalıyı tedavi yetecek hasta yatağına sadece sekiz eyalet sahip.”[2]

Bugün tıp sahasında tanık olduğumuz Katrina Kasırgası’nın ilk aşamasındayız. Tüm uzmanların kapasitesinin artırılmasını önerdiği acil tıp sahasına yeterince yatırım yapılmadığı koşullarda, bu sahanın ihtiyaç duyduğu temel araç gerece ve yatağa sahip değiliz. Ülke genelinde ve bölgeler temelinde elde mevcut olan stoklar, salgınla ilgili geliştirilen modellerin çok altında. Dolayısıyla test kiti konusunda yaşanan fiyaskoya sağlık emekçilerine temel koruyucu ekipmanın yeterince temin edilememesi sorunu eşlik ediyor. Ulusal ve toplumsal vicdanımız olarak militanca mücadele eden hemşireler, N95 yüz maskeleri türünden korucu malzemelerdeki yetersizliğin yol açtığı büyük tehlikeleri anlamamızı sağlıyorlar. Bu insanlar, bir yandan da hastanelerin kalabalık koğuşlarda ölümlere yol açabilecek Klostridyum Diffisil denilen bağırsak bakterisi gibi antibiyotiklere dirençli bakterilerin gelişeceği bir alan hâline geldiğini söylüyorlar.

III.

Salgın, Bernie Sanders’ın “Bizim Devrimimiz” dediği kampanyasının gündemine aldığı sağlık hizmetlerinde varolan keskin sınıfsal ayrımı açığa çıkarttı. Hâsılı, evden ders verebilen veya çalışabilen, iyi sağlık hizmeti alan kişiler, şahsi izolasyonu rahatlıkla uyguladılar ve kendilerini akıllıca korumayı bildiler. Düzgün bir sağlık sigortası bulunmayan kamu çalışanları ve diğer sendikasız işçiler, gelir ve koruma arasında zor bir seçim yapmak durumunda kaldılar. Öte yandan milyonlarca düşük ücretli hizmet sektörü emekçisi, çiftlik işçisi, işsiz ve evsiz, kurtların önüne atıldı.

Hepimizin de bildiği üzere genel sağlık güvencesi, ücretli hastalık izinleri için herkese ücret ödenmesini gerekli kılar. Bugün işgücünün yüzde kırk beşi bu haktan mahrum, dolayısıyla bu insanlar ya virüsü başkalarına bulaştıracak ya da masalarındaki tabak boş kalacak.

Aynı şekilde, on dört Cumhuriyetçi eyalet, tıbbi yardımların yoksul işçileri de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören Uygun Bakım Yasası’nın yürürlüğe girmesine karşı çıktı. Tam da bu sebeple bugün her dört Teksaslıdan birinin sigortası yok ve tedavi görmek için kasabalarındaki hastanede bulunan acilden başka bir imkâna sahip değil.

Salgının görüldüğü dönemde özel sağlık hizmetleri dâhilinde varolan ve ölümcül sonuçlara yol açabilecek çelişkiler, kâr amacı güden bakımevi işkolunda görünür hâle geldi. Bu bakımevlerinde 2,5 milyon yaşlı Amerikalı, devlet sağlık sigortası kapsamında. Bu işkolu, düşük ücretlerin ödendiği, yeterli çalışanın istihdam edilmediği, yasadışı yollardan maliyetlerin kısıldığı bir sektör. Basit enfeksiyon kontrolü prosedürlerinin gözetilmemesi ve hükümetlerin bu kasti kıyımın hesabını sormaması sebebiyle bakımevlerinde her yıl on binlerce insan ölüyor. Özellikle güney eyaletlerindeki bakımevlerinde basit temizlik kuralları için kesilen cezalara gerekli eğitimi almamış personele verilenden daha fazla para harcanıyor.

Dolayısıyla Seattle’ın Kirkland mahallesindeki Hayat Bakım Merkezi’nin virüsün yayıldığı merkezlerden biri olması asla şaşırtıcı değil. Seattle’da bakımevlerinde sendika çalışması yürüten ve kısa süre önce Nation’da bir makalesi yayımlanan Jim Straub’la konuştum. Straub’a göre bu adı geçen bakımevi, “eyaletteki en az personele sahip bakımevlerinden biri. Ayrıca Washington’daki tüm bakımevi sistemi, ülkede en az para alan sistem. Oysa Washington, teknoloji kaynaklı paranın toplandığı yer.”

Straub, aynı zamanda halk sağlığı yetkililerinin Hayat Bakım Merkezi’nden yakındaki bakımevlerine virüsün hızla yayılmasına neyin sebep olduğu üzerinde durmadıklarını söylüyor: Amerika’da en düşük ücretlerin ödendiği bakım sektöründe çalışan emekçiler, birden fazla işte çalışmak zorunda kalıyorlar ve birkaç bakımevinde çalışıyorlar.” Straub’a göre devlet, işçilerin çalıştıkları bu ikinci işyerlerinin adını ve yerlerini tespit edemedi, dolayısıyla virüsün kontrolünü kaybetti. Ayrıca işçilerin evde kaldıklarında yaşayacakları kaybın tazmin edileceği konusunda henüz bir öneri sunulmuş da değil.

Ülke genelinde onlarca belki de yüzlerce bakımevi, birer koronavirüs merkezi hâline gelecek. Birçok işçi, nihayetinde bu koşullarda çalışmak yerine aşevlerini ve evde kalmayı tercih edecek. Bu durumda sistem çökecek, ama sonuçta bakımevlerinde lazımlıkları Ulusal Muhafızlar boşaltmayacak.

IV.

Küresel salgın, herkese sağlık güvencesi sağlanması ve salgının ölümlerle ilerlediği süreçte herkese ücretli izin verilmesi gerektiğini söylüyor. Biden’ın Trump’ın altını oyduğu koşullarda Bernie’nin de önerdiği, herkese sağlık hizmeti sağlanacağı günlere kavuşmak için ilericilerin birleşmesi gerekiyor. Sonuçta şu bilinmeli: Sanders ve Warren’ın delegeleri, Temmuz ortasında Milwaukee’de düzenlenen ve finansal hizmetler şirketi Fiserv’in organize ettiği forumda önemli bir rol oynadılar.

Bizimse sokağa karşı sorumluluğumuz var. İşçilere ücretli izin vermeyi reddeden patronlarla, ev tahliyeleriyle ve işten çıkartmalarla mücadele etmeye başlamak zorundayız. (Salgından mı korkuyoruz? O zaman göstericiler arasında 1,8 metre olsun, hatta o vakit ekranlarda daha güçlü çıkarız. Ama bizim her şeyden önce sokakları geri kazanmamız gerekiyor.)

Herkese sağlık güvencesi ve bununla bağlantılı talepler, bizim atmamız gereken ilk adım. Sanders’ın da Warren’ın da tartışmalar esnasında büyük ilâç şirketlerinin yeni antibiyotikler ve antiviraller ile ilgili olarak yürütülen araştırma-geliştirme çalışmalarına son vermiş olmalarından hiç bahsetmemeleri gerçekten de üzücü. En büyük on sekiz ilâç şirketinin on beşi, bu sahayı terk etti. Kalp ilâçları, bağımlılara verilen müsekkinler ve iktidarsız erkeklere uygulanan tedaviler, en fazla kâr getiren alanlar; hastane enfeksiyonlarına karşı savunma önlemleri, yeni hastalıklar ve eskiden beri insanları öldüren hastalıklarsa pek rağbet görmüyor. Virüsün yüzeyindeki proteinlerin kalıcı kısımlarını hedef alan genel grip aşısı onlarca yıl içerisinde geliştirilebilirdi, ama bunu kimse kârlı görmediği için bu aşı öne alınıp üretilemedi.

Antibiyotik devriminin etkilerinin ortadan kalkmasıyla eski hastalıklar yeni bulaşıcı hastalıklarla birlikte yeniden ortaya çıkacak, dolayısıyla hastaneler cesetle dolup taşacak. Trump bile oportünist bir tutumla ilâç maliyetlerinden yakınıyorken bizim ilâç tekellerini ortadan kaldırıp halka hayat kurtaran ilâçlar üretmeyi öngören cesur görüşler geliştirmemiz gerekiyor. (İkinci Dünya Savaşı esnasında Kara Kuvvetleri, Jonas Salk gibi araştırmacıların ilk grip aşısını yapmalarını istedi.) On beş yıl önce kaleme aldığım Kapımızdaki Canavar: Küresel Kuş Gribi Tehdidi isimli kitabımda belirttiğim gibi:

“Aşılar, antibiyotikler ve antiviraller gibi hayat kurtaran ilâçlara erişim bir insan hakkı olmalı, bu ilâçlara herkes ücretsiz erişebilmelidir. Piyasa, bu türden ilâçları ucuza üretme konusunda gerekli teşviki sağlayamıyorsa o vakit hükümetler ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, bu ilâçların üretimi ve dağıtımı noktasında sorumluluk üstlenmelidirler. Yoksulların hayatta kalmasına her zaman büyük ilâç şirketlerinin kârlarına nazaran daha fazla öncelik verilmelidir.”[3]

Bugünkü küresel salgın, şu argümanın kapsamını iyice güçlendirdi: Kapitalist küreselleşme, gerçek mânâda beynelmilel olan bir halk sağlığı altyapısının bulunmadığı koşullarda biyolojik planda artık sürdürülemezmiş gibi görünüyor. Gelgelelim böylesi bir altyapı, halk hareketleri büyük ilâç şirketlerinin ve kâr amacı güden sağlık hizmetlerinin gücünü kırana dek var olamayacak.

Bu da İkinci Yeni Akit’in ötesine uzanan, insanların hayatta kalması ile ilgili bağımsız bir sosyalist planı gerekli kılıyor. Wall Street’i İşgal Et günlerinden beri ilericiler gelir ve servet eşitsizliği ile mücadeleyi başarıyla yürüttüler ve önemli mevziler elde ettiler. Ama bugün sosyalistler, yeni bir adım atmalı ve sağlık hizmetleri endüstrisi ile ilâç endüstrisinin belirlediği acil hedefler karşısında, ekonomik gücün toplumsal mülkiyetini ve demokratikleştirilmesini savunmalıdırlar.

Ama öte yandan bizim, politik ve ahlaki zayıflıklarımızı dürüstçe değerlendirmemiz şart. Yeni kuşağın yüzünü sola dönmesi ve “sosyalizm” sözcüğünün politik söyleme tekrar dâhil olması tabii ki heyecan verici, ama bir yandan da ülke genelinde yeni milliyetçiliğe paralel olarak ilerici hareketin ülke genelinde bencillik tuzağına düşmüş olmasının da rahatsız edici olduğunu belirtmek lazım.

Bu bencillik, sadece Amerikan işçi sınıfından ve sadece Amerika’nın radikal tarihinden bahsedip duruyor (tabii bu noktada Eugene V. Debs’in tepeden tırnağa enternasyonalist olduğunu unutuyor.). Bu siyaset tarzı, kimi vakit “Önce Amerika” diyen sağ siyasetin solcu versiyonuna doğru evriliyor.

Küresel salgını ele alırken sosyalistler, başkalarına uluslararası dayanışmanın aciliyetini her fırsatta hatırlatmalıdırlar. Somut koşullarda bizim, test kiti, koruyucu malzeme ve hayat kurtarıcı ilâçların üretiminin artırılmasını ve yoksul ülkelere ücretsiz dağıtılmasını istemeleri konusunda ilerici dostlarımızı ve onların idol kabul ettikleri politik liderlerini teşvik etmemiz gerekiyor. Sonuçta herkese sağlık hizmeti politikasının ülke içinde ve dışında yürürlüğe konulmasını sağlamak, bize bağlı.

Mike Davis
14 Mart 2020
Kaynak

[Mike Davis, eylemci, tarihçi ve Kaliforniya Üniversi Riverside Kampüsü’nde yaratıcı yazarlık alanında fahri profesördür. Late Victorian Holocausts: El Niño Famines and the Making of the Third World (Geç Viktoryen Çağın Holokostları: El Niño Kıtlıkları ve Üçüncü Dünya’nın Oluşumu -2001) ve The Monster At Our Door: The Global Threat of Avian Flu (Canavar Kapımızda: Küresel Kuş Gribi Tehdidi -2005) gibi bir dizi kitap yazmıştır.]

Dipnotlar:
[1] Bilimsel terim konusunda bir kafa karışıklığı var. Uluslararası Virüsleri Sınıflandırma Komitesi virüsü “SARS-CoV-2” olarak adlandırdı. Salgına ise “COVID-19” adı verildi.

[2] Jayme Fraser ve Matt Wynn, “US Hospitals Will Run Out of Beds If Coronavirus Cases Spike“, USA Today (13 Mart 2020).

[3] Mike Davis, The Monster At Our Door: The Global Threat of Avian Flu (New York: New Press, 2005).

0 Yorum: