Ekonomi okuyan herkes bilir ki piyasa, hepimizin
önünde diz çökmesi gereken tanrıdır. Piyasa, tüketicileri ve üreticileri bir
araya getirir, arzla talebi dengeler. Tüm o ders kitaplarının anlattığı budur. Hepimiz
kendi çıkarları peşinde koşan bireylerizdir ama piyasa sayesinde bu bencillik,
mucizevi bir biçimde optimumla sonuçlanır.
Bu lafları işitmek için bir sınıftan içeri adım
atmış olmanız gerekmez. Gazeteler, haber bültenleri, siyasetçiler hep bu türden
laflar ederler. Onlara kulak vermek yeter. Devlet herhangi bir konuda harcamaları
artıramaz çünkü buna piyasa izin vermez. Toplu konut çalışmaları konut
piyasasına zarar vereceği için kabul edilmez. Üniversiteler rekabete sürüklenir
ki kötü olanlar eğitim sahasından ayıklansın.
Piyasanın savunucuları, eski Sovyetler’deki
ekonomi aksaklığı planlamaya bağlarlar ve planlamanın büyük felâketlere yol açtığını
söylerler.
Bu türden lafların boş olduğunu görmek için âlim
olmaya gerek yoktur. Bir kapitalistin görmek istediği en son şey serbest
rekabettir, çünkü bu tür bir rekabet kârlarını azaltacaktır. Bu noktada
süpermarketlerin küçük dükkânları nasıl yok ettiğine veya her türden yeni
endüstrinin kısa bir süre sonra dünya genelinde üç dört şirketin hâkimiyetine
girmesine bakılabilir.
Bu mesele başka bir açıdan da ele alınabilir.
Kapitalistler, aslında piyasayı işçi sınıfı için vaaz ederler. Onlara “ayaklarınızın
üzerinde durun, devlete asla bel bağlamayın” derler ama kendileri devleti
iliğine kadar sömürürler. Bu noktada milyar sterlinlik teşviklere yapılan vergi
kesintilerine bakılabilir. Otomobil imalatçıları, her yıl Avustralya
hükümetinin sırtından yüz milyonlarca sterlin kazanmaktadır. Büyük şirketler
eski siyasetçileri satın almakta, onlar üzerinden lobi faaliyeti yürütmektedirler.
Onların gözü her daim devletin kasasındadır.
Kapitalistler, piyasanın işçi ücretlerini
belirlemesi gerektiğini söylerler ama buna asla izin vermezler. Devletin baskı
aygıtını, iş mahkemelerini ve polisi işçilerin hakları üzerinden kendi
talepleri etrafında örgütlenmelerine mani olmak için kullanırlar.
Bir kriz patlak verdiğinde ise piyasa hemen gözden
düşer. Kapitalist ekonomi çöküşün eşiğindedir. Birçok şirket iflas etmek
üzeredir. Borsalar yüzde otuz değer kaybetmiştir. Eskinin ateşli serbest piyasa
savunucuları, bugün devletin müdahalesini savunmaktadır. 18 Mart tarihli
nüshasında Financial Times’ın da
tespit ettiği üzere, “dünya liderleri küresel ekonominin yaşadığı tarihsel şoka
gerekli cevap verme noktasında ekonomi siyaseti dâhilinde kullandığı o eski
taktik tahtasını kaldırıp atmak zorunda kalmışlardır.”
ABD’de, serbest piyasa kapitalizminin merkezinde duran
kapitalistler ve siyasetçiler, devletin yardım yapmasını isteyip durmaktadırlar.
17 Mart’ta New York Times’da yapılan
açıklamada dendiği gibi, “işveren örgütleri, şehir ve eyalet liderleri,
hukukçular, senatörler ve ekonomistler işçilerin evde kalabilmeleri ve
tüketimdeki düşüşle mücadele eden şirketlere destek verilebilmesi için merkezî
hükümetten trilyonlarca dolar istemiştir.”
Dün ekonomiyi canlandırmak amacıyla “devlet
işletmelere ve tüketicilere vermek için para bassın” diyen siyasetçiler ve
danışmanları, bugün verilecek rakam konusunda bir yarışa giriyorlar. Koronavirüse
ve ekonomik krize savaş ilân eden Trump yönetimi, kısa süre içerisinde büyük
bir teşvik paketini yürürlüğe koyacak ve bu noktada ekonomiye bir trilyon dolar
pompalayacak. Muhtemelen bunu benzer başka adımlar da takip edecek.
Başka zaman olsa Trump bu politikayı önerenleri
sosyalistlikle suçlardı, bugün bu konuda tek laf etmiyor. Hatta paketinin “büyük
ve cüretkâr” olduğunu söylüyor. Başdanışmanı Larry Kudlow, başkanın “krizle
başa çıkabilmek için gereken her adım atılsın” dediğini söylüyor. Senato’daki
Cumhuriyetçi Parti grubunun ikinci üst düzey ismi olan Senatör John Cornyn, devlet
müdahalesinden nefret eden bir isim olarak şunu söylüyor: “Ekonomimiz, tüm
ekonomimiz risk altında.”
Son yıllarda Wall Street partisinden yana saf
tutan bazı Demokrat Partililer, bugün kriz süresince her Amerikalıya aylık
ödeme yapılması önerisinde bulunuyorlar. Bu para akıtma siyaseti dâhilinde
Merkez Bankası, bankalara trilyonlarca dolar pompalıyor.
ABD’de atılan bu adımların benzerlerine diğer
ülkelerde de rastlanıyor. Uzun zamandır üye devletlerin bütçe açıklarını GSMH’sinin
yüzde üçü düzeyinde tutmasını isteyen Avrupa Komisyonu, hükümetlerin borçlanma
miktarı üzerindeki sınırları kaldırdı. 2015’te komisyon, yüzde yirmilik
işsizlik oranı ile yüzleşen Yunan hükümetinin harcamaları artırmasına izin
vermemişti ama bugün hükümetin har vurup harman savurmasını istiyor. Avrupa
kapitalizminin geleceği risk altında. Dolayısıyla işine yarayacak her şeyi
gündemine alıyor.
İsveç hükümeti, şirketlerin vergi borçlarını bir
yıl erteliyor. Bu vergilerin toplamı GSMH’nin yüzde altısını buluyor. Britanya
ise şirketlere 330 milyar sterlik acil durum kredisi veriyor, buna ek olarak 20
milyar sterlin tutarında mali destek sunuluyor.
Muhafazakâr Parti’nin mali işler sorumlusu Rishi
Sunak, şunu söylüyor: “Bugün ideolojinin peşinden gitmenin, kitaba bağlı
kalmanın değil, cesur olmanın vakti. Ne gerekiyorsa yapılacak.”
İspanya başbakanı Pablo Sanchez, ülkenin demokrasi
tarihinde görülen, kaynakların seferberliği ile ilgili en büyük adımı
attıklarını söylüyor. Bu adım dâhilinde 100 milyar avro kredi verilecek. Şirketlere
300 milyar avro kredi veren Fransa başbakanı Bruno Le Maire, basına şu
açıklamayı yapıyor: “Elimdeki tüm araçları kullanmaktan asla tereddüt
etmeyeceğim.”
Krizin Avrupa ekonomisinde bu yıl içerisinde yüzde
dörtten fazla küçülmeye sebep olacağını öngören Avrupa Merkez Bankası, kısa
süre içerisinde, önümüzdeki dokuz aylık dönem için Avrupa bankalarına bir
trilyon avrodan fazla para aktaracak. Bankanın başkanı Christine Lagarde, “olağanüstü
dönemlerin olağanüstü eylemlere ihtiyaç duyduğunu” söylüyor.
Avustralya’da esas olarak bütçeyi dengeleme vaadi
üzerinden ayakta duran koalisyon hükümeti, 18 milyar dolar harcayacak ki bu
paranın dörtte üçü şirketlere gidecek. Bugünlerde hükümet, işletmelere sunulacak
başka bir yardım paketi üzerinde çalışıyor. Burada özellikle turizm, spor,
sanat ve eğlence ile havayolları gibi alanlarda faal olan şirketlere bir milyar
dolardan fazla para verilmesi öngörülüyor.
Avustralya Sanayi ve Ticaret Odası, hükümetin
işçilere ücret teşvikleri vermesini, aynı yardımın ciddi kayıplara maruz kalan
işletmelere yapılmasını istiyor. Oda, ayrıca hükümetin yüzde sekseni devlet
garantili yarım milyon dolarlık kredi vermesini, ayrıca hastalık izni alanlara
ücret desteği sağlanmasını talep ediyor. Ama işçilere yapılan yardım, şirketlere
yapılan yardımın yanında devede kulak kalıyor.
Kısa vadede işçilerin nasibine, bu para saçma
politikasından bir şeyler elbette ki düşecek. Avustralya’daki sosyal yardımlara
banka hesapları üzerinden 750 dolar eklenecek. ABD’de ise muhtemelen
Amerikalılara yaklaşık bin dolar verilecek. Fakat bu para kısa vadede ekonomiyi
canlandırmak için veriliyor. Uzun vadeli yardımlar ise vergi kesintileri ve mali
alanda verilen diğer tavizler üzerinden kapitalist sınıfa yapılıyor.
Mevcut kriz, kapitalistlerin çıkarları tehdit
edildiğinde serbest piyasanın faziletleri konusunda edilen onca ideolojik lafın
zırva olduğunu göstermekle kalmadı, ayrıca hükümetlerin temelde piyasa
karşısında güçsüz olduğunu söyleyen fikrin de çöp olduğunu ortaya koydu.
Hükümetler, “ekonomik gerçeklik” karşısında hiçbir
şey yapamayan biçare mağdurlar değiller. Ama olağan zamanlarda hükümetler, bizim
daha fazla sosyal yardım, sağlık hizmeti ve eğitim taleplerimizi “bu talepleri
karşılamak imkânsız” diyerek karşılıyorlar.
İşçiler, kendi kişisel krizleriyle günbegün karşı
karşıya. Patronlar bu hafta işe çağırmadığı için kirayı ödeyecek parayı
bulamıyorlar, bankadan aldıkları ev kredilerini ödeyemiyorlar, faturalara
bakmak bile istemiyorlar, elektrikleri, suları, doğal gazları kesiliyor,
çocuklarının eğitim masraflarını karşılayamıyorlar, işsizlik korkusu ile
yaşamaya çalışıyorlar.
İşçi sınıfı, gündelik hayatta böylesi bir krizle
boğuşuyor. Hükümetlerden bu krizle ilgilenmesini istediğimizde, onlar bu krizi
çözüme kavuşturmanın imkânsız olduğunu söylüyorlar, “böyle gelmiş böyle gider”
diyorlar.
Ama kapitalist sınıf krize girdiğinde, aynı hükümetler
anında harekete geçiyorlar. Ekonomiyle ilgili politik kararlar alınıyor,
hükümetler piyasaların canlanması için hamleler yapıyorlar. Avrupa maliye
bakanları komitesi başkanı, bugünkü hâkim yaklaşımı gayet güzel özetliyor: “Avroyu
elimizdeki her şeyle savunacağımıza hiç şüpheniz olmasın.” AB üyesi ülkelerin
maliye bakanları, son avro krizi esnasında yaptıkları gibi, 410 milyar dolar
kapasiteli bir fonu devreye sokmayı düşünüyorlar.
Financial
Times’ın haberine göre İspanya’da hükümetin
içinde “merkezi planlamaya dayalı ekonomiyi uygulamak için yetki alınmasını
isteyelim” diyenlerin olduğu konuşuluyor. Hükümetin bu süreçte tıbbi gereçler,
gıda ve enerji üretiminin tüm sorumluluğunu üstleneceğinden bahsediliyor.
Çoğu zaman bize ekonominin işçilere düzgün bir
yaşam standardı sağlayamayacağını, bu ekonominin yüksek ücret, sosyal yardım,
konut ve eğitim konusunda herkese hizmet edemeyeceğini söylüyorlar. Sürekli
bütçenin dengede olması, işletmelerin rekabet etmesi, şirketlerin ödedikleri vergilerin
düşük olması gerektiğinden bahsediyorlar.
Bugün nasıl oluyorsa ekonominin bizim uzun
zamandır talep ettiğimiz şeyleri verebildiğini görüyoruz. Hükümetler, bugünlerde
“tek kuruş vermeyiz” dedikleri şeylere para akıtıyorlar.
Geçmişte Morrison hükümeti, işsizlik yardımını
kaldırmadı diye İş Dünyası Konseyi’nin saldırısına uğramıştı. Bugün hükümet,
sosyal yardımlara kişi başına 750 dolar olmak üzere toplam 4,7 milyar dolar
harcıyor. Hükümetler, bir yandan da sağlık harcamalarını artırıyor. Batı
Avustralya’da hükümet, faturaları ve toplu ulaşım ücretlerini sıfırlıyor, enerji
tüketimi ile ilgili ödemeleri iki katına çıkartıyor, bakıma muhtaç insanlarla
ve hastalarla ilgilenmesi gereken kamu işçilerine daha fazla izin veriyor.
Bu süreçte Hong Kong hükümeti, vatandaşlarına bin
dolar ödeme yaptı. Virüs salgınının en ağır şekilde vurduğu ülkelerden biri
olan İtalya, ev kredisi ödemelerini askıya aldı. Yeni Zelanda’da hükümet,
sosyal yardımları kalıcı olarak haftalık 25 dolar düzeyinde arttırdı, ayrıca
emeklilere ve sosyal yardım alanlara yaptığı kışlık enerji desteğini iki katına
çıkarttı. Fransa da sosyal yardımları artırdı ve bu yardımları daha fazla
kişiye temin etmeye başladı.
Hükümetler, tabii ki bugünlerde merkez
bankalarının bodrum katlarında küp küp altın bulmuş değiller. Onlar, bu
tedbirleri halk sağlığını korumak ve ekonomiyi kurtarmak için aldıklarını
söylüyorlar. Oysa kimlerin ayrıcalıklı olduğu gün gibi ortada. Yeni tedbirler,
dünya tarihinde görülmüş en büyük kurtarma paketi dâhilinde gündeme geliyor.
Burada amaç, devlet eliyle kamuya ait zenginliği ve parayı milyarderlere ve
büyük şirketlere akıtmak, bu bağlamda zararları tüm toplumun sırtına yüklemek,
kârları ise özel ellerde toplamak.
Sonuçta servet transfer edilecek, pekiştirilecek
ve belirli ellerde yoğunlaştırılacak. Hükümetler, halka kırıntı niyetine
verecekleri sadakalar için günlerce tartışma yürütürken yığınla insanı işten
çıkartanlara karşı ciddi tek bir adım bile atmıyorlar.
Önerilen her harcama paketinde işletmelere
teşvikler sunuluyor, hükümetler sağa sola kredi veriyor, fonların üçte
ikisinden fazlasına vergi indirimi getiriliyor. Halkın çoğunluğunu oluşturan
işçilerin eline ise paranın ancak üçte biri geçiyor. Örneğin Avustralya’da
şirketlere 13 milyar verilirken, sosyal yardımlara 4,7 milyar dolar
aktarılıyor.
Emeklilere, ailelere, bakıma muhtaç kişilere,
engellilere, Aborjinlere, öğrencilere, çıraklara yardım sağlayan Centrelink,
insanın gururunu ayaklar altına alan sınırlamalar getiriyor, üç kuruş vereceğim
diye bin dereden su getirtiyor, ama çuvallar dolusu para, hiçbir engelle
karşılaşmadan, işletmelerin kasalarına boca ediliyor.
Avustralya’da çırak ve stajyer çalıştırsın diye
patronlara teşvikler veriliyor ama patronlar, stajyerleri altıncı ayın sonunda
işten atıyorlar, yenisini alıyorlar, üstelik yeniden teşvikle
ödüllendiriliyorlar. Yeni bir iş imkânı yaratılmadığı gibi patronların
ceplerine sürekli para akıtılıyor.
Mesele, sadece para dağıtılması da değil. Bu süreçte
diğer kutsal inekler de bir bir kesiliyor. Bu ineklerden biri olan özel
mülkiyetin boğazına bıçak vuruluyor. Örneğin İspanyol hükümeti, özel
hastanelere ve sağlık malzemesi tedarikçilerine bir süreliğine el koyduğunu açıklıyor,
ayrıca evsizleri doyurmak ve barındırmak için planlar hazırladığını söylüyor.
Trump, 18 Mart’ta olağanüstü bir dizi tedbir
açıkladı. Savunma Üretimi Kanunu’nun kendisine verdiği yetkilere dayanarak, suni
solunum cihazı ve maske gibi sağlık gereçlerindeki yetersizliği aşmak için özel
şirketlerden bu ürünleri üretmesini istedi. Test konusunda yaşanan sorunu
çözmek amacıyla donanmaya ait iki hastane gemisini New York ve Batı Sahili’ne
gönderdi. Emlâk zengini bir başkana sahip ABD için gayet şaşırtıcı olan bir
gelişme dâhilinde İmar İskân ve Şehircilik Bakanlığı, Nisan sonuna dek ev
boşaltmaların ve hacizlerin askıya alındığını açıkladı. Hükümet, ayrıca virüs
bulaşmış işçilere izin verebilmek için yeni işçi alacağını duyurdu. Kaliforniya’da
vali 150.000 kadar evsiz için otelleri satın almayı planladığını açıkladı.
Avustralya’da çocuklu sağlık emekçilerine işlerine
devam edebilsinler diye ücretsiz çocuk bakım hizmeti sunuluyor. Güney Kore’de
hükümet, işte olan ebeveynlere acil durum kapsamında çocuk bakımı hizmeti
sağlıyor. Bu hizmetse eğitimli öğretmenlerin denetiminde, onar kişilik
sınıflarda veriliyor. Guardian’da
çıkan habere göre Avustralya hükümeti, ev ipoteklerini üstlenmeyi, hatta
istihdamı güvence altına almayı tartışıyor.
Bugün “eskiden yapılamaz” denilen her şeyin yapılabildiği
görülüyor.
Demek ki ekonomide acil bir durumla yüzleşildiğinde
olağan kimi kuralların belirli bir kısmı uygulanabiliyor. Hükümetler, kaynakları
planlayıp özel şirketlerin çıkarlarını tehdit edebiliyorlar. Damardan liberal
olan kişiler ise bu tedbirleri sosyalizm olarak görüp aşağılıyorlar. Onlara göre
bu türden programlar, destekledikleri serbest piyasa kapitalizmini mahkûm
ediyor. Oysa bu programlar, en iyi hâliyle, kapitalist ekonominin yönetimine
dönük başka bir yaklaşım olarak gündeme geliyor.
OECD ülkelerinin başındaki
hükümetler, bugün mali sistemlerini kurtarmak için trilyonlar harcamaya
hazırlanıyorlar. Ama bu hazırlıklar, dünya ekonomisinin piyasanın ellerine
güvenle bırakılamayacağını teyit ediyor. Mevcut durumun tüm açıklığıyla ortaya
koyduğu biçimiyle, kapitalist sınıf ve hükümetler, sistemlerini kurtarmaya
mecbur olduklarını görüyorlar, bu noktada bir zamanlar “parasal açıdan
uygulanamaz” dedikleri, ekonominin koşullarının izin vermeyeceğini düşündükleri
birçok tedbire başvuruyorlar. Görülüyor ki gerektiğinde hükümetler harekete
geçebiliyorlar. Dün sığınılan ideolojik bahanelerin bugün kabak tadı verdiği
görülüyor. Ama şunu da anlamak gerekiyor: Bu hükümet müdahaleleri, doğası itibarıyla,
işçi sınıfının değil patronların çıkarlarına hizmet ediyor.
Tom Bramble
21 Mart 2020
0 Yorum:
Yorum Gönder