Paris Komünü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Paris Komünü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Haziran 2022

,

Paris Komünü Üzerine Tezler

1

“Klasik işçi hareketi, hiçbir vehme, bilhassa bu hareketin geriye, hareketin hatalarından başka bir miras bırakmamış olan politik ve sözde teorik vârisleri ile ilgili herhangi bir vehme kapılmadan, yeniden incelenmelidir. Bu hareketin elde ettiği başarılar, aslında reformizm veya devlet bürokrasisinin kuruluşu gibi temel hataları iken, Paris Komünü ve 1934 Asturya İsyanı türünden yaptığı hatalar ise bizim ve gelecek açısından bugüne dek hareketin elde ettiği en ümit verici başarılardır. (Internationale Situationniste, Sayı 7 [Kötü günler bitecek])

2

Komün, on dokuzuncu yüzyılın en büyük bayramıydı. 1871 baharında yaşanan olayların temelinde, isyancıların kendi tarihlerinin efendisi olduklarına dair hissiyat yatar. Bu efendi olmayla ilgili tespit, “yönetsel” politika değil, daha çok gündelik hayat düzeyinde geçerli bir olgudur. (Örneğin isyancılar, ellerindeki silâhlarla oyunlar oynamaktadırlar ki aslında bu, onların iktidarla oynadıkları anlamına gelmektedir.) Marx’ın “Komün’ün toplumsal düzeyde aldığı en önemli tedbir, bizatihi eylem hâlindeki varoluşuydu” sözünü bu bağlamda anlamak gerekir.

3

Proletarya adına proletarya üzerinde tesis edilen farklı devlet diktatörlüğü biçimlerini idrak etmek, bu anlamda proletarya diktatörlüğünün ne olmadığını görmek için Engels’in “Paris Komünü’ne bakın. O proletarya diktatörlüğü”ydü sözü, ciddiyetle ele alınmalıdır.

4

Komün’ün kendi içinde uyumlu bir örgütsel bir yapıdan mahrum olduğuna dair, haklı olduğu apaçık ortada olan, eleştirilerde bulunmak kolaydır. Politik yapıların Bolşevik tipte örgüt fikrinin varisi olduğunu iddia edenlerin tespit ettiğinden daha karmaşık bir nitelik arz ettikleri koşullarda bugün Komün’ü yaptığı tüm yanlışları kolaylıkla aşılabilecek, devrimci primitivizmin modası geçmiş bir örneği değil de tüm hakikati henüz keşfedilmemiş ve tam anlamıyla uygulamaya dökülmemiş pozitif bir deney olarak incelemenin vaktidir.

5

Komünün liderleri yoktu. Üstelik bu özelliğe, işçi hareketi içerisinde liderlerin zaruri olduğu fikrinin herkesçe kabul edildiği bir dönemde kavuşmuştu. Onun çelişkilerle yüklü başarılarının ve başarısızlıklarının ilk sebebi buydu. Komün’ü resmiyette örgütleyenler, Marx, Lenin, hatta Blanqui ile kıyaslandığında, hiç de ehil insanlar değillerdi. Ama öte yandan, kendi döneminin ürünü olan devrimci hareketin sürdürülmesi için o momentte birilerinin “sorumsuzca” hareket etmesi gerekiyordu (üstelik mevcut koşullar, tüm pratikleri alabildiğine yıkıcı sonuçlar doğurabilecek bir düzeye taşıyordu. Ele geçirdiği burjuvanın “ben ömrüm boyunca siyasetle hiç ilgilenmedim ki!” lafına, “ben de tam da bu yüzden öldüreceğim seni” cevabını veren isyancı, bu yıkıcılığın en bilinen örneğidir.)

6

Halkın silâhlandırılmasının sahip olduğu hayatî önem, kendisini hareketin başından itibaren hem pratikte hem de semboller düzeyinde ortaya koydu. Genel anlamda halkın iradesini güç kullanarak dayatma hakkı, hiçbir özel birliğe teslim ve terk edilmedi. Silâhlı grupların sahip oldukları, herkese örnek teşkil edecek özerklikleri, koordinasyon eksikliği dâhilinde bu grupların aleyhine döndü: Versay’a yönelik sürdürülen savunma veya saldırı amaçlı mücadelenin hiçbir noktasında halkın güçleri askerî açıdan belirli bir etkiye hiçbir vakit kavuşamadılar. Bu noktada şu husus akıldan çıkartılmamalı: İspanyol devrimi, son tahlilde bir iç savaş olarak, askerî birliklerin “cumhuriyet ordusu”na dönüştürüldüğü aşamada kaybedilmişti. Özerklik ve koordinasyon arasındaki çelişki, büyük ölçüde dönemin teknolojik düzeyiyle bağlantılı bir husustu.

7

Komün, bugüne dek esasen devrimci kentçiliğin uygulanmasını ifade eder. O, hayatın hâkim güçlerce örgütlenmesine dönük pratiklerine, o güçlerin diktiği taştan heykellere ve sütunlara saldırmış, toplumsal uzamı politik açıdan ele almış, anıtların ve sütunların masum olduğu fikrini kabul etmeye hiçbir zaman yanaşmamıştır. Bu saldırıyı “lümpen proleterin nihilizmi” ve kimi “kundakçılar”ın sorumsuzluğu olarak görüp hor görenler, bugünkü toplumda pozitif değere sahip, korunmaya değer şeylerin neler olduklarını ortaya koymak zorundadırlar. “Düşman neredeyse tüm mekânı işgal etmiştir. […] Hakiki kentçilik, belirli alanlarda bu işgal silindiği vakit ortaya çıkacaktır. Bize göre inşaat faaliyeti, tam da bu noktada başlayacaktır. Modern fiziğin geliştirdiği ‘pozitif boşluk’ kavramı, neyi kastettiğimizi açık bir biçimde ortaya koymaktadır.” (Üniter Kentçiliğin Temel Programı, Internationale Situationniste, Sayı: 6.)

8

Paris Komünü, silâhtan çok alışkanlıklarının sözünü dinledi. Paraya fena hâlde ihtiyaç duydukları aşamada, Fransız Ulusal Bankası’nın ele geçirilmesi için topları kullanmayı reddetmeleri, bu zafiyetin en berbat tezahürlerinden birisiydi. Komün’ün ayakta kaldığı tüm dönem boyunca banka, Versay Sarayı’nın Paris içerisinde kullandığı bir tür kale olarak işlev gördü, oysa banka, sadece bir iki tüfekle korunuyor, mülkiyetin ve hırsızlığın yarattığı gizemden besleniyordu. Diğer ideolojik alışkanlıkların da her durumda aynı ölçüde felâketlere yol açabilecek hususlar oldukları görüldü (Jakobenizmin dirilişi, 1848 devrimlerinin hafızaya kazıdığı, barikatlarda tatbik edilen ve yenilgiyle sonuçlanan stratejiler vs.)

9

Komün, eski dünyayı savunanların şu veya bu şekilde devrimcilerin, bilhassa sadece devrimi düşünen, ama zamanla sadece devrimi savunmaya aklı kesen devrimcilerin suç ortaklıklarından nasıl istifade ettiğini ortaya koyan bir örnektir. Bu suç ortaklıkları ile eski dünya, ideoloji, dil, âdetler, lezzetler gibi belirli alanlarda kendi düşmanları içerisinde sahip olduğu imkânları muhafaza eder ve bu alanları kaybettiği toprakları yeniden fethetmek için kullanır. (Bu durumdan kurtulmamızı, ancak devrimci proletaryanın doğal bir vasfı olan eylemdeki düşünce sağlar: o vergi bürosu, tam da bu sayede yakılabilmiştir.) Mücadeleye zarar veren “beşinci kol” faaliyetleri, esas olarak devrimcilerin zihinlerinde yürütülürler.

10

Komün’ün son günlerinde Notre-Dame’ı yakmak için yola çıkan, bu sırada karşılarında Komün’e bağlı sanatçılardan oluşan silâhlı müfrezeyi bulan kundakçıların hikâyesi, doğrudan demokrasinin alabildiğine kışkırtıcı örneklerinden biridir. Bu hikâye, her türden sorunun konseylerin gücü üzerine kurulu bakış açısı dâhilinde çözülmesi gerektiği hususunda bize bir fikir vermektedir. O kundakçıların karşısına dikilen sanatçılar, ebediyete dek orada olacak olan estetik değerler, en nihayetinde, müze kültürü adına o katedrali savunma konusunda haklılar mıydı, yoksa asıl haklı olan, bu yıkım işlemi üzerinden canını sessizliğe ve nisyan teslim etmek üzere olan topluma yönelik başkaldırısını o zafer anında ortaya koymak isteyenler miydi? Komün’ün uzman edasıyla ortalığa dökülen partizan sanatçıları, yabancılaşmaya karşı verilen mücadelenin en uç biçimiyle çatışma içine girmek zorunda kalıyorlardı. Bu noktada komünarlar, ellerindeki silâhların tümünü kullanarak, iktidarın totaliter terörüne cevap verme cüreti gösteremedikleri için eleştirilmelidirler. Her şey, o dönemde fiiliyatta Komün’ün kendi pratiği dâhilinde yazdığı şiiri dile döken şairlerin silinip gittiklerini ortaya koyuyor. Komün’ün başarısızlıkla neticelenmiş eylemleri, attığı her türden ikircikli adımın “zulüm”le neticelenmesine neden oluyor, böylelikle, bu eylemlere dair hafıza bir biçimde sansürleniyor. Saint-Just’ün “Devrim yapanlar her işi yarım yaparlarsa, kendi mezarlarını kazarlar” sözü, kendisindeki sessizliği de izah ediyor.

11

Bu hareketin tarihini klasik romanlarda rastlanan türden, Tanrı misali her yeri ve her şeyi gören bir yerden inceleyen teorisyenler, Komün’ün nesnel planda yenilmeye mahkûm olduğunu, başarılı bir biçimde tekemmül ettirilemeyeceğini kolaylıkla ispatlayabiliyorlar. Ama bu teorisyenler, Komün’ü tecrübe edenler açısından kâmilliğin zaten orada bulunabileceği gerçeğini unutuyorlar.

12

Komün’deki cüret ve yaratıcılık, içinde bulunduğumuz dönemle ilişkisi dâhilinde değil, kendi dönemindeki politik, düşünsel ve ahlakî yaklaşımlar, tuz buz ettiği tüm yaygın önermeler arasındaki fiili dayanışma açısından ölçüme tabi tutulmalıdır. Bugün sağda ve solda hâkim olan önermeler arasındaki kapsamlı dayanışma pratiği, bize günümüzde Komün’le kıyaslanabilecek bir patlamayı beklememizi mümkün kılacak yaratıcılık konusunda bir fikir vermektedir.

13

Komün’ün belirli bir evrede verdiği toplumsal mücadele, bu mücadelenin yüzeysel koşulları önemli oranda değişmiş olsa da, bugün hâlâ verilmektedir. “Komün’ün bilinçsizce yol açtığı eğilimlerin bilincine varma” görevi (Engels) dâhilinde henüz son söz söylenmedi.

14

Fransa’da neredeyse yirmi yıldır Stalinistler ve solcu Hristiyanlar, Almanya’ya karşı kurdukları ulusal cepheye dair hatıraları üzerinden, Komün’de sadece yara almış bir yurtseverlik ve ülke geneline hâkim olan düzensizliği görüyorlar. (Bugünkü Stalinist çizgi, “Fransız halkının o günlerde daha iyi yönetilmek için talepte bulunduğunu, nihayetinde burjuvazinin yurtsever olmayan sağ kanadının ihaneti yüzünden ağır tedbirlerle yüzleştiğini” söylüyor.) Bu tür saçmalıkları çürütmek için, Komün’e dövüşmeye gelmiş olan yabancıların oynadığı rolden söz etmek yeterli olacaktır. Marx’ın da ifade ettiği biçimiyle Komün, “kaçınılmaz bir muharebeydi, partimizin Avrupa genelinde 23 yıl boyunca verdiği mücadelenin zirvesiydi.”

Guy Debord
Attila Kotányi
Raoul Vaneigem

18 Mart 1962
Kaynak

21 Temmuz 2021

Paris Komünü’nün Kısa Tarihi


Çok da uzun olmayan bir zaman önce, bugünkü Paris’in Montmartre tepesinin üstündeki “mermerden düğün pastası” olarak da bilinen Sacré-Coeur bazilikasının civarı, proleterlere, seks işçilerine, gündelik işçilere ev sahipliği yapan bir kenar mahalleydi. Bu mahalle, aynı zamanda Karl Marx’ın gelecekte olacakların habercisi olarak gördüğü Paris Komünü’nün de doğduğu yerdi. Yüz elli yıl önce, tam da bu tepede halk, kendisini Prusya ordusunun kuşatmasına karşı korumak için topladığı paralarla aldıkları topları konuşlandırmıştı. Fransız hükûmetinin halkını silahsızlandırma girişimleri, işçi sınıfı mahallelerinde direnişlere yol açmıştı. Hükümet Versay’a kaçmıştı; şehrin savunmasını, olağan yaşamını ve yepyeni bir toplumsal yapının temellerini düzenlemek ise şehirdeki aydınlara, işçilere ve gündelikçilere kalmıştı.

İşte burada, 1871'in baharında insanlık, kendi kurtuluşuna yönelik dönüşü olmayan bir adım attı. Parisli komünarların yaşadığı deneyimler, hem Enternasyonal’in sözlerine, hem de Bolşeviklerin Rusya’da uyguladığı siyasi pratiğe yansıdı. Bu olayların ibret ve ilham alınacak yönleri de, devlet sosyalistlerinin hâkimiyetini meşrulaştırmak için kullanıldı. Paris Komünü’nün yirmi birinci yüzyılın siyasi hareketi için de önem arz eden tarihinden dersler çıkarabilmek için önce bu tarih süregelen önemi de göz önünde bulundurularak anlaşılmalı ve eleştirilmelidir. Bu anlayışla, “komünarların göz önüne serdiği deneyimleri yeni bir açıdan görebilmek ve bize iletmek istediklerini anlayabilmek oldukça önemlidir” diyebiliriz.

Komün’ün Arka Planı

Paris Komünü 18 Mart 1871'de kurulmuş olsa da kökenleri Fransa’dan başlayan bir demokratik devrimler dalgasının tüm Avrupa’yı etkilediği; Viyana’da, Varşova’da, Roma’da, Berlin’de insanların gösteriler için sokaklara döküldüğü 1848 senesine kadar dayandırılabilir.

Fransa’da demokratik devrim, ülke genelinde fabrikaların kapanmasını protesto eden işçi ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılmasıyla sona erdi ve birkaç ayda yenildi. Buna karşın, o dönemin sokak çatışmaları, orta yolcu burjuva partilerinden ayrı davranan bağımsız bir Fransız işçi hareketinin ortaya çıkmasını sağladı ki bu hareketin oluşumu, 1871'de 72 günlük İşçi Cumhuriyeti’nin kurulabilmesinin en önemli nedenlerindendir.

Ancak bu ayaklanmanın bastırılmasından sonra ülkenin denetimi askeri bir diktatörlüğün eline geçti, bu diktatörlük, birkaç ay sonra dizginleri Üçüncü Napolyon’a devredecekti. Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabında belirttiği üzere, Napolyon Bonapart’ın yeğenine taç giydirilmesi, kapitalist hegemonyanın bir zaferinden çok burjuvazinin güçlenen işçi sınıfı hareketini bastırmak için otoriter bir rejimin kuruluşuna başvurmak zorunda kaldığının deliliydi.

Öte yandan, parçalanmış hâlde bulunan Almanya’da, Ren Nehri’nin doğusunda monarşist güçler, devrimci çabaları bastırıp demokratik hareketi yenmeyi başarmışlardı. Demokratik hareketin Alman ulusal birliği hedefine, sonrasında Prusya önderliğindeki monarşistler tarafından el konulmuş, yeniden tanımlanmış ve kendi hedeflerine uygun hale getirilmişti.

Prusya tahtının güttüğü siyaset, hem monarşinin gücünü korumaya hem de Almanya’yı birleştirmeye yönelikti. Özellikle Güney Almanya devletçiklerinin bu plan dâhilinde Almanya’ya dahil edilmesi, haliyle birleşmiş ve güçlenmiş bir Almanya görmek istemeyen Fransa’nın direnişiyle karşılaşmaya mahkûmdu. “Alman Birliği Savaşları” denen mücadelelerde Prusyalılar önderliğindeki birliklerin zaferini takiben Fransız ve Alman çıkarlarının arasındaki gerilim, bir kez daha iki ülke politikasının da merkezinde yer edinmişti ve bundan sonra söz konusu gerilim azalmak şöyle dursun giderek tırmandı. Gerilim, esasen hem yurt içinde hem de yurt dışında etki alanlarını büyütmek isteyen ve dolayısıyla hâlihazırda keskin bir ihtilaf içinde olan iki rakip gücün arasında yaşanıyordu. 1870 yazında Prusya şansölyesi Otto von Bismarck, Prusya’daki Fransız büyükelçisi ve Prusya kralı arasındaki görüşmenin ustaca çarpıtılmış bir kaydını (Ems Telgrafı) yayımlayarak Paris’teki hükûmete savaş ilân ettirmeyi başardı, böylece savaşı başlatma sorumluluğunu karşı tarafın üzerine attı.[1]

Kısa bir zaman sonra, Ağustos ayında Fransa-Prusya savaşının ilk çatışmaları, Fransızların Saarbrücken’a saldırmasıyla başladı. Birkaç gün sonra, Prusya birlikleri Ren Nehri’ni aştı. Eylül’ün başına ise Fransa’nın savaşa hazır son kara birliklerinin ve Üçüncü Napolyon’un esir alınmasıyla sonuçlanan Sedan Savaşı damga vurdu. Bu ani yenilgi, İkinci Fransız İmparatorluğu’nun sonunu getirmişti ama savaşın sonunu değil, Prusya birlikleri Paris’i ele geçirmek için yürüyordu.

Sedan Savaşı’ndaki yenilginin ardından hiçbir demokratik meşruiyeti olmamasına karşın, Üçüncü Fransız Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan edildi. İmparatorluk, siyasi ve askeri yenilgilerinin doğal bir sonucu olarak gözden düşmüş olsa da “Cumhuriyet” monarşiyi yıkmak için harekete geçmedi. Marx’a göre bu hükümetin aldığı kararlar, “İmparatorluk’tan sadece Fransa’nın harabelerini değil işçi sınıfı korkusunu da miras aldıklarını” gösteriyordu.

Paris içinde ve çevresinde süregelen durum, özgür bir cumhuriyet kurmak isteyenler için de umut verici değildi. 1870'in Ekim ayına girilirken Paris bütünüyle kuşatma altındaydı, çevresi Prusya birlikleriyle çevrilmişti ve eyaletlerden gelen askerlerle kuşatma hattını yarma girişimleri de başarısız olmuştu. 1871'in Ocak ayında Geçici Ulusal Savunma Yönetimi’nin dışişleri bakanı Jules Favre, Versay’ın Aynalar Salonu’nda daha on gün önce kurulmuş olan yeni Alman İmparatorluğu ile bir ateşkes imzaladı. Ateşkes anlaşması, yalnızca yeni seçilmiş ulusal bir meclisin daha sonradan bir barış antlaşması imzalayıp bu savaşı bitirebileceğini öngörüyordu. Meclis ilk olarak 12 Şubat’ta Bordo’da, hâlâ Alman birliklerinin kuşatması altında olan başkentten çok çok uzakta toplandı ve bir anayasal monarşi savunucusu olan Adolphe Thiers’i başkan olarak seçti. Ateşkese aracılık eden Favre ise dışişleri bakanı olarak görevine devam etmekteydi.

Paris’te ise hem bu yeni meclisin kuruluşu, hem de toplandığı yer aylarca başkenti kuşatmaya karşı koruyanlar tarafından birer ihanet olarak görüldü. Mart’ın başlarında Prusya birlikleri, Paris’ten çekilmeye ve yeni yönetim Paris’teki Ulusal Muhafızları silahsızlandırmaya girişince bu hareketlere karşı direniş güçlenmeye başladı, direniş 18 Mart 1871'de ise doruk noktasına ulaştı.

“Halkın Topları”: 18 Mart 1871

Paris’i Almanlara karşı korumak için Eylül 1870'te Thiers hükümeti Ulusal Muhafızları tekrar kurmuş ve işsiz erkekleri bu alaylarda silah altına almıştı. Bu olaylar, ordunun demografik karakterinde bir değişime neden oldu. Ulusal Muhafızlar subaylarını azlettiler, kendi aralarından yeni komutanlar seçtiler, hatta kendilerine Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi adında yeni bir komuta merkezi kurdular. Bu komite, Paris’te bir halk ordusunun kuruluşunun temellerini attı ve çift başlılığı sağladı; bir yanda Fransız hükümeti, öteki yandaysa Ulusal Muhafızlar duruyordu.

17 Mart akşamı Fransız hükümeti, kendi güçlerini arttırıp Muhafızlarınkini azaltmak için Muhafızların ellerindeki toplara el koymaya karar verdi. Bu plana uygun olarak Fransız hükumeti Merkez Komite’yi kötüleyen ve genç Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’ne bir tehdit olarak gösteren bir demeç yayınladı. Sadece bu demece güvenmek istemedikleri için de 18 Mart sabahı birliklerine Paris’e yürüyüp Ulusal Muhafızlara beklenmedik bir hücum düzenlemelerini ve hükümet cephanesi için top bataryalarını ele geçirmelerini emrettiler. Sabah olduğunda mahallelerdeki insanlar uyanmaya ve önlerindeki sokakta neler olduğuna şahit olmaya başladılar. Olaylara tanık olan biri şöyle yazıyor: “Diğer büyük olaylardaki gibi kadınlar en öndeydiler. 18 Mart’ta orada olan kadınlar… kocalarını beklemediler. Mitralyözlerin etrafını çevirdiler ve bağırdılar: ‘Ne yapıyorsunuz? Yazıklar olsun size!’ Askerler cevap vermedi.” Zaman geçtikçe büyük Ulusal Muhafız birlikleri alana geldi. Montmartre Tepesi’nin üstünde General Lecomte hükümet askerlerine oradaki kadınlara ve erkeklere ateş açmalarını emretti. Askerlerse emirleri dinlemek yerine Ulusal Muhafızlara katıldılar ve General’i tutukladılar. Kentin öteki bölgelerinde de Ulusal Muhafızlar ve yerel halk topların ele geçirilmesini önledi. Böylece o sabah Paris halkı saldırıyı savuşturdu, neredeyse tüm topları korudu ve binlerce fazladan silah elde etmiş oldu.

Topları ele geçirmeyi başaramayan ve işçilerin azmi karşısında şaşkınlığa uğrayan Thiers, kendisine sadık birliklerle ve hükümetiyle başkentteki kampını terk edip Versay’a gitmeye karar verdi. Şehirden böyle kolayca kaçabilmelerinin sebebi, hükümet güçlerinden yeni bir saldırı bekleyen Ulusal Muhafız birliklerinin, mahallelerindeki savunmaya elverişli noktalarda kurdukları barikatlarda konuşlanmış ve düşmanla karşılaşmamaya çabalamış olmalarıydı.

O akşam Paris üzerinde güneş batarken Fransız başkentinin denetimi sokaklara aitti. Bu koşullarda Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi geçici bir hükümet kurmaya karar verdi. Paris halkının ekseriyeti, kentlerinde yaşanan değişimi ertesi sabah Merkez Komitesi Belediye Sarayı’nı ele geçirip kızıl bayrağı dalgalandırınca ve halka ilk beyannameleriyle seslenince öğrendi.

“Siz bizi Paris’in savunması ve haklarınızın korunması için görevlendirdiniz.

Sizin cömert cesaretiniz ve hayranlık duyulası sükûnetiniz sayesinde bu görevi yerine getirdik, bize ihanet eden hükumeti kovduk.

Artık bize verdiğiniz vekâletin süresi doldu ve biz de buna razıyız, dolayısıyla devrimci rüzgârın henüz yeni devirdiklerinin yerini almaya hevesli değiliz.

O yüzden Komün seçimlerini hazırlayıp düzenleyin ve bize istediğimiz yegâne ödülü verin, gerçek bir cumhuriyeti kurmanızı görmemizi sağlayın.

Bu süre boyunca, halk adına Belediye Sarayı’nda bulunuyor olacağız.”

Komün’ün Sosyal Demokrasisi

Geçici hükümetin ilk hareketi, Komün Konseyi’ni kimin oluşturacağını belirleyecek seçimler için bir çağrı yayınlamak oldu. Bir gün önce yapılmış olan devrim, “istilalar ve iç savaşlar çağına kalıcı bir son getirecek” Fransız Cumhuriyeti’nin temellerini atacaktı. Ayrıca Merkez Komite kendisini, Paris’i korumuş olan ve şimdi de idaresini konsey seçimleri yoluyla halkına geri iade edecek olan bir güç olarak görüyordu.

Seçim bunun üzerinden on gün geçmeden 26 Mart’ta yapıldı ve yalnızca iki gün sonra Paris Komünü resmen oluşmuştu. O kadar kısa bir sürede alelacele seçim yapması sebebiyle ilk birkaç gün Komün’ün asıl siyasi programı yönünde kısıtlı tartışmalar yaşandı. O sebeple, kendisi de bir komünar olan Prosper Lissagaray’a göre oylar, genel olarak adayların tanınırlığına göre verilmişti. Dolayısıyla Komün Konseyi, Jakobenlerden, sosyalistlerden, anarşistlerden, romantiklerden ve Üçüncü Napolyon’a karşı oluşan burjuva muhalefetin üyelerinden oluşan çok renkli bir yapı olarak biçimlendi. Yani komünün içinde 1789'daki burjuva devriminden ilham alan güçlü grupların yanı sıra ön-sosyalistler, anarşistler ve Marksistler de vardı. Bu çeşitlilik, komünün kurulmasından önceki yüzyılın sınıf mücadelesinin içindeki çeşitli siyasal konumları yansıtıyordu.[2]

Versay’dan yayılan düşmanlığın yanı sıra işçi bölgelerinin net ve özel konuları hedef alan taleplerine bağlı olarak Konsey’in yalnızca ilk toplantısında bir şehir meclisinden, yüksek bir rol almak isteyen bir komite yapısının parçası olmak istemeyen on altı seçilmiş temsilci istifa etti. Bu çekilmeler ve 16 Nisan’daki ikincil seçimler, Komün’ün içindeki sosyalist ajandanın güçlenmesini sağladı. Buna rağmen konsey, çeşitli ideolojik pozisyonlardan insanlar tarafından şekillendirilen bir oluşum olarak kaldı ve bu durum bazı tartışmalara neden oldu. Dolayısıyla Komün’ün pek çok konuyla ilgili konumu ve siyaseti muğlak kaldı.

Ancak aynı zamanda Paris’in yeni kurulmuş düzenini korumak için harcanan toplu çabanın kolektif doğası Komün’ün güçlü yanlarından biriydi. Bu noktada Komün Konseyi konusunda değerlendirmeler, Konsey’in iki aydan kısa bir süre (28 Mart’tan 25 Mayıs’a kadar) varlığını koruduğu dikkate alındığı takdirde, üyelerinin politik ajandalarını gerçekleştirmek için oldukça kısıtlı bir zamana sahip olduğu gerçeğini asla göz ardı etmemelidir.

2 Nisan’da hükumet güçleri, Versay’dan başkente bir saldırı düzenleyerek Komün’ü savaşa zorladı. Durumun acilliğine rağmen Komün Konseyi, güçlü toplumsal değişimleri sağlayabilecek bazı önemli kararlar vermeyi başarabildi. Aşağıdaki siyasi adımlara özellikle değinmek gerekir:

- Ekim 1870'ten Nisan 1871'e kadar kira muafiyeti;

- Yurttaşların kuşatma sırasında bağışladıkları mülklerin satılmasına dair yasak;

- Düzenli ordunun dağıtılması ve bunun yerine halkın silahlandırılması;

- Ücretsiz eğitim;

- Memur maaşlarının ortalama işçi maaşını yansıtacak şekilde düzenlenmesi;

- Terk edilmiş fabrikaların işçi kooperatifleri tarafından işletilmesi;

- Kimsenin yaşamadığı evlere el konulup bunların insanlara paylaştırılması;

- Para ve maaşa el koyma cezalarının yasaklanması;

- Fırıncı çıraklarını geceleri çalıştırılmasına yasak getirilmesi;

- Ekmek fiyatlarının sabitlenmesi.

Bu kararlar, özellikle Paris’teki yaşam şartlarına bir tepki olarak alınmıştı. Ancak bu acil gereksinimleri karşılamanın ötesinde bu kararların işçiler ve zanaatkârlar tarafından şekillendirilmiş ve onların çıkarlarını önde tutan sosyal bir cumhuriyete giden yolu açması tasarlanıyordu.

Hepsinden önemlisi de Konsey’in attığı devrimci adımların büyük bir kısmını kentin yapısının demokratikleştirmeye yönelik olarak alınan kararların teşkil ediyor olmasıydı. Bu kararlar, temsilcilerin ve memurların maaşlarını sınırlamayı ve kamu personelinin herhangi bir zamanda azledilip yerine başka birinin seçilebileceği sözünü içeriyordu. Tabii Komün’ün nasıl kuşatma ve savaş koşulları altında çalıştığını düşününce bu kararların kimileri “taslak yasalar ya da gelecek için dile getirilmiş niyetlerden” öteye geçemedi.[3] Ancak aynı zamanda bir toplumun nasıl açıkça demokratik ilkeler etrafında, mümkün olduğunca çok insanın yaşadıkları toplumun şartlarını değiştirebileceği biçimde düzenlenebileceğini göstermiş oldular. Bu açıdan Paris Komünü’nün verdiği en önemli karar, bizzat var olmasına yol açandı.

Komün’ün Kadınları

Komün’ün politik pratiğinin büyük kısmı hepsi de Komün Konseyi üzerinde büyük etki sahibi olan sayılı siyasi kulüpler, bölge komiteleri ve Ulusal Muhafız birlikleri tarafından ama bunun yanı sıra da Komün’ün şekillendirilmesinde ve korunmasında aktif rol alan, toplumsal yaşama eşit düzeyde katılma savaşımı veren Paris kadınlarının kurduğu örgütler tarafından belirleniyordu.[4]

Ünlü komünar Louise Michel hatıratında Komün’ün günlük hayatını tasvir ediyordu. Onun yazıları aynı zamanda, kendi deyimiyle, “erkeklerden bunun her şart altında böyle olacağını ispat edecek kadar daha becerikli olan, içten içe sallantılar yaşasalar da dışarıya durgun gözüken, bu durum kalplerini kanatmasına rağmen ısrarla kendilerine ya da başkalarına yönelik nefret, öfke ve olumlu ayrımdan yoksun” Komün kadınları için bir zafer türküsüydü.[5] Michel, kentin düşmanları kadınların içinde erkeklerin içinde olduğu kadar işbirlikçi bulabilse Paris’i ele geçirmenin çok daha kolay olacağına inanıyordu.

Michel’in betimlemeleri bile kentin kadınlarının Komün’ün biçimlendirilmesinde ve korunmasında oynadığı büyük rolü yeteri kadar vurgulayamamıştır. Bu rolün bu kadar büyük olmasının en önemli nedenlerinden biri, genelde kadınların üstüne düşen kaynak tedariki görevlerinin Prusya kuşatması altında gündelik yaşamın sürdürülmesi için devasa önem sahibi olmasıydı. Bu durum da yerel topluluklarda daha sonra Paris kadınlarının politize olmasını sağlayacak noktalar olan kadın örgütlerinin kurulmasına yol açmıştı. Başka bir deyişle kentin kadınları, savaşın zorluklarından doğrudan etkilenmekle beraber, komünün yasalarından da epey istifade etmişlerdi. O yüzden onların süregiden siyasal projeye olan bağlılıkları, soyut teorik düşüncelerden ziyade kendi somut sıkıntılarından kaynaklanmıştı.

Bu süreçte bilhassa Montmartre Tepesi’nde yaşayan, mücadele eden kadınlar belirli bir üne kavuşmuşlardı. Bunun en büyük sebebi ise kendilerinin hazırlayıp politik kulüplerde sundukları kadın haklarına dair konuşmalardı. Bunun yanı sıra gündelik işlerle ve Komün savunmasıyla da ilgileniyorlardı, üstelik bu işlerdeki aksaklıkları da büyük bir şevkle eleştiriyorlardı. Örneğin Ulusal Muhafızların üst düzeylerinin kadınları sağlıkçı veya asker olarak savaş alanlarına sokmama kararı, kadınlar arasında sert bir muhalefetle karşılanmıştı. Haklı olarak bu durumu ayrımcılık ve Komün ilkelerine ihanet, dolayısıyla tüm tasarıları tehlikeye düşüren bir davranış ilan etmişlerdi.[6]

Çeşitli iç sorunlarda aldıkları konumlardan bağımsız olarak Komün’ün kadınları, bütün Paris’te ve ötesinde dayanışmaya ve cinsiyet eşitliğine dayanan bir Komün düzeninin hayata geçmesi için çabalamışlardı. Komün’ün saflarında bu amacı tartıştılar ve bu amaç için canlarını verdiler. Onların işleri elbette kadın komünarları şirretlikle itham edip gözden düşürmeye çalışan eski düzenin savunucularını rahatsız etmişti. Ama erkek komünarların bir kısmı da bu güçlü kadınların toplumun kurulu cinsiyet rollerini sallamalarından rahatsız olmuştu, bu rahatsızlık, kadınlara Komün seçimlerinde oy hakkı verilmemesine de yansımıştı. Paris Komünü’ndeki kadınların git gide artan etkinliği ve görünürlüğü kadın özgürleşmesi için önemli bir adımdı. Erkek komünarlar kadınları ortak davalarında yoldaşları olarak kabul etmeyi, kadın komünarlar ise toplumun onları sınırlayan cinsiyete dair klişeleri aşmayı öğrenmek durumunda kalmıştı.

Bütün olarak bakınca şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Paris Komünü, Fransız cumhuriyetçi hareketinin içindeki çeşitli grupları içeren ortak bir duruştu, bu gruplardan en büyüğü olmasa da biri de sosyalist işçi hareketiydi. Komün Konseyi’ndeki en çok temsil edilen grup, kendisini 1789'da faal olan grupların devamı olarak gören erkeklerdi. Bu durum doğal olarak, Paris’te kararların acilen verilmesine ilişkin gerçeklik dikkate alındığında, şiddetle patlayan krizlere yol açmıştı. Her şeye rağmen Komün’ün en güçlü yanlarından biri, bu krizlerin asla komünarları ortak hedeflerinden, sosyal ve demokratik bir cumhuriyetin kurulması hedefinden uzaklaştıracak düzeye gelmemiş olmasıydı.[7] Paris’teki çeşitli devrimci güçleri birbirine bağlayan bu temel ortaklık bağlamında geleneksel siyasi kavramların dayanıklılığı toplumsal gerçeklik içerisinde sınanma imkânı buldu ve bu kavramlar gerektiğinde değiştirilebilmiş ya da kenara atılabilmişti, yine bu bağlamda kapitalizmi yıkıp dayanışma üzerine kurulu bir toplum kurabilecek bir çerçeve oluşturan yeni siyasi fikirler ortaya çıkarılmıştı.

Komünün Yıkılışı

2 Nisan’da hükümet Paris’e saldırmaya başladığında Komün, kendisini bütün Fransa’dan Paris’e getirilmiş yeni birliklere ve Almanların yeni serbest bıraktığı tutsak düşmüş askerlere karşı her gün savunmak zorunda kalmıştı. Ağır bir savaş ortamı süresince Paris çevresindeki yerleşim yerlerinin, binaların ve savunma yapılarının denetimi pek çok kez el değiştirmişti. Ancak 21 Nisan’da Versay birlikleri Paris’e doğru nihai bir hücum başlattı. Haftalar süren ağır top bombardımanından dolayı kentin etrafındaki savunma noktaları boştu ve Komün’ün düşmanları kente girerken neredeyse hiç direnişle karşılaşmadı. Bu istiladan sonra kalan komünar birlikleri mahallelerindeki barikatlarda siper aldılar ve Versay birliklerinin ilerlemesine ellerinden gelen en sert biçimde direndiler. Bu direniş biçimi, çoğu Ulusal Muhafız’ın kendi mahallelerini ve ailelerini düşman saldırısından koruması şeklinde gerçekleşse de aynı zamanda Komün’ün koordinasyon içerisinde hareket eden bir liderliğe sahip olmadığının deliliydi.

Bundan sonraki yedi günde Versay birlikleri Paris’i istila etti. Siperlerindeki komünarlarla sokak sokak, barikat barikat çarpıştılar. Her ele geçirdikleri komünar pozisyonunda ölüm mangaları hayatta kalan komünarları tek tek katletti. Komünar Prosper Lissagaray, Versay ordusunun istilasını birkaç saat içerisinde boyutu Aziz Bartalmay Yortusu’ndakini aşan bir katliam olarak tanımlıyordu. Bir hafta sonra 28 Mayıs’ta komüne ait bir top son kez bir atış yaptı. “Çifte doldurulmuş top mermisi korkunç bir gürültüyle Paris Komünü’nün son nefesini verdi. Mayıs günlerinin son barikatı Ramponeau caddesindeydi. Burayı on beş dakika boyunca tek bir cumhuriyetçi tuttu. Saat on bir olduğunda her şey bitmişti.”

29 Mayıs’ta Adolphe Thiers, Paris’te tekrar asayişin sağlandığını duyurdu. Ama komünar direnişinin bitmesi katliamları bitirmemişti. Haziran’ın ortasına kadar yenik komünarların idam edilmesi her gün görülebilecek bir olaydı. Bütün bunlar olurken, Tanık Lissagaray’ın anlattığı üzere, zengin Parisliler denetimlerini “şehirlerine” tekrar kurma fırsatını bulmuştu.

“Perşembe’den beri bu aşırı nazik kitle esirleri takip ediyor, jandarmalara tezahürat yapıyor, kanla kaplı arabaları görür görmez alkışlamaya başlıyordu. Siviller zalimlikte askerleri geçmeye kararlıydı. Zarif ve neşeli kadınlar seyir gezisine çıkmış gibi cesetlerin arasında dolanıyor ve şanlı ölülere bakarak keyifleniyorlardı.”

Bu katliamda tam olarak kaç kişinin öldüğü, ölülerin pek çoğu alelacele gömüldüğü ya da yakıldığı için bilinmiyor. Ancak Mayıs ayındaki “kanlı haftada” en az otuz bin komünarın öldürüldüğü açıktır.

Fransız devletinin Komün’e karşı tavrından bahsederken kitlesel idamlar bittikten sonra bile dokuz bin komünarın hapse ya da sürgüne gönderildiğini söylemek gerekir. Fransa’nın Atlantik kıyısındaki kalelerde ve özellikle “kansız giyotin” olarak bilinen Yeni Kaledonya kolonisinde çok büyük sayıda komünar direnişi üyesi öldürüldü, ta ki 1880'de sağ kalanların ülkeye dönmesine izin veren bir karar çıkarılana kadar.

Bu izin onların affedildiği anlamına gelmiyordu. Komünarların aldığı cezalar hâlâ yasal olarak geçerliydi ve Fransız otoriteleri bugüne kadar bile bu cezaları geri çekmedi, komünarlar hâlâ politik suçlular sayılıyorlardı. Burada amaç açıktı: Paris Komünü’nün meşruiyetine saldırmak. Bu açıdan 1881'de, devrimin onuncu yılında bir anma olarak Alman Der Sozialdemokrat dergisinde yayınlanan bu olaylara dair yazılar bugün de eskisi kadar geçerlidir. İki dünyayı ayıran bir kan denizi vardır. Bir tarafında daha farklı, daha iyi bir dünya için mücadele edenler; öbür tarafındaysa eski düzeni korumak için uğraşanlar.[8]

Komün Hâlen Daha Geçerli

Paris’te Komün’ü savunmak için süren savaş hâlâ devam ederken August Babel, Alman radikal sosyal demokratlarından direnişçilere dayanışma mesajı göndermişti. O günlerde Alman meclisinde “tüm Avrupa işçi sınıfının ve hâlâ  bağımsızlık ve özgürlüğün önemine inanan herkesin” gözünün Paris’te olduğunu duyurmuştu. Babel, Paris Komünü’nü tüm yüreğiyle destekliyordu ve “Avrupa’nın tarihindeki en önemli olayların gelecekte yaşanacak olanlar olduğunu, birkaç on yıl sonra Parislilerin “Saraylarla savaş, kulübelerle barış, kahrolsun uyuşukluk ve yoksulluk!” sloganının tüm Avrupa işçilerinin sloganı olacağını söylüyordu.[9] Komün, Avrupa’nın diğer pek çok kısmında da benzer şekilde olumlu tepkiler almıştı.

Ama sosyal demokrat hareket sırtını zaman içerisinde devrimci kökenlerine döndükçe, komün anmaları da geri plana düştü. Buna karşın Ekim Devrimi’yle Rusya’da ortaya çıkan komünist hareket, Paris Komünü’nü tarihinin bir parçası olarak gördü ve onun anısını hep hayatta tutmaya çalıştı. Yaygın bir söylentiye göre Vladimir Lenin, Bolşevik devriminin yetmiş üçüncü gününde Paris Komünü’nün ömrünü aşmanın sevinciyle kar üstünde dans etmişti. Nitekim aynı zamanda Ekim Devrimi ve yol açtığı sonuçlar, dünya sahnesine yeni ve görünüşte daha başarılı bir sosyalist modelin doğmasını sağladı, dünya genelinde komünistler odak noktasını Komün’den “Kızıl Ekim’e” kaydırdı.

Avrupa’da devlet sosyalizminin çöküşünün ardından kapitalist toplumsal ilişkileri devrimle yıkmaya yönelik önceki hareketlerin değeri pek bilinmemiştir. Komünistlerin Paris Komünü’nden aldığı en büyük derslerden biri, komünarların yaptığı gibi gücü ve kuvveti hafife almamaktı. Ancak bu kez de bunun karşısındaki hatayı yaptılar, tamamen gücü ellerinde tutmaya odaklandılar.

Sovyet örneğinden ders alarak şunu diyebiliriz ki bugün sosyalizmi kuracak olursak bu, ancak halkın demokratik katılımıyla mümkün olacaktır. Demokratik yapılar ve denetim yolları, ancak karar alma mekanizmasının meşruiyeti en temel anlamda demokratik süreçlere dayanırsa başarılı olabilir. Bu süreçlerin bir örneği 1871'de komünarların yaptığı gibi kamu görevlilerini seçimlere bağlamaktır.[10] Dolayısıyla dayanışmaya ve sosyalist ilkelere dayanan bir toplum kurmaya yönelik her girişim, illaki Paris komünarlarının deneyimlerini bilince çıkartmak zorunda kalacaktır. Onların amacı, “sosyal ve demokratik bir cumhuriyet kurmak”tı, bugün bu amaç, hâlâ daha gerçekleştirilmeyi bekliyor.

Florian Grams
Kaynak

Dipnotlar
[1] Bu konuda Rosa Luxemburg Tarih grubunun Eylül 2020’de hazırladığı “Von Bismarck zum Treuhandtechno” başlıklı dijital ses dosyasının ikinci kısmına bakılabilir: Soundcloud.

[2] Bu konuya dair derinlikli bir tartışma için bkz.: Grams, Florian: Die Pariser Kommune – Basiswissen. 3. Baskı. Köln 2021, s. 45 ve sonrası.

[3] Haupt, Heinz-Gerhard ve Hausen, Karin, Die Pariser Kommune – Erfolg und Scheitern einer Revolution. Frankfurt/M. 1979, s. 172.

[4] Bkz.: Hartmann, Detlef ve Wimmer, Christopher, Die Kommunen vor der Kommune 1870/71. Hamburg 2021, s. 121.

[5] Michel, Louise, Memoiren – Erinnerungen einer Kommunardin. Münster 2017, s. 135.

[6] Bkz.: Schrupp, Antje, Nicht Marxistin und auch nicht Anarchistin – Frauen in der Ersten Internationale. Frankfurt/M. 1999, s. 177.

[7] Bkz.: ‘Erklärung der Minorität des Kommune-Rats vom 15. Mai 1871’, aktaran: Swoboda, Die Pariser Kommune, a.g.e., s. 243.

[8] Bkz.: ‘Gedenktage des Proletariats: Die blutige Maiwoche’, Der Sozialdemokrat, Sayı 21, 22 Mayıs 1881, s.1.

[9] Bebel, August, ‘Die Pariser Kommune – Vorpostengefecht des europäischen Proletariats’. 25 Mayıs 1871’de Alsak-Loren’in ilhakına muhalefet ettiği meclis konuşmasından, Ausgewählte Reden und Schriften Bd. 1: 1863-1878. Berlin, 1970, s. 150.

[10] Bkz.: Sohn, Manfred, Der dritte Anlauf – Alle Macht den Räten. Köln, 2012, s. 110.

28 Mayıs 2021

,

Paris Komünü’nün Ekonomi Politiği

Paris Komünü’nün kurulduğu günden bugüne 150 yıl geçti. Komün (Konsey) tarihte işçi sınıfının öncülük ettiği ilk ayaklanma ve devrim olarak görülmesi gereken gelişmenin bir sonucu olarak oluştu. Bu yeni sınıf, Marx ve Engels’in Mart 1848’de yayımlanan Komünist Partisi Manifestosu’nda ilk kez bahsi edilen kapitalist üretim tarzı dâhilinde yaşanan sanayi devriminin bir ürünüydü.

Paris Komünü’nden önce Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da feodal krallıklar yıkılmış, nihayetinde politik iktidar, kapitalist sınıfın eline geçmişti. Bir fikir ve hedef olarak sosyalizmin radikal aydınlar arasında destek bulduğu koşullarda sosyalizm için gerekli devrimci değişimi gerçekleştirecek olanın işçi sınıfı, yani kendi işgücünden başka üretim aracı bulunmayanların olduğunu ilk kez Marx ve Engels dile getirdi.

Paris Komünü, Fransa-Prusya savaşının ilk elden yol açtığı sonuçlardan biri olarak gündeme geldi. Savaşta Fransız ordusuna komuta eden isim, 1848 devriminin yenilgisi sonrası darbeyle iktidara gelen, Napolyon’un yeğeni Louis Bonapart’tı. Fransa, o darbeyi müteakip yirmi yıl boyunca bu adamın otokratik idaresi altında kaldı. Bu yirmi yıl, aynı zamanda Avrupa ve Amerika’da kapitalizmin eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik canlanmaya tanık olduğu dönemdi. 1859-1864 arası dönemde ekonomik resesyona pek fazla rastlanmadı, resesyon yaşansa da hafif atlatıldı. Hatta bu dönemde kârlılık düzeyi arttı, 1850’lerde yüzde 11’e çıktı ama sonra 1860’larda yüzde 4’e geriledi.

Kaynak: T. Piketty[1]


Fransa süreç içerisinde geri kalmış bir tarım ekonomisi olmaktan çıkıp hızla büyüyen bir sanayi ekonomisine evrildi. Bonapart, Fransa şehirlerini modernize etmek için hazırlanmış bir dizi bayındırlık ve altyapı projesini yürürlüğe koydu. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Paris, Londra’nın ardından ikinci en önemli uluslararası finans merkezi olarak öne çıktı. Şehir, tüm Avrupa’da ve giderek büyüyen Fransız İmparatorluğu’nda uygulanan projeleri finanse eden çok sayıda özel bankaya ve güçlü bir ulusal bankaya sahipti. 1796’da kurulan Fransa Bankası [Banque de France] zamanla güçlü bir merkez bankası hâline geldi.

Bonapart döneminde Fransız hükümeti, büyük projelere fon sağlamak adına bir dizi finans kurumunu koordine etti. Bu projeler arasında, transatlantik buharlı gemi hattını, şehrin gazla aydınlatılması projesini, bir gazeteyi ve Paris metro sistemini içeren önemli çalışmalar için fon sağlayan güçlü ve dinamik bir kurum olarak Crédit Mobilier de bulunuyordu.

Fransa, demiryolu uzunluğunu sekiz kat artırdı, demir cevheri üretimini ise iki katına çıkarttı. Sanayide çalışan yeni işçi sınıfının merkezleri hâline gelen şehirlerde nüfus artışı yüzde onun üzerine çıktı. 1855’te ve 1867’de 1851 yılında Britanya’nın sanayideki gücünü ortaya koymuş olan o Büyük Fuar’la rekabet etmek adına Paris’te bir dünya fuarı tertiplendi. Ayrıca Ferdinand de Lesseps, Süveyş Kanalı’nın inşa edileceği süreci organize etti.

Ama zamanla Bonapart’ın savaş politikası ve mimar Hausmann’ı kullanarak Paris’i yeniden inşa etme projesinin pahalıya mal olacağı görüldü. Fransa’nın borçları ciddi ölçüde arttı. Sanayisi kendisini, uluslararası planda artan, esas olarak Britanya arasında cereyan eden rekabetin içerisinde buldu.

1848-1870 arası dönemde kamu sektörünün açığı üç katına çıktı. David Harvey’nin “ilkel Keynesçilik” dediği yaklaşım, sıfırı tüketti.[2] Hükümet, yatırımı teşvik etme ve büyümeyi sağlama umuduyla modern para teorisi üzerinden borcu parasallaştırma politikasına başvurdu. Para tabanı konusunda geliştirilen ve Marx’ın “Katoliklik” olarak adlandırdığı bu politika, bankacılık sistemini “üretimin papalığı” hâline getiren yaklaşım, süreç içerisinde Marx’ın “inancın ve kredinin Protestanlığı” denilen yöntemi benimsedi.


Finansal krizlerle birlikte kârlar dibe vurdu. Aslında Fransa’daki kapitalist canlanma sürecinin giderek artan sorunlarını borsa fiyatları ve hisse senedi ile elde edilen gelirler üzerinden okumak mümkün. 1859 resesyonunda kârlar azaldı, Fransa-Prusya savaşının felâketle sonuçlanmasından önce, 1864 ve 1868 yıllarında da kâr oranları ciddi biçimde düştü. 1860’larda tarihsel planda yüksek düzeylerde gerçekleşen kâr oranlarının düşmesiyle yıllık kâr artış oranları da düştü, kârlar, 1859 ve 1864’te önemli oranda azaldı.


İşçi sınıfının sayıca büyüdüğü koşullarda gelir ve servetteki eşitsizlik derinleşti. Toplumsal gerilimler yoğunlaşmaya başladı. O dönemde tıpkı Mayıs 1968’dekine benzer bir duruma tanık olundu. Bilindiği üzere Mayıs 1968 öncesinde, de Gaulle’ün döneminde yirmi yıl boyunca ekonomik canlanma yaşanmıştı. 1870’te bu canlanma, savaşla kesintiye uğradı ve savaş Komün’ün doğumunu hızlandırdı.


Güç zehirlenmesi yaşayan bir siyasetçi olarak Bonapart’ın, ülkedeki sınıf mücadelesini hedeften uzaklaştırmak için savaşa ihtiyacı vardı. Ayrıca Bonapart, Fransa’nın kıta Avrupası’ndaki ekonomik hegemonyasını yeniden tesis etmeye mecburdu. Bu noktada Bonapart, Fransız ordusunun Bismarck’ın Prusya ordusundan üstün olduğunu düşündü. Ama Prusya’nın öncülük ettiği, Almanların elindeki ekonomik ve askerî gücü hesaba katmadı. Savaşta Fransa kısa süre içerisinde yenildi, küçük düşürüldü. Bonapart yakalandı, tahttan indirildi, ülkeden kaçtı. Burjuvazinin kurduğu cumhuriyetçi hükümet mücadeleye devam etmek istedi, ama en nihayetinde Prusya ordusunun halkı açlıktan kırılan Paris’i kuşattığı dönemde korkunç sonuçları olacak bir barış anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. İşte tam da bu noktada Paris Komünü çıktı sahneye. O, halkın çıkarları adına politik iktidarı ele geçirmek için mahallelerden gelen işçilerin oluşturduğu işçi konseyini ifade ediyordu.

Komün’ün 72 gün süren o kısacık ömrü boyunca Paris işçileri, kendilerinin kurduğu demokratik kurumları yönettiler. Burjuva hükümeti Versay’a sığındı, Prusyalıları Komün’ü ezmesi yönünde teşvik etti. Komün, uzun ömürlü olmadı. Fransa’nın diğer bölgelerinden kopartıldı, nihayetinde Versay hükümetine bağlı güçler tarafından kanla bastırıldı.

Paris Komünü’ne dair en iyi değerlendirmeleri Eleanor Marx tarafından çevrilen 1876’da yayımlanan, Komün mücadelesine katılmış isimlerden Lissagaray’nın kaleme aldığı Paris Komünü Tarihi ve Marx’ın Komün’ün ezilmesi ardından kaleme aldığı analizleri içeren Fransa’da İç Savaş’ta bulmak mümkündür. Ayrıca Belçikalı Marksist Eric Toussaint da Fransa Bankası üzerinden çevrilen dolaplara ve Komün’e dair mükemmel bir değerlendirme sunmaktadır.[3]

Komün, ekonomi sahasında önemli hatalar yaptı. Bunların en önemlisi de sermayenin mali alanda kullandığı Fransa Bankası türünden araçlara el koymamasıydı. Komün’ün ezilmesinden on yıl sonra Marx, Komün Fransa Bankası’na el koysaydı onun ayakta kalabileceğini söyledi.

“Ayaklanma, esasen istisnai koşullara sahip olan bir şehirde gerçekleşmişse de Komün’ün büyük bir kısmı sosyalist değildi, olamazdı da. Azıcık sağduyusu ile Komün, Versay’dan tüm halk lehine taviz kopartmayı bildi ki bu, o dönemde nesnel planda başarılabilecek yegâne şeydi.”

Versay hükümetinin Komün’e dair en büyük korkusu, Fransa Bankası’nın sunduğu fonlardan mahrum kalacak olmasıyla ilgiliydi. Lissagary bu konuda şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Meseleyi ciddiye alan tüm ayaklanmalar, düşmanın hassas noktası olan kasasını ele geçirmekle başlar işe. Muhtemelen Komün, bu fikre karşı koyan tek ayaklanmadır. O günlerde kontrolünde bulunan, burjuvazinin üst zengin tabakasının elindeki nakit parayı görünce Komün kendinden geçti.”

1891’de Engels, Fransa’da İç Savaş’ın yeni baskısı için yazdığı giriş bölümünde şunları söylüyor:

“Bugünkü anlayışımız üzerinden görüyoruz ki Komün, yapması gereken bir şey konusunda ihmalkâr davranmış. Anlaşılması en zor olansa, Fransa Bankası’nın kapısı önünde durup binayı kutsal mekân gibi görenlerdeki o saygıdır. Bu, siyaset sahasında yapılmış oldukça ciddi bir yanlıştı. Komün’ün eline geçen Fransa Bankası, on binlerce rehineden daha değerliydi. Yani, bu banka üzerinden tüm Fransız burjuvazisi, Versay hükümetine Komün’le barış yapması konusunda baskı yapmak zorunda kalacaktı.”

Peki Komün liderleri bankaya neden el koymadılar? Aslında Komün delegelerinin büyük çoğunluğu sosyalist değil, cumhuriyetçi demokrattı. Ayrıca bu sosyalist azınlık içerisinde Marksistler daha da ufak bir azınlığı temsil ediyorlardı. Sosyalistlerin önemli bir bölümü ise Prudoncuydu. Onlara göre sosyalizm, paranın kontrolü, yani kredi kullanımı üzerinden inşa edilecekti. Komün’ün maliyesinden sorumlu olan Charles Beslay, Proudhon’un dostuydu ve en genel mânâda bankacılığa ve finansa körü körüne inanan bir isimdi. 1866’dan beri Birinci Enternasyonal üyesi olan Beslay, Komün’de büyük bir nüfuza sahipti. Eskiden kapitalist olan Beslay, 200 işçinin çalıştığı bir atölyeyi işletmişti.

Bankanın genel müdür vekili ve kral yanlısı bir isim olan De Ploeuc, Beslay ile ilgili şu yorumu yapıyor:

“Bay Beslay dengesiz bir hayal gücüne sahip, ütopyadan zevk alan bir adam. O, toplumda varolan, işçi-patron, efendi-köle arasında cereyan eden tüm çelişkileri uzlaştırma yoluyla çözme hayali kuruyor.”

Kendisindeki Prudonculuğu bizzat Beslay de teyit ediyor:

“Bir banka iki açıdan ele alınmalı: Banka, kendisini bize maddi planda nakit para ve senetler, manevi planda ise güven üzerinden takdim eder. Güveni alın, kâğıt para birden değersiz bir kâğıt parçasına dönüşür.”

Beslay, Marksistleri şu şekilde eleştiriyor:

“Komün’deki sistemi ve benim savunduğum sistemi şu ifadeyle özetlemek mümkün: ‘Mülkiyet dönüşene dek ona saygı duyulmalı.’ Yurttaş Lissagaray’nın sistemi ise şu rahatsız edici kelime ile sonuçlanacaktır: soygun. […] Neticede finansal mekanizmalar, sıradan insanların anlamasına imkân vermeyecek ölçüde karmaşıktırlar. Bu mekanizmaları siyasetçiler bile kolay kolay idrak edemezler. Dolayısıyla bu işler uzmanlara, işinin erbabı olan kişilere bırakılmalıdır.”

Komün’ün önemli liderlerinden biri olan Rigault’nun meseleye yaklaşımı ise şu şekildedir:

“İşletmeler, krediler, finans, bankacılık gibi meselelerde belediyede çok az sayıda bulunan özel insanların yardımına ihtiyaç vardır. […] Dahası, finansal konular, şu anın temel sorunları olarak görülmemektedirler. Yakın geleceğin en önemli meselesi ise kasaya giren para miktarıdır.”

Devrim sonrası epey korkmuş olan banka müdürü Rouland’ı görevden alıp bankanın elindeki devasa büyüklükteki fonlara el koymak yerine Beslay, Rouland’ın görevde kalmasına izin verdi ve ondan sadece Paris’i savunan Ulusal Muhafızları ayakta tutacak parayı talep etti. Rouland ise nezâket gösterip Beslay’nin bankanın yönetim kuruluna “Komün delegesi” olarak katılmasına imkân sağladı. Bu kurulda Beslay, bankanın Komün’ün kontrolüne girmemesi ve onun talepleri dışında hareket etmesi için gerekli bağımsızlığı güvence altına almak için uğraştı.

Banka’nın kontrol altına alınmasını istemek şöyle dursun, Beslay, Fransa Bankası’nın bağımsızlığını güvence altına almak ve bankanın bütünlüğünü korumak için elinden gelen her şeyi yaptı. Sonuçta yetmiş iki günlük ömrü boyunca Komün, ihtiyaçları için bankadan sadece 16,7 milyon frank alabildi: bu paranın 9,4 milyon franklık kısmı zaten Komün’ün elinde bulunuyordu, 7,3 milyon frank ise bankadan kredi olarak alınmıştı. Ama Komün’le bu türden bir ilişki kurarken banka, Versay hükümetine 74 şubesi üzerinden 315 milyon frank gönderdi.

Komün’ün eline geçen para genelde hayırlı işlerde kullanıldı. Yüzde seksenlik kısmı Paris’in savunulmasına harcandı, paranın bir bölümü de şehirdeki yoksul ailelere gelir olarak dağıtıldı. Komün, ayrıca artan oranlı vergi sistemini yürürlüğe koydu, yoksullardan alınan şehir vergisini yarı yarıya indirdi, ayrıca işletme vergilerini artırdı. Toprak sahiplerinin son dokuz ay içerisinde aldıkları kiraları iade etmesini isteyen Komün, kira ödemelerini askıya aldı. Tüm borçlar ertelendi, hepsinin üç yıl içerisinde faizsiz olarak ödeneceği taahhüdünde bulunuldu.

Ne var ki Komün’ü yere yıkacak topuk yarası, Fransa Bankası’na el koymama kararı ile birlikte açılmıştı. Bu, bankanın yönetim kurulunun da bildiği bir gerçekti. Kurul üyeleri, merkez komitenin bankayı ele geçireceğinden, komitenin kendisinin tercih ettiği isimlerden bir yönetim oluşturacağından, ölçüsüz ve sınırsız bir biçimde kâğıt para basıp müesses nizamı ve ülkeyi viran edeceğinden korkuyorlardı. Yönetimi kurulu içerisindeki bir sanayici ise şunu iddia ediyordu:

“Konsey, bankanın talan edilmesine izin veremez. Kötülüğün çaresi yoktur, portföydeki değerli kâğıtlar, mevduatın durduğu kasa harap olursa korkunç bir felâkete sürükleniriz, bu değerli kâğıtlar ve mevduat, devlet hazinesinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır.”

Eğer bankaya el konulmuş olsaydı Versay hükümeti, Komün’ü yenmesini sağlayacak paradan mahrum kalacak, 899 milyon franklık portföyü, teminat olarak elde tutulan 120 milyonluk tahvili içeren kasa, ayrıca bankada tutulan 900 milyon frank tutarındaki değerli kâğıt elinden kayıp gidecekti.

Bankaya el koymak yerine Beslay, banka müdürünün talimatları uyarınca hareket etti ve bankanın Versay’a para göndermesine izin verdi. Banka müdürü ise bu sırada tüm tahvillerin yeraltındaki mahzenlere saklanması emrini verdi, sonra mahzenlere inen merdivenlerin girişini toprakla kapattı.

Komün’ün yıkılmasından iki yıl sonra, 13 Mart 1873 günü Beslay, sağcı Le Figaro gazetesine yazdığı mektupta yaptıklarını şu şekilde özetliyordu:

“Komün’ün aşırıya kaçan adımlar atmaya meyilli kanadının uygulayacağı şiddete karşı korumak niyetiyle bankaya gittim. Bugün ülkemin, o son finansal kaynağımızın temellerinin çökmemesini sağladığıma inanıyorum.”

Komün, Mayıs 1871’de yıkıldı. Bu süreçte yirmi bin komünar katledildi, otuz sekiz bini tutuklandı, yedi bini sürgün edildi. Beslay ise serbest bırakıldı ve İsviçre’ye yerleşmesine izin verildi.

Kırk altı yıl sonra savaş, başka bir devrimin fitilini ateşledi. Yönetici sınıf mağlup edildi. O gün Lenin, Paris Komünü’nün yaşadığı yenilgiden çıkarttığı şu dersi anımsattı:

“Hepimizin bildiği gibi bankalar günümüzde ekonomik hayatın merkezleridir, tüm kapitalist ekonomik sistemin ana sinir merkezleridir. ‘Ekonomik hayatı düzenlemek’ten bahsedip bankaları millileştirme adımından uzak duran kim varsa o kişi, ya tüm o derin cehaletiyle ihanet içerisindedir ya da süslü laflarla, hiçbir zaman yerine getirmeyeceği abartılı vaatlerle ‘sıradan insanlar’ı aldatıyordur.”

Michael Roberts
18 Mart 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] 1820-2010 Arası Dönemde Emek-Sermaye Ayrımı, Quandl.

[2] David Harvey, “The Right to the City”, DH.

[3] Eric Toussaint, “The Paris Commune of 1871, Banks and Debt”, 18 Mart 2021, CADTM.

30 Nisan 2021

,

Zincir

SİP’in sahibi ve yazı işleri müdürü, 28 Şubat’ı takip eden günlerde bir gece yarısı telefon alır. Arayan, yüksek rütbeli bir subaydır. Telefondaki kişi, “yakında darbe olabilir, önlemlerinizi alın” der. 

Partinin patronu, hemen parti merkezine gider. Kapıyı nöbetçi açmayınca birinci kattaki büronun balkonuna tırmanır, içeri girer, bilgisayar kasasını, evrakları alıp çıkar. Sonra bu olayı il il gezip parti üyelerine anlatır. Aslında patron, bir yoklama yapmakta, insanların gece yarısı yüksek rütbeli bir subaydan gelen yardıma ne tepki vereceğini görmek istemektedir. Bakar ki kimse ses etmiyor, parti tümüyle istenilen çizgiye sokulur. Neticede parti, gerekli izni ve icazeti ilgili yerlerden almıştır.

SİP, ilk vitrine çıktığı vakit bir 1 Mayıs’ta (1994) polisin saldırısına maruz kalır. Sembolik bir ifadeyle, o saldırıda bayraklarını, pankartlarını, davasını yerde bırakıp kaçanlar partinin başına getirilir, dövüşenlerse kapı dışarı edilir. İşte yüksek rütbeli subayın telefonu, esasen bu emri iletmiştir.

Sonra AB rüzgârı eser ülkede. Birileri der ki “bu ülkenin de vitrine bir KP koyması lazım”. Avrupa fonlarının ülkeye akması için bu önemli bir adım olacaktır. Hemen SİP adı terk edilir, KP yapılır. Mitinglerde ANAP’lıların selamı alınır. ANAP kortejinden gelen alkışlara selam durulur.

O günlerde SİP’in sahibiyle röportaj yapılır, kendisine “neden TKP ismini almıyorsunuz?” sorusu sorulur. Cevaben şu söylenir: “TKP adını sahiplenen farklı gruplar var, biz onlarla rekabet etmek istemiyoruz, ayrıca biz, TKP tarihine bütünüyle sahip çıkmıyoruz.” Bu cümleden üç gün sonra partinin adı, devletin izni ve icazetiyle, TKP yapılır. İsim, danıştay ve anayasa mahkemesi eliyle, SİP’e tescillenir.

Yıllar sonra borsayla ilişkili, inşaat ve emlâk şirketi olarak işletilen partinin borçları birikir. Parti, kayyım atanma riskiyle karşı karşıya kalır. Bu durumu patronlar, bölünme hamlesiyle atlatmak isterler. Bu anlamda TKH, TİP ve TKP’nin neden ayrı olduğunu merak edenlerin (muhtemelen) 2023 yılını beklemeleri gerekmektedir. Ayrılma emrini veren devlet, illaki birleşme emrini de verecektir. Bu anlamda bugünkü TKP geleneği, 10 Eylül TKP’sinin değil, 18 Ekim TKP’sinin devamıdır.

Çünkü TKP, Devrimden Sonra diye bir saçmalığı üretendir. Film, işçi sınıfının haberinin olmadığı, kendisine tebliğle iletilen, kararnameyle kararlaştırılmış, hayalî bir devrimden bahsetmektedir. Devrimi ve sosyalizmi hayale indirgemeye mecbur olan, onları somut kitlenin somut kavgasından kaçıran küçük burjuvalar, aşağıdaki twitte görülen türden cahil kadrolar üretmişlerdir. Bunlar, sosyalizmi üç beş kişinin alacağı, hukukî kılıf altında sunulacak bir karardan ibaret zannetmektedirler. Hepsi de devrim ve sosyalizm düşmanıdır.

* * *

Bugün sağda solda TKP ve Devyol adına çalışma yürüten birileri varsa bilinsin ki devrim ve sosyalizm, uzak bir geleceğe ötelenmiştir. Bu iki örgüt varsa devrim ve sosyalizm yoktur, olamaz.

Bağımsız bir halk, işçi ve ezilen hareketinin bulunmadığı, tüm mücadelenin devletin ve sermayenin hareketine bağlı olduğu bir ülkede mevcut birikim, bu şekilde çatallanmıştır. Suyun başını bu iki yapı tutmuştur. Bunu, devlet ve sermaye talep etmiştir. TKP ve Devyol dışında kalan örgütlere ise bu iki yapıya öykünmek, onları taklit etmek, iki örgütün gölgesinde yaşamak düşmüştür. Bu patinajın hiçbir kıymetinin olmadığını görmek gerekmektedir.

TKP ve Devyol, neticede Avrupa’daki emperyalist ülkelerin sol birikimine bağlanmak zorunda kalmıştır. İkisinin de bu topraklara dair sözü yoktur. Çünkü Osmanlı bakiyesi silinip atılmıştır. Bu anlamda sosyalist hareketin Balkanlar kaynaklı işçi hareketiyle ve Kafkaslar kaynaklı ezilen ve halk hareketleriyle bağı kopmuştur. Bu kopukluk, zaruri olarak TKP’yi ve Devyol’u üretmiştir.

Demek ki işçi, ezilen ve halk hareketleriyle tarihsel ve toplumsal düzeylerde bağ kurabilmenin önkoşulu, bu iki örgütte temsil olunan çizginin tasfiyesidir. Çünkü bu iki örgüt, varolmak için o bağların kurulmasına her daim engel olacaktır. İkisi de devlet-sermaye arası gerilimlere tabidir. Biri, devletteki sermayeye; diğeri sermayedeki devlete borçludur varlığını.

“Saray’da bile TKP’li var” diye övünenler, mafya ve Fethullah kanalıyla servetine servet katmış Devyolcu şirketler, kurumlar, tasfiye olmadan yol alınmaz. Sahada, pratikte bu iki örgüt adına dökülen kan ve ter tabii ki kıymetlidir, ama tepe kadroların sözü-eylemi belirleyicidir, o söz ve eylem kıyasıya eleştirilmelidir.

Neticede bahsi edilen kopukluk sonucu belirli bir boşluk oluşmuş, bu boşluk, Avrupa’daki mirasla doldurulmaya çalışılmıştır. Tercüme hareketi, belirli kısmi ve geçici sonuçlar üretmiştir, ama bu kazanımlar, doğal olarak kalıcılaşamamıştır.

TKP ve Devyol, Kemalizmin açtığı kılıç yarasının bir ürünüdür. Mecburen Kemalisttir. Başka bir şey olamaz. İşçi ve köylüyle doğal ve gerçek bir ilişki kuramaz. Her zaman başa, Kemalizmin dişine uygun, hamurunu onun kardığı, onun devletine ve sermayesine teslim olmuş kişiler geçecektir.

Kimse, DİSK başkanının işveren sendikasıyla ve içişleri bakanıyla birlikte fotoğraf çektirmesine şaşırmamalı, kızmamalıdır. O, devletin ve sermayenin ideolojik aygıtıdır. Çünkü hep öyle olmak isteyenlere yol vermiştir.

TKP ve Devyol, kır ve şehir bağlamında da belirli bir karşılığa sahiptir. İkisi de bu noktada açığa çıkan gerilimlerin devlet ve sermaye adına çözülmesi bağlamında anlamlıdır. Bu anlam arayışı üzerinden, CHP’de bir kriz olduğu vakit bu iki örgütün üyeleri, harekete illaki geçecektir. İki örgüt, CHP’ye sürekli can suyu taşımıştır. Buna mecburdur. İkisi de asimilasyon, sömürgecilik, devletin bekası ve düzenin tesisi noktasında sürekli görev talebi içerisindedir.

TKP ve Devyol, cumhuriyet-demokrasi gerilimi sonucu yaşanan ayrışmanın ürünüdür. İkisinin ÖDP şahsında birleşmesi, bu sebeple mümkün olamamıştır. Cumhuriyetçiler ile demokrasiciler, farklı gündemlere ve yönelimlere sahiptirler. Ama sınıfları ortaktır.

Demokrasisiz devlet ile devletsiz demokrasi tartışmalarının işçi ve köylüyü ilgilendiren bir tarafı yoktur. Bu tartışmalar, işçi ve köylü hilafına, onlardan bağımsız olarak yürütülürler. Sosyalistler, bu tartışmaların bir yerinde olmayı çok severler. Onlar, işçi ve köylünün iradesi olmasın diye vardırlar.

TKP ve Devyol’un, bunlara öykünen yapıların da işçi ve köylüyle bir ilgileri bulunmamaktadır. İşçi ve köylüyü kolektif olarak değil, tek tek, bireysel olarak örgütlemeye, daha doğrusu, kopartmaya, devlet ve sermaye için ıslah etmeye, ehlileştirmeye çalışırlar. Dolayısıyla, tarihsel düzlemde TKP ve Devyol, işçi-köylü şuraları hareketi bağlamında, tasfiyecidir. Olmak zorundadır. İki örgüt de kolektife düşmandır, ona asla tahammül edemez. Her şeyi bireyselleştirmek, kolektifin ağırlığını hafifletmek zorundadır. Onlar 1 Mayıs’ı, ancak kendi özel balkonlarında, kulüplerinde veya sosyal medyalarında kutlayabilirler. Başkasına tahammül edemezler.

Bu iki örgütün elli yıl içerisinde Avrupa’da kurduğu ilişkiler, tümüyle karşı-devrimcidir, anti-komünisttir. O ilişkilerin bir yerine ilişerek, iki örgüte öykünerek yol almaya çalışan her yapı, tasfiyeci ve oportünist olmaya mecburdur. TKP ve Devyol tepe kadrosu, bu ülkede devrim yolu ve sosyalist hareket oluşmasın diye vardır. Görev tanımları bu şekildedir. Tabanda hamallık, emekçilik yapan kadrolar ve tüm mirasıysa kimseye değil, kolektif davaya ve kavgaya aittir.

Bugün herkes, Paris Komünü anması telaşındadır. Tüm örgütler, Paris Komünü’nü bir tiyatro oyunu sanmakta, onu bu şekilde tanımlamaktadır. Hiçbirisinde o komün pratiğinden devrimci dersler çıkartan Lenin’in ferasetinden ve iradesinden eser yoktur. Lenin’siz komüncülük, anarşist bir sayıklama, boş bir nostalji düşkünlüğüdür.

Paris Komünü, halka seçtikleri görevlileri görevlerini yerine getirmediği takdirde görevden alma hakkı vermiştir. Paris Komünü’nü anan örgütlerin şefleri ise onca hataya, yanlışa, günaha, zafiyete rağmen, kendilerini görevden alacak bir halkın oluşmasına da, görevden alacak olan halkın bu adımı atmasına da izin vermemektedirler.

İşçi ve köylü düşmanlarının sosyalist harekete yön verdiği koşullarda ne komünün iradesi açığa çıkar, ne de o iradeden dersler çıkartacak kolektif “Leninist” hareket oluşma imkânı bulur. Devrimin ve sosyalizmin talebeleri ve talipleri var ise demek ki TKP ve Devyol, devrimci eleştiri pratiği ile tasfiyenin eşiğine gelmiştir. İşçiden, köylüden çalınan bireylerin sınıf atlama trampleni olarak kullandığı, kendi gerçeğini inkâr etme fırsatı olarak gördüğü sol, devrim ve sosyalizm önündeki en önemli engeldir. O engel, aşılmalıdır.

Komün’den öğreneceğimiz en önemli ders, zalimler, sömürücüler karşısında ezilenin, işçinin kudret mücadelesi olmalıdır. TKP ve Devyol gibi yapılar, doğrudan sermayeye ve devlete bağlı olduğu için o kudret mücadelesine izin vermezler, iktidarı zihinlerden ve pratikten tasfiye ederler. Her zaman efendilerine hizmet edecek “bireyler”i ön plana çıkartırlar. Komün’ün Ekim’le dönüştürülmüş bilinci ışığında, bu küçük burjuva tahakkümün zincirleri, kırılmalıdır.

Eren Balkır
8 Nisan 2021