Gelgelelim Dublin’deki konuşmasında Tominová,
dinleyicileri epey şaşırttı. O, devletin komünist politikalarından istifade
etmiş biri olarak büyüdüğünden, gençlik döneminde tanık olduğu ideallere ve
maddi eşitlik üzerine kurulu siyasete minnettar olduğunu söyledi. Konuşmasının
bir yerinde, çocukken ülkesinde tüm sınıfların düzlendiğinden bahsetti ve şu
cümleyi kurdu: “İmtiyazsız biri değildim ve her şeyi yapabiliyordum.” Herkesi
şaşkına çeviren bu türden sözler, 1968’de Prag Baharı’yla gündeme gelmiş
reformların bastırılmasına tanık olmuş, 77
Bildirgesi hareketine üye olduğu için saçlarından tutulup kafasının
kaldırıma vurulduğuna tanıklık etmiş birinin ağzından çıkıyordu üstelik.
Devlet yetkilileri, “hapse girmek istemiyorsan
terk et ülkeyi” dediklerinde bile Tominová, kendi kuşağının sosyalizm fikrine
bağlı kalmayı bilmişti. İrlanda’da kendisini dinleyenlere de aynı şeyi söyledi:
“Eğer bu dünyanın bir geleceği varsa, onun sosyalist bir toplumla varolacağını
düşünüyorum. Bu toplum, sırf zengin bir aileden geliyor diye kimsenin
önceliklere sahip olmadığı bir toplumu ifade ediyor.” Üstelik Tominová bu
idealin belirli bir yerelliğe has olmadığını da söylüyordu: ona göre, “sosyal
adaletin hüküm sürdüğü, tüm insanlar için varolan bir dünya kurulmalı”ydı.
Tominová’nın da net bir dille ifade ettiği üzere, sosyalizm insan haklarının
bulunmaması için başvurulan bir tür mazeret olarak kullanılmamalıydı. Ona göre,
kendi ülkesi ve tüm dünya, insan haklarıyla alakalı genel bir çerçeve oluştu
diye eşitsizliğe karşı mücadeleyi terk etmemeli, bu çerçeve mücadeleden kaçışın
bahanesi olarak görülmemeliydi.
Bugün Tominová’nın sözleri herkese tuhaf geliyor:
onun dile getirdiği insan hakları idealleri ortak kabul gören bir görüş hâlini
aldı ama öte yandan da sosyalist idealler toprağa gömüldü. Eldeki verilerin de
gösterdiği kadarıyla, geçen yüzyılın sonuna dek kaleme alınmış metinlerde
“sosyalizm” sözcüğü “insan hakları” terimine kıyasla daha fazla kullanılmış.
1989’da Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte popülerlik düzeyleri süreç
içerisinde değişmiş. İnsan hakları anlayışı yaygınlaştıkça insanlar,
kendilerini sınırların ötesindeki yabancılarla tanımlama imkânı bulmuşlar.
Fakat aynı süreçte piyasaların serbestleşmesi, serbest ticaretin öne çıkması,
ticareti ve piyasayı yönetme görevinin başka ellere geçmesi sonucu eşitsizlik
daha da kökleşmiş. İnsan hakları, zenginler daha fazla güç ve servet elde
ettikleri koşullarda, ahlâk üzerine kurulu dilimizin en çok başvurduğu ifade
hâline gelmiş.
Kırk yıl sonra insan hakları hareketinin bu yeni
politik ekonominin gelişimiyle nasıl örtüştüğünü yeniden değerlendirmeye tabi
tutmak ve serbest piyasa ideolojisinin ulaştığı zafer ile eşitsizliğin artışı
meselesine karşı kendi adalet anlayışımızı tekrar tarif etmek zorundayız.
Ayrıca bizler, Tominová’nın insan hakları ile en geniş mânâda sosyal refahı,
birini diğerine feda etmeden birleştiren yaklaşımını nasıl yeniden gündeme
getireceğimizi sormak durumundayız.
Bugün insan hakları hareketinin dile getirdiği,
bireylerin doğaları gereği, müzakere bile edilemeyecek hakları olduğuna ilişkin
temel öncülün yüzlerce yıllık bir geçmişi var. Fakat tarihte insan haklarını
adalet üzerine kurulu beynelmilel bir dil olarak gören anlayış, nadiren
rastladığımız bir anlayıştır.
On sekizinci yüzyılda Avrupa’da ilk dile
getirildiği biçimiyle, insan haklarının öncelikli amacı, devrimleri meşru
kılmak ve egemen ulus-devletler inşa etmekti. Haklar, yurttaşların
imtiyazlarını ve yurttaşlığın anlamlarını müzakere etmekle alakalıydı ve en
geniş biçimde devlet sınırları içinde tatbik ediliyorlardı. Bu durum, kırklı
yıllar boyunca devam etti. İlgili dönemde dünyanın birçok yerinde sayısız
insan, imparatorluk dışında yurttaşlık hakkı elde etmek için mücadele
etmekteydi. 1948’de Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni
kabul etti. Metinde bol miktarda ekonomik ve toplumsal haklardan dem vuruluyor
ama bu hakların yurttaşların için geçerli olduğu da söyleniyordu.
Otuz yıl sonra insan hakları, Uluslararası Af
Örgütü gibi dünya üzerinden düşünüp hareket eden örgütlerin kutsal sözü hâline
geldi. Bu tür örgütler, ekonomik ve toplumsal haklara değil, insanların hayatta
kalma meselesine odaklanmaktaydılar. Aynı şekilde insan hakları savunucuları,
adalet için şiddete başvurulmasını eleştirdiler, bunun yerine yanlış yapanların
isimlerinin açığa çıkartılıp utandırılması stratejisini ve uluslararası hukuka
başvuruyu öne çıkarttılar. Sorun şu ki haklar üzerine kurulu olan siyaset
sahasında yaşanan bu dönüşüme bir de yurttaşların insan hakları hareketleri
inşa edip bu hareketleri fonlama yoluna gittikleri ülkelerde, refah devletinin
altını oyan girişimler eşlik etti. İddialara göre, insan hakları hareketinin
Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da çaldığı maya sayesinde buralardaki ülkeler
diktatörlüklerden kurtuldular fakat o maya, söz konusu ülkelerin tutucu bir
piyasacılığın benimsenip eşitsizliğin kökleşmesine mani olmadı. Kozmopolitanizm
sahasında ciddi bir kabarışa tanık olundu ama sosyal demokrasinin
yerelliklerdeki karşılıkları krize girdiler.
Karl Marx’tan sonra bazı solcular da bireysel
hakların ya da insan hakları hareketinin (belki de her ikisinin) kapitalizmin
hizmetinde hareket ettiğini söylediler. Gelgelelim aynı bireyciliği paylaşıp
milliyetçilik ve sosyalizm gibi kolektivist projelere şüpheyle yaklaşmasına
karşın neoliberal çağı başlatan insan hakları hareketi değildi elbette. Ama öte
yandan solu hata ve yanlışlarından kurtarmak için yeni bir dünya algısı
oluşturmak da insan hakları aktivistlerinin işi değildi. Dolayısıyla ilerici
siyasetin yaşadığı gerileme konusunda insan hakları hareketini bir tür günah
keçisi olarak görmek hiç de adil olmaz. Esasında “yüzeysel” kimi ihlallere
işaret eden bu hareketin “yapısal” siyasetle birlikte varolamayacağını söylemek
hakkaniyetsizlik olacaktır.
Söz konusu hareket, sadece devletin uyguladığı
şiddetin değil, cinsiyet, ırk, din, cinsel yönelim gibi meselelerde yurttaşlara
eşit muamele edilmesi konusunda yapılan yanlışların incelemelere tabi
tutulmasını da mümkün kıldı. Aktivistler, aynı zamanda istihdamdan barınmaya
oradan gıda ihtiyaçlarına dek birçok meselenin ön plana çıkmasını ve
ekonomik-toplumsal hakların öncelikli hâle gelmesini sağladılar. Özünde
işlediği tüm o günahlarıyla neoliberal politikalar, insan hakları
savunucularının en acayip rüyalarının belirli bir kısmının gerçekleşmesine
katkı sundu: Örneğin Çin’in piyasa fikrine teslim oluşu, yoksulluğun tarihte
hiçbir ülkenin ulaşamayacağı seviyeye ulaşmasına neden oldu. Bu noktada şunu
söylemekte fayda var: insan hakları hareketinin neden neoliberal rejimlerle
rahat ve huzur içerisinde bir arada varolabildiği üzerine kafa patlatmadan,
siyasetimizin yönünü ekonomik adaleti öne alan yeni bir gündeme doğru
çevirmemiz mümkün olmayacak.
On dokuzuncu yüzyılda bireyin doğal olarak kimi
özgürlüklere sahip olduğu düşüncesi, büyük ölçüde piyasaların işleyişiyle ve
klasik liberalizmle ilişkiliydi. Yani hak temelli söylem, esas olarak özgürce
yapılan sözleşmeleri ve özel mülkiyeti meşrulaştırmak için kullanılıyordu. Bu
anlamda Marx’ın insan haklarının çoğunlukla kapitalistlerin korunması için
gerekli bir müdafaa yöntemi olarak iş gördüğünü söylemesinde şaşılacak bir yan
yok.
Yirminci yüzyılın ortalarında, sosyal demokrasinin
revaçta olduğu dönemde, insan hakları, toplumlar dâhilinde daha fazla eşitlik
imkânı sunmayı amaçlayan bir tür siyasetin ana bileşeni hâline geldi. Sosyalizm
de bu hedefi dillendirdiği için ilk başta insan haklarının tesiri çok zayıf
oldu ve süreç içerisinde bu düşüncenin esnek ve revizyona muhtaç olduğu
görüldü.
Sonrasında sahneye neoliberalizm çıktı. Hiç
şüphesiz bu çıkış, insan hakları hareketini derinden etkiledi. İnsan haklarıyla
alakalı hukuk ve siyaset, sözleşmelerin ve mülkiyetin korunması meselesine
kilitlendi ve yüzyılın ortasında yeniden dağıtımı esas alan siyasetin
uygulayıcısı olan ittifakın gündeminden çıkartıldı. Söz konusu hukuk ve
siyaset, yeni politik ekonomiyi geri püskürtme noktasında savunmacı ve ufak bir
role mahkûm edildi.
Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları Gözlemevi gibi
örgütler, tüm dünya genelinde yürüttükleri faaliyetler üzerinden, İnsan Hakları
Beyannamesi’nde dile getirilen ekonomik ve toplumsal haklara dair vurguyu
gündemlerinden çıkarttılar ve insan hakları fikrini yurttaşlığa dair bir şablon
olmaktan çıkartıp zalim devlet görevlilerini utandırmak için kullanılan bir
araca dönüştürdüler. Soğuk Savaş sonrası ekonomik ve toplumsal hakları yavaştan
gündemden çıkartmaya başlayan insan hakları hareketleri, neoliberalizmin inşa
ettiği, servet üzerine kurulu hiyerarşiye hiç saldırmadılar. Az sayıda istisna
dışında maddi eşitlik, zamanla insan hakları hukukunun ve hareketlerinin
savunmaya tenezzül etmedikleri bir konu başlığı hâline geldi.
Bu süreç ağır ve çarpıcı sonuçlara yol açtı.
Dünyaya yönelik sorumluluk ve statüler arası eşitlik konusunda büyük bir
ilerlemeye imza atıldı ama bu, ekonomi sahasında görülen adaletsizlikler ve
eşitsizlikler pahasına gerçekleşmiş bir ilerlemeydi. Artık insan hakları
hukuku, yeniden dağıtımı esas alan siyaseti savunma noktasında gerekli
normlardan, insan hakları hareketleri de bu savunmayı gerçekleştirecek iradeden
mahrumdu. Küreselleşmiş bir ekonomide bireylerin maddi açıdan korunabilmesi
için belirli bir zemini güvence altına almayı bile en azından teoride
gündemlerine almayan insan hakları hareketi, varolan servet tavanının ortadan
kalkışına mani olmak için kılını bile kıpırdatmadı. Refah devletinin
zayıflaması ile birlikte insan hakları hareketleri, zenginlerin elde ettiği
zafere mani olamadığı gibi, yoksullukla mücadele konusunda da hiçbir şey
yapmadılar. Siyaset ve hukuk düzleminde dillendirilip durulan insan hakları
projesi, süreç içerisinde eşitsizlikteki artışı seyretmekle yetindi ki bu da
popülizmin yolunu açtı, ayrıca sağın istifade edeceği imkânları artırdı.
Tüm dünya genelinde insan hakları ideallerinin
neoliberalizmle bağlantılı olarak yayıldığını söylerken o idealleri suçlamıyor,
onların bir kenara fırlatılıp atılması gerektiğini söylemiyoruz. Burada asıl
kastettiğimiz şu: insan hakları, ancak adil dağıtımı esas alan yeni bir
siyasetin parçası hâline geldiği takdirde belirli bir anlama kavuşabilir.
Bugün hızla artan eşitsizlik, popülist liderlerin
öne çıkmasına katkı sundu. Üstelik bu liderlerin insan hakları fikrine dost
olduğundan asla söz edilemez. İnsan haklarını esas alan stratejilere ağırlık
vermek, bugün hepimize cazip geliyor. Rejimler kötülüğe meylettiklerinde, kale
duvarlarına tırmanmak ve güçsüzler, yoksullar için umudu diri tutmak en onurlu
şey elbette. Ama insan haklarının neoliberalizme eşlik edip onun hoş
görünmesine katkı sunduğu gerçeği karşısında çıkartmamız gereken ders, elbette
“aktivistler, berbat koşullarda yaşayan insanlar adına baskıları eleştirmeye
veya baskı uygulamaya son vermelidirler” olmamalı.
Gene de aktivistler, bu koşullarda tüm dünya
genelinde iyi ve kötüyü net bir biçimde tarif etme noktasında ulaştıkları
başarının koşulları üzerine bir kez daha kafa yormalıdırlar. Bizlerse, insan
haklarının sahip olduğu sınırları görmeli, sürece güçlü ve cesur bir vizyonla
katkı sunamadığımızı ve haklara dair o genel çerçevenin dışında projeler
geliştirmediğimizi kabul etmeliyiz. İnsan hakları hareketleri, dağıtımla
alakalı meselelerin baskın olduğu sahaya geç girdiler. Bu meselelerle
ilgilenseler de ilgilerinin yoğunluk düzeyi düşük oldu ve bu hareketler, sadece
en yoksul kesimlerin yoksulluktan kurtulmasına odaklandılar. Eşitsizlik, tabii
ki insan hakları hareketinin suçu değil ama gene de o hareketi her derde deva
ilâç olarak gören bizler sorumluluklarımızla yüzleşmeye mecburuz.
Eşitsizlik, insan hakları hareketinin tek başına
çözüme kavuşturamayacağı bir sorun. İnsan haklarını savunan örgütler, bugün bu
politik kötülüğe el atıyorlar ama geçmişte eşitsizlik koşullarına yönelik
saldırı noktasında başarılı olmuş sendikalar gibi, aktörlerin sahip oldukları
özellik ve vasıflardan mahrumlar. Buna karşın gene de son kırk yılda gelişme
kaydetmiş insan hakları hareketinin sunduğu faydalardan istifade edip bir
yandan da neoliberalizme itiraz etmek mümkün.
Hareket, kendisini yeni idealler ve araçlarla birlikte
yeniden inşa edemez. O, sadece yaptığı en iyi işi yapmalıdır: yurttaşlıkla
alakalı anlayışları beslemeli, “küresel adalet”ten yanaymış gibi görünmeye
çalışmadan, kötülüğün altını çizmelidir. Diğer yandan, bizim gibi Uluslararası
Af Örgütü’ne ve benzeri örgütlere bağışlarda bulunup onlara beğeniyle yaklaşan
insanlarsa, insan hakları hareketinin yerini yurdunu idrak etmeli, onu adaleti
tesis edecek güç olarak görmemeliyiz.
Eşitlikçiliği vaaz eden söylemi üretecek kitleyi
insan hakları hareketi tarihi inşa edemez. O iş, geleceğe ait bir iştir.
İleriye bakmak, bize neoliberalizmin rehin aldığı hareketin karşısına geçmişten
çıkartacağımız seçenekleri, Tominová’nın hasretini çektiği ihtimalleri
düşünmemizi sağlayacaktır. Sonuçta Tominová, bir insan hakları aktivistidir ama
tek vasfı da bu değildir.
Başkalarının eşitlik
düşünü teoride ve pratikte yeniden dirilttiği koşullarda, insan hakları
hareketinin kendisini neoliberalizmle kurduğu yoldaşlık ilişkisinden kurtarması
mümkündür. Biz, insan haklarını başka idealler ve projelerle besleyene dek,
uğruna mücadele ettiğimiz küresel adalet tam olarak somutlaşmayacak ve o her
daim tehdit altında olacak.
Samuel Moyn
0 Yorum:
Yorum Gönder