Mülkiyet
Bir zengin bana şu soruyu sordu: “Senin vaaz edip
durduğun şu ruh dini, eşkıyaların ve hırsızların suçlarını bağışlıyor mu?” Ben
de şu cevabı verdim: “Hayır, asıl seni suçluyor. Bu yüzden senden, bu din
adına, senin ve ecdadının o yoksullardan çaldığınız ekmeği gerisin geri onlara
vermenizi istiyorum. Bu dünyada hiçbir şey, şu veya bu adama ait değildir. Her
şey Tanrı’ya, yani hepimize aittir. İlk cinayetin sebebi, işte bu gasptır. Gasp
edenin ruhu ile insan öldürenin ruhu aynıdır.”
Taşrada taş yığıp durdun diye tüm meyveyi sen
toplayacaksın, ben de senin diktiğin duvarın dibinde açlıktan öleceğim öyle mi?
Peki ya ben senin malikânen etrafına daha fazla taş toplayıp “burası benim”
dersem, beni kim koruyacak? Senin gibi hırsızların ve katillerin elindeki kılıç
huzuru sağlıyor ama öte yandan senin başkalarını yağmalana katkı sunuyor. Ben
senden güçsüzüm, bu sebeple kendimi sana karşı savunmaya çalıştığımda da sen
bana hırsız ve katil diyorsun! Güçlüler yeryüzünü parselliyorlar, güçsüzler de
evsizliğin çilesini çekip açlıktan ölüyorlar. Peki ya o güçsüzler birleşip
büyük bir cesaretle mücadeleye girişirlerse, bil ki onlar da o vakit güçlü
olacaklardır.
Mesih, manevi bir güçle karşı çıktı mülkiyete.
Başına yastık yapacağı bir taşı bile yoktu O’nun. İki hırsız arasında çektiği
çile yüzünden öldü. Ama o son ahı dünyayı sarstı. Mesih’in müritleri, gönüllü
olarak el etek çektiler her şeyden, mülkiyete karşı koydular, mahzun, sade ve
süssüz hayatları ulvi bir çığlıktı ve Rabbimizden adalet talep ediyordu.
Dolayısıyla Tanrı’yı ve insanı sevenler, hayatın tüm gerekliliklerinden bile
vazgeçmelidirler. Bu insanları, kardeşlerinin kanını içe içe yağ bağlamış
kimseler nasıl yargılar?
Mesih’in getirdiği kanunları idrak etmiş olan
herkes, onun tek bir fikrini gerçekleştirmeye gayret etmiştir: Cemaat.
Gasıplarsa bu çaba karşısında kahkahalar atıp işret sofralarında yiyip
içmişlerdir. Tanrı iğrenerek onlardan uzaklaşmıştır. Bu nedenle sevgi
gösterilerini öfkeli itirazlar takip etmelidir. Onlar, barış meleklerine sırt
çevirdiler, şimdi ise ölüm melekleri önünde tir tir titriyorlar! Siz yoksullar,
açlıktan inim inim inleyen halk, bakın ne kadar büyüksünüz, sayın kaç kişi var
sizden? Hayatınız aheste ilerliyor ve rezil bir ölüme mahkûmsunuz. Ölecekseniz
hızlı ve şerefli bir şekilde ölün ya da zafer sizin olsun. İşte budur yıkım
meleğinin şiarı.
Bana gelince, ben ağlayıp başımı küllerle
örtüyorum, Tanrı’ya ve insanlara “merhamet” diye bağırıyorum. Onlar da bana
“kimseye merhamet edilmeyecek artık” diyorlar.
Durun ey dürüst insanlar,
yağmayla yağ bağlayınca faziletli kimseler olacağınızı düşünüyorsunuz. Durun ey
riyakârlar, bir yandan ganimeti aranızda bölüşüyorsunuz bir yandan da
yağmaladığınız insanlara tevekkülü vaaz ediyorsunuz. İzin verin de Tanrı’nın adaleti
girsin içeri. Size dediğim gibi: hakikatte öldürdüğünüz kişiler katil değil,
yüce adaletin tecelli etmesini sağlayan kimseler… Siz artık insan değilsiniz,
bu sebeple sizi yırtıcı hayvanlar gibi kovalayacağız. Belki ecdadımızı yok
etmeyi bildiniz ama evlatlarımızı öldürmenize izin vermeyeceğiz. Halkın
çığlığındaki kasırgayı işittiniz mi, işte budur dedikleri. Şimdi saklıyorum
yüzümü lime lime olmuş bir örtüyle, sonra da ateşin ve kanın kokusuyla bir
ürperti kaplıyor içimi.
1841
[Kaynak:
Before Marx: Socialism and Communism in
France, 1830-48, Ed. Paul E. Corcoran, Macmillan Press, s. 222-223.]
0 Yorum:
Yorum Gönder