07 Mart 2018

, ,

Sosyalizm ve Kilise

Birinci Kısım

Kendi ülkemizdeki ve Rusya’daki işçilerin Çarlık rejimine ve kapitalist sömürgecilere karşı cesurca mücadele etmeye başlamalarıyla, her gün daha fazla papazın vaazlarında mücadele eden işçilere sözlü olarak saldırıda bulunduğunu gördük. Din adamları, sosyalistlere karşı gayretkeş bir mücadele veriyorlar ve onları işçilerin gözünde küçültmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Pazar günleri ve yortu zamanları kiliseye giden müminler, vaaz duyup rahatlamaktan ziyade gerçekten de sosyalizme açılan davanın iddianamesi gibi işlev gören şedid bir siyasi konuşma dinlemek zorunda kalıyorlar. Rahipler, Hıristiyanlık inancına sahip olup kiliseye giden, pek çok sıkıntısı olan ve zorlu hayat şartları altında ezilen insanları rahatlatmak yerine, grev yapan işçilere ve rejim karşıtlarına öfke kusuyorlar; dahası, onlara yoksulluğa ve baskıya mütevazılık ve sabırla katlanmalarını öğütlüyorlar. Kiliseyi ve kürsülerini siyasi propaganda aracı hâline getiriyorlar.

İşçiler, din adamlarının sosyal demokratlara[1] karşı verdikleri mücadelenin sosyal demokratlar eliyle kışkırtılmadığından emin olabilirler. Sosyal demokratlar, örgütlenmeyi ve işçileri sermayeye, yani onları iliklerini kurutana kadar çalıştıran sömürgecilere ve halkı haraca bağlayan Çarlık rejimine karşı mücadele için örgütlemeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Ancak işçileri hiçbir zaman din adamlarına karşı savaşmaya sevk etmemiş yahut kimsenin dinî inancına, hiçbir surette, karışmamışlardır! Dünyada da ülkemizde de sosyal demokratlar, din ve vicdan özgürlüğünü kutsal sayarlar. Herkes, kendisine mutluluk vereceğini düşündüğü inancı ve görüşü benimseyebilir. Kimsenin bir başkasının dinî görüşünü yargılamak veya inancına saldırmak gibi bir hakkı yoktur. Sosyalistler böyle düşünür. İşte tam da bu yüzden insanları durmaksızın vicdanlarına saldıran Katolikleri, Rus Katoliklerini[2], Yahudileri, tanrıtanımazları ve özgür düşünenleri yargılayan Çarlık rejimine karşı mücadele etmek üzere bir araya getirenler sosyalistlerdir. Din ve vicdan özgürlüğünü en güçlü biçimde savunanlar da aşikâr ki sosyal demokratlardır. Dolayısıyla, din adamları ölümüne çalışan insanları aydınlatmaya çalışan sosyal demokratlara aslında katkıda bulunmalıdırlar. Sosyalistlerin işçi sınıfına getirdiği öğretileri düzgün bir biçimde kavradığımız vakit, din adamlarının bu nefreti daha da anlaşılmaz hâle gelir.

Sosyal demokratlar, emekçi insanların zenginler tarafından sömürülmesine bir son vermek niyetindeler. Aslında bu işi sosyal demokratlar açısından kolaylaştıran ilk insanlar, kilisenin hizmetkârı olan Hıristiyanlardı zaten. (Rahiplerin hizmet ettiği) İsa “bir zenginin Cennet’e girmesi, bir devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zordur.”[3] dememiş miydi? Sosyal demokratlar, faaliyet gösterdikleri ülkelerin tamamında bütün yurttaşların eşitliğine, özgürlüğüne ve dayanışmasına dayalı yönetimleri işbaşına getirmeye çalışmaktadırlar. Din adamları, “komşunu kendini sevdiğin gibi sev” ilkesinin gerçek yaşama uygulanmasını hakikaten istiyorlarsa, niçin sosyal demokratların siyasi propagandasını memnuniyetle karşılamıyorlar? Sosyal demokratlar, canhıraş bir şekilde, insanları eğitmek ve örgütlemek yoluyla, onları içinde bulundukları zulümden çıkarmak ve çocuklarına daha iyi bir gelecek sunmak için uğraşıyorlar. Bu noktada din adamlarının sosyal demokratları aslında kutsaması gerektiğini herkes kabul etmelidir. Değil mi ki yoluna baş koydukları Yüce İsa “benim için ne yapıyorsanız, yoksullara da aynısı yapın” demiştir![4]

Ancak görülen o ki din adamları, bir yandan sosyal demokratları aforoz edip yargılarken, öte yandan işçilere sabır içinde acı çekmelerini, yani kapitalist sömürgeciler tarafından sömürülmeye seslerini çıkarmamalarını buyurmaktadırlar. Din adamları sosyal demokratlara karşı esip gürlemekte, işçilere derebeylerine karşı “ayaklanmama” öğüdü vermekte, savunmasız insanları öldüren, milyonlarca işçiyi kanlı bir savaşa gönderen, Katolikleri, Rus Katoliklerini ve Kadim Müminleri[5] infaz eden bu yönetimin baskısına itaatkârca boyun eğmelerini vaaz etmektedirler. Kendilerini zenginlerin sözcüsü ve sömürüyle baskının yılmaz savunucusu kılan din adamları, böylelikle Hıristiyan öğretisinin alenen karşısında konumlanmaktadırlar. Piskoposlar ve rahipler, Hıristiyanlık öğretisini yaymıyorlar, bilâkis, Altın Buzağı’ya[6] ve yoksullarla mazlumlara darbe üstüne darbe indiren Kamçı’ya tapıyorlar.

Ayrıca, herkes rahiplerin işçiler üzerinden nasıl kâr sağladıklarını, evlilik, vaftiz ve cenaze gibi olaylarda insanların parası aldığını biliyor zaten. Az mı duyduk “ücreti” ödenmediği için ölüm döşeğindeki bir adamın yanına gitmeyi reddeden rahipleri? İşçi, bu durumda, elindeki son malı da, yakınını dinî açıdan rahatlatabilmek üzere, çaresizlik içinde satmaya davranmaktadır.

Elbette, böyle davranmayan din adamları da tanıyoruz. İyilik ve merhametle dolu, kazanç peşinde koşmayan rahipler de mevcuttur; bu insanlar, her zaman yoksullara yardıma hazırdırlar. Ancak bu türden din adamlarının pek de yaygın olmadıklarını ve beyaz kargalar addedilebileceklerini kabul etmeliyiz. Rahiplerin çoğunluğu, ışıldayan gözleriyle zenginlere ve muktedirlere bakar, bütün bozukluklar ve adaletsizlikler için sessizce af dileyerek, onların önünde eğilirler. Ancak konu işçilere geldi mi, din adamları birden çark ederler: Akıllarında yalnızca onları ezmek vardır; verdikleri sert vaazlarda işçilerin “açgözlülüğünü” kınarlar; “açgözlülük” dedikleri de işçilerin kapitalizm karşısında kendilerini müdafaa etmelerinden başka bir şey değildir. Din adamlarının eylemleri ve Hıristiyanlık öğretileri arasındaki bu büyük çelişki, herkesin biraz düşünmesine vesile olmalı. İşçiler, işçi sınıfının özgürleşme mücadelesinde kilisenin kendileriyle ittifak kurmasını beklerken, onlara niçin düşmanlık yaptıklarını merak etmektedirler. Kilise, nasıl olur da sömürülen insanlara sığınak olmak yerine, zenginlerin kanlı zulmünün savunuculuğunu yapar? Bu tuhaf olguyu anlayabilmek için, kilisenin tarihine bir göz atmak ve yüzyıllar içinde geçirdiği değişimi tahlil etmek yeterli olacaktır.

İkinci Kısım

Sosyal demokratlar, “komünizmi” getirmek istiyorlar; din adamlarının onlara karşı olmasının temel sebebi budur. Her şeyden önce, bugün “Komünizm”e karşı savaşan rahiplerin temelde ilk Hıristiyan havarilere karşı çıktığını fark etmek şaşırtıcıdır. Çünkü ilk Hıristiyan havariler, kavgasını coşkuyla veren birer komünistten başka bir şey değildi.

Bilindiği üzere Hıristiyanlık dini, Antik Roma’da, önceden zengin ve güçlü olup da bugün İtalya, İspanya, Fransa’yla Türkiye’nin bir kısmı ve Filistin olarak bildiğimiz topraklardan ve başka ülkelerden oluşan Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Çarlık Rusyası şuan ne durumdaysa, İsa doğduğunda Roma da aynı durumdaydı. Bir yanda, bir avuç dolusu insan her türlü lüksün ve keyfin tadına vararak aylaklık içinde yaşarken, öte yanda yoksulluk içinde çürüyüp giden büyük bir kitle mevcuttu; her şeyin ötesinde şiddete ve yolsuzluğa batmış bir yönetim halka alçakça baskı yapıyordu. Bütün bir Roma İmparatorluğu, tam manasıyla başıbozukluğa saplanmıştı, etrafı düşmanlarla çevriliydi; yönetimdeki askerler halka zulmediyorlardı; taşra terk edilmişti, topraklar atıl duruyordu, şehirler, bilhassa başkent Roma, nefretle zenginlerin saraylarına bakan, fakirliğe mahkûm edilmiş mazlumlarla doluydu; insanlar ekmek bulamıyorlardı, evsizlerdi, giyecek kıyafetleri yoktu; umutsuzlardı ve yoksulluktan kurtulmaları ihtimal dâhilinde görünmüyordu.

Çöküş dönemindeki Roma İmparatorluğu’yla çarların imparatorluğu arasında tek bir fark vardır: Roma İmparatorluğu’nun kapitalizmden haberi yoktu, ağır sanayi henüz girmemişti dünya sahnesine. O dönemlerde, Roma’da kabul gören düzen kölelikti. Soylu aileler, zenginler, bankerler, bunların hepsi ihtiyaçlarını savaşlardan kazandıkları köleleri çalıştırarak karşılıyorlardı. Zaman içinde bu zenginler, Romalı köylüleri topraklarından ederek İtalya’nın hemen hemen bütün bölgelerine el koydular. Ele geçirdikleri bu bölgelerde haraç olarak çıkan ürünlere el koydukları için bir denetçinin kırbacı altında çalışan ordular dolusu köle tarafından çekip çevrilen malikânelere, muhteşem ekim alanlarına, üzüm bağlarına, otlaklara, bostanlara ve zengin bahçelere sahip olup mülklerini arttırarak kârlarını katladılar.

Topraklarından ve ekmeklerinden olan kırsal kesimdeki insanlar başkente göç etti. Ancak bütün işler köleler tarafından yapıldığı için maişetlerini kazanabilecekleri daha iyi bir konuma gelemediler. Böylelikle Roma’da hiçbir şeye sahip olmayan, emeklerini satma imkânından bile yoksun insanlardan oluşan bir ordu, proletarya[7], vücuda geldi. Kırsal kesimden gelen bu proletarya, o zaman bugün olduğu gibi fabrikalar tarafından massedilmedi; çaresiz bir yoksulluğun kurbanları oldular ve dilenciliğe mahkûm edildiler. İşsiz oldukları için açlıktan ölen, Roma’nın kenar mahallelerini, meydanlarını ve sokaklarını dolduran bu büyük insan kalabalığı yönetim ve egemen sınıflar açısından kalıcı bir tehlike teşkil ediyordu. Devlet bu yüzden, kendi çıkarları hasebiyle, yoksulluğa bir çözüm bulmak zorundaydı. Zaman zaman proletaryaya şehrin depolarında muhafaza edilen mısır ve diğer gıdalardan dağıtılıyordu. Ayrıca, bu insanlara zorlu yaşamlarını bir nebze unutturmak için parasız sirkler getirtiliyordu. Bütün bir toplumu emeğiyle ayakta tutan günümüz proleterlerinin aksine, Roma proletaryası yardımlarla ve bağışlarla ayakta duruyordu.

Roma toplumu için çalışan ve korkunç bir muameleye maruz kalan, ezilen kölelerdi. Yoksulluğun ve yozlaşmanın hüküm sürdüğü bu kaos ortamında, bir avuç Romalı kodaman vaktini sefahat ve hovardalık içinde harcıyordu. Bu korkunç toplumsal koşullardan çıkmanın hiçbir mümkünü yoktu. Proleterler durumdan şikâyet ediyorlar, zaman zaman ayaklanacaklarına dair tehditler savuruyorlardı ancak efendilerin masalarından önlerine atılan kırıntılarla yaşayan bir dilenci sınıfı yeni bir toplumsal düzen kuramazdı. Dahası, emekleriyle bütün toplumu ayakta tutan köleler de öyle mazlum, dağınık yaşıyor, boyunduruk altında öylesine ezilip, hayvanca muamele görüyor ve diğer sınıflardan uzak bir hayat sürüyorlardı ki toplumu dönüştürmeleri imkânsızdı. Sık sık efendilerine karşı ayaklanıyor, kendilerini kanlı mücadelelerle özgürleştirmeye uğraşıyorlardı; ancak Roma ordusu bu ayaklanmaları, binlerce köleyi katletmek ve çarmıha germek suretiyle her seferinde bastırıyordu.

Halkın bu trajik durumdan çıkmak için bir yol bulamadığı, daha iyi bir yaşam için umutlanamadığı bu zalim düzende, ezilenler kurtuluşu aramak üzere yüzlerini Cennet’e döndüler. Hıristiyanlık dini de bu mutsuz varlıklara bir can simidi, bir teselli gibi göründü ve onları cesaretlendirdi; Hıristiyanlık ortaya çıktığı ilk andan beri Romalı proleterlerin dini olagelmiştir. Bu sınıfa mensup insanların konumu uyarınca, ilk Hıristiyanlar, malların ortaklaştırılmasını, komünist bir düzenin uygulanmasını talep etmişlerdi. Bundan daha normal ne olabilirdi? Halk, ekmek kapısından yoksundu ve fakirlikten kırılıyordu. Halkı savunan bir din, zenginlerin bir avuç imtiyazlı insana değil de herkese ait olması gereken serveti yoksullarla paylaşmasını talep ediyordu; bu talep, insanların eşit olması gerektiğini vazeden bir din, tabii ki büyük bir başarıya ulaşacaktı. Ancak, bunun bugün sosyal demokratların bütün insanlık birlik içinde çalışıp yaşayabilsin diye iş aletlerini ve üretim araçlarını ortak mülk hâline getirmekle ilgili olarak ortaya koyduğu taleple hiç alâkası yoktur.

Romalı proleterlerin çalışarak değil de devletten aldıkları yardımlarla geçindiğini söylemiştik. Hıristiyanların kolektif mülk talebi de üretim araçlarıyla değil de tüketim araçlarıyla ilişkiliydi. Hıristiyanlar toprağın, atölyelerin ve iş araçlarının ortak mülk hâline gelmesini değil de; her şeyin, evlerin, kıyafetlerin, gıdanın ve yaşam için gerekli olan bütün ürünlerin eşit şekilde bölüştürülmesini talep etmekteydi. Hıristiyan komünistler, bu zenginliklerin kökenini sorgulamamaya büyük özen göstermişlerdir. Üretim işi daima kölelerin omuzlarına yıkılmıştır. Hıristiyanlar, servet sahiplerinin Hıristiyanlık dinini benimsemesi ve zenginliklerini ortak mülk hâline getirmesini arzulamışlardır; böylelikle herkes, eşitlik ve kardeşlik içerisinde bu güzel nimetlerin tadını çıkarabilecektir.

Esasında, ilk Hıristiyan cemaatlerinin örgütlenme biçimi de bu şekildeydi. O günün yazarlarından birisi şöyle demiştir:

“Bu insanların malda, mülkte, servette gözü yoktur, aksine kolektif mülkiyeti vaaz ederler ve içlerinden hiçbirisinin bir diğerinden daha fazla malı yoktur. Onlara katılmak isteyen herhangi birisinin mallarını herkesin kullanımına sunması zorunludur. Bu yüzden de aralarında ne fakir var, ne de lüks içinde yaşayan; her şeyi kardeş gibi paylaşıyorlar. Ayrı bir şehirde yaşamıyorlar ancak her şehirde kendi evleri var. Dinlerine mensup bir yabancının o şehre gelmesi hâlinde hemen evlerini onunla paylaşıyorlar; bu kişi, evden ve diğer mülklerden onlar nasıl yararlanıyorsa o şekilde yararlanabiliyor. Bu insanlar, birbirlerini önceden tanımıyor olsalar bile sıcaklıkla karşılıyorlar; ilişkileri çok dostane. Seyahat ederken yanlarında soygunculara karşı korunmak için taşıdıkları silâh dışında bir şey götürmüyorlar. Her bir şehirde, seyyahlara kıyafet ve yiyecek dağıtan bir mensupları bulunuyor. Aralarında ticaret diye bir şey yok. Ancak, içlerinden birisi ihtiyaç sahibi bir başkasına sahip olduğu eşyayı verdiğinde, karşılığında kendi ihtiyacını karşılayacak bir başka eşya alıyor. Ancak verecek bir şeyi olmayanlar da ihtiyaçlarını beyan edebiliyorlar.”

Resullerin İşleri’nde Kudüs’te kurulan ilk cemaate ilişkin şu cümleleri okuyoruz (4:32, 34, 35):

“Hiç kimse, kendisinin olanı kendisinin malı gibi görmüyordu; her şey ortaktı. Toprak ve ev sahibi olanlar, bunları sattıktan sonra, ellerine geçeni getirip Havarilere sunuyorlardı. Bütün bu zenginlikler herkese, ihtiyaçlarına göre, dağıtılıyordu.”

Alman tarihçi Vogel de 1780 yılında ilk Hıristiyanlarla ilgili hemen hemen aynı şeyleri yazmıştır:

“Kurallara göre, her bir Hıristiyan’ın cemaatin bütün mensuplarının mülkleri üzerinde hakkı vardı; istemesi hâlinde, daha zengin üyelerin servetlerini ihtiyaçlarına göre kendisiyle paylaşmasını talep edebilirdi. Her Hıristiyan kardeşinin malını kullanabilirdi; herhangi bir şeye sahip olan Hıristiyanların kardeşinin bunu kullanabilmesine karşı çıkma hakkı yoktu. Bu yüzden de evi olmayan bir Hıristiyan birkaç evi olan bir Hıristiyan’dan ev talep edebilirdi; malik kişi, yalnızca kendi evini kendisine saklardı. Ancak ortak mülkiyetten ötürü, evi olmayana barınma imkânı sağlanmak zorundaydı.”

Paralar ortak bir yerde tutuluyordu ve bölüştürme işi için özel olarak atanmış bir kimse ortak serveti herkes arasında paylaştırıyordu. Ancak, dahası vardı. İlk Hıristiyanlar arasında, komünizm o kadar ilerlemişti ki yemeklerini de birlikte yiyorlardı (bkz: Resullerin İşleri). Dolayısıyla aile hayatı diye bir şey kalmamıştı; bütün Hıristiyan aileler, tek bir şehirde, tek ve geniş bir aile misali, birlikte yaşıyorlardı.

Bitirirken, kimi rahiplerin sosyal demokratlara, kadınları ortaklaştırmaya çalıştıkları gerekçesiyle saldırmakta olduğunu ekleyelim. Bu elbette ki din adamlarının komünizmle ilgili cehaletinden veya bize duydukları öfkeden kaynaklanan büyük bir yalandır. Sosyal demokratlar, bu durumu evliliğin utanç verici ve hayvanî bir tahrifi olarak görürler. Ancak bu uygulama ilk Hıristiyanlar arasında yaygındı.[8]

Üçüncü Kısım

Dolayısıyla birinci ve ikinci yüzyıllardaki Hıristiyanlar, komünizmin ateşli destekçileriydi. Ancak böylesi bir komünizm, çalışma araçlarının değil de elde edilen ürünlerin tüketimiyle ilgili bir ortaklığa dayanıyordu ve toplumu dönüştürmeye, insanlararasındaki eşitsizliği sonlandırmaya ve zengini fakirden ayıran engelleri kaldırmaya muktedir olmadığını kanıtlamıştı. Çünkü önceden olduğu gibi, emekçiler eliyle ortaya konulan zenginlikler, bir avuç dolusu malikin işine yarıyordu, çünkü üretim araçları (bilhassa toprak) şahsi mülk olma özelliğini koruyordu; çünkü bütün bir toplum için gereken emeği köleler harcıyordu. Geçimlerini sağlayabilecekleri araçlardan yoksun olan insanlar, zenginlerin keyfi geldikçe yardım alıyorlardı yalnızca.

Nüfusun fazlalığına oranla bir avuç dolusu insan, yalnızca kendileri kullanmak üzere bütün verimli tarlaların, ormanların ve çayırların, çiftlik hayvanlarının ve çiftliklerin, atölyelerin, üretim için gereken araç ve malzemelerin sahibiyse ve diğerleri, geriye kalan çoğunluk, üretim yapmak için gerekli olan hiçbir şeyin maliki değilse, insanlar arasında herhangi bir eşitlikten bahsedilemez. Bu gibi koşullarda toplum, aşikâr şekilde zenginler ve fakirler, sefahat içinde yaşayanlar ve sefalet içinde yaşayanlar olarak iki sınıfa ayrılmıştır. Bir düşünün, Hıristiyanlık öğretisinden etkilenen zenginler para, tahıl, meyve, giyecek ve hayvanları, yani sahip olduklarını halkla paylaşmayı teklif ettiler, sonuç ne olacaktı? Yoksulluk birkaç hafta boyunca kaybolacak ve bu zaman zarfı içinde insanlar beslenebilecek, giyinebileceklerdi. Ancak bu ürünler çabucak tüketilecekti. Kısa bir süre sonra, dağıtılan zenginlikleri harcamış olan insanların elleri yeniden ve yeniden boş kalacaktı. Toprağın ve üretim araçlarının sahibi, kölelerin temin ettiği emek gücü sayesinde, daha fazla üretim yapacak ancak değişen bir şey olmayacaktı. İşte sosyal demokratların Hıristiyan komünistlerden daha farklı düşündüğü nokta da burasıdır. Sosyal demokratlar şöyle der: “Biz zenginlerin ellerindekini yoksullarla paylaşmasını istemiyoruz, biz bağış veya yardım da istemiyoruz; bunlar insan arasındaki eşitsizliğin devam etmesini engelleyemez. Talep ettiğimiz hiçbir şekilde zenginler ve yoksullar arasında paylaşım yapılması değil, zenginin ve yoksulun tamamen ortadan kalkmasıdır”.

Bu da ancak bütün servetin, toprağın, bütün üretim ve çalışma araçlarıyla birlikte, kendileri için, kendi ihtiyaçlarına göre üretim yapacak emekçi insanların ortak mülkü hâline gelmesiyle mümkündür. İlk Hıristiyanlar, proletaryanın yoksulluğunun hâkim sınıfların sunduğu zenginlikle düzelebileceğine inanıyorlardı. Bu da havanda su dövmek demekti. Hıristiyan komünizmi, ekonomik durumu değiştirmeye veya iyiye götürmeye kadir değildi ve zaten devamı da gelmedi.

Başlangıçta yeni Mesih’in takipçilerinin Roma toplumunda yalnızca küçük bir grup oluşturduğu zamanlarda, malların ortak paylaşımı, yemeklerin birlikte yenilmesi ve aynı çatı altında yaşamak uygulanabilir şeylerdi. Ama Hıristiyanların sayısı İmparatorluğa yayıldıkça, takipçilerin bu komünal bir yaşam sürmesi gittikçe zorlaşmaya başladı. Kısa bir süre sonra, birlikte yemek yeme âdeti ve malların bölüşülmesi uygulaması daha farklı bir noktaya kaydı. Hıristiyanlar artık tek bir aile gibi yaşamıyorlardı; her biri kendi mülkünün sorumluluğunu alıyordu ve artık mallarının tamamını cemaate sunmuyorlardı, yalnızca lüzumundan fazla olanları teklif ediyorlardı. Zenginlerin ellerindekini halka bağışlaması, ortak yaşama katılımla ilgili karakterini kaybederek, kısa zaman içinde yalnızca yardıma/bağış yapmaya dönüştü; çünkü zengin Hıristiyanlar artık ortak mülkleri kullanmıyordu ve sahip olduklarının az bir kısmını diğerlerinin hizmetine veriyordu ki bu oran da zaten bağış yapan kişinin insafına kalmıştı. Dolayısıyla, Hıristiyan komünizminin merkezinde zenginle fakir arasında bir ayrım belirivermişti; bu ayrım da Roma İmparatorluğu’nda hüküm süren ve ilk Hıristiyanların savaştığı duruma benzemekteydi. Kısa bir süre sonra yalnızca fakir Hıristiyanlar ve proleterler ortak yemeklere katılır olmuştu; sahip oldukları bolluğun bir kısmını yoksullara sunmuş olan zenginler kendilerini ayrı tutuyorlardı. Yoksullar, zenginlerin önlerine attığı yardımlarla yaşamaya başlamışlar, toplum eski hâline dönmüştü. Hıristiyanlar hiçbir şeyi değiştirememişlerdi.

Ancak kilise papazları, uzun bir süre boyunca, zenginleri cezalandırarak ve ilk havarilerin komünizmine dönülmesi yönünde tavsiyeler vererek, Hıristiyan toplumuna nüfuz eden toplumsal eşitsizliğe karşı ateşli söylemlerle mücadele ettiler.

İsa’dan sonra dördüncü yüzyılda, Aziz Basil zenginlere karşı şöyle vaazda bulunuyordu:

“Sizi zavallılar, kendinizi Yüce Yargıç’ın önünde nasıl haklı çıkaracaksınız? Bana ‘Bize ait olanı elimizde tutmak istememiz suç mu?’ diyorsunuz. Sorarım size, ‘kendi mülkünüz dediğiniz şeyi nasıl elde ettiniz? Malikler herkese ait olanı ele geçirmedilerse, nasıl zengin oldular? Eğer herkes, sadece ve sadece ihtiyacı olanı alıp gerisini diğerlerine bıraksaydı, ne zengin diye bir şey olurdu ne de yoksul.’ […]”

Hıristiyanlara havarilerin komünizmine geri dönmeleri noktasında en ateşli vaazları veren de İstanbul Patriği Aziz John Chrysostom’du (347’de Hatay’da doğmuş, 407’de Almanya’da sürgünde ölmüştü) Bu ünlü vaiz, Resullerin İşleri’yle ilgili 11. vaazında şöyle diyordu:

“Havariler arasında büyük bir yardımlaşma vardı, aralarında kimse yoksul değildi. Hiç kimse, kendisine ait olanı kendi malı olarak görmüyordu, bütün zenginlikler ortaktı. […] Aralarında büyük bir dayanışma ve yardımlaşma vardı. Bu yardımlaşma ve dayanışma aralarında hiçbir yoksul kalmayana kadar sürdü; öyle ki mülk sahibi olanlar, kendilerini mallarından kurtarmak için acele ediyorlardı. Servetlerini ikiye ayırıp bir kısmını ihtiyaç sahiplerine verip diğer kısmını kendilerine saklamıyorlardı; ellerindeki her şeyi veriyorlardı. Böylelikle aralarında hiçbir suretle eşitsizlik olmuyordu; hepsi bolluk içinde yaşıyordu. Her şey büyük bir huşuyla hallediliyordu. Verdikleri verenden alana geçiyor değildi; gösteriş yapmadan veriyorlardı; mallarını efendileri olan ve kendilerine sunulanları artık şahsi mülk olarak değil de cemaatin malı olarak kullanan havarilerin ayaklarına seriyorlardı. Bu şekilde boş bir kibre de kapılmıyorlardı. Ah! Bu gelenekler nereye gitti? Zengin-fakir hepimiz bu saygı dolu dayanışmadan yararlanıyorduk, buna uymaktan aynı hazzı almalıyız hepimiz. Zenginler, mülklerini verdiklerinde fakirleşmiş olmayacak, fakirler de zenginleşmiş olmayacaktı... Ne yapılması gerektiğine dair net bir fikir vermeye çalışalım.[…]

Şimdi bir düşünelim, zenginler de fakirler de sakin olsun, çünkü yalnızca düşünüyoruz, evet bir düşünelim, bize ait olan her şeyi ortak bir havuza koymak üzere elimizden çıkarıyoruz. Tam tutarı söyleyemeyeceğim, ancak aramızdaki herkes, cinsiyeti fark etmeksizin, bütün hazinelerini buraya getirirse, sahip olduğu tarlaları, mülkleri ve evleri satacak olursa herkes, kölelerden bahsetmiyorum, çünkü Hıristiyan toplumunda köle yoktu ve olanlar da özgürlüklerini kazanmaktaydı; yani herkesin aynı şeyi yaptığını düşünürsek, yüz binlerce sterlin değerlinde altına, milyonlara ve kıymetli eşyaya sahip olurduk.

Evet, pekâlâ! Bu şehirde kaç insan yaşıyor sizce? Kaçı Hıristiyan? Yüz bin olduğu konusunda hemfikir miyiz? Geriye kalanlar da Yahudi ve putperest diyelim. Kaç tanesiyle bir araya gelmememiz gerekiyor? Şimdi eğer yoksulların sayısını hesaplayacak olursanız, kaç çıkacak? En fazla elli bin muhtaç insan. Bu insanları her gün besleyebilmek için ne gerekiyor? Yiyecek tedariki ve bu yiyeceklerin ulaştırılması ortak şekilde organize edilirse pek fazla masraf olacağını sanmıyorum.

Şimdi muhtemelen diyeceksiniz ki bütün bu ürünler bittiğinde ne olacak? Ne olacak! Böyle bir şey olabilir mi? Tanrı’nın lütfu bundan bin kat fazla olmayacak mıdır? Yeryüzünde kuramayacak mıyız cenneti?”

Eğer daha önce malların bu şekilde ortaklaştırılması üç-beş bin mümin arasında gerçekleştirildiyse ve iyi sonuçları olduysa, aralarındaki yoksulluğu bitirdiyse, bu kadar çok insanın Hıristiyan olduğu bir dönemde neden olmasın aynısı? Ortak hazineyi arttırmak için çabalamayan paganlar arasında neden olmasın? Bir avuç insanın sahip olduğu servet çok daha kolay ve çabuk harcanır; egemenlerin daha da fazla şeye sahip olmaya başlaması yoksulluğun sebebidir. Bir erkek, bir kadın ve on çocuktan oluşan hane örneğine bakalım: Kadın dokuma yapmakla meşgul, kocası dışarıda çalışarak eve ekmek getiriyor; bana bu ailenin hangi durumda daha çok para harcayacağını söyler misiniz? Birlikte yaşayınca mı, ayrı yaşayınca mı daha fazla para harcarlar? Elbette birlikte yaşayınca. Ayrılmaları hâlinde on eve, on masaya, on hizmetçiye ve on farklı cep harçlığına gereksinim duyulacaktır. Eğer birçok köleniz varsa, ne yaparsınız? Masrafları azaltmak için hepsine ortak bir masada yemek verirsiniz, değil mi? Bölünme fakirliğin sebebidir; uyum ve birlikse zenginliklerin temeli.

Manastırlarda hâlâ ilk Hıristiyanlar gibi yaşıyorlar. Oralarda açlıktan ölen var mı? Yiyecek bulamayan var mı? Ancak günümüzde insanlar bu şekilde komünal bir yaşam sürmekten öylesine korkuyorlar ki denize düşmek onlar için daha iyi! Niçin bunu denemiyoruz? Deneyip görsek, daha az korkardık. Ne iyi yapardık! Bütün dünya karşısında nüfusları sekiz bin bile etmeyen bir avuç Hıristiyan, düşmandan başka hiçbir şeye sahip değilken, ortak yaşamak için, dışarıdan yardım almadan, cesurca adımlar attılarsa, bugün bütün dünyaya yayılmış Hıristiyanlar olarak bizler bunu niçin yapamayalım? Bunu başarsak bir tane putperest kalır mı? Bir tane bile kalmaz. Buna inanıyorum. Hepsini cezbeder ve dinimize kazandırırdık.”[9]

Aziz John Chrysostom’un bu ateşli ve tutkulu vaazları boşunaydı. İnsanlar, artık ne İstanbul’da (Konstantinopolis) ne başka bir yerde komünist bir düzen tesis etmeye uğraşıyorlardı. Hıristiyanlık yayılır ve dördüncü yüzyıldan sonra Roma’da hâkim din hâline gelirken, inananlar ilk Havarilerin örnekliklerinden gittikçe daha fazla uzaklaşıyorlardı. Hıristiyan cemaatinin içerisinde dahi malların eşitsiz dağılımı artarak devam ediyordu.

Altıncı yüzyılda, Büyük Gregory şöyle demişti:

“Başkalarının malını çalmamak yetmez; Tanrı’nın herkes için yarattığı zenginlikleri kendinize saklıyorsanız günah işliyorsunuz demektir. Sahip olduğu malları diğerlerine vermeyen bir kimse bir katil, bir canidir; bir kimse fakirlerin doymasını sağlayacak olanı kendisine sakladığı zaman, elindeki bollukla geçinebilecek olanları öldürmüş sayılabilir; elimizdekileri sefalet içinde olanlarla paylaştığımız zaman bize ait olan şeyleri onlara veriyor olmayız; onlara kendi mallarını iade etmiş oluruz. Bunun merhamet göstermekle bir ilgisi yoktur; bunu yaptığımız zaman borç ödemiş oluruz.”

Bu çağrıların tamamı sonuçsuz kaldı. Ama suç, kilise papazlarının sözlerine günümüzdeki Hıristiyanlardan çok daha fazla riayet eden o dönem Hıristiyanlarının suçu değildi. İnsanlık tarihinde ekonomik koşulların iyi söylevlere galebe çaldığı ilk dönem bu değildi şüphesiz.

İlk Hıristiyanların kurmak istediği komünizm, yani ürünlerin tüketiminin ortaklaşması, bütün nüfusun ortak mülk olan toprak ve diğer atölyeler üzerindeki toplu emeği olmaksızın gerçekleştirilemezdi. İlk Hıristiyanların döneminde, (üretim araçlarının ortaklaştırılması yoluyla) ortaya komünal bir emek koymak imkânsızdı, çünkü önceden de belirttiğimiz gibi, emeğiyle çalışanlar özgür insanlar değil, toplumun kıyısında yaşayan kölelerdi. Hıristiyanlık farklı insanlar arasındaki emek veya mülkiyet eşitsizliğini gidermeye çalışmadı. Bu yüzden de tüketimin eşitsiz bir şekilde dağılımını ortadan kaldırmak için çabalaması işe yaramadı. Komünizmi hayata geçirmeye çalışan kilise papazlarının sesleri yankı bulmadı. Dahası bu sesler kısa bir süre sonra daha da az çıkmaya başladı ve kilise nihayetinde sessizliğe gömüldü. Papazlar komünizmi ve malların bölüşülmesini vaaz etmeyi bıraktılar; çünkü Hıristiyan cemaatinin gelişimi kilisenin içerisinde de kökten değişikliklere sebep oldu.

Dördüncü Kısım

Başlangıçta Hıristiyanların sayısı azken, bildiğimiz anlamda ruhban sınıfı diye bir şey mevcut değildi. Bağımsız bir dinî cemaat oluşturan müminler, her şehirde bir araya geliyorlardı. Tanrıya hizmet etmekten ve dinî ayinleri yürütmekten sorumlu bir üye seçiyorlardı. Her Hıristiyan, piskopos veya yüksek rütbeli bir papaz olabilirdi. Bütün bunlar seçimle gerçekleşiyordu, feshedilebilir nitelikteydi, parasız yapılıyordu ve cemaatin kendi özgür iradesiyle atfettiğinden daha fazla güce de sahip değildi.[10] İnananların sayısı arttıkça, cemaatlerin nüfusu çoğaldıkça ve bu cemaatler zenginleştikçe, cemaatin işlerini yürütmek, yetki sahibi olmak vakit ve tam odaklanma gerektiren bir meşgale hâlini almaya başladı. Yetki sahipleri, kendi özel işleriyle bu meşgaleyi aynı zamanda yürütemeyince, ortaya cemaat üyeleri arasından birini, yalnızca bu işlerle ilgilenecek olan bir din adamı seçmek gibi bir âdet çıktı. Dolayısıyla, cemaatin çalışanlarına kendilerini bu işe adadıkları için ödeme yapılması gerekiyordu artık. Böylelikle, kilisenin içinde kendisini inananlardan ayıran yeni bir çalışan düzeni, ruhban sınıfı oluştu. Zenginler ve fakirler arasındaki eşitsizliğe koşut olarak, ruhban sınıfı (din adamları) ve halk arasında başka bir eşitsizlik biçimi peyda oldu. Başlangıçta geçici bir görevi yerine getirmek üzere eşitler arasından seçilen din görevlileri zamanla halka hükmeden bir sınıf oluşturmaya başladılar.

Devasa büyüklüğe ulaşmış Roma İmparatorluğu’nun şehirlerinde Hıristiyan cemaatleri artış gösterdikçe, yönetimin zulmüne uğrayan daha fazla Hıristiyan güç toplamak üzere birleşme ihtiyacı hissetmeye başladı. Bütün bir İmparatorluk sathına saçılmış olan cemaatler, dolayısıyla, tek bir kilisenin çatısı altında örgütlendiler. Ancak bu örgütlenme vesilesiyle bir araya gelen halk değil de din adamlarıydı. Dördüncü yüzyıldan itibaren, cemaatlerin papazları Konseylerde bir araya gelmeye başladılar. İlk konsey 325 yılında İznik’te toplandı. Böylece, halktan ayrı ve ayrışmış bir kurum olan ruhban sınıfı (din adamlarının oluşturduğu sınıf) vücuda geldi. Daha güçlü ve zengin cemaatlerin papazları Konseylerde başı çekiyordu. Bu yüzden de Roma Piskoposu yakın bir zamanda kendisini bütün bir Hıristiyanlığın başında buldu ve Papa oldu. Bu şekilde, kendi içinde de hiyerarşik olarak bölünen din adamları bir uçurumla halktan ayrılmış oluyordu.

Tam da o zamanlarda, halk ve din adamları arasındaki ekonomik ilişkiler büyük bir değişim geçirdi. Bu düzenin tesisinden önce, kilisenin zengin mensuplarının ortak mülkiyete kattıkları her şey yoksul insanlara gidiyordu. Sonrasında, fonların büyük bir kısmı din adamlarının ücretini ödemeye ve kiliseyi işletmeye gitmeye başladı. Dördüncü yüzyılda, Hıristiyanlık devlet tarafından korunmaya ve Roma’nın hâkim dini olarak tanınmaya başladığında, Hıristiyanlara yapılan zulümler son buldu ve bu hizmetler, artık mahzenlerde veya mütevazı salonlarda değil de gittikçe daha ihtişamlı şekilde inşa edilmeye başlanan kiliselerde yürütülür oldu. Bu masraflar da yoksullara ayrılması gereken maddi desteği azalttı. Daha beşinci yüzyılda, kilisenin gelirleri dört bölüme ayrılmıştı; önce papaza, sonra daha düşük rütbeli din adamlarına, sonra kilisenin çekip çevrilmesine ve son olarak da muhtaç insanlara harcanıyordu bu gelirler. Yoksul Hıristiyan nüfusu, bu şekilde, Başpapaz’ın tek başına aldığına eşit bir tutarı paylaşmak durumunda kalıyordu.

Zaman içerisinde, yoksullara önceden belirlenmiş tutarda bir bağış yapma alışkanlığı kayboldu. Dahası, yüksek rütbeli din adamları önem kazandıkça, daha aşağıdaki müminlerin kilisenin mülkü üzerinde herhangi bir denetimi kalmadı. Papazlar, yoksullara kendi keyiflerince bir şeyler veriyorlardı. Halk, bağlı bulunduğu din adamından yardım alıyordu. Ancak iş bununla da bitmiyordu. Hıristiyanlığın başlangıcında, müminler ortak malların toplandığı havuza içlerinden geldiğince bir şeyler sunuyorlardı. Ancak Hıristiyanlık bir Devlet dini hâlini alır almaz, din adamları fakirlerin de zenginler gibi kiliseye hediyeler sunması gerektiğini söyledi. Altıncı yüzyıldan sonra, din adamları halka kiliseye ödemek zorunda oldukları özel bir vergi dayattı: aşar vergisi (mahsullerden elde edilen gelirin yüzde onu). Halk, bu ağır vergi yükünün altında ezildi; Orta Çağ’da bu vergi kölelik düzeni dolayısıyla baskı altında olan köylülerin sırtına kırbaç gibi iniyordu. Aşar vergisi her bir toprak parçasından, her mülkten alınıyordu. Ancak bunu emeğiyle ödeyen her daim köleydi. Böylelikle yoksullar, yalnızca kilisenin yardım ve desteğini kaybetmemişler, aynı zamanda rahiplerin kendilerini sömüren diğer insanlarla, prenslerle, soylularla ve tefecilerle işbirliği yaptığını görmüşlerdi. Orta Çağ boyunca çalışan insanlar kölelik düzeninden ötürü fakirliğe battıkça, kilise daha da zenginleşti. Aşar vergisi ve diğer vergilerin yanı sıra, kilise bu dönemde her iki cinsiyetten olup da sefahate dalmış, hayatlarının son dönemlerinde günahkâr yaşamlarını affettirmeyi isteyen zenginlerden gelen büyük bağışlardan da epey kâr etti. Bu sefih zenginler, kiliseye paralarını, evlerini, içlerindeki kölelerle birlikte köylerini devrediyorlar; sahip oldukları tarlalardan ve köylülerin hizmetlerinden gelenleri sunuyorlardı.

Kilise, bu sayede muazzam bir servete sahip oldu. Aynı zamanda, din adamları kilisenin onlara emanet ettiği servetin “idareciliğini” yürütmeyi bıraktı. Kitab-ı Mukaddes’ten geldiğini söyledikleri bir yasa oluşturarak, 12. yüzyılda kilisenin servetinin Hıristiyanların tamamına ait olmadığını, din adamlarının ve onların başındaki Papa’nın özel mülkü olduğunu açıkça beyan etti. Şu durumda papazlık konumu iyi bir gelir elde etme yolunda göz alıcı fırsatlar sunuyordu. Papazlar, kilisenin malını kendi malıymış gibi kullanıyor ve akrabalarına, oğullarına, torunlarına dağıtıyordu. Bu şekilde kilisenin malları yağmalanıyor ve din adamlarının ailelerinin elinde çarçur oluyordu. Bu yüzden de Papalar, kendilerini kilisenin serveti üzerinde egemen ilân ediyorlar ve bu serveti dokunulmadan korumak, kendi miraslarının dağılmasını da engellemek için ruhban sınıfının evlenmesini yasaklıyorlardı. Ruhban sınıfı mensuplarının bekâr kalması gerektiği on birinci yüzyılda buyruldu; ancak din adamlarının muhalefeti münasebetiyle, on üçüncü yüzyıla kadar uygulamaya konulmadı. Daha sonra kilisenin servetinin dağılmasını önlemek amacıyla, 1297’de Papa VIII. Boniface, papazların gelirlerini, ondan izin almadan, halktan insanlara sunmasını yasakladı. Bu sayede kilise, bilhassa verimli toprakları da bünyesine katmak suretiyle, muazzam bir servet biriktirdi ve Hıristiyan ülkelerin tamamında ruhban sınıfı en önemli toprak sahibi konumuna yükseldi. Ruhban sınıfı, genellikle o ülkedeki toprakların üçte birini veya üçte birinden fazlasını elinde bulunduruyordu!

Köylüler, yalnızca derebeylerin hizmetini görmüyor, aynı zamanda aşar vergisini de ödüyorlardı; yalnızca prenslerin ve soyluların toprakları üzerindeki vergi değil aynı zamanda papazların, piskoposların, rahiplerin ve rahibelerin topraklarının vergisi de köylülerden kesiliyordu. Feodal zamanların bütün o kudretli efendileri arasında en fazla sömürüyü kilise yapıyordu. Örneğin Büyük Devrim’den önce, 18. yüzyılda, Fransa’da, ruhban sınıfı ülkedeki toprakların beşte birini elinde tutuyor ve bundan yıllık 100 milyon frank kadar bir gelir elde ediyordu. Toprak sahiplerinin ödediği aşar vergisi 23 milyon tutarındaydı. Bu meblağ da manastırları dolduran 2.800 papaz ve piskoposun, 5.600 üst ve alt rütbeli din adamının, 60.000 rahibin ve papaz yardımcısının, 24.000 keşişin ve rahibenin boğazına gidiyordu.

Bu papaz ordusu, vergiden ve askerî hizmet zorunluluğundan muaftı. “Afet” zamanlarında; savaş, kötü hasat ve salgın sırasında kilise devlet hazinesine 16 milyon frankı geçmeyen “gönüllü” bir vergi öderdi, o kadar.

Şu durumda soylular kadar din adamları da, ayrıcalıklarıyla birlikte, kölelerin kanı ve teri üzerinden geçinen bir sınıf teşkil ediyordu. Kilisedeki yüksek, fazla para getiren mevkiler yalnızca soylulara tevdi ediliyorlardı ve bu görevler, soylular sınıfından dışarı çıkmıyordu. Nihayetinde kölelik düzeninin hâkim olduğu bu dönemde, ruhban sınıfı soyluların sadık bir müttefikiydi; bu sınıf soylulara destek veriyor ve bu insanların vaazlardan başka bir şey vaat etmedikleri halkı ezmesine yardımcı oluyordu. Vaazlara göre yoksullar alçakgönüllü olmalı ve kendi paylarına düşene razı gelmelilerdi. Kırsal kesimde ve şehirde bulunan proleterler, baskıya ve köleliğe karşı isyana kalkıştıklarında, karşılarındaki en acımasız düşman ruhban sınıfı oluyordu. Kilise kurumunun içerisinde de iki sınıfın mevcudiyeti vakiydi: bütün serveti yiyen yüksek rütbeli din adamlarıyla mütevazı yaşamları 500 ila 2000 franka mâl olan taşra vaizleri. Bu yüzden din adamlarının bu imtiyazsız kolu daha yüksek rütbeli din adamlarına karşı ayaklandı ve 1789’da, Büyük Devrim sırasında, soyluların ve soylu rahiplerin iktidarına karşı savaşan halkın yanında yer aldı.

Beşinci Kısım

İşte kilise ve halk arasındaki ilişkiler, zaman içinde bu şekilde değişti. Hıristiyanlık, evvela imkânlardan mahrum bırakılan ve ezilen insanlara avuntu verecek bir çağrı olarak gündeme gelmişti. Toplumsal eşitsizliğe ve zenginle fakir arasındaki uçuruma karşı savaşan bir öğreti getirmiş; zenginliklerin paylaşılması gerektiğini söylemişti. Kısa bir süre sonra bu eşitlik ve kardeşlik yuvası toplumsal eşitsizlik üreten yeni bir mecra hâlini aldı. İlk havarilerin özel mülkiyete karşı verdiği mücadeleden vazgeçen ruhban sınıfı, parsayı bizzat toplamaya başladı; emekçi sınıfın emeğini sömürerek yaşayan hâkim sınıflarla ittifak kurdu. Feodal dönemde kilise, hâkim sınıf olan soylulara aitti ve devrime karşı bu sınıfın iktidarını şiddetle savunuyordu. On sekizinci yüzyılın sonu, on dokuzuncu yüzyılın başında Orta Avrupa halkları, köleliği ve soyluların ayrıcalıklarını ortadan kaldırdı. Bu sırada kilise, yeniden hâkim sınıflarla; sanayi ve ticaret alanında faal olan burjuva sınıfıyla hemen ittifak kurdu. Bugün durum değişmiştir ve ruhban sınıfı artık devasa mal varlığına sahip değil; ancak ticaret ve sanayi üzerinden insanları sömürerek verimli hâle getirmeye çalıştığı bir sermayeye sahip; tıpkı kapitalistler gibi.

Avusturya’daki Katolik Kilisesi, kendi istatistiklerine göre, 813 milyon krondan[11] fazla bir sermayeye sahipti; bunun 300 milyonu verimli arazilere ve mülklere yatırılmıştı, 387 milyonu senet olarak elde tutuluyordu ve 70 milyonluk bir tutar da fabrika sahipleriyle iş adamlarına faizle borç verilmişti. Kilise, modern zamanlara uyum sağlayarak, feodal efendiden sanayi ve ticaretin ağababasına işte bu şekilde dönüşmüştür. Eskiden olduğu gibi, kırsal kesimdeki proletaryanın emeği üzerinden zenginleşen sınıfla işbirliği yapmaya devam etmiştir.

Bu değişim, manastırların durumuna bakıldığında çok daha çarpıcı bir şekilde görünür. Almanya ve Rusya gibi bazı ülkelerde, Katoliklerin manastırları çok uzun bir süredir faaliyet göstermemektedir. Ancak Fransa, İtalya ve İspanya gibi manastırların hâlâ faal olduğu ülkelerde bütün kanıtlar, kilisenin kapitalist rejimde ne denli büyük bir rol oynadığını göstermektedir.

Orta Çağ’da manastırlar insanların sığınağıydı. Lordların ve prenslerin zalimliğinden kaçıp sığındıkları yer orasıydı; aşırı yoksulluk hâlinde yemek ve barınak bulabilmek için oralara giderlerdi. Manastırlar ve kiliseler karnı aç olanlara ekmek ve yemek vermeyi reddetmezdi. Şunu unutmayalım ki Orta Çağ’da günümüzde olağan hâle gelmiş olan ticarete dair hiçbir şey bilinmiyordu. Her bir çiftlik, her manastır, kölelerin ve zanaatkârların emeği sayesinde bolluk içinde üretim yapıyordu. Genelde din adamları, depolanan erzakları gönderecek yer bulamazlardı. Rahiplerin tüketmesi için ihtiyaçtan fazla mısır, sebze veya kereste üretildiğinde, geriye kalanın artı değeri olmuyordu. Bu fazla ürünlerin alıcısı yoktu ve bütün ürünler de depolarda saklanamıyordu. Bu şartlarda manastırlar yoksullara bakıyor, onlara, ne olursa olsun, kölelerinin ürettiklerinin küçük bir kısmını sunuyorlardı (Fazla ürünleri bu şekilde dağıtmak o dönemdeki yaygın gelenekti ve soylulara ait hemen hemen her çiftlik aynı şekilde hareket ederdi). Esasında manastırlar, cömertliğin getirilerinden epey faydalanıyorlardı; kapılarını yoksullara açmakla ün kazandıkları için, zengin ve muktedir insanlardan hediyeler alıyor, onlardan gelen bağışları kilise servetine katıyorlardı. Kapitalizmin ve alışverişe konu olan ürünün ortaya çıkmasıyla beraber, her nesneye bir fiyat yüklendi ve bu nesne değiş-tokuş edilebilir hâle geldi. Bu noktada, manastırlar, lordlar kamarası ve papazlar ihsanlarını kestiler. İnsanların sığınacağı bir yer kalmadı. Diğer bütün nedenler arasında bu durum, kapitalizmin başlangıcında, on sekizinci yüzyılda, işçiler henüz çıkarlarını korumak üzere örgütlenmemişken, yoksulluğun bu denli korkutucu boyutlara ulaşmasının sebebidir; öyle ki insanlık, Roma İmparatorluğu’nun çöküş dönemlerine geri dönmüş gibi görünmekteydi. Ancak, önceden Katolik Kilisesi komünizmi, eşitliği ve kardeşliği vazetmek suretiyle Romalı proleterlere yardım etme görevini üstlenmişken, kapitalist döneme geçince tamamen farklı davranmaya başlamıştır. O, her şeyin ötesinde insanların yoksulluğundan yarar sağlamaya; ucuz emek gücünü kullanmaya çalışmıştır. Manastırlar, kelimenin tam manasıyla, kapitalist sömürünün cehennemi hâline gelmiş; gittikçe kötüleşerek kadınların ve çocukların emeğine el koymaya başlamışlardır. 1903’te Fransa’da İyi Kılavuz Manastırı’na karşı açılan davada bu istismarlara dair büyük yankı bulan örnekler verilmiştir. 12, 10 ve 9 yaşlarındaki küçücük kızlar berbat koşullarda, dur durak bilmeden çalışmaya zorlanmışlar; bu süreçte gözleri ve bedenlerinin geri kalanı mahvolmuş, kötü beslenmişler ve hücre cezasıyla disipline edilmişlerdi.

Şu anda Fransa’da manastırlar tamamen işlevsizleştirilmiş, kilise de böylelikle doğrudan kapitalist sömürüye katılma fırsatını kaybetmiştir. Kölelere eziyetin bir diğer adı olan aşar vergisi de kaldırılmıştır. Tabii bu, ruhban sınıfının işçi sınıfından başka yöntemlerle, bilhassa ayinler, düğün, cenaze ve vaftiz törenleri aracılığıyla para almasının önünü kesememiştir. Din adamlarını destekleyen yönetimler de halkı haraca zorlamaktadır. Dahası, ABD ve İsviçre gibi dinin kişisel bir mesele olduğu yerler dışında kalan bütün ülkelerde kilise, insanların ağır koşullar altında harcadığı emeğin üzerine çöreklenerek devletten devasa değerde para sızdırmaktadır. Mesela Fransa’da din adamlarının masrafları yılda 40 milyon franka kadar çıkmıştır.[12]

Özetlemek gerekirse, kilisenin, devletin ve kapitalist sınıfın varlığını sürdürmesini sağlayan şey, sömürülen milyonlarca insanın emeğidir. Avusturya’da kilisenin gelirine dair istatistikler, geçmişte yoksulların sığınağı olan kilisenin muazzam servetine dair bir fikir vermektedir. Bundan beş yıl önce (1900 yılında) yıllık gelirleri 60 milyon krona ulaşmış ancak masrafları 35 milyonu geçmemiştir. Yani kilise, tek bir sene içerisinde, işçilerin kanı ve teri üzerine yükselen bir 25 milyon “koymuştur kenara”. Bu meblağla ilgili biraz ayrıntı verelim.

Yıllık geliri 300.000 kron olan ve yıllık masrafları bu meblağın yarısını geçmeyen Viyana Başpiskoposluğu, yılda 150.000 kronluk bir “birikim” yapabildi; Başpiskoposluğun sabit sermayesi yaklaşık 7 milyona tekabül etmektedir. Prag Başpiskoposluğu, yarım milyonun üzerinde bir gelirin tadını çıkarmakta ve yaklaşık 300.000’lik bir kısmını da masraflara ayırmaktadır; sermayesi neredeyse 11 milyon krona ulaşmıştır. Olomouc Başpiskoposluğu’nun geliri yarım milyonun üzerindedir, masrafları 400.000 tutarındadır; serveti 14 milyonu aşmaktadır. Sık sık yoksulları savunmaya soyunan daha düşük rütbeli din adamları da halkı daha az sömürüyor değildir. Avusturya’daki kilise papazlarının yıllık gelirleri 35 milyon kronu aşmıştır, yalnızca masraflar 21 milyondur; kilisenin serveti vaizlerin “birikimleriyle” toplamda 14 milyona ulaşmaktadır. Papazların sahip olduklarının ederi 450 milyondan fazladır. Son olarak da, beş yıl önce manastırlar, bütün masrafları düştüğümüzde, “net gelir” olarak yılda 5 milyon elde ediyorlardı. Kapitalizm ve devlet tarafından sömürülen emekçilerin fakirliği her yıl daha da artarken, kilisenin zenginlikleri de artmaktadır. Bizim ülkemizde de, başka ülkelerde, durum aynı Avusturya’da olduğu gibidir.

Altıncı Kısım

Kilisenin tarihini kısaca gözden geçirdikten sonra, din adamlarının daha iyi bir gelecek için mücadele eden devrimci işçilere karşı Çarlık rejimini ve kapitalistleri desteklemesine şaşıramıyoruz artık. Sınıf bilincine sahip işçiler Sosyal Demokrat Parti’de örgütlendiler, önceden Hıristiyanlığın hedefi olan toplumsal eşitlik ve kardeşlik fikrini gerçekleştirmek üzere savaşıyorlar.

Fakat eşitlik, ne köleliğe ne köylülerin esaretine dayalı bir toplumda sağlanabilirdi; eşitliğin gerçekleşmesini sağlayacak zemin, ancak günümüzdeki sanayi kapitalizmi rejiminde mevcuttur. Hıristiyan havarilerin zenginlerin bencilliğine karşı ortaya koydukları ateşli söylemlerle başaramadıklarını günümüzdeki proleterler, sınıf bilincine sahip işçiler yakın gelecekte başarabilirler; bunu da bütün ülkelerde fabrikaları, toprağı ve mevcut üretim araçlarını işçilerin ortak mülkü kılmak üzere siyasi gücü ele geçirmek suretiyle yapabilirler. Sosyal demokratların tasavvurundaki komünizm, köleler ve köylüler tarafından üretilen serveti dilenciler, zenginler ve fakirler arasında bölüştürmek değildir; dürüst olmak gerekirse, birlikte çalışmak ve bu çalışmanın ortak ürünlerinin tadını birlikte çıkarmaktır. Sosyalizm, zenginlerin yoksullara cömert hediyeler vermesi değildir; zenginle fakir arasındaki ayrımın tamamen kaybolmasıdır; bunu, insanın insan üzerindeki sömürüsünü ortadan kaldırıp, herkesi kapasitesine göre çalışmaya zorlayarak yapar.

Sosyalist bir düzen kurmak için, işçiler bu hedefi takip eden Sosyal Demokrat Parti’de örgütlenmektedir. Tam da bu yüzden sosyal demokrasi ve işçi hareketi, işçilerin emeğine çöreklenerek rahatça yaşayan hâkim sınıfların azılı nefretiyle karşılaşmaktadır.

Kilise, tüm zenginlikleri emekçi insanları sömürüp yoksullaştırmak suretiyle, hiçbir çaba sarf etmeden, istif etmektedir. Başpiskoposların ve papazların, rahibelerin ve rahiplerin, fabrika sahiplerinin, tüccarların ve toprak sahiplerinin malları, kentteki ve kırsal kesimdeki işçilerin insanlık dışı şekillerde çalıştırılmasıyla elde edilmiştir. Zaten pek zengin lordların kiliseye verdiği hediyelerin ve yaptıkları bağışın kaynağı başka ne olabilir ki? O lordlar, bütün bu malı mülkü elbette kendi el emekleri ve alın terleriyle değil, kendileri için çalışıp çabalayan işçileri sömürerek elde etmişlerdir; dün köylüleri sömürüyorlardı, bugün ücretli işçileri. Ayrıca bugün devlet yönetiminin din adamlarına verdiği maaş da devlet hazinesinden gelmektedir; bu maaşın büyük kısmı halktan alınan vergilerle ödenmektedir. Kapitalist sınıf da ruhban sınıfı gibi halkın sırtından geçinmekte; yozlaşmadan, halkın cehaletinden ve baskı altında olmasından kazanç sağlamaktadır. Ruhban sınıfı ve asalak kapitalistler, özgürlüğünü elde etmek için savaşan, haklarının bilincinde olan, örgütlü işçi sınıfından nefret eder. Kapitalistlerin ve kilisenin hüküm sürdüğü bu düzenin ortadan kalkması ve insanlar arasında eşitliğin tesis edilmesi, yalnızca halkın sömürüsü ve yoksulluğu sayesinde mevcudiyetini sürdüren ruhban sınıfına ölümcül bir darbe vuracaktır. Ancak hepsinin de ötesinde sosyalizm, halklara yeryüzünde mevcut olabilecek dürüst ve gerçek bir mutluluk yaşatmayı, insanlara mümkün olan en iyi eğitimi vermeyi ve toplum içindeki yerlerini teslim etmeyi hedeflemektedir. İşte kilisenin hizmetkârlarının da vebadan korkar gibi korktuğu şey de mutluluğun yeryüzüne indirilmesidir.

Kapitalistler, insanların bedenlerini fakirlik ve kölelik zincirlerine vurarak, çekiç darbeleriyle şekillendirdiler. Buna koşut olarak, kapitalistlere yardımcı olan ve kendi ihtiyaçlarına hizmet eden ruhban sınıfı da halkın zihnini zincirledi, madunları kara cehalete mahkûm etti; çünkü o, eğitimin kendi iktidarının sonunu getireceğini çok iyi anlamıştı. Evet, halka yeryüzünde mutluluk sağlamayı kendisine amaç edinmiş olan Hıristiyanlığın ilk öğretisini saptıran din adamları, bugün de, emekçileri katlandıkları sefaletin ve yozlaşmanın hatalı bir toplumsal yapıdan değil de cennetten geldiğine, “Kader”in bir cilvesi olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Kilise, böylelikle işçilerdeki gücü, umudu ve daha iyi bir gelecek isteğini öldürüyor, kendilerine duydukları inancı ve özsaygılarını bitiriyor. Yanlış ve zehirli öğretileriyle bugünkü rahipler de halkın cehaletini ve toplumsal yozlaşmayı durmaksızın devam ettiriyor. Şimdi size bu konuyla ilgili su götürmez kanıtlar sunacağım.

Katolik din adamlarının halkın zihnini fazlaca etkilediği ülkelerde, mesela İspanya’da ve İtalya’da, insanlar cehaletin pençesine bırakılmış durumda. Sarhoşluk ve suç oranları patlamış. Almanya’nın iki eyaletini, Bavyera ve Saksonya’yı, kıyaslayalım. Bavyera, nüfusun ağır biçimde Katolik din adamlarının etkisi altında olduğu bir tarım eyaletidir. Saksonya ise sosyal demokratların işçilerin yaşamında önemli bir rol oynadıkları, sanayileşmiş bir eyalettir. Saksonya’da sosyal demokratlar, neredeyse bütün grupların desteğini alarak parlamento seçimlerini kazandılar; bu durum burjuvanın bu “kızıl” sosyal demokrat eyalete gösterdikleri nefretin sebebini açıklamaktadır. Peki iki eyaletin suç oranlarına baktığımızda ne görüyoruz? Resmî istatistikler, ultra-Katolik Bavyera’da işlenen suçlarının sayısının “Kızıl Saksonya’da” işlenenlerden çok daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. 1898 yılında, her 100.000 kişi temel alınarak çıkarılan sonuçlar şu şekildeydi:

Tamamen benzer bir durum, rahiplerle dolu Possen’le sosyal demokrasi etkisinin çok daha fazla olduğu Berlin’i kıyasladığımızda da karşımıza çıkmaktadır. Sene boyunca Possen’deki her 100.000 kişiden 232’sinin saldırı ve yaralama edimlerinde bulunduğunu görüyoruz; bu sayı Berlin’de yalnızca 172’de kalıyor.

1869 yılında Papa’nın şehri Roma’da, tek bir ay içinde, 279 kişi cinayetten, 728 kişi saldırı ve yaralamadan, 297 kişi hırsızlıktan, 21 kişi de kundaklamaktan hüküm giydi. İşte bunlar, yoksulluk mağduru halk üzerindeki ruhban sınıfı hâkimiyetinin sonuçlarıdır.

Tabii bu din adamlarının insanları doğrudan suç işlemeye teşvik ettiği anlamına gelmiyor. Aksine, vaazlarında rahipler sıklıkla hırsızlığı, çalmayı ve ayyaşlığı kınıyorlar. Ancak insanlar, hoşlarına gittiği için veya inat olsun diye çalıyor, soyuyor veya sarhoş oluyor değillerdir. Bunların sebebi yoksulluk ve cahilliktir. Dolayısıyla, insanları cahil ve yoksul bırakan, bu durumdan çıkmak üzere eyleme geçme isteklerini ve enerjilerini öldüren, proleterleri eğitmeye çalışan herkesin önüne her türlü engeli koyan kimse, bütün bu suçlardan da o sorumludur; suç ortağı odur.

Yakın zamana kadar Katolik Belçika’daki maden bölgelerinde de benzer bir durum söz konusuydu. Sonra sosyal demokratlar gitti oraya. Mutsuz ve aşağılanmış işçilere getirdikleri coşku ülkenin her yerinde duyuldu: “İşçi, topla kendini! Çalma, sarhoş olma, ümitsizlik içinde öne eğme başını! Oku, öğren! Seninle aynı sınıftan olan kardeşlerine katıl, suyunu çıkaran sömürgecilerine karşı savaş! Yoksulluktan kurtulacak, insan gibi yaşayacaksın!”

Böylece sosyal demokratlar, her yerde insanları ayağa kaldırmakta ve umudunu kaybedenleri güçlendirmekte, zayıfları güçlü bir örgütlenmeye girmeye sevk etmektedirler. Bu konuda herhangi bir bilgisi olmayanların gözlerini açmakta, onlara eşitliğin, özgürlüğün ve kardeşlerini sevmenin yolunu göstermektedir.

Beri yanda kilisenin hizmetkârları, halkı yalnızca aşağılayacak ve cesaretlerini kıracak laflar etmektedirler. Eğer İsa bugün yeryüzüne gelecek olsaydı, şüphe yok ki zenginleri savunan ve talihsiz insanları sömürerek yaşayan rahiplere, papazlara ve piskoposlara saldırırdı; tıpkı daha önce, süfli varlıklarıyla Tanrı’nın Evi’ni kirletmesinler diye tapınaktan kovduğu tüccarlara saldırdığı gibi.

İşte baskının ve zulmün destekçileri olan din adamlarıyla özgürlüğün sözcüsü olan sosyal demokratlar arasında ciddi bir mücadelenin patlak vermesinin sebebi budur. Bu kavga, karanlık geceyle doğan güneşin kavgası değil midir? Çünkü rahipler, sosyalizme karşı akıl veya hakikat yoluyla savaşmaya kadir değillerdir; bundan ötürü şiddete ve kötülüğe başvurmaktadırlar. Yaptıkları Yehuda konuşmalarıyla sınıf bilinci yüksek işçilere iftira atmaktadırlar. Yalan ve karalama aracılığıyla, işçiler için hayatını ortaya koyan herkesi lekelemeye çalışmaktadırlar. Altın Buzağı’ya tapan ve hizmet eden bu insanlar, Çarlık Rejimi’nin suçlarına destek çıkmakta ve alkış tutmakta; halka Neron gibi zulmeden bu son zorbanın tahtını savunmaktadırlar.

Ancak bize boşuna kara çalıyorsunuz, siz Neron’un hizmetkârları hâline gelmiş, yozlaşmış Hıristiyanlar. Bizi öldürenlere, katillerimize boşuna yardım ediyorsunuz; proleterleri sömürenleri haç işareti altında boşuna koruyorsunuz. Önceden işlediğiniz zulümler ve karalamalarınız, Altın Buzağı’ya feda ettiğiniz Hıristiyanlık öğretisinin zaferini engelleyemez; çabalarınız sosyalizmin gelişini önleyemeyecek. Bugün yalanlarınız ve yaydıklarınızla putperestlerin konumunda olanlar sizlersiniz; yoksullara ve sömürülenlere dalga dalga kardeşlik ve eşitlik getirense biziz. Bir devenin iğne deliğinden geçmesinin bir zenginin cennete girmesinden daha kolay olduğunu söyleyenin önceden yaptığı gibi, dünyayı fethetmek üzere yürüyen biziz artık.

Yedinci Kısım

Son birkaç kelimeyle laflarımı bağlayayım.

Din adamları, elinin altında sosyal demokrasiyle savaşmak için iki araç bulundurmaktadırlar. İşçi sınıfı hareketinin ülkemizde (Polonya’da) olduğu gibi tanınırlık kazanmaya başladığı yerlerde, yani hâkim sınıfın hâlâ bu hareketi ezip söndürme umudu taşıdığı yerlerde din adamları, sosyalistlerle vaazlar aracılığıyla savaşıyorlar; onlara iftira ediyorlar ve işçilerin “açgözlülüğü”nü kınayıp duruyorlar. Ancak siyasi özgürlüklerin tesis edildiği ve işçi partisinin güçlü olduğu Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerde, din adamları başka araçları kullanmanın peşindeler.

Bu ülkelerde din adamları, gerçek amaçlarını saklamakta ve artık işçilere açık bir düşman gibi değil de sahte bir dost gibi yaklaşmaktadırlar. Dolayısıyla rahiplerin işçileri örgütlediğini ve “Hıristiyan” sendikaları kurduklarını görürsünüz. Söz konusu rahipler, bu şekilde işçiyi avlamaya, bu sahte sendikaların tuzağına düşürmeye çalışmaktadırlar. Din adamları, bu sendikalarda işçilere yapılan kötü muameleye karşı mücadele etmeyi ve savaşmayı tasavvur eden sosyal demokratlar, sendikaların aksine, ezilen emekçilere mütevazı olmaları gerektiğini öğretmektedirler.

Çarlık rejimi, nihayetinde Polonya ve Rusya’nın devrimci proleterlerinin darbeleriyle yıkıldığında ve ülkemizde siyasi özgürlük iklimi hüküm sürmeye başladığında, bugün militanlara karşı esip gürleyen Başkpiskopos Popiel’in ve çevresindeki din adamlarının o zaman, aniden, işçileri, yanlış yönlendirebilmek için, “Hıristiyan” ve “Ulusal” birlikler içerisinde örgütlemeye başladıklarını göreceğiz. Zaten şuan dahi, rahiplerle gelecekte kurulacak bir işbirliğini garanti altına alan ve hâlihazırda sosyal demokratları lekeleyen bu yeraltı “Ulusal Demokrasi” faaliyetinin başlangıcındayız.

Bu yüzden de işçiler tehlikeden haberdar olmalıdırlar ki devrim zaferinin şafağında işçileri öldüren Çarlık rejimini ve proleterlerin yoksulluğunun baş müsebbibi olan baskıcı sermaye aygıtını kürsülerinden savunmaya cesaret edenlerin tatlı sözlerine kanmasınlar.

İşçilerin, din adamlarının, devrim esnasındaki düşmanlığına ve devrimden sonraki sahte dostluğuna karşı kendilerini savunmak için Sosyal Demokrat Parti bünyesinde örgütlenmesi şarttır.

Din adamlarının bütün saldırılarına cevabımız şudur: Sosyal demokrasi hiçbir şekilde dinî inançlarla savaşmamaktadır. Aksine, her şahsın vicdanen tamamen özgür olmasını talep eder ve her inanca, her görüşe mümkün olduğu kadar saygı duyar. Ama rahiplerin kürsülerini işçi sınıflarına karşı siyasi mücadele aracı olarak kullanmaya başladıkları andan itibaren de işçilerin, kendi hak ve özgürlüklerinin düşmanı olan bu sınıfa karşı savaşması gerektiğini söyler. Sömürenleri her kim savunursa ve bu sefalet düzeninin sürmesine her kim sebep olursa, işte o, proleterlerin bir numaralı düşmanıdır; üzerinde ister papaz cübbesi, isterse polis üniforması olsun.

Rosa Luxemburg
İştirakî
, Sayı: 5-6, s. 53-67
Tercüme: Fatma Büşra Helvacıoğlu
Kaynak

[İlk kez 1905 yılında Polonya Sosyal Demokrat Partisi tarafından yayımlandı. –çn.]

Ayrıca bakınız: “Sosyalizmin Ruhban Karşıtı Siyaseti

Dipnotlar:
[1] Dönemin siyasi ve tarihsel koşulları göz önüne alındığında sosyal demokratlar olarak anılan grubun komünistlere tekabül ettiğini söyleyebiliriz. –çn.

[2] Papanın üstünlüğünü tanıyan Ortodoks Hıristiyanlar.

[3] Markos 10:25; Luka 18:25; Matta 19:25.

[4] Matta 25:40.

[5] Rusya’da aynı zamanda Raskilniki (Bölücüler) olarak bilinen dini bir mezhep, İncil’deki metinlerin revizyonu ve 1654’te Patrik Nikon’un ayinlere reform getirmesi dolayısıyla hakiki inanca ters gibi görülmüştür.

[6] Bkz: Mısır’dan Çıkış 32:1-8.

[7] “Proles, çocuk, evlat anlamına gelen Latince bir sözcüktür. Dolayısıyla, proleterler kendi bedenlerinden ve bedenlerinden gelen çocuklardan başka hiçbir şeye sahip olmayanların oluşturduğu bir sınıftır.” Communist Journal [“Komünist Dergi”], Sayı .1, Eylül 1847 (Londra).

“Modern toplum proleterlerin sırtından geçinirken, Romalı proleterler toplumun emeği pahasına yaşamaktaydı.” [Sismondi’nin On Sekiz Brumaire’de Karl Marx tarafından alıntılanan sözü.]

Ayrıca bkz: Engels: Komünizmin İlkeleri (2. soru)

[8] Bkz. Tertullian (c. 160–230): “Bütün mallarımızı kardeşler olarak ortak kullanıyoruz; mülk sahibi olmak, genellikle sizin kardeşliğinizi sona erdiren bir şeydir. Zihinsel ve ruhsal açıdan birleşmiş olan birer kardeş olarak bizler, mallarımızı ortak kullanma konusunda tereddüt etmiyoruz. Kadınlarımız hariç her şeyi paylaşıyoruz. Yunan ve Romalı paganların ortak kullandığı tek şeyde, kadınların paylaşımı konusunda, biz ayrılıyoruz.” Resullerin İşleri 1:39.

[9] Abbé Barcille: Jean Chrycostome, Paris 1869, Sayı:7, s. 599–603.

[10] Aziz Pavlus’un Mektuplar’ında ve Resullerin İşleri’nde görüldüğü üzere, yerel papazlıklar mutlaka (amiyane tabirle) “intikam alır gibi” tek bir otoritenin altında toplanmış görünüyordu. Seçilmişlerdi seçilmesine ama bu muhtemelen yerel elçilerin, havarilerin, Paul ve Barnabas’ın onları tayin etmesiyle olmuştu. Resullerin İşleri 6’nın ve Aziz Pavlus’un pastoral Mektuplar’ının ortaya çıkardıklarına bakarak, bu tayinin duayla yapıldığından ve “kutsal” olarak nitelendirildiğinden şüphe duymamız için bir gerekçemiz yoktur. Aziz Pavlus yaşarken tayin edildikleri zaman, elbette ki yukarıdan bir yerlerden denetleniyorlardı.” Gore: Dr. Streeter and the Primitive Church, (“Dr. Streeter ve İlkel Kilise”), s. 12 ve 13.

[11] 1900 yılında bir kron bir frank veya 10d (peni) kadardı.

[12] Bu yazının 1905 yılında yazıldığı unutulmamalıdır. Sonrasında Fransa, kilisenin hâkimiyetini sarsmıştır ve devlet artık Cumhuriyetçi Fransa’nın, bilinmeyen bir sebepten ötürü, Emperyal Almanya ve İkinci Fransız İmparatorluğu’nun geleneklerini sürdürdüğü Haut-Rhin, Bas-Rhin ve Moselle gibi yerler dışında din adamı tayin etmemektedir.

0 Yorum: