Giriş
“Avrupa’nın
hasta adamı” olarak anılan Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’nın sona
ermesi ardından, Ekim 1918’de resmi olarak yıkıldı. Bu koşullarda yeni ve
egemen bir Türk devletinin hayatta kalma ve yaşama ihtimalinden de pek söz edilemiyordu.
Müttefik Kuvvetler’in lideri olarak Britanya İmparatorluğu ülkeye, Osmanlı
toprağının önemli bir kısmını ondan kopartan, ulusal egemenliğini sınırlayan ve
savaş öncesinde Batılı güçlere kimsenin dokunamadığı haklar bahşetmiş olan
teslimiyetçi rejimi muhafaza eden bir barış anlaşması dayattı.
Bu
dönem, Anadolu’daki Türk direniş hareketinin doğumuna ve hızla büyümesine
tanıklık etti. Söz konusu hareket, genç Bolşevik devletinden, ardından, farklı
gerekçelerle, Fransa ve İtalya’dan önemli bir uluslararası destek gördü. Türk
milliyetçileri de Rus Bolşevikleri de Batılı emperyalist güçlerin ve onlara
bağlı vekil güçlerin tehdidi altındaydı. Bu vekil güçlerden biri de
Yunanistan’dı. Bu ülke, Doğu Akdeniz’de İngiliz politikasını koruyan bir kale
olarak iş görüyordu.
Yeni
doğan Türkiye ve Rusya’yı tehdit eden Batılı emperyalist güçlere karşı
ortaklaşa verilen mücadele, Lenin liderliğinde hareket eden Bolşeviklerle Türk
milliyetçi hareketinin lideri Mustafa Kemal arasında ortak avantajları öne
çıkartan bir anlaşma zemininin oluşmasını sağladı. Bolşeviklerle
antiemperyalist Müslümanlar arasındaki dostluk ikliminin ilk başta sunduğu
vaatlere bağlı olarak bir dizi solcu Müslüman örgüt, yirmilerde Anadolu’da büyüme
imkânı buldu. Bu örgütler içerisinde en önemlisi de Anadolu’da faal olan
radikal halk hareketi olarak Yeşil Ordu Cemiyeti’ydi.
Cemiyet,
“Asya’yı Avrupa emperyalizminin nüfuzundan ve işgalinden kurtarmak
amacıyla”[1], 1920 baharında, Türk bağımsızlık savaşının ilk aşamalarında
kuruldu. Yeşil Ordu Cemiyeti’nin politik kanadı Halk Zümresi adıyla, Türkiye
Büyük Millet Meclisi vekillerinden oluşan bir grup meydana getirdi.[2] Bu
dönemde Anadolu’da başka sosyalist ve komünist örgütler de ortaya çıktı.
Bunların en önemlisi, 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nın başından
beri Rusya’da olan Mustafa Suphi’nin örgütleyip önderlik ettiği Türkiye
Komünist Partisi’ydi.
Güçlü
bir milliyetçi direniş hareketine ev sahipliği yapan ve anlaşmaya taraf olan
Osmanlı İmparatorluğu’nun karşısında duran Yunanistan, liberal-milliyetçi
Elefteryos Venizelos’un liderliğinde büyümenin yollarını arıyordu. Balkan
savaşlarıyla birlikte Selanik, Yunanistan’ın egemenliğine girdi. Böylelikle
ülkenin sınırları Bulgaristan ve Trakya’ya ulaştı. Buna ek olarak, bugün
Yunanistan’a ait olan Makedonya bölgesinin büyük bir kısmı ve Bulgaristan,
Yunanistan’a karşı konum aldı.
Bu
süreçte sanayi ve finans alanı genişledi, tarımsal üretim modernleşti.
Venizelos, idari kurumlarda reform yaptı, anayasayı revize etti. Orduyu da
modernize eden Venizelos, ülkeyi açıktan Batı, o dönemde İtilaf Kuvvetleri
yanlısı yola soktu.
Bu
ekonomik ve politik gelişmelerin neticesinde, Ekim 1918’de Yunanistan’da
sendikaların öncüsü olan, 60.000’den fazla işçiyi temsil eden 200 kadar işçi
sınıfı merkezi kuruldu. En etkili işçi örgütleri Selanik’teydi. “Balkanların
Kudüs’ü” olarak anılan bu şehir, bu adı büyük bir Yahudi nüfusuna ev sahipliği yaptığı
için almıştı. Abraham Benarogyas, aynı şehirde Sosyalist Federasyon isminde bir
örgüt kurdu.[4]
Benarogyas’ın
1909’da kurduğu federasyon öyle güçlüydü ki Lenin’in de bizzat bulunduğu 7
Kasım 1909 tarihli İkinci Enternasyonal Kongresi, Benarogyas’ın hareketini
“yeni Osmanlı Sosyalist Partisi” olarak ilân etti.[5] Oysa bu iddianın
gerçeklikle bir alakası bulunmuyordu. O dönemde Balkanlarda canlanma kaydeden
güç, farklı milletleri kucaklayan enternasyonalist sosyalizm değil,
milliyetçilikti.
Venizelos,
bu koşullarda birçok sosyalisti kendi safına kazanmasını sağlayan taktikler
geliştirdi. Bu noktada sosyalistleri Yunan muhafazakârlarına ve ülkeyi büyük
savaşta tarafsız olmasını isteyen, başka ülkelerin topraklarında hak iddiası
bulunmayan krala karşı kışkırttı. Ancak Venizelos’un tüm çabalarına rağmen
Yunan Komünist Partisi’nin habercisi olan Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi
(SEKE) merkezci güçlerin savaşı kaybettiği, Venizelos’un eski genelkurmay
başkanı General Yoannis Metaksas’ın ilk tavsiyesine karşılık, Smirna (İzmir) ve
Küçük Asya’yı (Anadolu’yu) almayı düşündüğü bir dönemde, Kasım 1918’de kuruldu.
Burada
bizim amacımız, bu iki genç sosyalist-komünist hareketin Yunanistan ve
Türkiye’de, Bolşeviklerin ana düşmanının Avrupa emperyalizmi, bilhassa İngiliz
emperyalizminin olduğu koşullarda, Lenin’in doğu politikasını nasıl
içselleştirdiğini incelemektir.[6] Burada biz, aynı zamanda Sovyetler’in Küçük
Asya’da savaş hâlinde olan iki ülkenin, Yunanistan’ın ve Türkiye’nin elitlerine
yönelik politikasını değerlendireceğiz.
Metin,
şu şekilde ilerleyecek: önce Lenin’in doğu politikasını tanımlayan hususlara
bakacağız. Ardından, Türkiye ve Yunanistan’da komünizmin attığı ilk adımları ve
Yunan komünistlerinin ülkenin Küçük Asya’da yürüttüğü harekâtı ele alma
tarzlarını değerlendireceğiz. Lenin’in doğu politikası, her ne kadar
emperyalizm teorisinden türetilmişse de onun yeni kurulan Sovyet devletinin
çıkarlarını öncelikli gördüğünü tespit eden yazıda sonuç bölümünden önce genç
Sovyetler Birliği’nin Makedonya sorununu nasıl ele aldığı meselesini, bu
sorunun Yunan komünizmi içerisinde nasıl karşılık bulduğunu aydınlatmaya
çalışacağız.
Sovyetler’in
Doğu Politikası, Türkiye ve Yunanistan
“Doğu, tüm Batı Avrupa’ya devrimci meşaleyi taşıma
becerisini haiz devrimci bir kazandır.”[7]
[Sultangaliyev]
Bolşevikler
açısından yirmili yıllar, antiemperyalist devrimin en parlak dönemidir.
Neredeyse tamamı Avrupa’daki emperyalist güçlerin sömürgeci veya yarı-sömürgeci
baskıları altında ezilen, çoğunluğu Müslüman nüfusa sahip milletlerle ittifak,
Müslüman dünyada Batı’nın iktidarını alaşağı etme ve Müslüman toplumunu
dönüştürme çabası temelinde kurulabildi. Bu ittifakın kurulmasının mümkün
olduğunu düşünenler, İslam’ın sosyal adalet yönüne vurgu yapmak suretiyle
yorumlanabileceği tespitinde bulunuyorlardı.
7
Aralık 1917 günü, iktidar olduktan kısa bir süre sonra Bolşevikler, Doğulu
Emekçi Müslümanlara Çağrı’yı yayınladılar. Bu çağrıda, Rusya Müslümanlarına “İnanç,
örf ve âdetleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız şuandan itibaren serbest ve
dokunulmazdır” diyerek güvence veriyor, Doğulu Müslümanlara kendi ülkelerindeki
emperyalist hırsızları ve halkı köleleştirenleri alaşağı etmeye çağırıyordu.[8]
Komintern’in
1920’de düzenlediği ikinci kongrede Lenin, Sovyet devletinin yeni doğu
yönelimini aktardı. “Sovyetler’in Doğu Politikası” başlığını taşıyan bu
açıklamada Lenin, daha da ileri giderek, “gelişmiş ülkelerin proletaryasının
yardımıyla Asya’nın kapitalist aşamayı atlayıp Sovyet sistemine geçiş
yapabileceğini, belirli gelişme aşamaları üzerinden komünizme ulaşabileceğini”
söylüyordu.[9] Lenin, bir Japon gazeteciye o dönemde şöyle diyordu:
“Unutulmamalıdır ki Batı,
Doğu’nun sırtından geçiniyor. Avrupa’daki emperyalist güçler, esasında
Doğu’daki sömürgeleri sayesinde zenginleşiyor, ama bu güçler bir yandan da
kendi sömürgelerini silahlandırıp onlara dövüşmeyi öğretiyor, bunu yaparak
Batı, Doğu’da kendi mezarını kazıyor.”[10]
Komintern
stratejisinin parçası olarak Sovyet yanlısı komünistler, Doğu’daki
antiemperyalist milli kurtuluş hareketleriyle dayanışma ilişkisi geliştirdiler.
Bolşeviklere göre Ekim Devrimi, “aydınlanmış” Batı ile “köleleştirilmiş” Doğu
arasında bir köprü inşa etti. Sovyet liderlerinin Komintern’in desteğiyle Eylül
1920’de Azerbaycan’ın Bakû kentinde Doğu Halkları Kurultayı’nı toplamak için
yaptıkları çağrının zeminini tam da bu kurulan köprü sağladı. Ardından
Komintern, Bakû’de Doğu Halkları Propaganda ve Eylem Kurulu’nu oluşturdu.
Sonuçta Bolşevikler, Doğulu Müslüman halklarla sayısız bağ kurdu. Açılan Doğulu
Emekçilerin Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) birçok Asyalı devrimci, eğitim
gördü.[11]
Yirmili
yılların başlarında kurulan uluslararası ilişkiler bağlamında Sovyet hükümeti,
Türkiye’deki milliyetçi hükümetle müşterek çıkarlar üzerine kurulu bir zemin
inşa etti. Mevcut koşullar, Sovyet Rusya ile Kemalist Türkiye’yi uzlaşmaya
zorluyordu. Aynı dönemde Yunanistan da İngiltere ve Fransa ile ittifak kurdu.
Venizelos’un Yunanistan’ı ayrıca İngiltere ve Fransa’nın Kasım 1918’de Rusya’da
genç Bolşevik devlete karşı yürüttükleri Ukrayna harekâtına iştirak etti. Rusya
ve Türkiye’yi asıl yakınlaştıran şey, Batılı güçlerin bölgede ve tüm Doğu
sahnesinde yürüttükleri faaliyetler ve kurdukları planlar karşısında duydukları
korkuydu. Tüm bu koşullara rağmen yakınlaşma süreci hiç de rahat ilerlemedi.
Belirli
bir düzeyde bu durum eskinin güç politikası üzerinden izah edilebilir. Sovyet
Rusya, neticede Rus İmparatorluğu’nun varisiydi ve ister Batılı olsun isterse
Doğulu, Kafkasya’yı başka güçlere terk etme niyetinde değildi. Türk elçisi
Bekir Sami, Temmuz 1920’de Moskova’yı ziyaret ettiğinde Dışişleri Bakanı Corci
Çiçerin’in “Türkiye Van’ı, Bitlis’i ve Muş’u Ermenistan’a bıraksın, nüfus
mübadelesini gerçekleştirerek bu bölgelere Ermeni nüfusunun yeniden
yerleşmesini sağlasın” önerisiyle karşılaştı. Bekir Sami, “Türkiye tek bir
karış toprağını teslim etmeyecektir” cevabını verdi.[12] İlginçtir, bu görüşme
Lenin’in Bekir Sami’yi bizzat kabul etmesine, 24 Ağustos günü Dostluk Anlaşması
taslağının imzalanmasına mani olmadı.[13]
Ardından
16 Mart 1921 günü Sovyetler-Türkiye Anlaşması imzalandı. Çiçerin’in arzuları
hilafına imza edilen bu anlaşmanın giriş bölümünde her iki ülke “emperyalizme
karşı mücadele” verecekleri taahhüdünde bulunuyordu. Neticede Moskova, İngiliz
emperyalizmine karşı Türklerle kurulacak ittifakın Ermeni ve Gürcü
komünistlerinin hassasiyetlerinden daha önemli olduğu düşüncesindeydi.[14]
Böylelikle uzun bir dönem boyunca sürecek olan ve Aralık 1925 tarihli anlaşma
ile teyit edilen Sovyetler’le Türkler arasındaki dostluk başlamış oldu. Türk
hükümetinin kendi ülkesindeki komünistlerle kurduğu ilişkilerde yaşanacak iniş
çıkışlar, bu dostluğu hiç etkilemedi.
Yereldeki
bir hükümetle veya “burjuva” milliyetçi bir hareketle emperyalistlere karşı
kurulan bir ittifak veya onlara sunulan her türden yardım, bir şekilde komünist
olmayan tarafın kendi ülkesindeki komünistlere saldırması gibi bir tehlikeyle
maluldü. Türk komünistleriyle ilişkilerde tam da bu yaşandı. Bu açmazdan
kurtulmanın bir yolu yoktu. Her yönden Moskova’nın politik ve mali desteğine
tabi olan Türkiye Komünist Partisi, reelpolitik açıdan yüzleşilen açmazda, daha
doğum anında kaybetmişti. Bu açmaz, Sovyetler Birliği’nin ve TKP’nin ömrünün
sonuna dek Moskova ile Türk komünistleri arasındaki ilişkilere de zarar verdi.
Gelgelelim,
Bolşevikler, Yunan milliyetçiliği konusunda bu tür açmazlarla yüzleşmediler.
Yunanistan, İngiltere’nin Doğu Akdeniz’deki vekil gücü olarak hareket ettiği
için Bolşevikler Yunan milliyetçiliğine her daim karşı çıktılar. İleride
göreceğimiz üzere, Bolşevikler, Yunan komünizmi karşısında, bilhassa Makedonya
sorunu konusunda, Balkanlar’da başka komünist hareketleri desteklediler. Bu
açıdan Sovyet komünizmine sadakatle bağlı olma hâli, Yunanistan’da komünist
hareketin gelişimine zarar verdi, çünkü halkın geniş kesimleri, bu sadakatin
ülkenin milli çıkarlarına, esasında kendi çıkarlarına zararlı olduğunu
düşündüler.
TKP,
YKP ve Yunanistan’ın Küçük Asya Harekâtı
Türkiye’ye
Marksist fikirler, on dokuzuncu yüzyıl sonunda girmeye başladı. Birinci Dünya
Savaşı süresince Almanya’da birçok Türk sosyalisti, Spartaküs Birliği’ne yakın
duruyordu. Rusya’da da bir Türk sosyalisti grubu vardı. Bunlar da Rus
Devrimi’ne tanıklık ettiler.
Türkiye’deki
en eski politik partilerden ve Ortadoğu’daki en eski komünist partilerden biri
olan TKP, Eylül 1920’de Bakû’de kuruldu. Rus Devrimi’ne yakınlık sayesinde
Türkiye, birçok ülkeden önce Leninist bir örgüte kavuştu. Türk komünistleri,
Komintern çalışmalarında aktif rol aldılar. Partinin liderlerinden olan Şefik
Hüsnü, 1936’ya dek Komintern İcra Komitesi’nin üyesiydi.
Eylül
1920’de, Yunanistan’ın Küçük Asya’da savaş yürüttüğü koşullarda TKP,
kuruluşundan kısa bir süre sonra faaliyetlerini Türkiye’ye kaydırmaya karar
verdi. Bu karar, Bolşeviklerin Batı emperyalizmine karşı verilen mücadelede
Türkiye’deki milliyetçi harekete sağladığı önemli maddi ve diplomatik desteğin
belirlediği ortamda alınmıştı.
TKP
kurucuları, genç Sovyet devletine yönelik olarak Türkiye’de gelişen dostane
havanın örgütün lehine olduğunu düşündü ve emperyalist güçlere karşı verilen
bağımsızlık mücadelesine iştirak etmek için Anadolu’da olmak istediler.
1920
yılının sonarında Mustafa Suphi ve partinin diğer önde gelen üyeleri Bakû’den
ayrılıp Anadolu’ya doğru yola koyuldular. Adımlarını hiç gizlemeden atan
komünistler, ülkeye yaptıkları yolculuklarında tek bir tedbir almayı bile
düşünmediler. Ama zamanlamalarının çok kötü olduğu görüldü!
TKP
grubu, Trabzon’dan ötesine geçemedi. 28 Ocak 1921 günü Mustafa Suphi ve on beş
komünist, bir takaya bindirilip Batum’a gönderildi. Sahilden ayrılmalarının
üzerinden çok geçmeden başka bir taka gelip Suphilerin takasına yanaştı.
Herkesin bildiği üzere, o ilk takadaki insanların hepsi de katledildi. Bu,
Osmanlı’da klasikleşmiş olan imha etme yöntemiydi.[15]
Eldeki
tüm kaynaklar, Mustafa Kemal idaresinde olan Ankara hükümetinin bu olayda somut
bir rolü olduğunu söylüyor. Milliyetçi ordunun önde gelen komutanlarından Kazım
Karabekir’in ve Ankara hükümetinin yereldeki en önemli temsilcisi Hamit Bey’in
planı birlikte hazırladıkları açık. Ayrıca belgelerden, Mustafa Kemal’in bu
kişilerden komünistlerden oluşan grubu durdurmalarını istediğini ve Trabzon’da
hazırlanan plana onay verdiğini görüyoruz. Ancak gene de “plan”ın “cinayet”i
içerip içermediği, katliamın orada doğaçlama olarak gerçekleştirilip
gerçekleştirilmediği sorularının cevabı hâlen daha gizemini koruyor.[16]
Haber
Moskova’ya ulaşınca, Sovyet politbürosu, Sovyet komünist partisinin üyelerini
bilgilendirmek için resmi bir açıklama yaptı. Bu açıklamanın üzerinde durduğu
ana husus, “solcu ve maceracı girişimlerin yol açacağı tehlikeler”di. Görünüşe
göre Moskova, Türk komünistlerinin iyimserliğini ve aldığı kararı
paylaşmıyordu.[17]
Suphilerin
katli, Türk-Sovyet ilişkilerini pek etkilemedi. İki taraf da meseleyi birer iş
sözleşmesinin tarafı olarak dile getirip rafa kaldırdı. Oysa ortada önemli ve
zengin dersler içeren bir deneyim vardı. 1921 yılının başlarında Türk
komünistlerinin önde gelen isimlerinin katli, esasında Sovyetler’in Doğu’da
yüzleştiği özel açmazda yapılan hatanın ilk örneğini ifade ediyordu. Bu açmazsa,
aynı anda hem milli kurtuluş hareketinin liderlerine destek verip hem de
ülkenin milliyetçi liderlerine karşı oradaki komünistleri destekleyip
örgütlemekle alakalıydı. Kemalist kadroların tüm komünist faaliyetlerinin
kökünü kazımaya başladığı dönemde, dünya komünistlerinin düzenlediği
toplantılarda protestolar gerçekleştirilse de bu durum Moskova ile Ankara
arasındaki iyi diplomatik ve ekonomik ilişkilere mani olmadı. Sovyet hükümeti,
Moskova’ya sadakatle bağlı Türk komünistlerinin kaderine aldırış etmeksizin,
Ankara ile işbirliği kurma politikasını tercih etti.
Yunanistan’da
bu mesele farklı bir boyut kazandı. İngiltere’nin vekil gücü olarak hareket
eden Yunanistan, Anadolu içlerine doğru ilerliyordu. Harekâtın zirvesine
ulaştığı noktada Yunan ordusu, Ankara’nın elli kilometre kadar yakınına
gelmişti.
Yunanistan
Sosyalist İşçi Partisi (SEKE), ülkenin o güne kadarki en büyük sendikası olan
Yunan İşçileri Genel Konfederasyonu’nun kuruluşundan birkaç gün sonra 10 Kasım
1918’de, Pire’de kuruldu. Kuruluş kongresine ülke genelinden binden fazla
delege katıldı. Selânik’te faal olan, Benarogyas’ın başkanlık ettiği federasyon
da kongrede yer aldı.[18] Sağcıların belirgin bir nüfuza sahip olduğu
koşullarda, Angelos Peçnas ve Dimitris Ligdopulos isimli tütün işçileri
partinin dümenini sola kırdı. Kongrede Angelos Peçnas, Almanya’da yaşanan Spartaküs isyanının
kürsüden anılıp onurlandırılmasını sağlarken, Dimitris Ligdopulos, parti gazetesi İşçi
Mücadelesi’nin kontrolünü ele geçirmeyi bildi.
Parti,
asli hedefini kapitalizmin yıkılması ve işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi
olarak belirledi. Mayıs 1919’da Yunan askerlerinin İzmir’e (Smirna’ya) çıktığı
günlerde parti, enternasyonalden ayrılıp Lenin’in Üçüncü Enternasyonal kurma
çabalarına katılma kararı aldı.
Şubat
1922’de, Sakarya nehri yakınlarında kurulmuş olan Yunan cephesinin çökmesinden
altı ay kadar önce, parti kendisini “Komünist Parti” olarak adlandırmayı
kararlaştırdı. 5 Kasım 1922’de Lenin’in belirlediği 21 koşulu benimseyen parti,
iki yıl sonra ismini Yunan Komünist Partisi olarak değiştirdi.
Partinin
ilk sekreteri, Pantelis Pulyopulos isimli, birden fazla dil bilen, Trotskiy’nin
düşüncelerinden belli ölçüde etkilenmiş olan 24 yaşındaki bir hukuk
öğrencisiydi.
Antik
İyonya’nın kalbi olan Smirna, Venizelos için bir takıntı hâlini almıştı. Lord
Curzon ve İngiliz diplomat Harold Nicolson, bu noktada Venizelos’u Versay’da
düzenlenen Barış Konferansı’nda Doğu Trakya ile etnik açıdan Rumların yoğun
olduğu İstanbul’u ilhak etme hedefine odaklanmaya ve Smirna rüyasından
vazgeçmeye ikna etmeye çalıştı ama bir sonuç alamadı.[19] İngilizlere göre,
Doğu Trakya ve Konstantinopol’ün ilhakı daha makul bir hedefti, zira o dönemde
Sovyetler, İstanbul ve Çanakkale üzerindeki hak iddialarından vazgeçmişti. Oysa
Smirna, Rumların yoğun olarak yaşadığı bir yer olsa da Müslümanların çoğunluğu
teşkil ettiği, Rumlara epey düşman olan bir bölgede bulunuyordu.[20] Venizelos,
Curzon ve Nicolson’ın fikirlerinin üzerinde düşünmeyi bile kabul etmedi.
Aslında bu fikir, 1915’te bizzat Venizelos’a yönelik olarak kaleme aldığı,
birbiri ardına yayınlanan iki bildiride bizzat kral yanlısı genelkurmay başkanı
Metaksas tarafından dillendirilmişti.
Metaksas,
Berlin’deki askeri akademide eğitim görmüş, parlak bir kurmay subaydı. Kral
yanlısı olan Metaksas, Venizelos’un İtilaf Kuvvetleri’nin savaşa kendi
saflarında girdiği diye ödül olarak sunduğu vaatler üzerinden sahada attığı
birçok adıma karşı çıkıyor, bu adımların anlamsız ve gerçek dışı olduklarını
söylüyordu. 1915’teki Gelibolu harekâtının yürütülmesinin imkânsız olduğunu
söyleyen Metaksas, İtilaf Kuvvetleri ile İngiltere’nin yanlış hesaplamalarının
sonucu olarak gördüğü bu harekâta karşı çıkmış, Yunanistan’ın bu güçlerin
yanında savaşa girmesi fikrine itiraz etmiş bir isimdi. Daha da önemlisi
Metaksas, Venizelos’un Yunan ordusunu Smirna’ya ve Küçük Asya’ya götürme
planına da karşı çıktı, bunun yerine yaralarına merhem olacak başka bir çözümü
önerdi ve Trakya ile Konstantinopol’ün alınması üzerinde durdu. 1915’te
Venizelos’a yazdığı iki bildiri, belirli gerekçelere vurgu yapıyordu. Önerilen
adımların doğru ve titizlikle ele alınmamış olduğunu söyleyen bildirilerinde
Metaksas, Anadolu’nun alınması için yapılacak savaşın farklı mesleklere ve
ticaret sahasında farklı mertebelere mensup Rumların yaşadığı Batı Anadolu’daki
etnik azınlıkça desteklenemeyeceğini söylüyordu. Metaksas’ın argümanına göre,
Türklerden, Çerkeslerden, Yörüklerden ve Kürdlerden oluşan Müslümanların sayısı
7 milyonu aşıyordu ve bunların neredeyse hepsi köylüydü ve savaşçıydı. Askerî
açıdan Smirna civarındaki ve içindeki Yunan askeri gücünün Türk ordusunu iç
kesimlere kadar takip etmesi, mesafenin uzunluğu ve yereldeki halkın Rumlara
olan düşmanlığı sebebiyle, mümkün değildi. Metaksas, buradan Yunan güçlerinin
1812 yılında Rusya’yı birkaç kez işgal eden Napolyon’un kaderiyle yüzleşeceği
öngörüsünde bulunuyordu.[21] Oysa Metaksas’a göre Yunanistan, ancak Müttefik
Kuvvetler savaşa girip tüm Anadolu bu ülkeler arasında taksim edilirse veya
Türk devleti Smirna civarındaki Rumları ve mülklerini tehdit edemeyecek ölçüde
küçük bir bölgeye mahkûm edilirse başarılı olabilirdi.
Tüm
bu risklerden ve belirsizliklerden kaçınmanın derdinde olan Metaksas,
Venizelos’a Yunanistan’ın İtilaf Kuvvetleri’nin karşısına tek bir taleple,
Trakya ile Konstantinopol’ün Yunanistan’ın egemenliğine girmesi talebiyle
çıkması gerektiğini öneriyordu. Dönemin milliyetçi askerî zihniyetini kuşanmış
bir isim olarak Metaksas, Yunanistan’ın topraklar üzerindeki varlığının
sürekliliğini ve bu toprak üzerindeki etnik yapının muhafazasını modern Yunan
devletinin yaşamsallığı için en önemli husus olarak görüyordu. Buna karşılık,
Lloyd George’un iğvasına kapılmış biri olarak, Smirna üzerinden Bizans’ı
yeniden kurma hayali kuran Venizelos, Metaksas’ın önerilerini reddetti. Ayrıca
muhtemelen Venizelos, İstanbul’u zaten cepte kabul ediyor, onun gelecekte
Yunanistan’ın kontrolüne kolayca gireceğini düşünüyor, öncelikle Smirna’nın
alınmasını tercih ediyordu. Venizelos, verilecek destek karşılığında Lloyd
George’a Yunan ordusunun Kemalistleri yok edeceği vaadinde bulunuyordu.
Pratikte her iki isim de Metaksas’ın tavsiyelerine kulak tıkıyordu.[22]
Tüm
bunlara ek olarak, işgale başından beri soğuk yaklaşan Fransızlar, 1918-1920
arası dönemde güneydeki Klikya eyaletinde yürütülecek sınırlı operasyonlarda
Yunanistan’ın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Fransızlar, 1918’in sonunda
Klikya’yı işgal ettiler. İngilizlerle anlaşan Fransızlar, harekât sahasını Anadolu’nun
güneydoğusundaki Antep, Urfa ve Maraş’a doğru genişlettiler. Türk milliyetçi
güçlerinin ve yereldeki halkın sert direnişiyle yüzleşen Fransızlar, Mustafa
Kemal tarafından Anadolu’daki baş tehdit olarak görülmüyordu. Asıl tehdit,
Yunan’ın işgal harekâtıydı.
22
günlük çatışmaların ardından Kemal’e bağlı milliyetçi güçler, Şubat 1920’de
Fransızları mağlup ettiler. Kimi tanıklıklara göre, Fransızlar silahlarını ve
cephanesini Kemalistlere verdiler. Bunlar, sonrasında yereldeki Ermeni nüfusuna
karşı kullanıldı. Bu anlaşma üzerine Fransızlara Klikya’dan güvenli çıkış
imkânı sunuldu.[23]
9
Mart 1920’de Kemal, Fransa ile barış anlaşması imzaladı. Fransa’nın desteğinin
ortadan kalkmasıyla birlikte Venizelos’un Kasım 1920 seçiminde aldığı yenilgi
sonrası kralcı elitlerin yönettiği, bizzat Venizelos tarafından oynanan kumarın
nasıl sonuçlanacağını kimse bilmiyordu.
1912’den
beri elinde bulundurduğu On İki Ada’nın karşısındaki, Smirna’nın güneyinde
bulunan bölgeyi işgal etmiş olan İtalyanlar, Yunanlıların Smirna’yı işgaline ta
başından beri karşılardı. Burada İtalyanların asli amacı, Güney İtalya ve
Sicilya’dan fazla nüfusu taşıyıp bölgeyi “İtalyanlaştırmak”tı. Aslında
İngiltere ve Fransa’nın Venizelos’un Yunan askerlerinin Smirna’ya çıkmasına
izin vermesinin sebebi, bu ülkelerin İtalya’nın Anadolu’daki sömürgeci
planlarını kontrol altına almak istemeleriydi. İtalya da bu koşullarda
Yunanistan’da Doğu Akdeniz’de, bilhassa Arnavutluk ve Küçük Asya’da rakip
olarak görülüyordu.
Rusya’daki
Bolşevik hükümeti, daha önce ifade ettiğimiz biçimiyle, Kemal’in milli direniş
hareketiyle işbirliği içerisindeydi. Ancak yukarıda dile getirilen,
Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal harekâtına neden karşı çıktığını izah eden
sebeplerden ayrı olarak Bolşevik politikası, temelde Lenin’in emperyalizm
analizini ve onun kapitalizmin periferisindeki, emperyalizme tabi ülkelere dair
çıkarımlarını esas alan ideolojik konumun ürünüydü. Bu analize göre, gelişmiş
Batı’da devrim yapılamamasının nedeni, Batı emperyalizminin periferideki
sömürge ülkelerden aldığı kaynaklardı. Bu sebeple, çevredeki tüm kurtuluş
hareketleri, komünist ya da sosyalist olmasa bile, desteklenmeliydi, zira bu
ülkeler, Batı’da devrimin yapılmasına katkıda bulunma, emperyalist sistemin
altının oyma imkânına sahiplerdi. Lenin ve Bolşevikler, 1919 sonrası Anadolu’da
belirledikleri politika uyarınca hareket ettiler.
Yunanistan’ın
Smirna’ya çıkartma yapması önerisine İngiliz savaş kabinesindeki kimi üyeler de
karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla, bu proje aslında Lloyd George ile Yunan
ordusunu Smirna’ya süren, Türk milliyetçi güçlerinin yenileceğini uman Venizelos’a
aitti. Lloyd George’un stratejik amacı, Doğu Akdeniz’de kurulacak büyük
Yunanistan ile Filistin’deki emperyalist projeyi birbirine bağlamak, buradan da
bu iki İngiliz yanlısı (ona tabi) Hristiyan devletiyle Hindistan ve Güney
Asya’da İngilizlere ait topraklar arasında bağ kurmaktı. Bu stratejik amaç,
Venizelos’un Küçük Asya ve Doğu Akdeniz’deki dini-etnik toplulukları
Elenleştirip bölgeye hâkim yeni bir Yunan devleti inşa etmek suretiyle Bizans
İmparatorluğu’nu mevcut koşullarda yeniden kurmayı amaçlayan yayılmacılık
hayalleriyle örtüşüyordu. Avrupa ve Balkanlar’daki güçleri, özelde Almanya ve
Bulgaristan’ı kendi pozisyonunu revize etmeye zorlayan barış anlaşmaları ile
birlikte bu rüyanın gerçek dışı olduğu görüldü. Mustafa Kemal, bu barış
anlaşmalarını ilk revize eden isimdi. Silah gücü ve dikkatle yürütülen
diplomasiyle birlikte Kemal, kendi barış anlaşmasını dayattı.
SEKE,
Küçük Asya Harekâtı ve Makedonya Meselesi
SEKE,
Küçük Asya harekâtına Komintern’in Mart 1920’de dile getirdiği talimatlarda
belirtilen ilkeler üzerinden karşı çıktı. Öncesinde halkların kendi kaderini
tayin hakkına destek sunan, Yunan-Türk çatışmasının müzakere yoluyla, ilhak
pratiğine başvurulmadan çözüme kavuşturulmasından yana olan örgüt, artık Küçük
Asya’da Rum, Ermeni ve Yahudi gibi azınlıkların haklarına dair dili tümüyle
devre dışı bırakıyordu. Bunun yerine örgüt, Yakındoğu ve Akdeniz’de Fransız ve
İngiliz emperyalizminin çıkarlarını sert bir dille eleştiren yeni bir
politikayı benimsedi. Artık SEKE, kitleleri ve Yunan askerini Türk halkına
değil, emperyalist sömürüye karşı mücadelenin bayrağı altında dövüşmeye
çağırıyor, savaş karşıtı mücadelenin taşınması gereken gerçek bayrak olduğunu
söylüyordu.
Venizelosçu
gazeteler, 30 Temmuz 1920 günü ülkede “beş deniz ve iki kıtaya yayılmış
Yunanistan” hayalinin temel zemini olan Sevr Anlaşması’nı öven makaleler
yayımlarken, SEKE’nin yayın organı Rizospastis [“Radikal”] yayın
yönetmeni Yianis Petsopulos’un şu cümleleri içeren yazısına yer veriyordu:
“Türkiye ile imzalanan barış
anlaşması çanlar çalarak, havaya kurşun sıkarak duyuruldu. Bu anlaşma, Versay’daki
anlaşma sürecini sonlandırdı, muzaffer ülkelere her şeyi teslim etti, mağluplara
ise hiçbir şey vermedi. Burjuva Avrupa ve onunla birlikte hareket eden Yunan
burjuvaları, bu anlaşmayı kutlamakta haklılar. Balkan halkları, herkesten daha
fazla çile çekti. Sekiz yılı aşkın bir süredir yoksul Yunan işçisi ve köylüsü,
küçük esnafı ve memuru durup dinlenmeden mücadele ediyor. Bir cepheden diğerine
sürükleniyor. Yurtlarına döndüklerinde ise ekmek ve yağ mücadelesine yeniden
atılmak üzere, perişan hayatlarından geriye kalan enkazı toplamak zorunda
kalıyor. İşçilerin arzuladıkları barış bu değil.”[24]
Bu
yazının yayınlandığı gün iki subay emeklisi, Fransa’nın Lyon kentindeki bir
tren istasyonunda Venizelos’u öldürmeye çalıştı. Bir yandan da Rizospastis
gazetesinin büroları ve matbaası ateşe verildi. Yunanistan’ın içeriden derin
çatlaklarla bölünmüş kendi yakın tarihinde en zor savaşı verdiği açıktı.
SEKE’nin
savaş karşıtı kampanyası öylesine güçlüydü ki yaktığı ateşin alevleri Küçük
Asya’daki orduya kadar ulaştı. 1 Ocak 1921 günü Küçük Asya’daki Komünist
Askerler Merkez Komitesi aşağıdaki ifadelere yer veren bir bildiri yayınladı:
“Bu yılın ilk günü cephede
mücadele verip aramızdan haksız yere ayrılanların yasını tutarak değil, hayatta
olan kahramanların sinelerinden ve ‘Yaşasın devrim!’ diye bağıran
yoldaşlarımızın ölü bedenlerinden yükselen o büyük çığlığı dinleyerek geçti.”[25]
1922
yılının bahar aylarında 200 kilometrelik bir hattı tutmayı başaran Yunan ordusunun
saldırısı kontrollü ilerlemekteydi. Aynı dönemde Rizospastis, cepheye
binlerce gazete ulaştırıyordu. Birçok asker, milliyetçilik karşıtı olan şu
sloganı benimsemişti: “Türk halkı kardeşimizdir, haydi ailelerimize geri
dönelim.”
Bu
savaş karşıtı kampanyayı bizzat birkaç yıl sonra içinden parti genel sekreteri
Pantelis Pulyopulos’u çıkartacak olan, Troçkist eğilimleri bulunan, parti
içerisinde faal olan “Komünist Birlik” isimli hizip örgütlemişti.
Lenin
ve Bolşevikler, Türk-Yunan savaşını yeni Sovyet devletinin çıkarlarına en iyi katkıyı
sunacak çözüme ulaşma hedefi üzerinden ele alıyordu. Bu değerlendirme ışığında
Lenin ve Bolşevikler, Batı emperyalizmiyle mücadele eden Türkiye gibi periferideki
milliyetçi hareketlere destek sunuyorlardı.
1922
baharında, başında Karl Radek’in bulunduğu Sovyet heyeti, ülkenin önde gelen
komünist tarihçilerinden olan, SEKE üyesi Yianis Kordatos’un aracılığıyla Yunan
hükümetiyle bir araya gelmek amacıyla, Atina’yı ziyaret etti. Sovyetler, bu
toplantıda Mustafa Kemal’le görüşmelere aracılık yapmayı ve Rum halkının Küçük
Asya’da Yunan devletinin egemenliğinde değil de özerk bir rejim altında
kalmasını sağlayacak bir çözüm yolunu kendisiyle müzakere etmeyi önerdi. Ancak
artık çok geçti. Ağustos 1922’de Sakarya nehri boyunca konuşlanmış olan, zaten
bitap durumda bulunan Yunan ordusu, Kemalist güçler ve halk karşısında ağır ve askeri
gücü harap eden bir mağlubiyet aldı. Ordu, bozguna uğramıştı.
Makedonya
gibi bir baş ağrıtıcı meselede ise Yunan komünistleri, Bolşeviklerin Bulgar
komünistlerini kendilerine tercih ettikleri gerçeğiyle yüzleştiler.
Makedonya
meselesi, Balkan siyasetine uzun süre zarar verdi, hatta bu zararı bugün bile belli
ölçüde vermeyi sürdürüyor. Bu cephede Lenin ve Bolşevikler, Bulgaristan’daki
komünist hareketin Balkanlardaki en gelişmiş hareket olduğunu düşündüklerinden,
Bulgar komünistlerinin Makedonya üzerindeki hak iddialarına destek sunmayı
tercih ettiler.
Lenin’in
talimatıyla 1920 yılında Balkan Komünist Federasyonu kuruldu. Türkiye Komünist
Partisi dâhil Balkan coğrafyasındaki tüm ülkelerin komünist partileri bu
federasyonun parçası oldular. Tek istisna, federasyona katılma konusunda hiçbir
zaman tam olarak hevesli olmamış olan Rumen komünistleriydi.[26]
Federasyonun
Bulgaristan’ın Sofya kentinde Mayıs ve Temmuz 1921’de düzenlediği iki toplantıda
Bulgar Komünist Partisi’nin önde gelen üyelerinden Hristo Kabakçıyev,
Balkanlardaki etnik azınlıkların kendi milletlerinin burjuvalarından kopup
sosyalist devrimin zeminini hazırlayacak olan bağımsızlık mücadelesine iştirak
etmeleri önerisinde bulundu. Sovyet delegesi Aleksandıroviç Milyutin,
Kabakçıyev’i desteklediğini dile getirdi. Her iki toplantıda başkanlığını Petsopulos’un
yaptığı Yunan komünistleri heyeti, Sovyetler’in Bulgarlarla birlikte tayin
ettikleri çizgiye uyum gösterme konusunda isteksiz olduklarını ortaya koydu,
bunun yerine, Yugoslavların mevcut sınırlara saygı gösterilmesini öngören
konumundan yana durdu.
Komintern’in
Temmuz 1924’te düzenlediği 5. Kongre, Yunan komünistleri için çok daha önemli
bir gelişmeydi. Yunan komünistleri, bu kongrede “Sovyetler’in Doğu politikası”
denilen gerçeklikle ilk kez mücadele etmek zorunda kaldılar.
Başkanlığını
Serafim Maksimos ile Pantelis Pulyopulos’un yaptığı Yunan heyeti, en
nihayetinde Makedonya ve Trakya’nın bağımsızlığı yanında Romanya ile
Bulgaristan arasında ihtilafa yol açmış olan Dobruca bölgesinin bağımsızlığını
savunan politikayı destekleyen, Dimitri Manuilski’nin millet meselesi
yaklaşımını benimsedi. Manuilski’nin düşüncesine göre, Bulgaristan’da sosyalist
devrim her an zafere ulaşabilirdi.
Ne
var ki Yunan komünistleri heyeti Yunanistan’a döndüğünde güçlü bir muhalefetle
yüzleşti. Parti merkez komitesinde Yianis Kordatos ve Tomas Apostolidis’in etkisi
altında bulunan çoğunluk, bu politikanın benimsenmesi fikrine karşı çıktı. Bu kesim,
Yunanistan-Türkiye arasında zorunlu bir nüfus mübadelesi yapılması, Küçük Asya’dan
yüz binlerce Rum mültecinin ülkeye getirilip yerleştirilmesi sonrası Yunanistan’ın
elindeki Trakya bölgesinde ve Makedonya’daki etnik açıdan Yunanistan’la bağı
kalmamış olan Yunan azınlıktan da Slav azınlıktan da söz edilemeyeceği görüşünü
savunuyordu. Ayrıca Kordatos, Bulgaristan’da sosyalist ayaklanmanın
gerçekleşmek üzere olduğu görüşünün bir efsaneden ibaret olduğu
düşüncesindeydi. Sonuç olarak, bu kesime göre, “Bağımsız Makedonya, Bağımsız
Trakya” sloganı etnik bir temelden yoksundu, ayrıca yeni gelişen ağır hayat
koşullarına kendilerini adapte etmek için mücadele veren yoksul Rum mültecilerinin
ülkeye yabancılaşmalarına, sebep olabilirdi.
Sonuç
1920’li
yıllar boyunca komünistler ve sosyalistler, zayıftı ve yeni Türkiye’de rol
almalarına izin verilmemişti. Mustafa Kemal’in kurduğu hükümet, ülke
komünistleriyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı. Bazen onları hoşgörüyle
karşıladı, bazen de ezdi.
Komünistler,
ülkede genelde baskı gördüler. Mustafa Kemal, 1925’te TKP’yi yasakladı. Ömrünün
önemli bir kısmında illegalde faaliyet yürütmek zorunda kalan parti, kitlesel
gözaltılara ve tutuklamalara maruz kaldı.
Yunanistan’da
ise Venizelos komünistlere karşı belli ölçüde hoşgörü gösterdi, çünkü o, komünistleri
kendi liberal partisinin reform yanlısı sosyal liberal kanadı olarak örgütlemek,
ardından da onları İngiltere ve Fransa yanında ülkeyi savaşa sokmak istemeyen,
bu anlamda ülkenin Anadolu’ya doğru genişlemesi fikrine karşı çıkan krala bağlı
gerici güçlerin karşısına çıkartmak istiyordu.
İlk
dönem komünistlerinin ortaya koydukları faaliyetlerin devrim hedefiyle bir
alakası yoktu. Moskova’daki liderler, devrime dair bir vehimle hareket
etmiyorlardı.[27]
Sovyet
hiyerarşisinin tepesinde bulunan Müslüman komünistlerden Sultangaliyev, 1920
yılında şu hususu açıktan dile getiriyordu: “Türk komünistleri, yeraltında
faaliyet yürüten bir grup işçiden ve Rusya’da bulunan, savaşta esir alınmış Türklerden
oluşuyor. Bu grup fazla büyük değil ama çok yoğun çalışıyor.” Önde gelen
Bolşeviklerden, Sovyetler’in Türkiye uzmanı Pavloviç’se 1921’de şu tespiti
yapıyordu: “Belirli tarihsel sebepler üzerinden dinle kurduğu bağ sebebiyle Türk
halkı, şu an komünist programı benimseyemez.”[28]
Komintern’in
1921’de gerçekleşen 3. Kongre’sinde Süleyman Nuri, Karadeniz’de yaşanan ve Türk
komünizminin en iyi isimlerinin katledildiği olayı ağır bir dille eleştirse de Mustafa
Kemal emperyalizmle mücadele ettiği sürece onun desteklenmesi gerektiğini
düşündüğünü söylüyordu.[29]
Genel
anlamda Sovyetler’in Doğu politikasında ana amaç, Sovyetler’in Batılı güçler ve
vekilleri karşısında Türkiye’de nüfuzunu artırmak, bir yandan da Bulgar
komünistleri gibi Balkanlar’daki güçlü komünist hareketleri desteklemekti. Bu amaç
doğrultusunda Sovyetler, bir tercih yapmak zorunda kaldı: ya bu ülkelerde
milliyetçilerden ya da komünistlerden yana saf tutacaktı.
Yunan
komünistleri de Sovyetler’in Doğu politikasınca yönlendirildiler. Anadolu’daki
etnik azınlıklar meselesine dair görüşlerini değiştirdiler. Küçük Asya cephesinde
çarpışan askerlerin morallerini zayıflatmak için uğraştılar. Ancak birçok sağcı
yazarın iddiasının aksine, Yunanlıların Ağustos 1922’de yaşadığı yenilgide
komünistler önemli bir paya sahip değillerdi.
Yunanistan’da
Sovyetler, yürüttükleri Doğu politikası dâhilinde Yunan komünistlerini
Komintern çizgisine uygun çalışmaya ikna etme konusunda epey güçlük çekti. En fazla
zorluğun yaşandığı konu ise Makedonya meselesiydi. Komintern, Makedonya ve Trakya’nın
bağımsızlığını savunuyordu ama bu görüş, Yunan komünist hareketinin liderlerinin
önemli bir kısmında karşılık bulmuyordu. Zira komünistler, Yunanistan’ın
elindeki Makedonya ve Trakya topraklarında bulunan Yunan nüfusunu yetersiz
buluyor, Yunanistan ile Türkiye arasında yaşanacak nüfus mübadelesi sonucu
sorunların yaşanacağını düşünüyorlardı.
İşin
tuhaf yanı, Sovyetler Birliği bu bağımsızlık talebinden hiçbir zaman
vazgeçmedi. Bu talep, 1946-1949 arası dönemde Yunanistan’da yaşanan iç savaş
süresince ve iki büyük savaş arasında birçok kez gündeme geldi. Böylelikle Yunan
milletinin çıkarlarına karşı olan görüşlerden yana durmak suretiyle Sovyet
komünizmi, Yunanistan’da komünizmin layığınca gelişeceği zemini zayıflattı. Aynı
etkiye, Türkiye’deki komünist hareketin kesintiye uğramış gelişim süreci dâhilinde
de yol açtı.
Vasilis K. Fuskas
Bülent Gökay
Kaynak
[Kaynak:
Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 2020, Cilt 22, s. 210-221.]
İngiltere’deki Doğu Londra
Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü olarak çalışan Vasilis K.
Fuskas, aynı zamanda Devletler, Piyasalar ve Halklar Çalışması Merkezi’nin
(STAMP) direktörü ve Balkan and Near Eastern Studies’in [“Balkan ve
Yakındoğu Çalışmaları Dergisi”] kurucu yayın yönetmenidir.
İngiltere’deki Keele
Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü olarak çalışan Bülent Gökay, Journal
of Global Faultlines’ın [“Küresel Fay Hatları Dergisi”] kurucu yayın
yönetmenidir. Vasilis ile birlikte ABD’deki ekonomik çöküşü ele alan üç
kitaptan oluşan çalışmayı Vasilis ile birlikte tamamlamıştır. Çalışmanın son
kitabı, The Disintegration of Euro-Atlanticism and New Authoritarianism –
Global Power-Shift (“Avro-Atlantikçiliğin Dağılması ve Yeni Otoriterizm:
Dünyadaki Güç Değişimi -Palgrave, 2019) ismini taşımaktadır.
Dipnotlar:
[1] Y. Nadi, Çerkez Ethem Kuvvetleri’nin İhaneti, Cumhuriyet Kitaplığı,
İstanbul, 1955, s. 11.
[2]
B. Gokay, A Clash of Empires: Turkey Between Russian Bolshevism and British
Imperialism, 1918–1923, I. B. Tauris, Londra, 1997, s. 104–106.
[3]
A.g.e.
[4]
Bkz.: Abraham Benarogia, The First Milestone of the Greek Proletariat (Yunanca),
Commune, Atina, 1986; ve Mark Mazower, Salonica—City of Ghosts,
HarperCollins, Londra, 2005.
[5]
Bkz.: Takis Mastrogianopoulos, “The Greek labour movement up to the foundation
of SEKE” (Yunanca), Marxist Thought, 14, Temmuz-Eylül 2014, s. 7–29.
[6]
Sovyet dış siyasetinde Doğu yönelimi, Komintern’in 1920 tarihli ikinci
kongresinde açığa çıktı.
[7]
Aktaran: B. Lazitch ve M. M. Drachkovich, Lenin and the Comintern, Cilt
I, Hoover Institution Press, Stanford, 1972., s. 379.
[8]
Yayına Hz.: John Riddell, To See the Dawn. Baku, 1920. First Congress of the
Peoples of the East, Pathfinder Press, Londra, 1993, Ek 2, s. 259. Çağrının
Türkçesi: İştiraki.
[9]
V. I. Lenin, ‘Report of the Commission on the National and Colonial Question’,
Selected Works içinde, Cilt. 3, Progress Publishers, Moskova, 1967, s. 459.
[10]
V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 42, s. 196 (4 Haziran 1920 tarihli
söyleşi). Şurası açık ki Lenin, burada Çarlık rejimine karşı sergiledikleri
fedakârlıklarına ve militanlıklarına hayran olduğu halkçıların (Narodniklerin)
görüşünü aktarıyor. Lenin’in stratejisiyle Narodnikler arasındaki sürekliliği
ortaya koyan, Rus halkçılığıyla ilgili uzak ara en iyi çalışma, Franco
Venturi’nin ilkin Einaudi tarafından 1972’de Torino’da yayımlanan Il
Populismo Russo [“Rus Halkçılığı”] isimli kitaptır.
[11]
Stephen White, ‘Communism and the East: The Baku Congress, 1920’, Slavic
Review, XXXIII (3), 1974, s. 492–514. Türkçesi: İştiraki.
[12]
‘Bekir Sami to Chicherin’, AVP, Fond: Ref about Turkey, Moskova, 4 Temmuz 1920,
a.g.e., s. 3, D. 3, Pap. 2.
[13]
‘Statement from the Central Committee of Russian Communist Party’, AVP, Fond:
Near East, Moskova, Temmuz 1920, a.g.e., s. 3, Por. 1, Pap. 2.
[14]
A. F. Cebesoy, Moskova Hatıraları, Vatan Neşriyat, İstanbul,
1955, s. 61–2, 141–151.
[15]
Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Elvan Yayınları, Ankara, 1967, s.
231–3.
[16]
B. Gokay, “The Turkish Communist Party: The Fate of the Founders”, Middle
Eastern Studies, 29(2), 1993, s. 220–235.
[17] Internal Party Report, RCP(B), TsPA, Fond, Moskova, 20 Şubat 1921, s. 5, a.g.e., 2, D. 2. (Pravda, Suphilerin öldürülmesi konusunda Türkiye’ye açıktan ancak 31 Ocak 1951’de saldırabildi. Yazıda Suphi, “Türk halkının sadık evladı” olarak tarif ediliyordu.) Türkçesi: İştiraki.
[18]
Bkz.: Dimitris Asteriou, ‘From SEKE to KKE (in Greek)’, Marxist Thought,
Sayı. 14, Temmuz-Eylül 2014, s. 30–43.
[19]
Venizelos’un Küçük Asya politikası ile ilgili en iyi değerlendirmelerden biri
de Michael Llewellyn-Smith’in Ionian Vision: Greece in Asia Minor 1919–1922
[“İyonya Vizyonu: 1919-1922 Arası Dönemde Yunanistan’ın Küçük Asya’daki
Faaliyetleri”] isimli çalışmasıdır (Londra: Hurst, 1998). Doktora çalışmasını
içeren kitabın yazarı, 1996-1999 arası dönemde İngiltere’nin Yunanistan
büyükelçiliğini yapmıştır. Duygusal açıdan Yunanistan yanlısı bir konum alıyor
olsa da yazar, olguları doğru aktarmaktadır. Ancak Venizelos gibi zeki birinin
Yunanistan’ın İyonya macerasının yol açacağı, birçoklarının yaptıkları
uyarılarda dillendirdikleri riskleri neden göremediği sorusunu yazar da
cevaplayamamaktadır. Yunan tarihçileri, geçmişte Venizelos yanlıları/karşıtları olarak
ikiye ayrışmış durumdaydı. Bu, ne yazık ki günümüzde de geçerli bir sorun. Grigoris
Dafnis, Yunanca olarak kaleme aldığı Greece between the Wars [“İki Savaş
Arasında Yunanistan” -Kaktos, Atina, 1997, ilk baskısı 1954 tarihli] isimli
kitabında Venizelos’un Yunan politikasına yaptığı olumlu katkının Balkan
savaşlarında elde edilen başarılarla son bulduğunu söylüyor. Bu savaşların
ardından Venizelos’un oynadığı rolün sorunlu bir rol olarak görülmesi
gerekiyor. Venizelos yanlısı bir tarihçi olan Dafnis, siyasete İkinci Dünya
Savaşı sonrası kökleri Venizelosçu liberallere uzanan Merkez Birlik Partisi
üyesi olarak, George Papandreu yanında giren Dafnis, Venizelos’un Küçük Asya
politikası konusunda ölçülü bir değerlendirmede bulunuyor.
[20]
Özellikle Toynbee’nin döneme ilişkin değerlendirmesine bakılabilir: Arnold J.
Toynbee, The Western Question in Greece and Turkey: A Study in the Contact
of Civilisations, Constable, Londra, 1922. O uzun raporunu hazırlamadan
önce Batı Anadolu’nun önemli bir kısmını gezen Toynbee, Midilli (Lesbos)
adasının karşısında bulunan Kidoniyai’nin (Ayvalık) Müslümana rastlamadığı tek
kasaba olduğunu söylüyor. Çalışmasında Toynbee, Venizelos’un iddialarının ve
Lozan’da sunduğu etnografik delillere karşın, Yunanlıların Batı Anadolu’da
azınlık olduğu, ama Yahudiler ve Ermenilerle birlikte ticarete kafası çalışan
aktif bir millet olarak yaşadıkları iddiasında bulunuyor. Toynbee’nin bu
değerlendirmesi Türkiye yanlısı bulundu. Bunun sonucunda Londra’daki King’s
College üniversitesinde kendisine verilen, Yunanlı düşünür Yoannis Korais’in
adını taşıyan kürsüyü kaybetti. Kürsü, 1918 yılında Venizelos kabinesinin
desteğiyle kurulmuştu.
[21]
Burada şu çalışmada aktarılan değerlendirmeden istifade ediyoruz: Alexandros A.
Pallis, Greece’s Anatolian Venture—and After: A Survey of the Diplomatic and
Political Aspects of the Greek Expedition to Asia Minor (1915–1922),
Methuen, Londra, 1937, s. 22–5.
[22]
Metaksas, Yunanistan’ın Küçük Asya’daki varlığıyla ilgili fikrini hiçbir zaman
değiştirmedi. Küçük Asya harekâtının yürütüldüğü sürecin tam ortasında, Kasım
1920’de Venizelos seçimi kral yanlısı muhafazakâr güçlere kaybedince kral,
İtalya’da sürgünde olan Metaksas’ı ülkeye davet etti ve kampanyasının
liderliğini üstlenmesini istedi. Metaksas, o dönem Yunan ordusu Anadolu’nun iç
kesimlerinde Kemalistler karşısında kimi önemli mevziler elde etse de bu
teklifi lafı hiç dolandırmadan reddetti.
[23]
Özellikle bkz.: Sarkis Torossian, From Dardanelles to Palestine: A True
Story of Five Battle Fronts of Turkey and her Allies and a Harem Romance (Hatırat),
Meador, Boston, 1947, s. 180 ve sonrası. Türk resmi tarihyazımı, yazarın
değerlendirmesine karşı çıkıyor. Bu noktada Torosyan’ın Gelibolu savaşında
yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusunda savaştığını, liderlik etme becerileriyle
öne çıktığını anımsamak gerekiyor. Ailesinden birçok ismi kaybeden Torosyan, 1915’te Ermenilerin kitleler hâlinde sınır dışı edildiği süreçte Osmanlı
ordusundan ayrılıyor.
[24]
Rizospastis, “Editorial” (Yunanca), 20 Temmuz 1920, s. 1.
[25]
KKE—Official Texts (Yunanca), Cilt. I, Synchroni Epochi, Atina, 1974, s.
176–78.
[26].
Burada şu çalışmanın görüşünü takip ediyoruz: Alexander Dagas ve George Leondiadis, Comintern
and the Macedonian Issue (Yunanca), Trochalia, Atina, 1997, s. 59 ve
sonrası.
[27].
“From Zinoviev to Lenin, Trotsky, Radek and Bukharin”, 14 Kasım 1902; Moskova,
TsPA, Fond:5, op. cit., 3, D. 141.
[28].
Report on the communist movement in Turkey, from Pavlowitch to Lenin, for the
year 1921, Moskova, TsPA, Fond:5, a.g.e., 3, D. 213. Ayrıca bkz.:
Pavlowitch, “Greek-Turkish communists”, Kommunisticheski Internatsional,
(17), s. 4427–8.
[29]. Protokoll des dritten Kongresses der Kommunistischen Internationale (Moskova 22 Haziran-12 Temmuz 1921), Hamburg, 1921, s. 998–9.
0 Yorum:
Yorum Gönder