15 Mayıs 2025

,

Lenin’in “Doğu Politikası”, Türkiye ve Yunanistan’da Komünizm

Giriş

“Avrupa’nın hasta adamı” olarak anılan Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ardından, Ekim 1918’de resmi olarak yıkıldı. Bu koşullarda yeni ve egemen bir Türk devletinin hayatta kalma ve yaşama ihtimalinden de pek söz edilemiyordu. Müttefik Kuvvetler’in lideri olarak Britanya İmparatorluğu ülkeye, Osmanlı toprağının önemli bir kısmını ondan kopartan, ulusal egemenliğini sınırlayan ve savaş öncesinde Batılı güçlere kimsenin dokunamadığı haklar bahşetmiş olan teslimiyetçi rejimi muhafaza eden bir barış anlaşması dayattı.

Bu dönem, Anadolu’daki Türk direniş hareketinin doğumuna ve hızla büyümesine tanıklık etti. Söz konusu hareket, genç Bolşevik devletinden, ardından, farklı gerekçelerle, Fransa ve İtalya’dan önemli bir uluslararası destek gördü. Türk milliyetçileri de Rus Bolşevikleri de Batılı emperyalist güçlerin ve onlara bağlı vekil güçlerin tehdidi altındaydı. Bu vekil güçlerden biri de Yunanistan’dı. Bu ülke, Doğu Akdeniz’de İngiliz politikasını koruyan bir kale olarak iş görüyordu.

Yeni doğan Türkiye ve Rusya’yı tehdit eden Batılı emperyalist güçlere karşı ortaklaşa verilen mücadele, Lenin liderliğinde hareket eden Bolşeviklerle Türk milliyetçi hareketinin lideri Mustafa Kemal arasında ortak avantajları öne çıkartan bir anlaşma zemininin oluşmasını sağladı. Bolşeviklerle antiemperyalist Müslümanlar arasındaki dostluk ikliminin ilk başta sunduğu vaatlere bağlı olarak bir dizi solcu Müslüman örgüt, yirmilerde Anadolu’da büyüme imkânı buldu. Bu örgütler içerisinde en önemlisi de Anadolu’da faal olan radikal halk hareketi olarak Yeşil Ordu Cemiyeti’ydi.

Cemiyet, “Asya’yı Avrupa emperyalizminin nüfuzundan ve işgalinden kurtarmak amacıyla”[1], 1920 baharında, Türk bağımsızlık savaşının ilk aşamalarında kuruldu. Yeşil Ordu Cemiyeti’nin politik kanadı Halk Zümresi adıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi vekillerinden oluşan bir grup meydana getirdi.[2] Bu dönemde Anadolu’da başka sosyalist ve komünist örgütler de ortaya çıktı. Bunların en önemlisi, 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nın başından beri Rusya’da olan Mustafa Suphi’nin örgütleyip önderlik ettiği Türkiye Komünist Partisi’ydi.

Güçlü bir milliyetçi direniş hareketine ev sahipliği yapan ve anlaşmaya taraf olan Osmanlı İmparatorluğu’nun karşısında duran Yunanistan, liberal-milliyetçi Elefteryos Venizelos’un liderliğinde büyümenin yollarını arıyordu. Balkan savaşlarıyla birlikte Selanik, Yunanistan’ın egemenliğine girdi. Böylelikle ülkenin sınırları Bulgaristan ve Trakya’ya ulaştı. Buna ek olarak, bugün Yunanistan’a ait olan Makedonya bölgesinin büyük bir kısmı ve Bulgaristan, Yunanistan’a karşı konum aldı.

Bu süreçte sanayi ve finans alanı genişledi, tarımsal üretim modernleşti. Venizelos, idari kurumlarda reform yaptı, anayasayı revize etti. Orduyu da modernize eden Venizelos, ülkeyi açıktan Batı, o dönemde İtilaf Kuvvetleri yanlısı yola soktu.

Bu ekonomik ve politik gelişmelerin neticesinde, Ekim 1918’de Yunanistan’da sendikaların öncüsü olan, 60.000’den fazla işçiyi temsil eden 200 kadar işçi sınıfı merkezi kuruldu. En etkili işçi örgütleri Selanik’teydi. “Balkanların Kudüs’ü” olarak anılan bu şehir, bu adı büyük bir Yahudi nüfusuna ev sahipliği yaptığı için almıştı. Abraham Benarogyas, aynı şehirde Sosyalist Federasyon isminde bir örgüt kurdu.[4]

Benarogyas’ın 1909’da kurduğu federasyon öyle güçlüydü ki Lenin’in de bizzat bulunduğu 7 Kasım 1909 tarihli İkinci Enternasyonal Kongresi, Benarogyas’ın hareketini “yeni Osmanlı Sosyalist Partisi” olarak ilân etti.[5] Oysa bu iddianın gerçeklikle bir alakası bulunmuyordu. O dönemde Balkanlarda canlanma kaydeden güç, farklı milletleri kucaklayan enternasyonalist sosyalizm değil, milliyetçilikti.

Venizelos, bu koşullarda birçok sosyalisti kendi safına kazanmasını sağlayan taktikler geliştirdi. Bu noktada sosyalistleri Yunan muhafazakârlarına ve ülkeyi büyük savaşta tarafsız olmasını isteyen, başka ülkelerin topraklarında hak iddiası bulunmayan krala karşı kışkırttı. Ancak Venizelos’un tüm çabalarına rağmen Yunan Komünist Partisi’nin habercisi olan Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi (SEKE) merkezci güçlerin savaşı kaybettiği, Venizelos’un eski genelkurmay başkanı General Yoannis Metaksas’ın ilk tavsiyesine karşılık, Smirna (İzmir) ve Küçük Asya’yı (Anadolu’yu) almayı düşündüğü bir dönemde, Kasım 1918’de kuruldu.

Burada bizim amacımız, bu iki genç sosyalist-komünist hareketin Yunanistan ve Türkiye’de, Bolşeviklerin ana düşmanının Avrupa emperyalizmi, bilhassa İngiliz emperyalizminin olduğu koşullarda, Lenin’in doğu politikasını nasıl içselleştirdiğini incelemektir.[6] Burada biz, aynı zamanda Sovyetler’in Küçük Asya’da savaş hâlinde olan iki ülkenin, Yunanistan’ın ve Türkiye’nin elitlerine yönelik politikasını değerlendireceğiz.

Metin, şu şekilde ilerleyecek: önce Lenin’in doğu politikasını tanımlayan hususlara bakacağız. Ardından, Türkiye ve Yunanistan’da komünizmin attığı ilk adımları ve Yunan komünistlerinin ülkenin Küçük Asya’da yürüttüğü harekâtı ele alma tarzlarını değerlendireceğiz. Lenin’in doğu politikası, her ne kadar emperyalizm teorisinden türetilmişse de onun yeni kurulan Sovyet devletinin çıkarlarını öncelikli gördüğünü tespit eden yazıda sonuç bölümünden önce genç Sovyetler Birliği’nin Makedonya sorununu nasıl ele aldığı meselesini, bu sorunun Yunan komünizmi içerisinde nasıl karşılık bulduğunu aydınlatmaya çalışacağız.

Sovyetler’in Doğu Politikası, Türkiye ve Yunanistan

Doğu, tüm Batı Avrupa’ya devrimci meşaleyi taşıma becerisini haiz devrimci bir kazandır.”[7]

[Sultangaliyev]

Bolşevikler açısından yirmili yıllar, antiemperyalist devrimin en parlak dönemidir. Neredeyse tamamı Avrupa’daki emperyalist güçlerin sömürgeci veya yarı-sömürgeci baskıları altında ezilen, çoğunluğu Müslüman nüfusa sahip milletlerle ittifak, Müslüman dünyada Batı’nın iktidarını alaşağı etme ve Müslüman toplumunu dönüştürme çabası temelinde kurulabildi. Bu ittifakın kurulmasının mümkün olduğunu düşünenler, İslam’ın sosyal adalet yönüne vurgu yapmak suretiyle yorumlanabileceği tespitinde bulunuyorlardı.

7 Aralık 1917 günü, iktidar olduktan kısa bir süre sonra Bolşevikler, Doğulu Emekçi Müslümanlara Çağrı’yı yayınladılar. Bu çağrıda, Rusya Müslümanlarına “İnanç, örf ve âdetleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız şuandan itibaren serbest ve dokunulmazdır” diyerek güvence veriyor, Doğulu Müslümanlara kendi ülkelerindeki emperyalist hırsızları ve halkı köleleştirenleri alaşağı etmeye çağırıyordu.[8]

Komintern’in 1920’de düzenlediği ikinci kongrede Lenin, Sovyet devletinin yeni doğu yönelimini aktardı. “Sovyetler’in Doğu Politikası” başlığını taşıyan bu açıklamada Lenin, daha da ileri giderek, “gelişmiş ülkelerin proletaryasının yardımıyla Asya’nın kapitalist aşamayı atlayıp Sovyet sistemine geçiş yapabileceğini, belirli gelişme aşamaları üzerinden komünizme ulaşabileceğini” söylüyordu.[9] Lenin, bir Japon gazeteciye o dönemde şöyle diyordu:

“Unutulmamalıdır ki Batı, Doğu’nun sırtından geçiniyor. Avrupa’daki emperyalist güçler, esasında Doğu’daki sömürgeleri sayesinde zenginleşiyor, ama bu güçler bir yandan da kendi sömürgelerini silahlandırıp onlara dövüşmeyi öğretiyor, bunu yaparak Batı, Doğu’da kendi mezarını kazıyor.”[10]

Komintern stratejisinin parçası olarak Sovyet yanlısı komünistler, Doğu’daki antiemperyalist milli kurtuluş hareketleriyle dayanışma ilişkisi geliştirdiler. Bolşeviklere göre Ekim Devrimi, “aydınlanmış” Batı ile “köleleştirilmiş” Doğu arasında bir köprü inşa etti. Sovyet liderlerinin Komintern’in desteğiyle Eylül 1920’de Azerbaycan’ın Bakû kentinde Doğu Halkları Kurultayı’nı toplamak için yaptıkları çağrının zeminini tam da bu kurulan köprü sağladı. Ardından Komintern, Bakû’de Doğu Halkları Propaganda ve Eylem Kurulu’nu oluşturdu. Sonuçta Bolşevikler, Doğulu Müslüman halklarla sayısız bağ kurdu. Açılan Doğulu Emekçilerin Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) birçok Asyalı devrimci, eğitim gördü.[11]

Yirmili yılların başlarında kurulan uluslararası ilişkiler bağlamında Sovyet hükümeti, Türkiye’deki milliyetçi hükümetle müşterek çıkarlar üzerine kurulu bir zemin inşa etti. Mevcut koşullar, Sovyet Rusya ile Kemalist Türkiye’yi uzlaşmaya zorluyordu. Aynı dönemde Yunanistan da İngiltere ve Fransa ile ittifak kurdu. Venizelos’un Yunanistan’ı ayrıca İngiltere ve Fransa’nın Kasım 1918’de Rusya’da genç Bolşevik devlete karşı yürüttükleri Ukrayna harekâtına iştirak etti. Rusya ve Türkiye’yi asıl yakınlaştıran şey, Batılı güçlerin bölgede ve tüm Doğu sahnesinde yürüttükleri faaliyetler ve kurdukları planlar karşısında duydukları korkuydu. Tüm bu koşullara rağmen yakınlaşma süreci hiç de rahat ilerlemedi.

Belirli bir düzeyde bu durum eskinin güç politikası üzerinden izah edilebilir. Sovyet Rusya, neticede Rus İmparatorluğu’nun varisiydi ve ister Batılı olsun isterse Doğulu, Kafkasya’yı başka güçlere terk etme niyetinde değildi. Türk elçisi Bekir Sami, Temmuz 1920’de Moskova’yı ziyaret ettiğinde Dışişleri Bakanı Corci Çiçerin’in “Türkiye Van’ı, Bitlis’i ve Muş’u Ermenistan’a bıraksın, nüfus mübadelesini gerçekleştirerek bu bölgelere Ermeni nüfusunun yeniden yerleşmesini sağlasın” önerisiyle karşılaştı. Bekir Sami, “Türkiye tek bir karış toprağını teslim etmeyecektir” cevabını verdi.[12] İlginçtir, bu görüşme Lenin’in Bekir Sami’yi bizzat kabul etmesine, 24 Ağustos günü Dostluk Anlaşması taslağının imzalanmasına mani olmadı.[13]

Ardından 16 Mart 1921 günü Sovyetler-Türkiye Anlaşması imzalandı. Çiçerin’in arzuları hilafına imza edilen bu anlaşmanın giriş bölümünde her iki ülke “emperyalizme karşı mücadele” verecekleri taahhüdünde bulunuyordu. Neticede Moskova, İngiliz emperyalizmine karşı Türklerle kurulacak ittifakın Ermeni ve Gürcü komünistlerinin hassasiyetlerinden daha önemli olduğu düşüncesindeydi.[14] Böylelikle uzun bir dönem boyunca sürecek olan ve Aralık 1925 tarihli anlaşma ile teyit edilen Sovyetler’le Türkler arasındaki dostluk başlamış oldu. Türk hükümetinin kendi ülkesindeki komünistlerle kurduğu ilişkilerde yaşanacak iniş çıkışlar, bu dostluğu hiç etkilemedi.

Yereldeki bir hükümetle veya “burjuva” milliyetçi bir hareketle emperyalistlere karşı kurulan bir ittifak veya onlara sunulan her türden yardım, bir şekilde komünist olmayan tarafın kendi ülkesindeki komünistlere saldırması gibi bir tehlikeyle maluldü. Türk komünistleriyle ilişkilerde tam da bu yaşandı. Bu açmazdan kurtulmanın bir yolu yoktu. Her yönden Moskova’nın politik ve mali desteğine tabi olan Türkiye Komünist Partisi, reelpolitik açıdan yüzleşilen açmazda, daha doğum anında kaybetmişti. Bu açmaz, Sovyetler Birliği’nin ve TKP’nin ömrünün sonuna dek Moskova ile Türk komünistleri arasındaki ilişkilere de zarar verdi.

Gelgelelim, Bolşevikler, Yunan milliyetçiliği konusunda bu tür açmazlarla yüzleşmediler. Yunanistan, İngiltere’nin Doğu Akdeniz’deki vekil gücü olarak hareket ettiği için Bolşevikler Yunan milliyetçiliğine her daim karşı çıktılar. İleride göreceğimiz üzere, Bolşevikler, Yunan komünizmi karşısında, bilhassa Makedonya sorunu konusunda, Balkanlar’da başka komünist hareketleri desteklediler. Bu açıdan Sovyet komünizmine sadakatle bağlı olma hâli, Yunanistan’da komünist hareketin gelişimine zarar verdi, çünkü halkın geniş kesimleri, bu sadakatin ülkenin milli çıkarlarına, esasında kendi çıkarlarına zararlı olduğunu düşündüler.

TKP, YKP ve Yunanistan’ın Küçük Asya Harekâtı

Türkiye’ye Marksist fikirler, on dokuzuncu yüzyıl sonunda girmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı süresince Almanya’da birçok Türk sosyalisti, Spartaküs Birliği’ne yakın duruyordu. Rusya’da da bir Türk sosyalisti grubu vardı. Bunlar da Rus Devrimi’ne tanıklık ettiler.

Türkiye’deki en eski politik partilerden ve Ortadoğu’daki en eski komünist partilerden biri olan TKP, Eylül 1920’de Bakû’de kuruldu. Rus Devrimi’ne yakınlık sayesinde Türkiye, birçok ülkeden önce Leninist bir örgüte kavuştu. Türk komünistleri, Komintern çalışmalarında aktif rol aldılar. Partinin liderlerinden olan Şefik Hüsnü, 1936’ya dek Komintern İcra Komitesi’nin üyesiydi.

Eylül 1920’de, Yunanistan’ın Küçük Asya’da savaş yürüttüğü koşullarda TKP, kuruluşundan kısa bir süre sonra faaliyetlerini Türkiye’ye kaydırmaya karar verdi. Bu karar, Bolşeviklerin Batı emperyalizmine karşı verilen mücadelede Türkiye’deki milliyetçi harekete sağladığı önemli maddi ve diplomatik desteğin belirlediği ortamda alınmıştı.

TKP kurucuları, genç Sovyet devletine yönelik olarak Türkiye’de gelişen dostane havanın örgütün lehine olduğunu düşündü ve emperyalist güçlere karşı verilen bağımsızlık mücadelesine iştirak etmek için Anadolu’da olmak istediler.

1920 yılının sonarında Mustafa Suphi ve partinin diğer önde gelen üyeleri Bakû’den ayrılıp Anadolu’ya doğru yola koyuldular. Adımlarını hiç gizlemeden atan komünistler, ülkeye yaptıkları yolculuklarında tek bir tedbir almayı bile düşünmediler. Ama zamanlamalarının çok kötü olduğu görüldü!

TKP grubu, Trabzon’dan ötesine geçemedi. 28 Ocak 1921 günü Mustafa Suphi ve on beş komünist, bir takaya bindirilip Batum’a gönderildi. Sahilden ayrılmalarının üzerinden çok geçmeden başka bir taka gelip Suphilerin takasına yanaştı. Herkesin bildiği üzere, o ilk takadaki insanların hepsi de katledildi. Bu, Osmanlı’da klasikleşmiş olan imha etme yöntemiydi.[15]

Eldeki tüm kaynaklar, Mustafa Kemal idaresinde olan Ankara hükümetinin bu olayda somut bir rolü olduğunu söylüyor. Milliyetçi ordunun önde gelen komutanlarından Kazım Karabekir’in ve Ankara hükümetinin yereldeki en önemli temsilcisi Hamit Bey’in planı birlikte hazırladıkları açık. Ayrıca belgelerden, Mustafa Kemal’in bu kişilerden komünistlerden oluşan grubu durdurmalarını istediğini ve Trabzon’da hazırlanan plana onay verdiğini görüyoruz. Ancak gene de “plan”ın “cinayet”i içerip içermediği, katliamın orada doğaçlama olarak gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği sorularının cevabı hâlen daha gizemini koruyor.[16]

Haber Moskova’ya ulaşınca, Sovyet politbürosu, Sovyet komünist partisinin üyelerini bilgilendirmek için resmi bir açıklama yaptı. Bu açıklamanın üzerinde durduğu ana husus, “solcu ve maceracı girişimlerin yol açacağı tehlikeler”di. Görünüşe göre Moskova, Türk komünistlerinin iyimserliğini ve aldığı kararı paylaşmıyordu.[17]

Suphilerin katli, Türk-Sovyet ilişkilerini pek etkilemedi. İki taraf da meseleyi birer iş sözleşmesinin tarafı olarak dile getirip rafa kaldırdı. Oysa ortada önemli ve zengin dersler içeren bir deneyim vardı. 1921 yılının başlarında Türk komünistlerinin önde gelen isimlerinin katli, esasında Sovyetler’in Doğu’da yüzleştiği özel açmazda yapılan hatanın ilk örneğini ifade ediyordu. Bu açmazsa, aynı anda hem milli kurtuluş hareketinin liderlerine destek verip hem de ülkenin milliyetçi liderlerine karşı oradaki komünistleri destekleyip örgütlemekle alakalıydı. Kemalist kadroların tüm komünist faaliyetlerinin kökünü kazımaya başladığı dönemde, dünya komünistlerinin düzenlediği toplantılarda protestolar gerçekleştirilse de bu durum Moskova ile Ankara arasındaki iyi diplomatik ve ekonomik ilişkilere mani olmadı. Sovyet hükümeti, Moskova’ya sadakatle bağlı Türk komünistlerinin kaderine aldırış etmeksizin, Ankara ile işbirliği kurma politikasını tercih etti.

Yunanistan’da bu mesele farklı bir boyut kazandı. İngiltere’nin vekil gücü olarak hareket eden Yunanistan, Anadolu içlerine doğru ilerliyordu. Harekâtın zirvesine ulaştığı noktada Yunan ordusu, Ankara’nın elli kilometre kadar yakınına gelmişti.

Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi (SEKE), ülkenin o güne kadarki en büyük sendikası olan Yunan İşçileri Genel Konfederasyonu’nun kuruluşundan birkaç gün sonra 10 Kasım 1918’de, Pire’de kuruldu. Kuruluş kongresine ülke genelinden binden fazla delege katıldı. Selânik’te faal olan, Benarogyas’ın başkanlık ettiği federasyon da kongrede yer aldı.[18] Sağcıların belirgin bir nüfuza sahip olduğu koşullarda, Angelos Peçnas ve Dimitris Ligdopulos isimli tütün işçileri partinin dümenini sola kırdı. Kongrede Angelos Peçnas, Almanya’da yaşanan Spartaküs isyanının kürsüden anılıp onurlandırılmasını sağlarken, Dimitris Ligdopulos, parti gazetesi İşçi Mücadelesi’nin kontrolünü ele geçirmeyi bildi.

Parti, asli hedefini kapitalizmin yıkılması ve işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi olarak belirledi. Mayıs 1919’da Yunan askerlerinin İzmir’e (Smirna’ya) çıktığı günlerde parti, enternasyonalden ayrılıp Lenin’in Üçüncü Enternasyonal kurma çabalarına katılma kararı aldı.

Şubat 1922’de, Sakarya nehri yakınlarında kurulmuş olan Yunan cephesinin çökmesinden altı ay kadar önce, parti kendisini “Komünist Parti” olarak adlandırmayı kararlaştırdı. 5 Kasım 1922’de Lenin’in belirlediği 21 koşulu benimseyen parti, iki yıl sonra ismini Yunan Komünist Partisi olarak değiştirdi.

Partinin ilk sekreteri, Pantelis Pulyopulos isimli, birden fazla dil bilen, Trotskiy’nin düşüncelerinden belli ölçüde etkilenmiş olan 24 yaşındaki bir hukuk öğrencisiydi.

Antik İyonya’nın kalbi olan Smirna, Venizelos için bir takıntı hâlini almıştı. Lord Curzon ve İngiliz diplomat Harold Nicolson, bu noktada Venizelos’u Versay’da düzenlenen Barış Konferansı’nda Doğu Trakya ile etnik açıdan Rumların yoğun olduğu İstanbul’u ilhak etme hedefine odaklanmaya ve Smirna rüyasından vazgeçmeye ikna etmeye çalıştı ama bir sonuç alamadı.[19] İngilizlere göre, Doğu Trakya ve Konstantinopol’ün ilhakı daha makul bir hedefti, zira o dönemde Sovyetler, İstanbul ve Çanakkale üzerindeki hak iddialarından vazgeçmişti. Oysa Smirna, Rumların yoğun olarak yaşadığı bir yer olsa da Müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği, Rumlara epey düşman olan bir bölgede bulunuyordu.[20] Venizelos, Curzon ve Nicolson’ın fikirlerinin üzerinde düşünmeyi bile kabul etmedi. Aslında bu fikir, 1915’te bizzat Venizelos’a yönelik olarak kaleme aldığı, birbiri ardına yayınlanan iki bildiride bizzat kral yanlısı genelkurmay başkanı Metaksas tarafından dillendirilmişti.

Metaksas, Berlin’deki askeri akademide eğitim görmüş, parlak bir kurmay subaydı. Kral yanlısı olan Metaksas, Venizelos’un İtilaf Kuvvetleri’nin savaşa kendi saflarında girdiği diye ödül olarak sunduğu vaatler üzerinden sahada attığı birçok adıma karşı çıkıyor, bu adımların anlamsız ve gerçek dışı olduklarını söylüyordu. 1915’teki Gelibolu harekâtının yürütülmesinin imkânsız olduğunu söyleyen Metaksas, İtilaf Kuvvetleri ile İngiltere’nin yanlış hesaplamalarının sonucu olarak gördüğü bu harekâta karşı çıkmış, Yunanistan’ın bu güçlerin yanında savaşa girmesi fikrine itiraz etmiş bir isimdi. Daha da önemlisi Metaksas, Venizelos’un Yunan ordusunu Smirna’ya ve Küçük Asya’ya götürme planına da karşı çıktı, bunun yerine yaralarına merhem olacak başka bir çözümü önerdi ve Trakya ile Konstantinopol’ün alınması üzerinde durdu. 1915’te Venizelos’a yazdığı iki bildiri, belirli gerekçelere vurgu yapıyordu. Önerilen adımların doğru ve titizlikle ele alınmamış olduğunu söyleyen bildirilerinde Metaksas, Anadolu’nun alınması için yapılacak savaşın farklı mesleklere ve ticaret sahasında farklı mertebelere mensup Rumların yaşadığı Batı Anadolu’daki etnik azınlıkça desteklenemeyeceğini söylüyordu. Metaksas’ın argümanına göre, Türklerden, Çerkeslerden, Yörüklerden ve Kürdlerden oluşan Müslümanların sayısı 7 milyonu aşıyordu ve bunların neredeyse hepsi köylüydü ve savaşçıydı. Askerî açıdan Smirna civarındaki ve içindeki Yunan askeri gücünün Türk ordusunu iç kesimlere kadar takip etmesi, mesafenin uzunluğu ve yereldeki halkın Rumlara olan düşmanlığı sebebiyle, mümkün değildi. Metaksas, buradan Yunan güçlerinin 1812 yılında Rusya’yı birkaç kez işgal eden Napolyon’un kaderiyle yüzleşeceği öngörüsünde bulunuyordu.[21] Oysa Metaksas’a göre Yunanistan, ancak Müttefik Kuvvetler savaşa girip tüm Anadolu bu ülkeler arasında taksim edilirse veya Türk devleti Smirna civarındaki Rumları ve mülklerini tehdit edemeyecek ölçüde küçük bir bölgeye mahkûm edilirse başarılı olabilirdi.

Tüm bu risklerden ve belirsizliklerden kaçınmanın derdinde olan Metaksas, Venizelos’a Yunanistan’ın İtilaf Kuvvetleri’nin karşısına tek bir taleple, Trakya ile Konstantinopol’ün Yunanistan’ın egemenliğine girmesi talebiyle çıkması gerektiğini öneriyordu. Dönemin milliyetçi askerî zihniyetini kuşanmış bir isim olarak Metaksas, Yunanistan’ın topraklar üzerindeki varlığının sürekliliğini ve bu toprak üzerindeki etnik yapının muhafazasını modern Yunan devletinin yaşamsallığı için en önemli husus olarak görüyordu. Buna karşılık, Lloyd George’un iğvasına kapılmış biri olarak, Smirna üzerinden Bizans’ı yeniden kurma hayali kuran Venizelos, Metaksas’ın önerilerini reddetti. Ayrıca muhtemelen Venizelos, İstanbul’u zaten cepte kabul ediyor, onun gelecekte Yunanistan’ın kontrolüne kolayca gireceğini düşünüyor, öncelikle Smirna’nın alınmasını tercih ediyordu. Venizelos, verilecek destek karşılığında Lloyd George’a Yunan ordusunun Kemalistleri yok edeceği vaadinde bulunuyordu. Pratikte her iki isim de Metaksas’ın tavsiyelerine kulak tıkıyordu.[22]

Tüm bunlara ek olarak, işgale başından beri soğuk yaklaşan Fransızlar, 1918-1920 arası dönemde güneydeki Klikya eyaletinde yürütülecek sınırlı operasyonlarda Yunanistan’ın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Fransızlar, 1918’in sonunda Klikya’yı işgal ettiler. İngilizlerle anlaşan Fransızlar, harekât sahasını Anadolu’nun güneydoğusundaki Antep, Urfa ve Maraş’a doğru genişlettiler. Türk milliyetçi güçlerinin ve yereldeki halkın sert direnişiyle yüzleşen Fransızlar, Mustafa Kemal tarafından Anadolu’daki baş tehdit olarak görülmüyordu. Asıl tehdit, Yunan’ın işgal harekâtıydı.

22 günlük çatışmaların ardından Kemal’e bağlı milliyetçi güçler, Şubat 1920’de Fransızları mağlup ettiler. Kimi tanıklıklara göre, Fransızlar silahlarını ve cephanesini Kemalistlere verdiler. Bunlar, sonrasında yereldeki Ermeni nüfusuna karşı kullanıldı. Bu anlaşma üzerine Fransızlara Klikya’dan güvenli çıkış imkânı sunuldu.[23]

9 Mart 1920’de Kemal, Fransa ile barış anlaşması imzaladı. Fransa’nın desteğinin ortadan kalkmasıyla birlikte Venizelos’un Kasım 1920 seçiminde aldığı yenilgi sonrası kralcı elitlerin yönettiği, bizzat Venizelos tarafından oynanan kumarın nasıl sonuçlanacağını kimse bilmiyordu.

1912’den beri elinde bulundurduğu On İki Ada’nın karşısındaki, Smirna’nın güneyinde bulunan bölgeyi işgal etmiş olan İtalyanlar, Yunanlıların Smirna’yı işgaline ta başından beri karşılardı. Burada İtalyanların asli amacı, Güney İtalya ve Sicilya’dan fazla nüfusu taşıyıp bölgeyi “İtalyanlaştırmak”tı. Aslında İngiltere ve Fransa’nın Venizelos’un Yunan askerlerinin Smirna’ya çıkmasına izin vermesinin sebebi, bu ülkelerin İtalya’nın Anadolu’daki sömürgeci planlarını kontrol altına almak istemeleriydi. İtalya da bu koşullarda Yunanistan’da Doğu Akdeniz’de, bilhassa Arnavutluk ve Küçük Asya’da rakip olarak görülüyordu.

Rusya’daki Bolşevik hükümeti, daha önce ifade ettiğimiz biçimiyle, Kemal’in milli direniş hareketiyle işbirliği içerisindeydi. Ancak yukarıda dile getirilen, Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal harekâtına neden karşı çıktığını izah eden sebeplerden ayrı olarak Bolşevik politikası, temelde Lenin’in emperyalizm analizini ve onun kapitalizmin periferisindeki, emperyalizme tabi ülkelere dair çıkarımlarını esas alan ideolojik konumun ürünüydü. Bu analize göre, gelişmiş Batı’da devrim yapılamamasının nedeni, Batı emperyalizminin periferideki sömürge ülkelerden aldığı kaynaklardı. Bu sebeple, çevredeki tüm kurtuluş hareketleri, komünist ya da sosyalist olmasa bile, desteklenmeliydi, zira bu ülkeler, Batı’da devrimin yapılmasına katkıda bulunma, emperyalist sistemin altının oyma imkânına sahiplerdi. Lenin ve Bolşevikler, 1919 sonrası Anadolu’da belirledikleri politika uyarınca hareket ettiler.

Yunanistan’ın Smirna’ya çıkartma yapması önerisine İngiliz savaş kabinesindeki kimi üyeler de karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla, bu proje aslında Lloyd George ile Yunan ordusunu Smirna’ya süren, Türk milliyetçi güçlerinin yenileceğini uman Venizelos’a aitti. Lloyd George’un stratejik amacı, Doğu Akdeniz’de kurulacak büyük Yunanistan ile Filistin’deki emperyalist projeyi birbirine bağlamak, buradan da bu iki İngiliz yanlısı (ona tabi) Hristiyan devletiyle Hindistan ve Güney Asya’da İngilizlere ait topraklar arasında bağ kurmaktı. Bu stratejik amaç, Venizelos’un Küçük Asya ve Doğu Akdeniz’deki dini-etnik toplulukları Elenleştirip bölgeye hâkim yeni bir Yunan devleti inşa etmek suretiyle Bizans İmparatorluğu’nu mevcut koşullarda yeniden kurmayı amaçlayan yayılmacılık hayalleriyle örtüşüyordu. Avrupa ve Balkanlar’daki güçleri, özelde Almanya ve Bulgaristan’ı kendi pozisyonunu revize etmeye zorlayan barış anlaşmaları ile birlikte bu rüyanın gerçek dışı olduğu görüldü. Mustafa Kemal, bu barış anlaşmalarını ilk revize eden isimdi. Silah gücü ve dikkatle yürütülen diplomasiyle birlikte Kemal, kendi barış anlaşmasını dayattı.

SEKE, Küçük Asya Harekâtı ve Makedonya Meselesi

SEKE, Küçük Asya harekâtına Komintern’in Mart 1920’de dile getirdiği talimatlarda belirtilen ilkeler üzerinden karşı çıktı. Öncesinde halkların kendi kaderini tayin hakkına destek sunan, Yunan-Türk çatışmasının müzakere yoluyla, ilhak pratiğine başvurulmadan çözüme kavuşturulmasından yana olan örgüt, artık Küçük Asya’da Rum, Ermeni ve Yahudi gibi azınlıkların haklarına dair dili tümüyle devre dışı bırakıyordu. Bunun yerine örgüt, Yakındoğu ve Akdeniz’de Fransız ve İngiliz emperyalizminin çıkarlarını sert bir dille eleştiren yeni bir politikayı benimsedi. Artık SEKE, kitleleri ve Yunan askerini Türk halkına değil, emperyalist sömürüye karşı mücadelenin bayrağı altında dövüşmeye çağırıyor, savaş karşıtı mücadelenin taşınması gereken gerçek bayrak olduğunu söylüyordu.

Venizelosçu gazeteler, 30 Temmuz 1920 günü ülkede “beş deniz ve iki kıtaya yayılmış Yunanistan” hayalinin temel zemini olan Sevr Anlaşması’nı öven makaleler yayımlarken, SEKE’nin yayın organı Rizospastis [“Radikal”] yayın yönetmeni Yianis Petsopulos’un şu cümleleri içeren yazısına yer veriyordu:

“Türkiye ile imzalanan barış anlaşması çanlar çalarak, havaya kurşun sıkarak duyuruldu. Bu anlaşma, Versay’daki anlaşma sürecini sonlandırdı, muzaffer ülkelere her şeyi teslim etti, mağluplara ise hiçbir şey vermedi. Burjuva Avrupa ve onunla birlikte hareket eden Yunan burjuvaları, bu anlaşmayı kutlamakta haklılar. Balkan halkları, herkesten daha fazla çile çekti. Sekiz yılı aşkın bir süredir yoksul Yunan işçisi ve köylüsü, küçük esnafı ve memuru durup dinlenmeden mücadele ediyor. Bir cepheden diğerine sürükleniyor. Yurtlarına döndüklerinde ise ekmek ve yağ mücadelesine yeniden atılmak üzere, perişan hayatlarından geriye kalan enkazı toplamak zorunda kalıyor. İşçilerin arzuladıkları barış bu değil.”[24]

Bu yazının yayınlandığı gün iki subay emeklisi, Fransa’nın Lyon kentindeki bir tren istasyonunda Venizelos’u öldürmeye çalıştı. Bir yandan da Rizospastis gazetesinin büroları ve matbaası ateşe verildi. Yunanistan’ın içeriden derin çatlaklarla bölünmüş kendi yakın tarihinde en zor savaşı verdiği açıktı.

SEKE’nin savaş karşıtı kampanyası öylesine güçlüydü ki yaktığı ateşin alevleri Küçük Asya’daki orduya kadar ulaştı. 1 Ocak 1921 günü Küçük Asya’daki Komünist Askerler Merkez Komitesi aşağıdaki ifadelere yer veren bir bildiri yayınladı:

“Bu yılın ilk günü cephede mücadele verip aramızdan haksız yere ayrılanların yasını tutarak değil, hayatta olan kahramanların sinelerinden ve ‘Yaşasın devrim!’ diye bağıran yoldaşlarımızın ölü bedenlerinden yükselen o büyük çığlığı dinleyerek geçti.”[25]

1922 yılının bahar aylarında 200 kilometrelik bir hattı tutmayı başaran Yunan ordusunun saldırısı kontrollü ilerlemekteydi. Aynı dönemde Rizospastis, cepheye binlerce gazete ulaştırıyordu. Birçok asker, milliyetçilik karşıtı olan şu sloganı benimsemişti: “Türk halkı kardeşimizdir, haydi ailelerimize geri dönelim.”

Bu savaş karşıtı kampanyayı bizzat birkaç yıl sonra içinden parti genel sekreteri Pantelis Pulyopulos’u çıkartacak olan, Troçkist eğilimleri bulunan, parti içerisinde faal olan “Komünist Birlik” isimli hizip örgütlemişti.

Lenin ve Bolşevikler, Türk-Yunan savaşını yeni Sovyet devletinin çıkarlarına en iyi katkıyı sunacak çözüme ulaşma hedefi üzerinden ele alıyordu. Bu değerlendirme ışığında Lenin ve Bolşevikler, Batı emperyalizmiyle mücadele eden Türkiye gibi periferideki milliyetçi hareketlere destek sunuyorlardı.

1922 baharında, başında Karl Radek’in bulunduğu Sovyet heyeti, ülkenin önde gelen komünist tarihçilerinden olan, SEKE üyesi Yianis Kordatos’un aracılığıyla Yunan hükümetiyle bir araya gelmek amacıyla, Atina’yı ziyaret etti. Sovyetler, bu toplantıda Mustafa Kemal’le görüşmelere aracılık yapmayı ve Rum halkının Küçük Asya’da Yunan devletinin egemenliğinde değil de özerk bir rejim altında kalmasını sağlayacak bir çözüm yolunu kendisiyle müzakere etmeyi önerdi. Ancak artık çok geçti. Ağustos 1922’de Sakarya nehri boyunca konuşlanmış olan, zaten bitap durumda bulunan Yunan ordusu, Kemalist güçler ve halk karşısında ağır ve askeri gücü harap eden bir mağlubiyet aldı. Ordu, bozguna uğramıştı.

Makedonya gibi bir baş ağrıtıcı meselede ise Yunan komünistleri, Bolşeviklerin Bulgar komünistlerini kendilerine tercih ettikleri gerçeğiyle yüzleştiler.

Makedonya meselesi, Balkan siyasetine uzun süre zarar verdi, hatta bu zararı bugün bile belli ölçüde vermeyi sürdürüyor. Bu cephede Lenin ve Bolşevikler, Bulgaristan’daki komünist hareketin Balkanlardaki en gelişmiş hareket olduğunu düşündüklerinden, Bulgar komünistlerinin Makedonya üzerindeki hak iddialarına destek sunmayı tercih ettiler.

Lenin’in talimatıyla 1920 yılında Balkan Komünist Federasyonu kuruldu. Türkiye Komünist Partisi dâhil Balkan coğrafyasındaki tüm ülkelerin komünist partileri bu federasyonun parçası oldular. Tek istisna, federasyona katılma konusunda hiçbir zaman tam olarak hevesli olmamış olan Rumen komünistleriydi.[26]

Federasyonun Bulgaristan’ın Sofya kentinde Mayıs ve Temmuz 1921’de düzenlediği iki toplantıda Bulgar Komünist Partisi’nin önde gelen üyelerinden Hristo Kabakçıyev, Balkanlardaki etnik azınlıkların kendi milletlerinin burjuvalarından kopup sosyalist devrimin zeminini hazırlayacak olan bağımsızlık mücadelesine iştirak etmeleri önerisinde bulundu. Sovyet delegesi Aleksandıroviç Milyutin, Kabakçıyev’i desteklediğini dile getirdi. Her iki toplantıda başkanlığını Petsopulos’un yaptığı Yunan komünistleri heyeti, Sovyetler’in Bulgarlarla birlikte tayin ettikleri çizgiye uyum gösterme konusunda isteksiz olduklarını ortaya koydu, bunun yerine, Yugoslavların mevcut sınırlara saygı gösterilmesini öngören konumundan yana durdu.

Komintern’in Temmuz 1924’te düzenlediği 5. Kongre, Yunan komünistleri için çok daha önemli bir gelişmeydi. Yunan komünistleri, bu kongrede “Sovyetler’in Doğu politikası” denilen gerçeklikle ilk kez mücadele etmek zorunda kaldılar.

Başkanlığını Serafim Maksimos ile Pantelis Pulyopulos’un yaptığı Yunan heyeti, en nihayetinde Makedonya ve Trakya’nın bağımsızlığı yanında Romanya ile Bulgaristan arasında ihtilafa yol açmış olan Dobruca bölgesinin bağımsızlığını savunan politikayı destekleyen, Dimitri Manuilski’nin millet meselesi yaklaşımını benimsedi. Manuilski’nin düşüncesine göre, Bulgaristan’da sosyalist devrim her an zafere ulaşabilirdi.

Ne var ki Yunan komünistleri heyeti Yunanistan’a döndüğünde güçlü bir muhalefetle yüzleşti. Parti merkez komitesinde Yianis Kordatos ve Tomas Apostolidis’in etkisi altında bulunan çoğunluk, bu politikanın benimsenmesi fikrine karşı çıktı. Bu kesim, Yunanistan-Türkiye arasında zorunlu bir nüfus mübadelesi yapılması, Küçük Asya’dan yüz binlerce Rum mültecinin ülkeye getirilip yerleştirilmesi sonrası Yunanistan’ın elindeki Trakya bölgesinde ve Makedonya’daki etnik açıdan Yunanistan’la bağı kalmamış olan Yunan azınlıktan da Slav azınlıktan da söz edilemeyeceği görüşünü savunuyordu. Ayrıca Kordatos, Bulgaristan’da sosyalist ayaklanmanın gerçekleşmek üzere olduğu görüşünün bir efsaneden ibaret olduğu düşüncesindeydi. Sonuç olarak, bu kesime göre, “Bağımsız Makedonya, Bağımsız Trakya” sloganı etnik bir temelden yoksundu, ayrıca yeni gelişen ağır hayat koşullarına kendilerini adapte etmek için mücadele veren yoksul Rum mültecilerinin ülkeye yabancılaşmalarına, sebep olabilirdi.

Sonuç

1920’li yıllar boyunca komünistler ve sosyalistler, zayıftı ve yeni Türkiye’de rol almalarına izin verilmemişti. Mustafa Kemal’in kurduğu hükümet, ülke komünistleriyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı. Bazen onları hoşgörüyle karşıladı, bazen de ezdi.

Komünistler, ülkede genelde baskı gördüler. Mustafa Kemal, 1925’te TKP’yi yasakladı. Ömrünün önemli bir kısmında illegalde faaliyet yürütmek zorunda kalan parti, kitlesel gözaltılara ve tutuklamalara maruz kaldı.

Yunanistan’da ise Venizelos komünistlere karşı belli ölçüde hoşgörü gösterdi, çünkü o, komünistleri kendi liberal partisinin reform yanlısı sosyal liberal kanadı olarak örgütlemek, ardından da onları İngiltere ve Fransa yanında ülkeyi savaşa sokmak istemeyen, bu anlamda ülkenin Anadolu’ya doğru genişlemesi fikrine karşı çıkan krala bağlı gerici güçlerin karşısına çıkartmak istiyordu.

İlk dönem komünistlerinin ortaya koydukları faaliyetlerin devrim hedefiyle bir alakası yoktu. Moskova’daki liderler, devrime dair bir vehimle hareket etmiyorlardı.[27]

Sovyet hiyerarşisinin tepesinde bulunan Müslüman komünistlerden Sultangaliyev, 1920 yılında şu hususu açıktan dile getiriyordu: “Türk komünistleri, yeraltında faaliyet yürüten bir grup işçiden ve Rusya’da bulunan, savaşta esir alınmış Türklerden oluşuyor. Bu grup fazla büyük değil ama çok yoğun çalışıyor.” Önde gelen Bolşeviklerden, Sovyetler’in Türkiye uzmanı Pavloviç’se 1921’de şu tespiti yapıyordu: “Belirli tarihsel sebepler üzerinden dinle kurduğu bağ sebebiyle Türk halkı, şu an komünist programı benimseyemez.”[28]

Komintern’in 1921’de gerçekleşen 3. Kongre’sinde Süleyman Nuri, Karadeniz’de yaşanan ve Türk komünizminin en iyi isimlerinin katledildiği olayı ağır bir dille eleştirse de Mustafa Kemal emperyalizmle mücadele ettiği sürece onun desteklenmesi gerektiğini düşündüğünü söylüyordu.[29]

Genel anlamda Sovyetler’in Doğu politikasında ana amaç, Sovyetler’in Batılı güçler ve vekilleri karşısında Türkiye’de nüfuzunu artırmak, bir yandan da Bulgar komünistleri gibi Balkanlar’daki güçlü komünist hareketleri desteklemekti. Bu amaç doğrultusunda Sovyetler, bir tercih yapmak zorunda kaldı: ya bu ülkelerde milliyetçilerden ya da komünistlerden yana saf tutacaktı.

Yunan komünistleri de Sovyetler’in Doğu politikasınca yönlendirildiler. Anadolu’daki etnik azınlıklar meselesine dair görüşlerini değiştirdiler. Küçük Asya cephesinde çarpışan askerlerin morallerini zayıflatmak için uğraştılar. Ancak birçok sağcı yazarın iddiasının aksine, Yunanlıların Ağustos 1922’de yaşadığı yenilgide komünistler önemli bir paya sahip değillerdi.

Yunanistan’da Sovyetler, yürüttükleri Doğu politikası dâhilinde Yunan komünistlerini Komintern çizgisine uygun çalışmaya ikna etme konusunda epey güçlük çekti. En fazla zorluğun yaşandığı konu ise Makedonya meselesiydi. Komintern, Makedonya ve Trakya’nın bağımsızlığını savunuyordu ama bu görüş, Yunan komünist hareketinin liderlerinin önemli bir kısmında karşılık bulmuyordu. Zira komünistler, Yunanistan’ın elindeki Makedonya ve Trakya topraklarında bulunan Yunan nüfusunu yetersiz buluyor, Yunanistan ile Türkiye arasında yaşanacak nüfus mübadelesi sonucu sorunların yaşanacağını düşünüyorlardı.

İşin tuhaf yanı, Sovyetler Birliği bu bağımsızlık talebinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Bu talep, 1946-1949 arası dönemde Yunanistan’da yaşanan iç savaş süresince ve iki büyük savaş arasında birçok kez gündeme geldi. Böylelikle Yunan milletinin çıkarlarına karşı olan görüşlerden yana durmak suretiyle Sovyet komünizmi, Yunanistan’da komünizmin layığınca gelişeceği zemini zayıflattı. Aynı etkiye, Türkiye’deki komünist hareketin kesintiye uğramış gelişim süreci dâhilinde de yol açtı.

Vasilis K. Fuskas
Bülent Gökay
Kaynak

[Kaynak: Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 2020, Cilt 22, s. 210-221.]

İngiltere’deki Doğu Londra Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü olarak çalışan Vasilis K. Fuskas, aynı zamanda Devletler, Piyasalar ve Halklar Çalışması Merkezi’nin (STAMP) direktörü ve Balkan and Near Eastern Studies’in [“Balkan ve Yakındoğu Çalışmaları Dergisi”] kurucu yayın yönetmenidir.

İngiltere’deki Keele Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü olarak çalışan Bülent Gökay, Journal of Global Faultlines’ın [“Küresel Fay Hatları Dergisi”] kurucu yayın yönetmenidir. Vasilis ile birlikte ABD’deki ekonomik çöküşü ele alan üç kitaptan oluşan çalışmayı Vasilis ile birlikte tamamlamıştır. Çalışmanın son kitabı, The Disintegration of Euro-Atlanticism and New Authoritarianism – Global Power-Shift (“Avro-Atlantikçiliğin Dağılması ve Yeni Otoriterizm: Dünyadaki Güç Değişimi -Palgrave, 2019) ismini taşımaktadır.

Dipnotlar:
[1] Y. Nadi, Çerkez Ethem Kuvvetleri’nin İhaneti, Cumhuriyet Kitaplığı, İstanbul, 1955, s. 11.

[2] B. Gokay, A Clash of Empires: Turkey Between Russian Bolshevism and British Imperialism, 1918–1923, I. B. Tauris, Londra, 1997, s. 104–106.

[3] A.g.e.

[4] Bkz.: Abraham Benarogia, The First Milestone of the Greek Proletariat (Yunanca), Commune, Atina, 1986; ve Mark Mazower, Salonica—City of Ghosts, HarperCollins, Londra, 2005.

[5] Bkz.: Takis Mastrogianopoulos, “The Greek labour movement up to the foundation of SEKE” (Yunanca), Marxist Thought, 14, Temmuz-Eylül 2014, s. 7–29.

[6] Sovyet dış siyasetinde Doğu yönelimi, Komintern’in 1920 tarihli ikinci kongresinde açığa çıktı.

[7] Aktaran: B. Lazitch ve M. M. Drachkovich, Lenin and the Comintern, Cilt I, Hoover Institution Press, Stanford, 1972., s. 379.

[8] Yayına Hz.: John Riddell, To See the Dawn. Baku, 1920. First Congress of the Peoples of the East, Pathfinder Press, Londra, 1993, Ek 2, s. 259. Çağrının Türkçesi: İştiraki.

[9] V. I. Lenin, ‘Report of the Commission on the National and Colonial Question’, Selected Works içinde, Cilt. 3, Progress Publishers, Moskova, 1967, s. 459.

[10] V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 42, s. 196 (4 Haziran 1920 tarihli söyleşi). Şurası açık ki Lenin, burada Çarlık rejimine karşı sergiledikleri fedakârlıklarına ve militanlıklarına hayran olduğu halkçıların (Narodniklerin) görüşünü aktarıyor. Lenin’in stratejisiyle Narodnikler arasındaki sürekliliği ortaya koyan, Rus halkçılığıyla ilgili uzak ara en iyi çalışma, Franco Venturi’nin ilkin Einaudi tarafından 1972’de Torino’da yayımlanan Il Populismo Russo [“Rus Halkçılığı”] isimli kitaptır.

[11] Stephen White, ‘Communism and the East: The Baku Congress, 1920’, Slavic Review, XXXIII (3), 1974, s. 492–514. Türkçesi: İştiraki.

[12] ‘Bekir Sami to Chicherin’, AVP, Fond: Ref about Turkey, Moskova, 4 Temmuz 1920, a.g.e., s. 3, D. 3, Pap. 2.

[13] ‘Statement from the Central Committee of Russian Communist Party’, AVP, Fond: Near East, Moskova, Temmuz 1920, a.g.e., s. 3, Por. 1, Pap. 2.

[14] A. F. Cebesoy, Moskova Hatıraları, Vatan Neşriyat, İstanbul, 1955, s. 61–2, 141–151.

[15] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Elvan Yayınları, Ankara, 1967, s. 231–3.

[16] B. Gokay, “The Turkish Communist Party: The Fate of the Founders”, Middle Eastern Studies, 29(2), 1993, s. 220–235.

[17] Internal Party Report, RCP(B), TsPA, Fond, Moskova, 20 Şubat 1921, s. 5, a.g.e., 2, D. 2. (Pravda, Suphilerin öldürülmesi konusunda Türkiye’ye açıktan ancak 31 Ocak 1951’de saldırabildi. Yazıda Suphi, “Türk halkının sadık evladı” olarak tarif ediliyordu.) Türkçesi: İştiraki.

[18] Bkz.: Dimitris Asteriou, ‘From SEKE to KKE (in Greek)’, Marxist Thought, Sayı. 14, Temmuz-Eylül 2014, s. 30–43.

[19] Venizelos’un Küçük Asya politikası ile ilgili en iyi değerlendirmelerden biri de Michael Llewellyn-Smith’in Ionian Vision: Greece in Asia Minor 1919–1922 [“İyonya Vizyonu: 1919-1922 Arası Dönemde Yunanistan’ın Küçük Asya’daki Faaliyetleri”] isimli çalışmasıdır (Londra: Hurst, 1998). Doktora çalışmasını içeren kitabın yazarı, 1996-1999 arası dönemde İngiltere’nin Yunanistan büyükelçiliğini yapmıştır. Duygusal açıdan Yunanistan yanlısı bir konum alıyor olsa da yazar, olguları doğru aktarmaktadır. Ancak Venizelos gibi zeki birinin Yunanistan’ın İyonya macerasının yol açacağı, birçoklarının yaptıkları uyarılarda dillendirdikleri riskleri neden göremediği sorusunu yazar da cevaplayamamaktadır. Yunan tarihçileri, geçmişte Venizelos yanlıları/karşıtları olarak ikiye ayrışmış durumdaydı. Bu, ne yazık ki günümüzde de geçerli bir sorun. Grigoris Dafnis, Yunanca olarak kaleme aldığı Greece between the Wars [“İki Savaş Arasında Yunanistan” -Kaktos, Atina, 1997, ilk baskısı 1954 tarihli] isimli kitabında Venizelos’un Yunan politikasına yaptığı olumlu katkının Balkan savaşlarında elde edilen başarılarla son bulduğunu söylüyor. Bu savaşların ardından Venizelos’un oynadığı rolün sorunlu bir rol olarak görülmesi gerekiyor. Venizelos yanlısı bir tarihçi olan Dafnis, siyasete İkinci Dünya Savaşı sonrası kökleri Venizelosçu liberallere uzanan Merkez Birlik Partisi üyesi olarak, George Papandreu yanında giren Dafnis, Venizelos’un Küçük Asya politikası konusunda ölçülü bir değerlendirmede bulunuyor.

[20] Özellikle Toynbee’nin döneme ilişkin değerlendirmesine bakılabilir: Arnold J. Toynbee, The Western Question in Greece and Turkey: A Study in the Contact of Civilisations, Constable, Londra, 1922. O uzun raporunu hazırlamadan önce Batı Anadolu’nun önemli bir kısmını gezen Toynbee, Midilli (Lesbos) adasının karşısında bulunan Kidoniyai’nin (Ayvalık) Müslümana rastlamadığı tek kasaba olduğunu söylüyor. Çalışmasında Toynbee, Venizelos’un iddialarının ve Lozan’da sunduğu etnografik delillere karşın, Yunanlıların Batı Anadolu’da azınlık olduğu, ama Yahudiler ve Ermenilerle birlikte ticarete kafası çalışan aktif bir millet olarak yaşadıkları iddiasında bulunuyor. Toynbee’nin bu değerlendirmesi Türkiye yanlısı bulundu. Bunun sonucunda Londra’daki King’s College üniversitesinde kendisine verilen, Yunanlı düşünür Yoannis Korais’in adını taşıyan kürsüyü kaybetti. Kürsü, 1918 yılında Venizelos kabinesinin desteğiyle kurulmuştu.

[21] Burada şu çalışmada aktarılan değerlendirmeden istifade ediyoruz: Alexandros A. Pallis, Greece’s Anatolian Venture—and After: A Survey of the Diplomatic and Political Aspects of the Greek Expedition to Asia Minor (1915–1922), Methuen, Londra, 1937, s. 22–5.

[22] Metaksas, Yunanistan’ın Küçük Asya’daki varlığıyla ilgili fikrini hiçbir zaman değiştirmedi. Küçük Asya harekâtının yürütüldüğü sürecin tam ortasında, Kasım 1920’de Venizelos seçimi kral yanlısı muhafazakâr güçlere kaybedince kral, İtalya’da sürgünde olan Metaksas’ı ülkeye davet etti ve kampanyasının liderliğini üstlenmesini istedi. Metaksas, o dönem Yunan ordusu Anadolu’nun iç kesimlerinde Kemalistler karşısında kimi önemli mevziler elde etse de bu teklifi lafı hiç dolandırmadan reddetti.

[23] Özellikle bkz.: Sarkis Torossian, From Dardanelles to Palestine: A True Story of Five Battle Fronts of Turkey and her Allies and a Harem Romance (Hatırat), Meador, Boston, 1947, s. 180 ve sonrası. Türk resmi tarihyazımı, yazarın değerlendirmesine karşı çıkıyor. Bu noktada Torosyan’ın Gelibolu savaşında yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusunda savaştığını, liderlik etme becerileriyle öne çıktığını anımsamak gerekiyor. Ailesinden birçok ismi kaybeden Torosyan, 1915’te Ermenilerin kitleler hâlinde sınır dışı edildiği süreçte Osmanlı ordusundan ayrılıyor.

[24] Rizospastis, “Editorial” (Yunanca), 20 Temmuz 1920, s. 1.

[25] KKE—Official Texts (Yunanca), Cilt. I, Synchroni Epochi, Atina, 1974, s. 176–78.

[26]. Burada şu çalışmanın görüşünü takip ediyoruz: Alexander Dagas ve George Leondiadis, Comintern and the Macedonian Issue (Yunanca), Trochalia, Atina, 1997, s. 59 ve sonrası.

[27]. “From Zinoviev to Lenin, Trotsky, Radek and Bukharin”, 14 Kasım 1902; Moskova, TsPA, Fond:5, op. cit., 3, D. 141.

[28]. Report on the communist movement in Turkey, from Pavlowitch to Lenin, for the year 1921, Moskova, TsPA, Fond:5, a.g.e., 3, D. 213. Ayrıca bkz.: Pavlowitch, “Greek-Turkish communists”, Kommunisticheski Internatsional, (17), s. 4427–8.

[29]. Protokoll des dritten Kongresses der Kommunistischen Internationale (Moskova 22 Haziran-12 Temmuz 1921), Hamburg, 1921, s. 998–9.

0 Yorum: