18 Mayıs 2025

,

İbrahim Kaypakkaya Olayı


İbrahim Kaypakkaya olayı var. Bundan bir buçuk yıl gibi kısa bir süre önce bir devrimci Tunceli’de yaralı olarak kolluk kuvvetlerinin eline geçiyor. Devrimci İbrahim Kaypakkaya çetin bir militandır. 12 Mart döneminin faşist iktidarı kendisine diş bilemektedir. İşkence, İbrahim’in tutuklandığı anda başlıyor ve Diyarbakır’da işkenceciler tarafından öldürüldüğü ana kadar sürüyor.

Yetkililer, İbrahim'in intihar ettiği söylentisini yayıyorlar ama kimseyi inandıramıyorlar. Tüm kanıtlar, bir siyasi cinayet olayı karşısında olduğumuzu göstermektedir.

Bu kanıtlardan bir kısmını inceleyen ve Kaypakkaya olayına ışık tutan bir yazıyı aşağıda yayınlıyoruz. Daha önce bir başka siyasi cinayet üzerinde durduk. Devrimci öğrenci Ali Kayahan’ın kontrgerilla’da öldürülmesi olayı ile ilgiliydi. Ali Kayahan’ın cesedi hâlâ ailesine verilmiş değildir. Bundan önceki hükümetin talimatı ile açtırılan soruşturma savsaklanmaktadır. Kaypakkaya’nın cesedi babasına güya teslim edilmiştir ama parça parça edilmiş ve tanınmaz hâlde.

CHP Ordu milletvekili ve genel sekreter yardımcısı Ferda Güley, İbrahim Kaypakkaya’nın öldürülmesinin üzerinden iki ay geçtikten sonra, Temmuz 1973’te, İbrahim Kaypakkaya olayını kastederek Bolu’da yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

“Babalar! Bir babanın, oğlunun sağlıklı ellerinden aldığı iki gün önce yazılmış bir mektup üzerine, kolunda giyecek ve yiyecek çıkını, gittiği cezaevinde göreceği ve kucaklayacağı oğlu yerine, kendisine bu oğlunun bir gün evvel intihar ettiği haberinin verildiğini ve kendisiyle beraber alıp memleketine götürdüğü evlat naaşının kurşunlarla delik deşik olduğunu görmüş olduğunu biliyorum.

Emekçi, İbrahim Kaypakkaya olayına ışık tutan bu yazıyı ve aynı nitelikte başka yazıları yayınlarken bir yurtseverlik görevi yerine getirdiği inancındadır. Çünkü faşizmin işlediği siyasi cinayetlerin gün ışığına çıkarılması ve katillerin teşhir edilmesi, sadece sosyalistlerin değil, siyasi inançları ne olursa olsun, tüm yurtseverlerin görevidir. Grupçuluk zihniyetine kapılarak bu göreve yan çizmek, dolayısıyla faşizme hizmet etmek olur. İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerine katılmayabiliriz, ama onun, faşist işkenceciler karşısında direnirken, tüm yurtseverlerin, tüm emekçi halkımızın temsilcisi payesine ulaştığını bilelim. Bilelim ve davranışımız her türlü sekter, grupçu eğilimden uzak, yürekten bir devrimci dayanışma tutum ve davranışı olsun. “Geçmişin üzerine sünger çekeceğiz” diyerek faşist işkencecilerin, katillerin, onları kışkırtan ve azmettirenlerin suçlarını örtbas etmekle demokratik düzen gerçekleştirilmez. Burjuva anlamıyla dahi, demokrasi, hukuk düzeni, suçlunun özellikle siyasi cinayet faillerinin cezalandırılmasını zorunlu kılar. Ve bugün Turkiye’de faşist terör mekanizması olduğu gibi yerli yerinde kaldığı sürece, 12 Mart döneminin işkencelerinin siyasi cinayetlerinin hesabı sorulmadığı sürece Türkiye’de, burjuva anlamıyla dahi bir siyasi demokrasinin varlığından söz edilemez.

Halkımızın bin bir alanda bin bir biçimde tezahür eden faşizme karşı direnişi bir ölçüde sonuç vermiş ve faşist cephe, gene bir ölçüde gerilemeye zorlanmıştır. Bir geçiş dönemi içindeyiz.

Buradan ya gerisin geriye faşizme dönülecektir, ya ileriye, demokrasiye doğru yönelinecektir. İleriye doğru gidişin birinci şartı, 12 Mart döneminin bütün kirli çamaşırlarının halkın gözleri önüne serilmesi ve sorumlulardan hesap sorulmasıdır. Faşizmi tel’in eden halkımız, bundan azına razı olamaz.

Sorunun bir başka yanı da var: Babıali basını, şimdiye kadar Sıkıyönetim icraatı konusunda genellikle faşist yetkililerin isteğine uygun biçimde yayın yaptı. Gazetelerde, sıkıyönetim mahkemeleri önünde günah çıkartanların, pişmanlık beyanında bulunanların ifadelerini okuduk. Bunlar, devrimci hareketin verdiği firedir.

Ama sağlam maldan pek söz edilmedi. Oysa koşullar ne olursa olsun işkence karşısında, ölüm karşısında direnenlerdir, devrimci onuruna gölge düşürmemeyi bilenlerdir hareketin hakiki temsilcileri. Bu direnişin öyküsünü anlatmak da devrimci bir görevdir. Devrimci İbrahim Kaypakkaya’nın öyküsü, işte bu fasıla girer. Kaypakkaya, koşullar ne olursa olsun, devrimci onuruna gölge düşürmemeyi bilenlerdendi.

Emekçi

* * *

İbrahim Kaypakkaya Kimdir

 

İbrahim Kaypakkaya, Ankara Mamak 1011 Ana Tamir Fabrikası Bakım ve Onarım kısmında çalışan Çorumlu bir işçinin oğludur. İlkokuldan sonra Hasanoğlan İlköğretmen Okulu’na girdi ve buradan da 1966 yılında İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na geçti. Bu dönemde, Hasanoğlan’da edindiği devrimci fikirlerini daha da geliştirdi.

Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda polisle ve okulun AP’li idarecileriyle işbirliği hâlindeki ümmetçi ve faşist grupların saldırganlıklarına ve zorbalıklarına karşı devrimci öğrencilerin yürüttüğü mücadelenin başını çekti. Kendisi gibi Anadolu’dan gelme yoksul köylü kökenden gençleri çevresinde topladı ve ilk olarak, dokuz arkadaşıyla birlikte, devrimci yüksek öğrenim gençliğinin örgütü olan, Fikir Kulüpleri Federasyonu’na (FKF) bağlı Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Fikir Kulübu’nü kurdu. Bunun üzerine, okulun AP’li müdür ve idarecileri, İbrahim’le birlikte Çapa Fikir Kulübu’nün kurucusu olan 9 arkadaşını okuldan kovdular.

Danıştay bu kararı bozdu. Fakat okul müdürü ve idarecileri bir süre bu karara uymadılar. Demokratik çevrelerin ve okul öğrencilerinin çoğunluğunun baskısı üzerine müdür, Okul Yönetim Kurulu’nu topladı; bu kurulda Ahmet Kabaklı, Nihat Sami Banarlı gibi ünlü gericiler ve İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde tarih profesörü olan, Turancılıkla tanınmış İbrahim Kafesoğlu vardı. Okul Yönetim Kurulu'nun toplantısına Ankara’dan özel olarak gelen AP iktidarının Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem de katıldı. Okuldaki faşist ve ümmetci saldırgan grup, İ. Kaypakkaya ve arkadaşlarının okula alınmamaları ya da hiç olmazsa Kaypakkaya’nın alınmaması için okulun gerici yönetimine müracaatta bulundu. Yönetim Kurulu, İbrahim Kaypakkaya dışındaki diğer dokuz kişiyi okula alabileceğini bildirdi. AP’li Milli Eğitim Bakanı, AP iktidarının uşağı okul idaresi ve okuldaki faşist ve ümmetçi gruplar, İbrahim’in okula alınmasının kendileri ve hâkim sınıflar için yaratacağı tehlikeyi biliyorlardı. Çünkü İbrahim’in okula alınmasıyla Yüksek Öğretmen Okulu Öğrencileri arasında devrimci düşüncenin yayılması, saldırgan ve besleme faşist ve ümmetçi sürülerine karşı olan gençlerin toparlanması hızlanacaktı.

İbrahim, o dönemde gençliğin hızla gelişen demokratik ve devrimci mücadelesi içinde aktif görevler almıştı. Okuldan atılmasından sonra, gençlik mücadelelerinin yanında, işçi grevlerine, köylülerin toprak işgallerine, miting ve yürüyüşlere katılarak bunlara destek olmaya ve halk kitlelerinin bilinçlendirilmesine çalıştı. Türk Solu dergisinde çeşitli işçi ve köylü hareketleri üzerine yazılar yazdı. Daha sonra Trakya ve Çorum köylerinde devrimci çalışmalar yaptı. Bu çalışmalarının sonucu olarak, Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) dergisinde “Türkiye’de İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter Devrimci Cizgi” ve “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili” yazılarını yazdı.

12 Mart faşist darbesine kadar polis tarafından iki defa yakalandı ve bir seferinde tutuklanarak iki ay cezaevinde kaldı. Her iki yakalanmasında da İstanbul 1. Şube Müdürü Ilgız Aykutlu tarafından özel olarak dövdürüldü.

12 MART’tan Sonra

İbrahim Kaypakkaya, 12 Mart faşist darbesinden hemen sonra halkın faşizme karşı direnişinin teşkilatlandırılması için çalışmak üzere Doğu bölgesine gitti. Sıkıyönetimin başlarında ilan edilen ilk aranan devrimcilerin listesinde onun adı da vardı. İbrahim, Doğu’da Malatya, Tunceli, Diyarbakır ve Antep’te köylülerin bilinçlendirilmesi ve teşkilatlandırılması çalışmalarına önderlik etti. 1972 başlarında arkadaşlarıyla birlikte Şafak grubundan ayrıldı. Ayrılığın sebeplerini, yazdığı yazılarda açıkladı.

12 Mart faşistleri, 1972 yılı başlarında İbrahim’in Doğu bölgesinde çalıştığını öğrendiler. İbrahim’i yakalamak üzere Malatya, Tunceli, Diyarbakır ve Antep yörelerindeki baskınlarını sıklaştırmaya başladılar.

İbrahim’in, Malatya bölgesinde bulunduğu sıralarda, Sinan Cemgil ve arkadaşlarının Nurhak Dağları’nda faşistlerce pusuya düşürülerek öldürülmesine yardımcı olan bir ihbarcının cezalandırılması üzerine, faşistler, Malatya’nın Kürecik bölgesindeki bütün köyleri, jandarma ve komando müfrezeleriyle bastı. Kürecik ve Nurhak’ın köylerindeki bütün köylüler üzerinde faşist baskı ve terör hareketine girişildi; birçok köylüyü gözaltına aldılar ve falakadan geçirdiler. İbrahim ve arkadaşlarını kurşunlamak için, geceleri onların uğrayacağını tahmin ettikleri ve devrimci ya da sempatizan olarak bildikleri köylülerin evlerinin önüne pusuya yattılar; fakat sonuç alamadılar.

Diyarbakır Sıkıyönetimi, 1972 Mayıs ayından itibaren İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarını yakalamak için Tunceli bölgesindeki aramalarını da şiddetlendirdi. Faşistler, Tunceli halkının tümüne düşman gözüyle bakıyorlar ve “devrimci saklıyorsunuz” diye önlerine gelen köylüyü, öğrenciyi, esnafı gözaltına alıp işkenceye yatırıyorlardı; köy baskınları sıklaşmıştı.

Baskınları, Fehmi Altınbilek adındaki üsteğmen yürütüyordu. Köylülere karşı gaddarca davranan bu işkenceci, Tunceli halkını sindirmek için Diyarbakır Sıkıyönetimi’nden tam yetki almış bir MİT elemanıydı. Babasının Dersim isyanında isyancılar tarafından öldürüldüğünü ve bu nedenle Tunceli halkından intikam alacağını söylüyordu. Tunceli halkının kin ve nefretini kazanmış olan bu eli kanlı işkenceciye, evi bombalanmak suretiyle ihtarda bulunuldu; bir süre sinen üsteğmen, Diyarbakır’dan yardım istedi ve emrindeki komando birliğinin sayısı arttırıldı. Bunun üzerine baskınlara tekrar başlayan Fehmi Altınbilek ve MİT yöneticileri, sivil polislerden meydana getirdikleri ikişer üçer kişilik grupları, devrimci kılığında geceleri köylülerin kapısını tıkırdattırarak, “biz devrimciyiz, kapıyı açın” dedirtip köylülerin evine sokuyorlar ve bu polisler de ertesi gün devrimcilere karşı engin bir sempati besleyen bu Tunceli köylülerinin evlerini komando timlerine bastırıp köylüleri dövdürüyor, gözaltına aldırıyorlardı. Böylece akılları sıra, hem Tunceli’nin yiğit halkına gözdağı vermiş hem de devrim sempatizanı köylüleri tespit etmiş oluyorlardı.

Fakat bu metotla aşağı yukarı tüm Tunceli köylülerini fişlemek durumunda kalınca ve İbrahim Kaypakkaya’yı yakalayamayınca büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Fehmi Altınbilek ve MİT’çiler, bu baskınlar sırasında Nazimiye’nin bir köyünde, evinin kapısını geç açtı diye Süleyman Nakış isimli bir yoksul köylüyü ve dört yaşındaki kızını kurşunladılar.

1973 Ocak ayının 24’ünde, bir gericinin ihbarı üzerine Tunceli’nin Haydaran bölgesindeki ve Munzur dağlarının kolu üzerinde bulunan İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının kaldığı yer, sabaha karşı, üsteğmen Fehmi Altınbilek komutasındaki iki komando müfrezesi tarafından basıldı. Baskında, Dersim halkının canı ciğeri gibi sevdiği Haydaranlı yiğit devrimci Ali Haydar Yıldız vurularak öldürüldü; İbrahim Kaypakkaya, başından ve boynundan yaralanarak yere düştü, fakat İbrahim soğukkanlılığını korudu. Baskıncıların öldü zannederek İbrahim’in yanından uzaklaşması üzerine, yeniden ayağa kalkıp oradan uzaklaşarak, başından ve boynundan hatırı sayılır yaralar almış olmasına ve amansız hava şartlarına rağmen dört gün dağlarda kaldı. Daha sonra yürüyerek en yakın köye gitti. Fakat dönüşte İbrahim’i yerinde bulamayan ve diğer arkadaşlarını da yakalayamayan baskıncılar, aldıkları takviye kuvvetlerle Haydaran bölgesini ve köylerini sıkı bir kontrol altına almıştı. Baskıncılar, köylüleri sürekli tehdit altında bulunduruyor ve köyler arasında 15-20 kişilik devriyeler gezdiriyordu. İbrahim, bu kontrol ağından kurtulamadı ve baskından beş gün, köye inmesinden bir gün sonra, 29 Ocak günü yakalandı. Cebinde sayısız resmini taşıyan Fehmi Altınbilek, İbrahim’i görür görmez tanıdı; bir buçuk yıldır peşinde olduğu bu devrimci militana karşı derin bir kin duyuyordu.

İbrahim, yakalandığı andan işkence altında öldürüldüğü ana kadar tüm faşist ve işkenceciler karşısında devrimci davranış ve onurun en soylu örneklerini sergiledi. Onu kurşunlayan ve yakalayan MİT’çilerden, işkence altında sorgu almak isteyenlere kadar bizzat birçok faşist, bu durumu çeşitli yerlerde itiraf etmekten kendilerini alamadılar.

İstanbul Sıkıyönetim 2 No’lu Askeri Mahkemesi’nde görülmekte olan TKP (M-L) TİKKO ve TMLGB Davası dosyası 4. Klasor, 2. Dosya, 53/1-6 sırada yer alan ifadesinde üsteğmen Fehmi Altınbilek, İbrahim’in yakalandığı andaki durumunu şöyle anlatıyor:

“[…] Tunceli savcılığına müsademe ile ilgili bilgileri verdim. Vurulan anarşistin Ali Haydar Yıldız olduğu tespit edildi. Fakat benim asıl üzerinde durduğum, yaralı olarak kaçan anarşist oldu. Öldürdüğümüz anarşistin otopsisi ve bununla ilgili işlemin tamamlanmasından sonra yine birkaç ekip teşkil ederek aynı bölgede yoğun bir arama yaptık. Ben, çevre mezralarda kalan, güvendiğim adamlarımı uyardım. Aynı zamanda, Milli İstihbarat Teşkilatı’nca (MİT) bana verilen anarşist resimlerini istihbarat teşkilatının adamı olan bu kimselere dağıttım.

[…] 29 Ocak sabahı, benim başında bulunduğum tim, Gökce Karakolu’nda iken, Mirik mezrasında oturan bizim istihbaratın adamlarından Hüseyin Güngör geldi ve bana yaralı anarşistin kendi mezralarına geldiğini, kendisini ağabeyinin evine davet ettiğini, hâlen orada oturduğunu söyledi. Yanıma yeteri kadar kuvvet alarak Mirik mezrasına geldik ve yaralı anarşisti evde yakaladık.

Başından ve boynundan yara almış olduğu anlaşılan, uzun süre dışarıda barınması ve soğuk hava şartları yüzünden üstü başı ıslak ve bitkin durumda olan bu anarşistin İbrahim Kaypakkaya olduğunu görür görmez anladım. Kendisine nasıl kaçtığını sordum, bana, sizin gibi faşistlerin elinden kurtulmak için nasıl kaçmak gerekiyorsa, o şekilde canımı dişime takıp kaçtım diyerek inatçı bir cevap verdi.”

Fehmi Altınbilek ve yanındaki MİT yüzbaşısı İbrahim’i yakaladıktan sonra, yakaladıkları Mirik mezrasından Gökce (Kutuderesi) Karakolu’na kadar olan üç saatlik karlı ve buzlu yolda zorla yalınayak yürüttüler. Gökçe’ye gelinceye kadar İbrahim’in ayak parmakları dondu. İbrahim’e daha yakaladıkları andan itibaren yapılmaya başlanan bu işkenceyi yol üzerindeki köylüler büyük bir kin ve nefret duyarak gördüler. Bu durum, bütün Tunceli halkı arasında yayıldı. İbrahim’in ayak parmaklarının donması ve bu yüzden Diyarbakır’da kesilmesinden sonra, bu kesilmenin ve sebebinin zaptı tutulmak gereği ortaya çıkınca, durum kendisinden sorulan üsteğmen Fehmi Altınbilek, önce şaşırdı. Fakat MİT’in Diyarbakır bölgesindeki şefleri, bu konularda henüz pek ustalaşmamış çömezlerinin imdadına yetiştiler ve onun, İbrahim’in ayak parmaklarının donmasına yol acan işkencesini ifade zaptına şöyle geçirdiler:

“İbrahim Kaypakkaya’yı Mirik mezrasından Tunceli’ye getirmek üzere hareket ettiğimizde, yolda gelirken kendisini sık sık yere atıyordu. Ayak parmakları bu sırada veya yaralanıp kaçtıktan sonra donmuş olabilir.” [TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası dosyası, Klasör No: 4, Dosya No: 2, Sıra No: 53/1-6.]

Vartinik baskınına katılan ve İbrahim’i baskından beş gün sonra yakalayan timde bulunan komando eri Mehmet Demir, tanık olarak Diyarbakır Sıkıyönetim askeri savcılığında verdiği ifadede bu konuda, “yakaladığımız anarşist İbrahim Kaypakkaya’yı yakaladığımız Mirik mezrasından Gökçe Karakolu’na kadar yayan getirdik” [TKP (M-L) -TİKKO-TMLGB Davası, Klasör No: 4, Dosya No: 2, Sıra No: 57/1-2] demesine rağmen, İstanbul Sıkıyönetim 2 No’lu Mahkemesi’nde görülen bu davanın 17 Aralık 1974 günkü duruşmasında tanık olarak verdiği ifadede sanıkların ve müdafilerinin sorusu üzerine, bu konuda önce birkaç çelişkili beyanda bulunduktan sonra, “İbrahim’i yakalayan timde ben yoktum. Fakat Mirik mezrasından Gökce Karakolu’na kadar yürütüldüğünü, Tunceli Merkez Karakolu’na getirilince üsteğmenimin ve istihbarattan olan yüzbaşının İbrahim Kaypakkaya’nın ayak parmaklarının donmasını önlemek için bir tenekenin içine doldurulmuş kar ve buzu çiğnettiklerini arkadaşlarımdan duydum” [TKP (M-L) Davası Duruşma Zabıtları, s. 416] dedi. Bütün bu düzmece ifadelerde bile İbrahim’e daha yakalar yakalamaz yaptıkları bu işkenceyi gizleyemediler.

İbrahim Kaypakkaya, 1 Şubat 1973’te Tunceli’den Diyarbakır’a götürülerek Sıkıyönetim makamlarına teslim edildi. İşkence tezgahlarındaki ilk sorgusundan sonra hiçbir şey söylemeyince hastaneye yatırıldı.

Donmuş ayak parmakları kesildi; günlerdir bakılmamış olan başındaki ve boynundaki yaraların çevresindeki kısımlar kesildi ve pansuman yapıldı. Ve hastaneden çıkarılarak yeniden, Diyarbakır’da kanlı işkence tezgahlarına yatırıldı. İbrahim Kaypakkaya’nın işkence odalarında sorguya çekilmesiyle askeri savcı Yaşar Değerli özel olarak görevlendirildi.

Yaşar Değerli, 12 Mart faşistlerinin Diyarbakır’da kurduğu işkence makinesinin en büyük dişlisiydi. Doğuda Diyarbakır Sıkıyönetimi’nce gözaltına alınıp ve tutuklanıp da MİT’teki sorguları resmi veya gayri resmi olarak Yaşar Değerli tarafından alınmamış tek kimse yoktur.

Yaşar Değerli, doğudaki bütün devrimciler ve Diyarbakır halkı arasında “İşkenceci” olarak büyük bir ün yapmıştı. Yaşar Değerli’nin başında bulunduğu işkence ekibi, İbrahim Kaypakkaya’yı konuşturmak için büyük bir gayret sarfetti. İbrahim, işkencecilere ve işkencelere karşı, eşsiz bir inanç ve irade, büyük bir dayanıklılık ve sabır gücüyle direndi. İşkenceciler, bir yandan onun vücuduna en ağır maddi işkenceleri uygularken, diğer yandan da onu manevi bakımdan yıkmak için bütün metotlarını uyguladılar.

Kaypakkaya, Şubat başından Mayıs ayının ortalarına kadar, MİT hücrelerinde elleri ve ayakları zincirlere vurulmuş bir hâlde işkencecilere karşı dişe diş bir mücadele verdi. MİT’in doğudaki kilit noktalarını tutan birçok yüksek rütbeli subay, bu çelik iradeli devrimciyi görmek için işkence odalarına kadar geldi; hücrelerde ve MİT sorgulama merkezinde görev yapan birçok er ve subay, diğer hücrelerde bulunan devrimcilere gizlice saygı ve hayretlerini belirttiler. İbrahim Kaypakkaya’nın gösterdiği bu büyük direnç ve cesaret, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevi’nde bulunan, siyasi veya başka nedenlerle tutuklanmış olsun, bütün tutuklular arasında derin bir saygı ve heyecan uyandırdı. Cezaevinde, MİT karargahında, Sıkıyonetim askeri ve adli makamlarında bulunanlar arasında, erinden subayına, savcısından hâkimlere ve tutuklulardan avukatlara kadar, onun işkencecilere meydan okuyan tutumunu duymayan ve öğrenmeyen kalmadı.

İbrahim’le Tunceli ve Diyarbakır mahalli devrimcilerinden ve köylülerinden 16 kişi yüzleştirildi; bunların her birine daha önce, işkence ve baskı ile İbrahim’i tanıdıkları ve ona yardım ettikleri kabul ettirilmişti. Yüzleştirme sırasında İbrahim, gösterilenlerin hiçbirisini tanımadığını, yoksul köylülere ve halk çocuklarına işkence ve baskı altında kendilerini suçlayıcı ifade verdirdiklerini söyledi işkencecilere.

İbrahim, biri Malatya’da bulunduğu sıralarda hüviyet cüzdanını verdiği ve üçü de, Tunceli’de baskından sonra kendisine ekmek verdikleri iddialarıyla Diyarbakır Sıkıyönetimi’nce gözaltına alınan dört köylü ile, Yaşar Değerli yönetimindeki MİT ekibi tarafından yüzleştirilmesi sırasında, işkencecilere karşı, yüzleştirme tutanağına geçirilen şu sözleri söylemiştir:

“İbrahim Kaypakkaya’ya iddia edilen suç konusu olay anlatıldı ve huzurdaki şahıs gösterilerek soruldu. Sanık, ‘Ben burada gösterdiğiniz şahsı ve Hacı Özdoğan’ı tanımıyorum. Sizlerin iddia ettiği gibi bu şahıstan nüfus cüzdanı filan almış da değilim. Üzerimden çıkan ve burada gösterilen şahsa ait olduğunu söylediğiniz hüviyet cüzdanını Malatya’da buldum. Sıkıyönetim’ce arandığım için hüviyetimi gizlemek amacıyla, bulduğum bu nüfus cüzdanına kendi fotoğrafımı yapıştırdım. Ben, proletaryanın ideolojisini benimsemiş, halkın kurtuluşunu savunan bir komünistim. Bir sınıf mücadelesi olan size karşı yürüttüğüm bu mücadelede böyle şeyleri doğal karşılıyorum.

Karşımda bulunan ve üzerimde bulunan hüviyet cüzdanının kendisine ait olduğunu söylediğiniz şahsı tanımıyorum; onun beni tanıdığını söylemesi, ya sizin işkence ve baskılarla zorlamanızdan ya da yine aynı sebeple korkması dolayısıyla yalan söylemesinden ileri geliyor; bunun sebebini ben bilmem’ dedi.

Sanık İbrahim Kaypakkaya’ya huzurdaki diğer üç kişi gösterilerek, suç konusu olay izah edilip soruldu. Sanık, ‘Ben, burada bana göstermiş olduğunuz üç köylüyü tanımıyorum ve bu kişilerle de hiçbir zaman hiçbir yerde karşılaşmış değilim; bu üç köylünün bana, baskından sonra yardım ettikleri iddianız da yalan ve uydurmadır.

Ben, müsademe sırasında yaralanmış olduğum için ekmek dahi yiyemiyordum. Huzura getirilmiş olan bu üç köylü, benimle hiçbir ilişkileri olmadıkları hâlde, fiilsiz, sebepsiz ve haksız olarak buraya getirilmiş ve kendilerine baskı ve işkence ile gözdağı verilmek istenmiştir. Bu, faşizmin bir zulüm örneğidir ve faşistlerden halka zulmetmenin hesabı er geç sorulacaktır' dedi.” [TKP (M-L) -TIKKO-TMLGB Davası Dosyası, Klasör No: 3, Dosya No: 4, Sıra No: 13/2]

Tunceli ve Diyarbakır mahalli devrimcilerinden ve köylülerinden İbrahim’le yüzleştirilen 16 kişi, cezaevinde karşılaştıkları tutuklulara, İbrahim Kaypakkaya’nın, başında askeri savcı Yaşar Değerli’nin bulunduğu işkence ekibi ile nasıl çekiştiğini, savcıyı nasıl suçladığını ve onlara siyasi cepheden nasıl saldırdığını, Yaşar Değerli’nin başında bulunduğu işkence ekibine karşı kendilerini nasıl savunduğunu, savcıyla olan sert tartışmalarını ve işkence altında nasıl bitkin ve korkunç bir hâle getirilmiş olduğunu, saygı ve hayretle ve büyük bir heyecanla anlattılar.

Örnek Bir İfade

Askeri savcı Yaşar Değerli’nin Şubat ayı başından Mayıs ayı başına kadar geçen üç ayı aşkın dönemde İbrahim Kaypakkaya’dan aldığı tek ifade şuydu:

“Getirildiği görülen sanık İbrahim Kaypakkaya huzura alındı, hüviyet tespitinden sonra suç konusu olay ve örgütsel ilişkiler hatırlatılarak, sanıktan soruldu: Sanık cevaben:

‘Ben, yoksul bir ailenin çocuğu olarak, 6 yıllık Hasanoğlan İlköğretmen Okulu’nda yatılı okudum. Hasanoğlan’daki başarılı öğrenciliğim nedeniyle Yüksek Öğretmen Okulu’na gönderildim. Bir yıl hazırlık sınıfında okuduktan sonra İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne girmiş oldum. Bundan sonra devrimci gençliğin demokratik ve devrimci eylemlerine katıldım ve devrimci düşüncemi geliştirdim.

1967 yılında 9 arkadaşla birlikte Çapa Fikir Kulübü’nü kurduk. O dönemde, FKF’nin ve TİP’in bir üyesi olarak, onların düzenlediği bütün toplantı, forum, miting ve gösterilere katıldım. 1968 yılında okuldan gerici yönetim tarafından önce muvakkat ve daha sonra kat’i olarak uzaklaştırıldım. Buna karşı Danıştay’dan yürütmenin durdurulması kararı almama rağmen okulun faşist idarecileri bu karara uymadı. Benim düşünce yapım, katılmış olduğum eylemler ve gençlik örgütündeki çalışmalarım okuldan uzaklaştırılmamın başlıca nedenleri olarak gösterildi. Hatırladığım kadarıyla, o zamanlar katıldığım, NATO’ya Hayır ve Amerikan 6. Filosu’nu Protesto eylemleri, Halk Aşıkları Gecesi düzenlemeye çalışmam, bazı bildirilerin dağıtılması ve işçi yürüyüşlerine katılmam öğrencilik sıfatıma zarar getiren hareketler olarak telakki edilmişti. Oysa bunlar, yurdunu ve halkını seven herkesin, kendi inancı ve bilinci doğrultusunda sürdürmesi gereken ve kişisel sorumluluğu olan çalışmalardır.

Gelişen zaman içerisinde F.K.F. Gençlik Örgütü’nde bazı görüş ve ayrılıklar belirmişti. Bu bir bakıma, ilerleyen bilincin ve edinilen tecrübelerin doğal sonucuydu. FKF içinde beliren başlıca iki görüş: Birincisi, FKF yönetiminin öteden beri TİP’in parlamentocu ve reformcu görüşü. İkincisi: Milli Demokratik Devrimi savunan aşamalı devrim tezi. Bu düşünceyi ilk zamanlar Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergisi, daha sonraları PDA ve İşçi-Köylü de savunmaya çalıştı. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi, bazı olumsuz yanlarına rağmen, devrimci kadroların bilincinin ilerlemesine ve devrimci düşüncenin kavranmasına yardımcı oldu. Çünkü TİP ve yönetici kadrosu, devrimci kadrolar, işçiler ve köylüler arasında devrimci düşüncenin, Marksizm-Leninizmin yayılmasını engelliyorlardı.

Ben, TİP’in yöneticilerini, kendilerine sosyalist adını veren reformcu orta burjuva aydınları olarak görüyorum. TİP’in çizgisi de, orta burjuvazinin radikal kesiminin tutarlı reformist çizgisiydi.

Ben, bu ayrılıkta MDD’yi savunan grup içerisinde yer aldım. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi cevresi, tam ve -kelimenin gerçek anlamında- devrimci mahiyette olmamakla birlikte, TİP’e göre, işçilerin, köylülerin, gençliğin ve diğer halk kitlelerinin demokratik ve devrimci anlamdaki eylemlerine daha fazla ilgi göstermeye çalıştı.

Daha sonra 1969 yılında FKF’nin Dev-Genç’e dönüştüğü kurultayda, Dev-Genç ve Aydınlık Sosyalist Dergi içinde de ayrılık oldu. Ben, bu ayrılıkta Proleter Devrimci Aydınlık ve İşçi-Köylü dergi ve gazetesi çevresindeki arkadaşların grubunda yer aldım. Bu dergi ve gazetenin çıkışına, dağıtımına yardımcı olmaya, savunduğumuz görüşleri işçiler, köylüler ve gençlik içerisinde yaymaya çalıştım. Yine bu arada Trakya’daki topraksız köylülerin, ellerinden toprağı jandarma gücüyle gaspetmiş büyük çiftlik sahiplerinin topraklarını işgal etmesi eylemlerine, İstanbul’da Demir Döküm, Sungurlar, Horoz Çivi, Petriks, Ege Sanayi, EAS Akü, Gislaved, Gamak, Singer ve Derby fabrikalarındaki işçilerin haklı grev ve direnişlerine yardımcı olmak için elimden geleni yaptım; 15-16 Haziran büyük işçi yürüyüşüne katıldım ve fırsat buldukça da, faşistlerin üniversitelere yaptığı saldırılara karşı savunma mücadelesi veren devrimci gençliğin bu mücadelesine ve diğer demokratik eylemlerine katkıda bulunmaya çalıştım.

Ben, buraya kadar anlattığım şeyleri söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bütün bunlar, o dönemdeki legal ve kanunen de suç olmayan faaliyetlerdi.

Ben de bir devrimci olarak bu faaliyetler içerisinde yukarda anlattığım çerçeve dâhilinde yer aldım. Bu çalışmalarımı, Marksizm-Leninizme inanan bir komünist devrimcinin halkın kurtuluşu için yapması gerekli çalışmalar olduğu kadar, devrimci gençliğin örgütü Dev-Genç’in üyesi olan bir devrimci gencin halka ve gençliğe karşı sorumluluğunun gereği olarak da sürdürdüm. Ancak şahsımı ilgilendiren konular ve hakkımdaki isnatları taşan hususlardan gayri, gençlik örgütü ve çalıştığım devrimci gruplar içinde başkalarını etkileyebilecek bir beyanda bulunamam.

Anlatmış olduğum şeyler, gençlik örgütü ve içinde bulunduğum devrimci gruplar saflarında kendi çalışma ve düşüncelerimle ilgili bulunmaktadır. Başkaları hakkında beyanda bulunmayı kişisel sorumluluk sahamı aşan bir hareket sayarım. Sıkıyönetim ilanına kadarki faaliyetlerim bunlardı.

Sıkıyönetim ilanından hemen sonra ve özellikle İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un öldürülmesi olayının arkasından şiddetlenen faşist baskılar ve bir yığın tutuklamalar sonunda birçok genç ve aydın tutuklandı. Hatta, Dev-Genç içerisinde kayda değer bir faaliyeti olmayanların dahi yakalanıp tutuklanmaları karşısında, benim de aranıp yakalanacağımı tahmin ederek uzun bir süre gizlendim. Gizlendiğim yer ve bu devredeki ilişkilerim konusundan herhangi bir şey söylemeyi gereksiz buluyorum.

Kaçak bulunduğum dönemde ve tahminen 1972 Nisan ayı sonuna kadar elime Şafak adlı dergi ve Şafak yayınları geçmekte idi. Bu yayınları bana kimin nasıl getirdiği konusunu önemli görmüyorum ve bu konuda bir şey söylemeyi de gereksiz buluyorum.

Şafak dergisinde ve yayınlarında, Demokratik Halk Devrimi açısından katılmadığım bazı görüşler yer almakla birlikte, bir devrimci çalışmanın varlığından ve sürdürülüyor olmasından memnuniyet duydum. Daha sonra, bu yayın organını çıkartan örgütle herhangi bir ilişki kurmaksızın, bulunduğum yerde kendi olanaklarımla ve kendi düşüncem doğrultusunda propaganda ve bilinçlendirme çalışmaları yaptım.

Şafak yayın organının, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi adlı bir örgüte ait olduğunu ve böyle bir örgütün varlığını bilmiyordum. Bunları daha sonraları, bu örgütle ilgili yakalama haberleri dolayısıyla radyo ve gazetelerden öğrendim. Ben, bu illegal örgütün yöneticisi olduğunu söylediğiniz Doğu Perinçek ile sorularınızda iddia ettiğiniz gibi bir ilişkide bulunmadım. Ve bana Doğu Perinçek tarafından örgütsel veya bir başka görev verilmedi.

Esasen Doğu Perinçek’i de tanımam, sadece sıkıyönetimden önce adını duymuştum. Kendisini PDA’ya yazı yazan bir devrimci olarak biliyordum. Sizin deyiminizle, Şafak örgütünün illegal organizasyonuna katılmadım. Bu devredeki çalışmalarımla ilgili herhangi bir şey söylemeyeceğim. Çalıştığımı söylememin şahsi sorumluluğum bakımından yeterli olduğu görüşündeyim.

Ben, sormuş olduğunuz şekilde Malatya ve Tunceli bölgelerinde faaliyet göstermedim. Çalışma alanım buralar değildi ve neresi olduğunu da söylemeyi gereksiz buluyorum; neresi olmadığını belirtmeyi yeterli görüyorum. Benim, bahsettiğiniz TİİKP adlı örgüte hiçbir bağıntısı olmayan kişisel nitelikteki faaliyetlerim, Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama kadar sürmüştür.

Sonradan katıldığım bu örgütlere ne zaman katıldığımı hatırlamıyorum ve beni bu örgütlere kimin aldığını söylemeyi de gereksiz buluyorum.

TKP (M-L) ve ona bağlı TİKKO örgütlerinin kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum. Yalnız, bu örgütlerin saflarına katıldığımı ve onların illegal üyesi ve taraflısı olduğumu saklamıyorum ve bu örgütlerin üyesi olmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum. Bu örgüt içerisindeki çalışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna esas olan düşünceler, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş ölçüde yer almaktadır.

Mensup olduğum bu örgütlerin “Şafak Revizyonizmi Tezlerinin Eleştirisi”, “Türkiye’de Milli Mesele”, “Türkiye’de Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları ve 27 Mayıs Hareketi”, “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” başlıklarını taşıyan ayrı ayrı, uzun ve örgütün görüşlerini yansıtan tezleri ve düşünceleri kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim diye imzamı atmaya hazırım, fakat bu yazıların esas olarak kimin veya kimler tarafından kaleme alınmış olduğunu bilmiyorum.

Ben, bu görüşler doğrultusunda devrimci mücadele vermek üzere 1973 Ocak ayı başlarında, faşist güçler tarafından şehit edilen yiğit arkadaşım Ali Haydar Yıldız ile Tunceli’ye gelmiştim. Köylüleri devrim için, Halk İhtilali için örgütlemek amacıyla köyler gitmiştik. Buradaki çalışmalarımız, 24 Ocak 1973 günü kalmış olduğumuz Vartinik mezrasındaki köyün basılmasına kadar sürdü. Bunlar dışında başka bir açıklamaya gerek görmüyorum.

Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum.

Ben, buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğrunda yaptım. Ve sonuçtan asla pişman da değilim. Ben, bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam, gene aynı şekilde çalışacağım.’ dedi. Başka bir diyeceği olmadığını söyledi ve birlikte tutulan işbu ifade zaptı okunup imzalandı. 21 Nisan 1973” [TKP (M-L) - TİKKO-TMLGB Davası, Klasör No: 3, Dosya No: 1, Sıra No: 4]

Askeri savcı Yaşar Değerli, İbrahim’in direnmesi, sorgu diye verdiği ifadesinin devrimci mücadele konusunda bir siyasi savunma olması ve üstelik bütün işkencelere meydan okuması, onları, kendisi ile yüzleştirdikleri mahalli devrimcilerin, sempatizanların ve köylülerin önünde küçük düşürmesi karşısında bir sonuç alamayınca, Mayıs ayının başında Ankara’ya hareket etti.

İbrahim’in durumunu MİT’in merkezdeki en büyük kodamanlarına anlatacak, onlara ne yapmaları gerektiğini soracaktı. Savcı Yaşar Değerli, Ankara’dan dönünceye kadar İbrahim’e yapılan işkencelere ara verildi. Bu arada İbrahim, Ankara’da bulunan babasına bir mektup yazarak kendisine çamaşır ve biraz da para göndermesini istedi.

Bir süre sonra savcı Yaşar Değerli, Ankara’dan döndü ve MİT’in Diyarbakır bölgesi şefleriyle, Diyarbakır MİT karargahında ortak bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda İbrahim Kaypakkaya’nın durumu görüşüldü.

Bu konuda İstanbul Sıkıyönetim 2 No.lu Mahkemesi’nde görülmekte olan TKP (M-L) davasının 16 Nisan 1974 tarihli duruşmasında dava sanıklarından İrfan Çelik, verdiği sorgusunda şunları söyledi:

“[….] Bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim. Biz, savcılıktayken bir ara içeriye giren bir albay, savcıya bir toplantıdan bahsetti ve çıkıp gitti. Albay çıkar çıkmaz savcı, bizimle ilgili olarak yapması gereken işlemi bugün tamamlayamayacağını, zira, İbrahim Kaypakkaya ile ilgili bir toplantıya katılacağını söyleyerek bizi cezaevine gönderdi.” [TKP (M-L) Davası Duruşma Zabıtları, s. 235]

Bu toplantıdan üç gün sonra 16 Mayıs 1973 günü İbrahim, askeri savcılıkta tekrar ifadesine başvurulacağı gerekçesiyle hücresinden alınıp gözleri bağlanarak bilinmeyen bir yere götürüldü. Bu götürülüşten birkaç gün sonra da hücresine ne zaman getirildiği anlaşılamayan İbrahim Kaypakkaya’nın hücresinde bileğini keserek kendisini öldürdüğü ve hücresinde ölü bulunduğu söylentisi yayıldı askeri savcılıktaki, MİT karargahındaki ve cezaevindeki görevliler arasında.

Aynı günlerde, yanına para ve çamaşır alarak İbrahim’i görmeye gelen babasına, oğlunun intihar ettiğini söylediler. Babası, oğlunu mutlaka görmek istediğini, olmuş olsa bile cesedini görmek istediğini bildirdi. Faşistler, cesedin otopside olduğunu söyleyerek, babasına, İbrahim’in ölüsünü bile göstermediler; ta ki, otopsi yapıyoruz diye cesedi parça parça edip ölüm olayının izlerini yok edinceye kadar. Babası, İbrahim’in cesedi gösterilmek üzere bir salona alındığında oğlunun cesedi yerine parça parça olmuş bir insanın vücudunun parçalarıyla karşılaştı ve oğlunu tanıyamadı. Faşistler; parça parça edilmiş cesedi babasını bütün ısrarlarına rağmen vermeyeceklerini, ya Diyarbakır’da ya da eğer isterse kendi denetimlerinde memleketi olan Çorum’da gömeceklerini bildirdiler. Nitekim, İbrahim’in cesedi, çok sıkı güvenlik tedbirleri altında gizlice önce uçakla Diyarbakır’dan Ankara’ya, oradan da helikopterlerle memleketi olan Çorum’un Alaca ilçesi Karakaya köyüne götürüldü; faşistler, köyde İbrahim için köylülerinin yapmak istedikleri dini töreni yaptırmadılar. Babasının dini tören için ısrar etmesi karşısında, İbrahim’in köylüleri dini törene alınmadı ve helikopterlerle gelmiş olan işkencecilerden biri imamlık, diğerleri de cemaatlik görevi yaparak İbrahim’in namazını da kendi elleriyle kılıp gömdüler.

İbrahim’in ölüsünün defnedilmesinden sonra cenaze ile birlikte gelmiş olan MİT elemanlarından bir kısmı bir süre köyü, daha sonra da kazayı terk etmeyerek orada beklediler. Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, üzerinde, Gizlilik Derecesi: Çok GİZLİ kaydı bulunan ve 31 Mayıs 1973 tarihini ve Bilgi için: a) Genel Kurmay Başkanlığına, b) K.K.K.’na, c) 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’na dağıtımı notunu taşıyan, İSTH: 7130-2133-73/4511 sayılı MESAJ FORMU”nda bu durum aynen şöyle anlatılıyor. 1, 2 ve 3. maddelerinde İbrahim’in kimliği, faaliyetleri, yakalanışı ve sorguya çekildiği belirtildikten sonra):

“[…]

4 -Türkiye Komünist Partisi (M-L) örgüt faaliyetlerini yöneten ve sorumlu bir şahıs olduğu EK- 1ve EK-2’de sunulan MİT dokümanlarıyla teyit edilen anarşist İbrahim Kaypakkaya, alacağı cezayı asgari ve azami olarak tahmin etmiş, onun kendi üzerinde bıraktığı etkiden kurtulamayarak, moral çöküntüsü hâlindeyken, 17 Mayıs 1973 günü sabaha karşı sol bileğini jiletle keserek intihar etmiştir.

5 - Komutanlıkça verilen emir üzerine askeri savcılıkça olaya el konulmuş, anarşistin 17 Mayıs 1973 günü ölü olduğu tespit edilmiş ve EK-3’te ölüm muayene tutanağı tanzim edilerek Askeri Hastane’ye otopsi yapılmak üzere getirilmiştir. 18 Mayıs günü Askeri Hastane’de yapılan otopsi sonucu hekimler heyetince intihar etmiş olduğu kanaati hasıl olmuş ve EK – 4’te sunulan otopsi tutanağı tanzim edilmiştir.

6 -Olay, ilgi (c) mesajda Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na intikal ettirilmiştir. 21 Mayıs 1973 günü, ceset, Diyarbakır’a gelmiş babasıyla birlikte MİT yetkililerinin refakatinde T.H.Y. uçağı ile Ankara’ya götürülmüştür. Cenazenin daha sonra Çorum’a götürülerek, orada defnedildiği ve defin yerinde gerekli güvenlik tedbirlerinin alındığı MİT ilgililerinden öğrenilmiştir.

Bilgilerinize arz ederim.

(İmza)

Şükrü Olcay
Korgeneral
7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı”

[TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası, Klasör No: 12, Dosya No: 1]

Faşist cellatlar, İbrahim’in cesedinin, köylüleri veya babası tarafından mezardan çıkarılıp adlî tıpta otopsiye götürülmesinden korkuyorlardı. Nitekim, İbrahim Kaypakkaya’nın babası, cenaze defnedilir edilmez çalışmakta olduğu Ankara’ya, işinin başına dönmüş, durumu ve gördüklerini Ankara’da tanıdığı bazı avukatlar aracılığı ile bazı parlamenterlere anlatmış ve oğlunun cesedi üzerinde otopsi yaptırılarak ölüm sebebinin aydınlatılması için yardımlarını istemişti. 12 Mart faşizminin ülkemizde birçok hâkim sınıf politikacısına bile başını kaldırmadığı o günlerde bu işe kimse cesaret edemedi. Yalnız, CHP Ordu milletvekili ve o zamanki Genel Sekreter Yardımcısı Ferda Güley, olayın üzerinden iki ay geçtikten sonra, Temmuz 1973’te Bolu’da yaptığı konuşmada isim ve yer zikretmeksizin, “Babalar! Bir babanın, oğlunun sağlıklı ellerinden aldığı iki gün önce yazılmış bir mektup üzerine, kolunda giyecek ve yiyecek çıkını, gittiği cezaevinde göreceğini ve kucaklayacağını umduğu oğlu yerine, kendisine bu oğulun bir gün evvel intihar ettiği haberinin verildiğini ve kendisiyle beraber alıp memleketine götürdükleri evlât nâşının kurşunlarla delik deşik olduğunu görmüş olduğunu biliyorum.” [Yeni Adımlar Dergisi, Sayı: 8, s. 16) demek cesaretini gösterebilmiştir.

MİT’in İbrahim’in köyünde bıraktığı mezar bekçileri, bir ölünün toprağa verilmesinden sonra etinin kemikten ayrılma süresi kadar bir zaman köyde kaldılar; ondan bir süre sonra ilçeyi de terkettiler.

Bu arada, yine 1973 Temmuz ayında, o zaman bağımsız milletvekili olan Mehmet Ali Aybar, TBMM Başkanlığı’na, zamanın başbakanı Naim Talû’nün cevaplandırmasını istediği “Kaypakkaya adındaki şahsın sorgu sırasında yapılan işkenceden öldürüldüğü doğru mudur? Ölüm tarihi nedir?” başlığını taşıyan on maddelik bir soru önergesi vermiştir. [Yeni Ortam Gazetesi, Haziran 1973; Yeni Adımlar dergisi, Sayı: 8, s. 15] Ondan sonra da ne bu soru önergesine bir cevap verilmiştir, ne de önergenin arkasını aramaya cesaret edecek biri çıkmıştır.

İbrahim Kaypakkaya hakkında, davası Ocak 1973’de Ankara Sıkıyönetim 3 Numaralı Mahkemesi’nde görülmeye başlayan Şafak davasında sanık olarak gıyabi tutuklama kararı verilip soruşturma açılmıştı. Bu davanın 15 Mayıs 1973 tarihli duruşmasında, dava sanıklarından İsmet Tufan Yazıcı, Ziya Ulusoy, Abdullah Tuncay ve Atıl Ant mahkemeye verdikleri dilekçede, “Bu davanın sanıklarından İbrahim Kaypakkaya’nın 19 Ocak 1973 günü Tunceli’de yakalandığı gazetelerde radyoda yapılan açıklamalarla duyuruldu. Yakalanmasından bu yana üç buçuk ay geçmiş olmasına rağmen İbrahim Kaypakkaya, sanığı olduğu bu davaya dâhil edilmediği gibi bugüne kadar akıbeti hakkında da hiçbir açıklama yapılmamıştır. MİT’teki sorgulamalardan edindiğimiz tecrübelerden İbrahim Kaypakkaya’nın işkence altında öldürülebileceğinden endişe ediyoruz. Bu nedenle mahkemeden, bu davanın sanığı olan İbrahim Kaypakkaya’nın akıbeti hakkında açıklama yapılmasını ve davaya dâhil edilmesi için harekete geçmesini talep ediyoruz” dediler. Mahkeme, bu dilekçeye hiçbir cevap vermedi. 5 Haziran tarihli duruşmada aynı sanıkların mahkemeden, dilekçeleri konusunda ne yapıldığını sormaları üzerine, bu sanıklar ve daha 154 kişi duruşmadan atıldı.

9 Ekim 1974 tarihinde İstanbul Sıkıyönetim 2 Numaralı Mahkemesi’nde, İbrahim Kaypakkaya’nın arkadaşlarının yargılandığı TKP (M-L)-TİKKO-TMGBL Davası’nın duruşması başladı. Davanın savcılığını Yaşar Değerli üstlenmişti. Duruşma açılır açılmaz dava sanıkları, iddianamede davanın bir numaralı sanığı olarak gösterilen İbrahim Kaypakkaya’nın ne olduğu hakkında açıklama yapılmasını talep eden bir dilekçe vermek istediler; çünkü İbrahim Kaypakkaya’nın ölümü hakkında hiçbir yerde hiçbir resmî açıklama yapılmamıştı ve iddianamede de sadece, “hâlen müteveffa” deniyordu. Mahkeme dilekçeyi okutmadı ve bir açıklama da yapılmadı. Bu davanın 6 Kasım 1974 günkü duruşmasında, dava sanıkları mahkemeye bu konuda, ortaklaşa hazırladıkları aşağıdaki dilekçeyi verdiler:

“1. ORDU KOMUTANLIĞI 2. NO’LU ASKERİ MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

SELİMİYE
6 Kasım 1974

ARKADAŞIMIZ İBRAHİM KAYPAKKAYA’NIN ÖLÜMÜ İLE İLGİLİ AÇIKLAMADIR.

Görülmekte olan bu davanın 1 no’lu sanığı olan yoldaşımız İbrahim Kaypakkaya, heyetinizin ve iddia makamının da bildiği gibi ölüdür. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın ölüm sebebi ile ilgili olarak bugüne kadar ne basında ne radyoda kamuoyuna, ne de onun mücadele arkadaşları ve kader ortakları olan bizlere, -mesele, bazı parlamento üyeleri tarafından soru önergeleri ve basın yoluyla hükümete ve ilgili makamlara sunulduğu hâlde- hiçbir resmî açıklama yapılmamıştır. Ancak, şu anda bu davanın savcılık görevini yapan kişi, ikinci kere savcılık sorgusuna çağırdığı bazı arkadaşlara, birbirini tutmayan beyanları ile ve iddianamenin bazı bölümlerinde bir iki cümle ile, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın tutuklu iken intihar ettiğini belirtmiştir. Ne var ki, gerek Diyarbakır’da bu davanın savcılık makamını işgal eden kişi tarafından MİT’te sorguya çekilen ve bir kısmı hâlen burada sanık olan kişilerin cezaevinde ve MİT’te karşılaştıkları olaylar, gerek savcı Yaşar Değerli’nin İstanbul’da ikinci kere sorguya çektiği arkadaşlarla aralarında geçen konuşmalar ve gerekse iddia makamını işgal eden bu kişinin görevi sırasında hâkim sınıflara en büyük sadakatini gösteren aşırı gayretkeşlikleri, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın:

1. Kendisinin intihar etmediğini, öldürüldüğünü;

2. Öldürme olayının askerî savcı Yaşar Değerli’nin başında bulunduğu bir ekip tarafından, önce işkence edilerek sonra da kurşunlanarak yerine getirildiğini ortaya çıkarmıştır.

Kanaatimizce bu durum, esasen bütün bu makamlarca da bilinmektedir. Çünkü bu davanın başında ve müteakip duruşmalarda ne zaman İbrahim Kaypakkaya ve onun ölüm lafı geçtiyse, heyetiniz olsun, askerî savcı olsun, bu meseleyi geçiştirmeye ve örtbas etmeye çok büyük ve özel bir gayret gösterdiler ve göstermektedirler. Bu meseleyi örtbas etme gayretleri yalnız bu mahkemeninki ile kalmadı ve kalmıyor; bu konuda önce ilgili makamlara sonra da ondan bir sonuç alamamamız üzerine bu mahkemeye yazdığımız dilekçelere ve hatta kurunun yanında yaşında yanması misali mahkeme ile ilgili diğer başka dilekçelerimize, kalmakta olduğumuz cezaevi idarelerince el konuldu. Bu durumu geçen duruşmaların birinde heyetinize de bildirmiştik. Hâlen de malum cezaevi yöneticilerince alıkonan bu dilekçelerimiz verilmiş değildir ve verilmesi için yaptığımız yazılı ve sözlü müracaatlar da cevapsız bırakılmaktadır. Bütün bu durumlar ve davranışlar tesadüfi değildir. Muhatap olduğumuz bütün makamların bu konudaki sözbirliği etmişçesine ortak davranışları, belirli bir amacın ve gayretin, deşildiği zaman altından Çapanoğlu çıkacak bir olayı elbirliğiyle örtbas etmek gayretinin ürünüdür.

Biz burada, devam eden bu örtbas etme gayretlerini bir yana bırakarak, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın intihar etmediğini ve başında iddia makamını işgal eden kişinin bulunduğu bir ekip tarafından kurşunlanarak öldürüldüğünü kanıtlayan deliller üzerinde durmak istiyoruz.

1. İbrahim Kaypakkaya yoldaş, 24 Ocak 1973’de Tunceli’de yaralı olarak yakalandıktan sonra Diyarbakır askerî hastanesine getirilmişti. 21 Nisan 1973 tarihinde de hastaneden alınarak, Diyarbakır Askerî Cezaevi’nin yanında ayrı bir binadaki üç no’lu hücreye konmuştur. İbrahim Kaypakkaya, bu hücrelerde iken, yanındaki hücrelerde gözaltında bulunan Nuri Yaman, Celal Bozatlı, Mehmet Altınbaş ve Hasan Zengin tarafından görülmüştür. Bunlardan ayrı olarak, İbrahim yine, hücrelere bitişik durumdaki gözaltı koğuşunda bulunan ve aynı davadan olup çoğunluğu şu anda burada olan arkadaşlar tarafından da üç no’lu hücrede iken çeşitli defalar görülmüş, hatta bu arkadaşlar, bir subayın denetiminde İbrahim’le birkaç defa da görüştürülmüşlerdir. İbrahim Kaypakkaya, 16 Mayıs 1973 tarihine kadar bu hücrede kalmış, aynı gün saat onda hücresinden alınarak götürülmüş ve bu durum, yukarda adı geçen hücre arkadaşları tarafından yandaki gözaltı koğuşunda bulunanlarca görülmüştür. Bu gidişten üç gün sonra, askerî savcılıkta görevli erler arasında İbrahim Kaypakkaya’nın öldüğü söylentisi yayılmış ve bu söylenti, cezaevindeki tutukluların kulağına kadar gelmiştir. Bunun üzerine tutuklular, cezaevi müdürlüğünde görevli subaylara, dolaşan ölüm haberinin doğru olup olmadığı, İbrahim Kaypakkaya’nın nerede olduğunu sormuşlar, onlar da İbrahim Kaypakkaya’nın 16 Mayıs 1973 tarihinde komutanlıkça ‘sorgu’ için istendiğini ve ‘sorgu’ için gidişten iki gün sonra da hiçbir gerekçe gösterilmeden İbrahim Kaypakkaya’nın cezaevi müdürlüğündeki kaydının silinmesini bildiren bir telefon emri aldıklarını, bu konuda bundan başka bir şey bilmediklerini söylemişlerdir.

İbrahim’in hastaneden alınıp, Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi Müdürlüğü sorumluluğunda bulunan hücreler bölümünün üç no’lu hücresinde 21 Nisan 1973 tarihinden 16 Mayıs 1973 tarihine kadar bekletilmesinden ve 16 Mayıs 1973 günü bilinmeyen bir yere götürülmesinden iki gün sonra, askerî savcılığa ifade vermek üzere götürülen çeşitli suçtan gözaltında ve tutuklu bulunan kimselere askerî savcılıkta görevli erler, İbrahim Kaypakkaya’yı askerî savcılık binasının üst katında vücudunun kurşun yaralarıyla delki deşik bir durumda ve ölü olarak gördüklerini söylemişlerdir.

Bunun üzerine Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi’nde bulunan tutuklulardan otuz altısı, bu durumun doğru olup olmadığını öğrenmek, doğru ise bu ölüm olayı hakkında kovuşturma yapılmasını istemek ve İbrahim Kaypakkaya’nın öldürüldüğü haberinin, savcılık, MİT (ki aslında bu ikisini ayırt etmek yanlıştır) ve cezaevinde görevli olanlar arasında ayyuka çıkmasına rağmen hiçbir resmî açıklama yapılmamasının nedenini öğrenmek amacıyla aşağıda metnini sunacağımız ortak dilekçeyi yazıp imzalayarak Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’na vermişlerdir. Diyarbakır Sıkıyönetim Askerî Cezaevi’nde ‘29 Mayıs 1973’ tarihine ve ‘1900-73/84’ kayıt numarasına kayıtlı bu dilekçe aynen şöyledir:

Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı’na

Diyarbakır

1) Tutuklu İbrahim Kaypakkaya’nın 16.5.1973 tarihinde hücresinden alınarak MiT’e götürüldüğü ve MİT’te yapılan işkencelerle öldürüldüğü.

2) Bu cinayet hadisesini Türkiye ve dünya kamuoyuna uyandıracağı tepkiden çekinilerek intihar süsü verilmek istendiği.

3) Bu cinayete ne kadar intihar süsü verilmek istenirse istensin bunun hiçbir zaman inandırıcı olmayacağı.

4) Zira,

a) İbrahim Kaypakkaya’nın yaralı olarak yakalandıktan sonra hastanede yaralı hâliyle prangaya vurulduğu ve devamlı olarak kontrol altında bulundurulduğu, hastaneden sonra da hücreye konulduğu, demir aksamlı hiçbir aletin, kemer ve ip kabilinden hiçbir şeyin yanında bulundurulmadığı ve tedbir mahiyetinde olarak aynı binada ve birkaç metre öte deki tuvalete dahi götürülmediği ve hücresinde tuvalet ihtiyacını giderdiği.

b) Ayrıca İbrahim Kaypakkaya’nın 15.5.1973 tarihinde hücresinden alınarak bir daha geri getirilmediği.

c) Zaten intihar süsü vermekte güçlük çeken faillerin 19.5.1973 tarihinde işlenen bu cinayeti yetkili mercilere duyurmaması ve kamuoyuna gerekli açıklamanın yapılmamasının, bu cinayetin en büyük kanıtı olduğu.

5) Bu hadiseden de anlaşılacağı gibi Diyarbakır-Siirt illeri sıkıyönetim tutukevindeki tutukluların Anayasa ve kanunlara aykırı olarak alınıp MiT’e götürüldüğü, dövüldüğü ve öldürüldüğü ve biz tutuklu olarak hayatlarımızın garanti altında bulundurulmadığı. Bunun kanunlara aykırı olduğu.

Bizler, insanlık haysiyetine yaraşmayan bu hunharca davranışı kınar ve birer vatandaş olarak Anayasa, kanunlar ve İnsan Haklan Beyannamesi’ni ihlal ederek işlenen bu suçu, gerekli soruşturmanın yapılıp faillerinin gerekli cezalara çarptırılması için ihbar ediyoruz.

28.5.1973
Tutukevi kayıt no: 1900 73/84
Tarih: 29.5.1973

2. Yukarıda metnini verdiğimiz bu dilekçeye hiçbir cevap verilmemiş ve bir açıklama yapılmamıştır. Bu dilekçeden bir süre sonra, olayın ağır bir siyasî cinayet olması nedeniyle bütün ilgili makamlarca duyulması ve hatta siyasî parti yöneticilerinin ve parlamenterlerin kulaklarına gelmesi sonucu CHP Genel Sekreter yardımcısı Ferda Güley Bolu’da “İbrahim Kaypakkaya’nın işkenceyle öldürüldüğünden bahsetmiş, İstanbul eski bağımsız milletvekili M. Ali Aybar, aynı günlerde Başbakan’a bu konuda ayrıntılı bir soru önergesi vermiş, açıklama yapılmasını istemiş ve bu haberler basında yer almıştır. Bütün bunlara rağmen, küçüğünden en sorumlusuna ve büyüğüne kadar hiçbir ilgili makam bu konuda tek kelime açıklama yapmamış, tam tersine, bu konu örtbas edilmeye, geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu konunun çeşitli şekillerde üstüne üstüne gidilmesine rağmen bu konuda ısrarlı suskunluğun anlamı çok açıktır. Açıklama yapması gerekenler, devlet mekanizmasının yönetiminde ve her türlü dizginleri ellerinde bulunduran kimselerdir.

Bu makamların bu cinayet olayını tevile kaçarak, intihar süsü vererek bile olsa açıklamamaları, açıklayamamaları ve bu konudaki ısrarla susmaları, açıkça suçun ikrarıdır. Basının, radyonun ve kamuoyuna yönelik her türlü haber araçlarının, olaya intihar süsü verecek her türlü imkânın ellerinde olmasına rağmen bu makamların ısrarlı suskunlukları neyin ifadesidir?

En küçük adi zabıta olaylarını bile bin bir sahtekârlıkla ve düzenbazlıkla ‘anarşistlerin marifeti olarak günlerce kamuoyuna reklam edenler, bu olay karşısında niçin susmaktadırlar?

3. Bu cinayet olayının diğer bir delili şudur: 16 Mayıs 1973 günü İbrahim Kaypakkaya hücresinden sorguya götürülmeden bir saat kadar önce, yandaki gözaltı koğuşunda adi bir suçtan dolayı tutulmakta olan Cemil Oktay askerî savcılığa götürülmüştür; Cemil Oktay, askerî savcılıkta, İbrahim Kaypakkaya’yı birtakım sivil şahıslar tarafından gözleri bağlı olarak askerî savcılık binasından çıkarılıp sivil bir otomobile bindirilirken görmüş ve bu durumu, gözaltı koğuşuna döndüğünde şimdi bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasa İlter ve Seyithan Dokay’a söylemiştir. Savcılıkta sonradan çıkan söylentiye göre de İbrahim Kaypakkaya götürüldüğü bu yerden kurşunlanarak getirilmiştir.

4. 1973 Nisan’ının ilk haftasında İbrahim daha iyileşmeden ve hastanedeyken, şimdi bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İlter ile yüzleştirilmek üzere askeri savcılığa getirilmiş, Hasan İlter İbrahim’le yüzleştirilmek için savcılık odasına alındığında savcı Yaşar Değerli ile İbrahim Kaypakkaya arasında geçen şu konuşmaya şahit olmuştur:

İbrahim Kaypakkaya: ‘Hakkımdaki bu ifadeleri arkadaşlara işkence ile imzalatıyorsunuz.’

Yaşar Değerli: ‘Tabii sizin gizli dünyanızı ortaya çıkaracak başka yol yok.’

İ. Kaypakkaya: ‘Arkadaşlara bu ifadeleri, beni idam ettirmek için zorla imzalattırıyorsunuz.’

Y. Değerli: ‘Çok yakın bir zamanda sana gereken cezayı kendi elimizle vereceğiz.’

Bu konuşmalar neyi açıklamaktadır? Bu konuşmalar üzerinde yorum yapmaya gerek var mıdır bilmiyorum? Bu konuşmalardan çıkan anlam açıktır ve bu konuşmalardan sonra meydana gelen katletme olayının baş sorumlusu da ortadadır. İbrahim’in intihar ettiği yalanını düzen ve yukarıdaki cümlelerin sahibi olan kişi ve bu konuşmayı okuyup duyan herkes de bilir ki, ‘kendisinin idam ettirilmesi için zorla ifadeler düzdürüldüğünden’ bahseden, ölmemek için aylarca hastanede ve hücrelerde her türlü baskı, işkence ve provokasyona karşı direnen bir kişi, nasıl olur da yukarıdaki konuşmadan hemen sonra fikir değiştirip intihar eder? Üstelik bu kişi bir komünisttir ve intihar etmenin bir komünist için korkaklık ve proletarya davasına ihanet olduğunu söyleyen bir kişidir... Bu yalanlar ve sahtekârlık senaryoları çok acemice ve suçluluk telaşı içinde düzülmüştür.

5. 9 Temmuz 1973’te Selimiye’ye tekrar savcılık sorgusuna götürülen bu dava sanıklarından Yalçın Büyükdağlı ile savcı Yaşar Değerli arasında geçen şu konuşma bile, bu konuşmayı okuyan veya duyan akıl mantık sahibi herkese hiçbir dedektiflik bilgisini gerektirmeyecek kadar açık bir biçimde ‘suçlunun kim?’ olduğunu anlatmaktadır. Konuşma şöyle geçmiştir.

Y. Büyükdağlı: ‘İbrahim Kaypakkaya yoldaşın öldüğü doğru mu?’

Y. Değerli: ‘İbrahim kendisi intihar etti, biz öldürmedik. İntihar ettiği zaman da ben İstanbul’daydım, telgrafla haber aldım.’

Arkadaşın sorusuna ve savcı Yaşar Değerli’nin verdiği cevaba iki noktada dikkatinizi çekerim: Birincisi, arkadaş, İbrahim’in ölüp ölmediğini sormaktadır; savcı ise cevap olarak doğrudan doğruya ‘kendilerinin öldürmediğini, intihar ettiğini’ söylemektedir. Bir kere, Yalçın Büyükdağlı, ölümün nasıl olduğunu ve kimin öldürdüğünü sormamıştır. Sorduğu ölüm haberinin doğru olup olmadığıdır. Savcı Yaşar Değerli’nin sorulmadığı hâlde İbrahim’i kendilerinin öldürmediğini, intihar ettiğini söylemesi, suçluluk telaşının ve psikolojisinin söylettiği sözlerdir. İkincisi, suçluluk psikolojisinin verdiği dürtü ile şecaat arz ederken sirkatin söyleyen savcının bu konuşmada suçluluğunu gizlemek için başvurduğu bir yalandır. Çünkü savcı Yaşar Değerli, bu konuşmada İbrahim’in öldürüldüğü tarihte İstanbul’da olduğunu söylemiştir. Oysa savcı Yaşar Değerli, İstanbul’a 1973 Haziran’ının  ilk haftasında gelmiş olup, İbrahim ise 16-18 Mayıs tarihleri arasında, yani savcı Yaşar Değerli Diyarbakır’da iken öldürülmüştür. Savcı Yaşar Değerli’nin böyle bir yalana başvurması bile tek başına, İbrahim Kaypakkaya’nın Yaşar Değerli’nin başında olduğu bir cinayet şebekesi tarafından öldürüldüğünü açıklar.

6. Ankara Sıkıyönetim’deki başka bir davası nedeni ile 1973 Mayıs ayı içerisinde Ankara Sıkıyönetim 3 no’lu Cezaevi’nde bulunan Aslan Kılıç’la Diyarbakır’dan getirilen THKO sanıklarından Mustafa Karadağ arasında cezaevinde şu konuşma geçmiştir:

M. Karadağ: ‘Haberin var mı, İbrahim’i Diyarbakır’da öldürdüler.’

A. Kılıç: ‘Haberim yok ama sen kesin olarak biliyor musun?’

M. Karadağ: ‘Ben de İbrahim’i ve ölüsünü görmedim. Haberi Diyarbakır askerî savcılığı ve erlerden duydum. Ayrıca MİT’te beni sorguya çeken, ismini bilmediğim, saçları dökük ve yüzbaşı rütbesinde bir hâkim subay sorguya başlarken «daha geçen hafta burada konuşmayan birini gömdük. Aynı yolu tutarsan senin de akıbetinin bu olacağından şüphe etmemen için bu şahsın adını da sana söyleyeyim: Bu kişi İbrahim Kaypakkaya’dır ve tanırsın da. Şimdi adam gibi konuş» dedi. Bu konuşmada sözü edilen MİT görevlisi, yüzbaşı rütbesindeki saçları dökük hâkim-subay savcı Yaşar Değerli’dir. Nitekim, Aslan Kılıç arkadaş Ankara dönüşü, 1973 Temmuz ayında İstanbul’da tekrar askerî savcılığa götürüldüğünde savcı Yaşar Değerli ile arasında bu konuda şu konuşma geçmiştir:

A. Kılıç: ‘İbrahim’i işkence ile öldürdünüz, ona söyletemediğiniz şeyleri benden mi almak istiyorsunuz?’

Y. Değerli: ‘İbrahim’i biz öldürmedik; tokyosuna koyduğu jiletle bileklerini keserek intihar etti. Hem sen bu haberi nereden duydun?’

A. Kılıç: ‘Ankara’da THKO sanıklarından M. Karadağ’dan duydum.’

Y. Değerli: ‘Ha, evet M. Karadağ’ın sorgusunu ben yaptım; ama sana İbrahim’i bizim öldürdüğümüzü söylemekle yalan söylemiş. Fakat inanmıyorsan İbrahim’i nasıl tedavi edip iyileştirdiğimizi anlaman için sana hastanede çekilmiş resimlerini göstereyim; (resimleri göstererek) bak! İbrahim’i şu hâlden bu hâle getirdik. Biz İbrahim’i ölümden kurtardık; biliyorsun yakalandığında yaralı idi ve ayağı donmuştu. Hiç böyle ihtimam gösterenler onu öldürür mü?’

Son konuşmadan da bir kere daha anlaşılacağı üzere Y. Değerli tam bir suçluluk psikolojisi içerisindedir. Böyle bir telaşla haberin nasıl öğrenildiğini sormakta, sonra da kendisinin suçluluğunu ispat edercesine, İbrahim’e yaralı iken nasıl ihtimam gösterdiklerinden bahsetmekte, sorgulardaki canavarlığının açığa çıkmasını önlemek amacıyla kendisini şefkatli bir hastabakıcı rolüne sokmaktadır. Kaldı ki İbrahim’i öldürenler, onu, hasta iken babalarının hayrına ve Savcı Yaşar Değerli’nin göstermek istediği gibi şefkatli oldukları için değil, iyileştirip konuşturabilmek için tedavi etmişlerdir.

Bu iyilik perilerinin ne denli şefkatli olduklarını bugün dünyada sağır sultan bile duymuştur. Hem suçluluk psikolojisi içinde olmayan bir kimsenin İbrahim’i iyileştirmede özel gayret sarf ettiğinden bahsetmesine, hiç yoktan kendini savunmaya kalkışmasına gerek yoktur.

Savcı Y. Değerli, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın tokyosuna sakladığı jiletle bileklerini keserek intihar ettiği yalanını söylemiştir. Polis ve MİT’ten geçmiş herkes bilir ki, külotlara ve koltuk altlarına kadar aranılan, ayakkabıların bükülerek veya pençeleri kesilerek kontrol edildiği, mendil, ayakkabı bağı, gözlük, kemer ve toplu iğdenin bile hücreye girişte sanıkların üzerinden alındığı bu yerlere, -önceden konmuş olsa bile- tokyoya jilet koyarak girilebileceğini söylemek düpedüz yalan söylemektir. Bunu söyleyen kişi kimi kandıracağını sanmaktadır? Ankara MİT’te, bir arkadaşın ayakkabısının pençesindeki lastiğin normalden biraz kaim olması yüzünden ayakkabı pençelerinin testere ile ikiye biçildiğini gözlerimizle gördük. Öte yandan, sünger olan sandaletlere önceden jilet bile konmuş olsa daha ilk büküşte içinde değil jilet, kâğıt olup olmadığı bile anlaşılır. Kaldı ki İbrahim Kaypakkaya, intihar ettiği söylendiği güne kadar demire ve kelepçeye vurulmuş olarak ve sürekli gözetim altında bulundurularak askerî hapishanede ve gözaltı hücrelerinde kalmış, görevliler dışında hiçbir kimseyle görüş ve temasta bulunmamıştır. Değil hastane ve gözaltı gibi yerlerde, hapishanelerde bile tıraş için dahi olsa jilet veya hiçbir kesici veya delici şeyin parçası bile verilmemekte, bunun için sık sık aramalar yapılmaktadır. Sürekli gözaltında ve bağlı olarak tutulan, hiç kimseyle teması olmayan İbrahim Kaypakkaya jileti nereden sağlamıştır acaba? Gökten zembille mi inmiştir jilet? Yüzümüze bu şekilde söylenen bu yalanlar suçluluk telaşı ile olsa gerek çok acemice hazırlanmıştır. Dosyadaki intihar kılıflarının ise ne tür uydurmalar olduğunu şu ana kadar öğrenebilmiş değiliz.

7. Savcı Y. Değerli iddianamede, ‘İbrahim Kaypakkaya’nın intiharından önce yapmış olduğumuz sorgusunda her ne kadar örgütsel faaliyetleri konusunda ketum davranmış ise de […]’ diyerek, sorgulama sırasında öldürülen İbrahim yoldaşı bir polis ve MİT görevlisi gibi bizzat kendisinin sorguladığını belirtmekte, fakat İbrahim’in bu ‘ketum’ davranışı karşısında kendisinin neler yaptığını açıklamamaktadır. Fakat polis ve MİT gibi yerlerde sorguda ‘ketum’ davranışın sonucunun ne olduğunu bugün bilmeyen yoktur. Yukardaki cümleyi okuyan kime sorulsa, bu ‘ketum’ davranış sahibinin sonunun ne olacağını daha sonucu öğrenmeden rahatlıkla söyleyebilir.

İbrahim yoldaşın, hizmet ettiği efendileri adına -kendi deyimiyle- ‘menfur katlinin’ baş aktörü Y. Değerli, bu cümleleri ile şecaat arz edeyim derken sirkatin söylemiştir.

8. Faşistler, daha yakalandığı ilk andan itibaren yoldaşımız İbrahim Kaypakkaya’ya hunharca davranmışlardır. Vartinik baskınından sıyrılarak, yarım saatlik bir yaya yürüyüşten sonra Barıkbaşı mezrasına gelen İbrahim Kaypakkaya, birkaç gün sonra burada yakalanmıştır. Barıkbaşı’ndan Kutudere’ye kadar dört saatlik bir yol, arkadaşımıza yalın ayak olarak yürütülmüştür. Mirik köyü ile Gökçe köyü arasındaki dereden geçen buzlu çay kıvrılarak aktığı için beş altı defa yalın ayak geçirttirilmiştir.

Yolda giden köylüler bu durumu görerek diğer köylülere anlatmışlardır. Aynı baskından kaçan iki arkadaş, buzlara gömüldükleri ve 48 saat dağda kaldıkları hâlde neden ayaklarını üşütmüyorlar da İbrahim Kaypakkaya yarım saatlik mesafede bulunan en yakın köye gittiği hâlde ayaklarını üşütüyor?

Üçüncü bir nokta olarak da iddianamede arkdaşımızın Barıkbaşı’ndan Gökçe’ye götürülürken yürümek istemediği ve karların üzerine yattığı belirtilmektedir. Bu hareketler, bir kimsenin yalın ayak karlar üzerinde yürütülürken yapacağı hareketlerdir.

Arkadaşımızın ayak parmaklarının kesilmesinden üsteğmen Fehmi Altınbilek sorumludur ve bu, bizlere yapılan işkencelerin en alçakça olanlarından biridir.

9. İbrahim Kaypakkaya yoldaş bir komünisttir. […]

O, bir komünistin intihar etmesinin korkaklık, proletaryanın davasına ihanet olduğu bilincinde olan ve bunu yoldaşlarına öğreten bir önderdir.

İntihar, ABD emperyalizminin, onların kompradorlarının ve toprak ağaları kliğinin temsilcisi savcı Yaşar Değerli’nin iddia ettiği gibi komünistlerin değil, faşist köpekler, işbirlikçiler ve halk düşmanları gibi korkakların halkımızın devrimci mücadelesinin zafere yaklaştığı günlerde seçecekleri bir tercih olacaktır. Stalin yoldaşın önderliğindeki Sovyet Kızıl Ordusu’nun Berlin’e girdiği gün gelmiş geçmiş en büyük faşist köpek Adolf Hitler’di kendi beynine kurşun sıkan!...

İbrahim Kaypakkaya yoldaş, Nazi işkence odalarının tavanına kanıyla ‘Unutma ki sen bir komünistsin’ diye yazarak falakaya her yatırılışında o yazıyı okuyup faşist cellatlara karşı direnen Dimitrov’ların, Naziler tarafından kurşuna dizilirken, Alman askerlerine ‘Ben sizin kurtuluşunuz için mücadele ettim. Siz kurtuluşunuzu öldürüyorsunuz’ diye bağıran Fransız komünisti George Politzer’lerin, Nazi kurşunlarına karşı korkusuzca göğüs geren Ernest Thellmann’ların ve ölümü ‘Yaşasın Ho Şi Minh’ diyerek göğüsleyen Vietnam kahramanlarının her türlü şart altında son nefeslerine dek sürdürdükleri mücadelelerin izleyicisidir.

Canını proletaryanın ve halkların kurtuluşuna adamış komünistler, faşist zulüm ve baskılardan korkarak intihar etmezler. İntihar tercihini seçecek olanlar, bizzat halkın devrimci mücadelesinden korktukları için zulmeden faşist köpeklerdir!

İşte bütün bu somut gerçeklerden ötürüdür ki, önderimiz İbrahim Kaypakkaya yoldaş intihar etmez ve etmemiştir. Öldürülmüştür! […]

Yukarıda özetini sunduğumuz dilekçenin altında şu imzalar vardır.

Tutuklu Sanıklar:

Arslan Kılıç, Yalçın Büyükdağlı, Muhsin Canik, İbrahim Gülgeç, Ayşe İsmail, İsmail Özbay, Celâl Erdoğmuş, İbrahim Halil Akyol, Baki İşçi, Muzaffer Oruçoğlu, Zeki Şerit, Nezihe Bahar, Nizamettin Karakoç, Ali Şenci, Gürsel Bezek, Fatma Erez, Hüseyin Tekin, İsmail Erdoğan, Ali Taşyapan, Sami Sarı, Davut Kurun, Engin Giray, Feryal Sarıoğulları, Kemal Bahar, Ali Turan, Musa Söğüt, Mümtaz Çeltik, Hikmet Şenses, Süleyman Yeşil, Güner Alakoç, Ünsal Alanya, Mukaddes Erdoğdu, Seyithan Dokay, Hayrettin İpek, Hüseyin Açıkgöz, İrfan Çelik.”

Bu dilekçeye ne mahkeme tarafından ne de savcı tarafından ne o celse ne de ondan sonra hiçbir cevap verilmedi.

1973 Kasım ve Aralık aylarında, Ankara’da yayınlanan Yeni Halkçı gazetesi, 12 Mart faşizmi döneminde yapılan işkenceler ve işkence yapanlar konusunda belgesel bir yazı dizisi yayınlamaya başladı. Bu gazetenin 3 Aralık 1973 günkü nüshasında, Ankara Sıkıyönetim 3 No.lu Mahkemesi’nde yargılanan Şafak davası sanığı Nuri Çolakoğlu’nun, kendine yapılan işkence ve işkence yapanlar konusunda mahkemeye vermiş olduğu bir dilekçe yayınlandı. Nuri Çolakoğlu, dilekçesinde, kendisinin Nisan 1972’de yakalandığını, iki ay MİT ve Ankara Emniyet 1. Şube altıncı katındaki hücrelerde işkenceye uğradığını, kendisine Ankara Emniyet 1. Şube altıncı katında işkence yapanların başında Diyarbakır’dan özel olarak gelmiş olan Yaşar Değerli adlı bir askerî savcının olduğunu söylüyordu.

TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası’nın 4 Aralık 1973 günkü duruşmasında, sanık müdafilerinden avukat Şükrü Kaleağası ve avukat İsmail Hakkı Altan mahkemeye, arka arkaya ve ayrı ayrı birer dilekçe vererek bu davanın savcısı Yaşar Değerli’nin iddia makamından çekilmesi talebinde bulundular. Müdafi avukatlardan Şükrü KALeağası talebinde, sadece bu dava sanıklarının değil, Diyarbakır’da sıkıyönetimce gözaltına alınan herkesin bu davanın savcısı Yaşar Değerli DEĞERLİ hakkında işkence yaptığı iddiasında bulunduklarını ve bunların mahkeme tutanaklarına geçmiş olduğunu; kendisinin dava dosyasını ve iddianameyi tetkik etmesi sonucu savcı Yaşar Değerli hakkında bu davayı açarken dava sanıklarına karşı düşmanca bir tutum içinde olduğu kanaatine vardığını ve savcının hâlen duruşmalarda sanıklara karşı gösterdiği davranışlarının da bu kanaatini teyit ettiğini; hatta savcının bu davranışlarının, sanıkların 6 Kasım 1973 günkü okudukları dilekçede belirtilen İbrahim Kaypakkaya’yı öldürme suçunu işlemiş olma psikozunun verdiği bir hava içinde olduğunu öne sürdü.

Avukat İsmail Hakkı Altan ise talebinde, 3 Aralık 1973 günkü Yeni Halkçı gazetesinde Yaşar Değerli hakkında, Ankara’da başka bir davada yargılanan başka bir sanığın mahkemeye verdiği dilekçeyi; keza Ankara Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde yargılanan Ferit İlsever adlı bir sanığın, yargılanmakta olduğu mahkemeye verdiği, Türkiye’de çeşitli şehirlerde işkence yapılan yerlerin ve işkence yapanların listesini belirten dilekçesinde, Diyarbakır sıkıyönetim bölgesinde işkence yapanların listesinin baş kısmında Yaşar Değerli’nin ismini zikrettiğini; bu savcı hakkında öne sürülen bütün bu iddiaların tesadüf olamayacağını belirtti (TİİKP davasının, bugünlerde kitap olarak basılmış savunmasının baş kısmında verilen, sıkıyönetim döneminde Türkiye’de işkence yapılan yerleri ve işkence yapanları belirten listenin, Diyarbakır’da işkence yapanlar bölümünün baş kısmında da Yaşar Değerli’nin adı verilmiştir).

Aynı duruşma, müdafi avukatların kendisi hakkındaki taleplerine ne diyeceğini soran mahkemeye savcı Yaşar Değerli, sadece duruşma tutanaklarına geçmiş olan şu sözleri söyledi:

“Hakkımızda gerek bu dava sanıkları, gerek başka dava sanıkları, gerek Yeni Halkçı adlı maksatlı yayın yapan gazete ve gerekse bu davanın avukatları tarafından öne sürülen iddiaların hepsi yalan ve iftiradan ibarettir. Her ne şart altında olursa olsun son Türk devletini yıkmaya teşebbüs etmiş olan bu anarşistlerin davasını sonuna kadar yürütmekte kararlı olduğumuzu heyetinize arz ederiz.” [TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası Duruşma Zabıtları, s: 33]

TKP (M-L) Davası’nın 2 Temmuz 1974 günkü duruşmasında sorgu veren bu davanın Diyarbakır Sıkıyönetim makamlarınca sorgusu yapılmış sanıklarından ve Siverek İlkokulu öğretmenlerinden Fatma Erez, sorgusu sırasında mahkeme heyetinin bir sorusuna karşılık olarak verdiği ve duruşma zabıtlarına geçen şu sözleri söylemiştir:

“Duruşmaların başında İbrahim Kaypakkaya’nın savcı Yaşar Değerli tarafından öldürülüp öldürülmediğinin sorulmasına mahkeme heyeti müsaade etmediği için mahkemeye hüviyetimi bildirmedim. Ben Diyarbakır Sıkıyönetimi’nce tutuklandığımda İbrahim Kaypakkaya hastanede bulunuyordu. Beni de hastanenin başka bir odasına koymuşlardı. Odalarımız yan yana idi. İbrahim kimseyle görüştürülmüyordu. Yalnız savcı Yaşar Değerli ve görevliler girebiliyordu. Birgün savcının İbrahim Kaypakkaya’nın odasına geldiğini, İbrahim’in bulunduğu odadan savcının, ‘Seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacaktır’ diye bağırdığını, İbrahim’in ise ondan daha çok bağırarak, ‘Ben senden ve büyüklerinden korkmuyorum, ölümden de korkmuyorum’ şeklinde cevap verdiğini duydum.” [TKP (M-L)-TİKKO Davası Duruşma Zabıtları, s: 340]

Savcı Yaşar Değerli, aynı celsede “sanık sorgusuna ve beyanlarına karşı ne diyeceği”ni soran mahkeme heyetine, “söyleyecek bir şeyimiz yoktur” şeklinde cevap vermiştir.

Savcı Yaşar Değerli, yukardaki cevabından da anlaşılacağı üzere, işkence yaptığını ispatlamak üzere öne sürülmüş bir sürü delilin hiçbirine cevap vermemiş, verememiş ve vermekten ısrarla kaçınmıştır.

Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı, İbrahim’in öldürüldüğü tarihte, Genel Kurmay Başkanlığı, K.K. Komutanlığı ve Birinci Ordu Komutanlığı’na gönderdiği ve yukarıda metinini, tarihini ve numarasını belirttiğimiz “Mesaj Formu”nda, İbrahim Kaypakkaya’nın “intihar ettiğini” ve bu işi “jiletle sol bileğini keserek” yaptığını söylüyor. Savcı Yaşar Değerli ise, TKP (M-L) davası sanıklarının İstanbul’da yakalananlarının sorgusunu almak üzere İstanbul’a geldiği 1973 Haziran ayında, sorgulama yaparken, İstanbul’da yakalanan sanıklarını birçoğuna, İbrahim’in “tokyosuna sakladığı jiletle intihar ettiği”ni söylemiştir.

İbrahim Kaypakkaya’nın ölümünden hemen sonra öldüğüne dair, hücresinde, Diyarbakır Askeri Hastanesi’nde görevli Tabip Yarbay Orhan Eroğlu, Tabip Binbaşı Sadettin Demiray ve Askeri Savcı Hâkim Kd. Binbaşı Nejat Öztaşkent tarafından bir “Keşif ve Ölü Muayene Tutanağı” [TKP (M-L) Dava Dosyası, Klasör No: 111, Dosya No: 2] tutulmuştur: bu tutanakta, İbrahim’in bileğini kestiği söylenen hücrede jilet veya jilet parçası veyahut da kesici herhangi bir aletin bulunduğuna dair hiçbir kayda rastlanmamaktadır. Bu tutanakta, hücrenin durumu, hücrede arama yapıldığı ve bu aramada bulunan şeyler, ölünün durumu ve hücrede bulunan eşyalar tek tek belirtilmektedir. Fakat, ölümden hemen sonra tutulduğu belirtilen bu tutanakta, hücrede yapılan arama sonucu bulunan şeyler arasında, jilet veya kesici, delici... vb. bir alet yoktur.

İbrahim’i öldüren faşistler, bu cinayetlerine intihar süsü verebilmek için mizanseni tamamlamak amacıyla bir de düzmece “Otopsi Raporu” düzenletmişlerdir emirlerindeki adamlarına. Fakat bu düzmece raporda bile ölüm olayının işkence altında olduğunu örtbas edemeyecek tespitler vardır. TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası Dosyası 3. klasör, 2. dosyada bulunan “Otopsi Raporu’nun ilk sayfasındaki “Harici Muayene” başlıklı bölümünde aynen şöyle denmektedir:

“[…] ölünün, her iki omuz ve uylukları üzerinde, ölüm anında veya ölüm den çok az bir müddet önce husule gelebilecek nitelikte müteaddit ekimozlar görüldü”. Raporun, bu cümleden hemen sonra gelen kısmında bu işkence veya ‘darp’ izlerinin (Latince söylenişiyle ‘ekimozların’) ölünün, ‘ölüm anından önce veya ölüm anında kendisini herhangi bir yere çarpmış olmasından meydana gelebileceği’ gibi bir kayıt konulmuşsa da, intihar ettiği iddia edilen anda İbrahim’in sol kol bileğinden ve ayaklarından karyolaya zincirle bağlı olduğu gerçeği göz önünde tutulursa, bu kaydın, işkence izlerini (‘ekimozları’) örtbas etmek, yani olaya intihar süsü vermek (ama bunu da, düzmece otopsi raporuna gerçek havası verebilmek için sahte ihtimallerle süsleyerek yapmak amacıyla konduğu hemen anlaşılır. Faşistlerin, İbrahim’in ölüsünü babasına vermemeleri, adli tıbba götürülmesini engellemeleri bile tek başına otopsinin düzmece olduğunun anlaşılmasına yeter.

Bütün bu anlattıklarımız göstermektedir ki, 12 Mart faşistleri, İbrahim Kaypakkaya’yı işkence altında katletmişlerdir. İbrahim Kaypakkaya’nın öldürülmesi olayı hakkında soruşturma yapmaya, olayı aydınlık getirmeye veya en azından bu olay üzerinde şöyle veya böyle durmaya, bugüne kadar kimse cesaret edememiştir.

12 Mart faşizmi, binlerce devrimciyi, binlerce yurtsever aydın ve genci, binlerce işçiyi, köylüyü ve faşizme karşı çıkan halktan unsurlar işkence tezgahlarına yatırdı; devrimcilere, yurtsever aydınlara ve gençlere, işçilere, köylülere ve faşizme karşı çıkan herkese yapılan bu işkencelerde kullanılan metotlar, İran'da, Yunanistan’da, İspanya’da, Vietnam’da, Brezilya ve Uruguay’da, Mozambik ve Angola’da Amerikan emperyalizmine ve onun işbirlikçilerine karşı savaşan devrimcilere ve yurtseverlere uygulanan işkence metotları ile aynıydı.

İşkence, faşistlerin sandığı gibi o kadar güçlü bir araç değildir. Bunu, faşistlerin işkencelerine yiğitçe göğüs geren sayısız devrimcinin, sayısız isimsiz kahramanın işkencehanelerdeki direnişleri, faşistlerin bütün işkencelerine ve kurşunlamalarına rağmen devrimci fikirlerin her gün daha çok yayılmasını önleyememeleri yüzlerce defa ispatlamıştır ve her geçen gün daha çok ispatlamaktadır.

İşkence, hâkim sınıfların halkın mücadelesi karşısındaki zorbalığının ve çaresizliğinin eseridir ve onların aczini gösterir, yıkılışlarını hızlandırır. Devrimcilere gelince, işkence gerçek devrimcileri çelikleştirir; onların halkımıza bağlılığını ve halk düşmanlarına karşı kinlerini biler.

Bugün devrimci fikirlerin tohumları halkımızın bağrına ekilmiştir. Faşistlerin işkence tezgahlarında, darağaçlarında, evlerde, sokaklarda, köylerde öldürdükleri devrimcilerin, halkımızın bu yiğit evlatlarının kanlarıyla sulanan bu tohumlar mutlaka çiçek açacaktır.

İbrahim Kaypakkaya olayı hakkında şimdiye kadar edinebildiğimiz bilgiler bunlardır. Tekrar edelim, bu siyasi cinayetin bütün yönleriyle açıklığa kavuşturulması ve faillerinden hesap sorulması sorunu yalnız bizim değil, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin gerçekleşmesini özleyen tüm yurtseverlerin sorunudur. Faşizmin cinayetleri karşısında takınılacak olan tutum, yurtseverliğin, demokrasiye bağlılığın ölçütüdür.

[Kaynak: Emekçi, Şubat 1975, Sayı 4, s. 39-65]

0 Yorum: