İbrahim
Kaypakkaya olayı var. Bundan bir buçuk yıl gibi kısa bir süre önce bir devrimci
Tunceli’de yaralı olarak kolluk kuvvetlerinin eline geçiyor. Devrimci İbrahim
Kaypakkaya çetin bir militandır. 12 Mart döneminin faşist iktidarı kendisine
diş bilemektedir. İşkence, İbrahim’in tutuklandığı anda başlıyor ve
Diyarbakır’da işkenceciler tarafından öldürüldüğü ana kadar sürüyor.
Yetkililer,
İbrahim'in intihar ettiği söylentisini yayıyorlar ama kimseyi inandıramıyorlar.
Tüm kanıtlar, bir siyasi cinayet olayı karşısında olduğumuzu göstermektedir.
Bu kanıtlardan
bir kısmını inceleyen ve Kaypakkaya olayına ışık tutan bir yazıyı aşağıda
yayınlıyoruz. Daha önce bir başka siyasi cinayet üzerinde durduk. Devrimci
öğrenci Ali Kayahan’ın kontrgerilla’da öldürülmesi olayı ile ilgiliydi. Ali
Kayahan’ın cesedi hâlâ ailesine verilmiş değildir. Bundan önceki hükümetin
talimatı ile açtırılan soruşturma savsaklanmaktadır. Kaypakkaya’nın cesedi
babasına güya teslim edilmiştir ama parça parça edilmiş ve tanınmaz hâlde.
CHP Ordu milletvekili
ve genel sekreter yardımcısı Ferda Güley, İbrahim Kaypakkaya’nın öldürülmesinin
üzerinden iki ay geçtikten sonra, Temmuz 1973’te, İbrahim Kaypakkaya olayını
kastederek Bolu’da yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“Babalar! Bir babanın, oğlunun sağlıklı
ellerinden aldığı iki gün önce yazılmış bir mektup üzerine, kolunda giyecek ve
yiyecek çıkını, gittiği cezaevinde göreceği ve kucaklayacağı oğlu yerine,
kendisine bu oğlunun bir gün evvel intihar ettiği haberinin verildiğini ve
kendisiyle beraber alıp memleketine götürdüğü evlat naaşının kurşunlarla delik
deşik olduğunu görmüş olduğunu biliyorum.
Emekçi, İbrahim
Kaypakkaya olayına ışık tutan bu yazıyı ve aynı nitelikte başka yazıları yayınlarken
bir yurtseverlik görevi yerine getirdiği inancındadır. Çünkü faşizmin işlediği
siyasi cinayetlerin gün ışığına çıkarılması ve katillerin teşhir edilmesi, sadece
sosyalistlerin değil, siyasi inançları ne olursa olsun, tüm yurtseverlerin görevidir.
Grupçuluk zihniyetine kapılarak bu göreve yan çizmek, dolayısıyla faşizme
hizmet etmek olur. İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerine katılmayabiliriz, ama
onun, faşist işkenceciler karşısında direnirken, tüm yurtseverlerin, tüm emekçi
halkımızın temsilcisi payesine ulaştığını bilelim. Bilelim ve davranışımız her
türlü sekter, grupçu eğilimden uzak, yürekten bir devrimci dayanışma tutum ve
davranışı olsun. “Geçmişin üzerine sünger çekeceğiz” diyerek faşist işkencecilerin,
katillerin, onları kışkırtan ve azmettirenlerin suçlarını örtbas etmekle demokratik
düzen gerçekleştirilmez. Burjuva anlamıyla dahi, demokrasi, hukuk düzeni, suçlunun
özellikle siyasi cinayet faillerinin cezalandırılmasını zorunlu kılar. Ve bugün
Turkiye’de faşist terör mekanizması olduğu gibi yerli yerinde kaldığı sürece, 12
Mart döneminin işkencelerinin siyasi cinayetlerinin hesabı sorulmadığı sürece Türkiye’de,
burjuva anlamıyla dahi bir siyasi demokrasinin varlığından söz edilemez.
Halkımızın bin bir
alanda bin bir biçimde tezahür eden faşizme karşı direnişi bir ölçüde sonuç
vermiş ve faşist cephe, gene bir ölçüde gerilemeye zorlanmıştır. Bir geçiş dönemi
içindeyiz.
Buradan ya
gerisin geriye faşizme dönülecektir, ya ileriye, demokrasiye doğru yönelinecektir.
İleriye doğru gidişin birinci şartı, 12 Mart döneminin bütün kirli çamaşırlarının
halkın gözleri önüne serilmesi ve sorumlulardan hesap sorulmasıdır. Faşizmi tel’in
eden halkımız, bundan azına razı olamaz.
Sorunun bir başka
yanı da var: Babıali basını, şimdiye kadar Sıkıyönetim icraatı konusunda
genellikle faşist yetkililerin isteğine uygun biçimde yayın yaptı. Gazetelerde,
sıkıyönetim mahkemeleri önünde günah çıkartanların, pişmanlık beyanında
bulunanların ifadelerini okuduk. Bunlar, devrimci hareketin verdiği firedir.
Ama sağlam maldan
pek söz edilmedi. Oysa koşullar ne olursa olsun işkence karşısında, ölüm
karşısında direnenlerdir, devrimci onuruna gölge düşürmemeyi bilenlerdir
hareketin hakiki temsilcileri. Bu direnişin öyküsünü anlatmak da devrimci bir görevdir.
Devrimci İbrahim Kaypakkaya’nın öyküsü, işte bu fasıla girer. Kaypakkaya,
koşullar ne olursa olsun, devrimci onuruna gölge düşürmemeyi bilenlerdendi.
Emekçi
*
* *
İbrahim
Kaypakkaya Kimdir
İbrahim Kaypakkaya,
Ankara Mamak 1011 Ana Tamir Fabrikası Bakım ve Onarım kısmında çalışan Çorumlu
bir işçinin oğludur. İlkokuldan sonra Hasanoğlan İlköğretmen Okulu’na girdi ve
buradan da 1966 yılında İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na geçti. Bu dönemde,
Hasanoğlan’da edindiği devrimci fikirlerini daha da geliştirdi.
Çapa Yüksek Öğretmen
Okulu’nda polisle ve okulun AP’li idarecileriyle işbirliği hâlindeki ümmetçi ve
faşist grupların saldırganlıklarına ve zorbalıklarına karşı devrimci öğrencilerin
yürüttüğü mücadelenin başını çekti. Kendisi gibi Anadolu’dan gelme yoksul köylü
kökenden gençleri çevresinde topladı ve ilk olarak, dokuz arkadaşıyla birlikte,
devrimci yüksek öğrenim gençliğinin örgütü olan, Fikir Kulüpleri Federasyonu’na
(FKF) bağlı Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Fikir Kulübu’nü kurdu. Bunun üzerine,
okulun AP’li müdür ve idarecileri, İbrahim’le birlikte Çapa Fikir Kulübu’nün
kurucusu olan 9 arkadaşını okuldan kovdular.
Danıştay bu
kararı bozdu. Fakat okul müdürü ve idarecileri bir süre bu karara uymadılar.
Demokratik çevrelerin ve okul öğrencilerinin çoğunluğunun baskısı üzerine müdür,
Okul Yönetim Kurulu’nu topladı; bu kurulda Ahmet Kabaklı, Nihat Sami Banarlı
gibi ünlü gericiler ve İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde tarih profesörü olan,
Turancılıkla tanınmış İbrahim Kafesoğlu vardı. Okul Yönetim Kurulu'nun
toplantısına Ankara’dan özel olarak gelen AP iktidarının Milli Eğitim Bakanı İlhami
Ertem de katıldı. Okuldaki faşist ve ümmetci saldırgan grup, İ. Kaypakkaya ve
arkadaşlarının okula alınmamaları ya da hiç olmazsa Kaypakkaya’nın alınmaması için
okulun gerici yönetimine müracaatta bulundu. Yönetim Kurulu, İbrahim Kaypakkaya
dışındaki diğer dokuz kişiyi okula alabileceğini bildirdi. AP’li Milli Eğitim Bakanı,
AP iktidarının uşağı okul idaresi ve okuldaki faşist ve ümmetçi gruplar,
İbrahim’in okula alınmasının kendileri ve hâkim sınıflar için yaratacağı
tehlikeyi biliyorlardı. Çünkü İbrahim’in okula alınmasıyla Yüksek Öğretmen
Okulu Öğrencileri arasında devrimci düşüncenin yayılması, saldırgan ve besleme
faşist ve ümmetçi sürülerine karşı olan gençlerin toparlanması hızlanacaktı.
İbrahim, o dönemde
gençliğin hızla gelişen demokratik ve devrimci mücadelesi içinde aktif görevler
almıştı. Okuldan atılmasından sonra, gençlik mücadelelerinin yanında, işçi
grevlerine, köylülerin toprak işgallerine, miting ve yürüyüşlere katılarak
bunlara destek olmaya ve halk kitlelerinin bilinçlendirilmesine çalıştı. Türk
Solu dergisinde çeşitli işçi ve köylü hareketleri üzerine yazılar yazdı.
Daha sonra Trakya ve Çorum köylerinde devrimci çalışmalar yaptı. Bu çalışmalarının
sonucu olarak, Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) dergisinde “Türkiye’de İşçi-Köylü
Hareketleri ve Proleter Devrimci Cizgi” ve “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili”
yazılarını yazdı.
12 Mart faşist
darbesine kadar polis tarafından iki defa yakalandı ve bir seferinde
tutuklanarak iki ay cezaevinde kaldı. Her iki yakalanmasında da İstanbul 1. Şube
Müdürü Ilgız Aykutlu tarafından özel olarak dövdürüldü.
12 MART’tan Sonra
İbrahim Kaypakkaya,
12 Mart faşist darbesinden hemen sonra halkın faşizme karşı direnişinin
teşkilatlandırılması için çalışmak üzere Doğu bölgesine gitti. Sıkıyönetimin
başlarında ilan edilen ilk aranan devrimcilerin listesinde onun adı da vardı.
İbrahim, Doğu’da Malatya, Tunceli, Diyarbakır ve Antep’te köylülerin bilinçlendirilmesi
ve teşkilatlandırılması çalışmalarına önderlik etti. 1972 başlarında
arkadaşlarıyla birlikte Şafak grubundan ayrıldı. Ayrılığın sebeplerini, yazdığı
yazılarda açıkladı.
12 Mart
faşistleri, 1972 yılı başlarında İbrahim’in Doğu bölgesinde çalıştığını
öğrendiler. İbrahim’i yakalamak üzere Malatya, Tunceli, Diyarbakır ve Antep yörelerindeki
baskınlarını sıklaştırmaya başladılar.
İbrahim’in,
Malatya bölgesinde bulunduğu sıralarda, Sinan Cemgil ve arkadaşlarının Nurhak
Dağları’nda faşistlerce pusuya düşürülerek öldürülmesine yardımcı olan bir
ihbarcının cezalandırılması üzerine, faşistler, Malatya’nın Kürecik bölgesindeki
bütün köyleri, jandarma ve komando müfrezeleriyle bastı. Kürecik ve Nurhak’ın köylerindeki
bütün köylüler üzerinde faşist baskı ve terör hareketine girişildi; birçok
köylüyü gözaltına aldılar ve falakadan geçirdiler. İbrahim ve arkadaşlarını kurşunlamak
için, geceleri onların uğrayacağını tahmin ettikleri ve devrimci ya da
sempatizan olarak bildikleri köylülerin evlerinin önüne pusuya yattılar; fakat
sonuç alamadılar.
Diyarbakır Sıkıyönetimi,
1972 Mayıs ayından itibaren İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarını yakalamak için
Tunceli bölgesindeki aramalarını da şiddetlendirdi. Faşistler, Tunceli halkının
tümüne düşman gözüyle bakıyorlar ve “devrimci saklıyorsunuz” diye önlerine
gelen köylüyü, öğrenciyi, esnafı gözaltına alıp işkenceye yatırıyorlardı; köy
baskınları sıklaşmıştı.
Baskınları, Fehmi
Altınbilek adındaki üsteğmen yürütüyordu. Köylülere karşı gaddarca davranan bu
işkenceci, Tunceli halkını sindirmek için Diyarbakır Sıkıyönetimi’nden tam
yetki almış bir MİT elemanıydı. Babasının Dersim isyanında isyancılar tarafından
öldürüldüğünü ve bu nedenle Tunceli halkından intikam alacağını söylüyordu.
Tunceli halkının kin ve nefretini kazanmış olan bu eli kanlı işkenceciye, evi
bombalanmak suretiyle ihtarda bulunuldu; bir süre sinen üsteğmen, Diyarbakır’dan
yardım istedi ve emrindeki komando birliğinin sayısı arttırıldı. Bunun üzerine baskınlara
tekrar başlayan Fehmi Altınbilek ve MİT yöneticileri, sivil polislerden meydana
getirdikleri ikişer üçer kişilik grupları, devrimci kılığında geceleri köylülerin
kapısını tıkırdattırarak, “biz devrimciyiz, kapıyı açın” dedirtip köylülerin evine
sokuyorlar ve bu polisler de ertesi gün devrimcilere karşı engin bir sempati
besleyen bu Tunceli köylülerinin evlerini komando timlerine bastırıp köylüleri
dövdürüyor, gözaltına aldırıyorlardı. Böylece akılları sıra, hem Tunceli’nin yiğit
halkına gözdağı vermiş hem de devrim sempatizanı köylüleri tespit etmiş
oluyorlardı.
Fakat bu metotla
aşağı yukarı tüm Tunceli köylülerini fişlemek durumunda kalınca ve İbrahim Kaypakkaya’yı
yakalayamayınca büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Fehmi Altınbilek ve MİT’çiler,
bu baskınlar sırasında Nazimiye’nin bir köyünde, evinin kapısını geç açtı diye Süleyman
Nakış isimli bir yoksul köylüyü ve dört yaşındaki kızını kurşunladılar.
1973 Ocak ayının
24’ünde, bir gericinin ihbarı üzerine Tunceli’nin Haydaran bölgesindeki ve
Munzur dağlarının kolu üzerinde bulunan İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının
kaldığı yer, sabaha karşı, üsteğmen Fehmi Altınbilek komutasındaki iki komando
müfrezesi tarafından basıldı. Baskında, Dersim halkının canı ciğeri gibi sevdiği
Haydaranlı yiğit devrimci Ali Haydar Yıldız vurularak öldürüldü; İbrahim Kaypakkaya,
başından ve boynundan yaralanarak yere düştü, fakat İbrahim soğukkanlılığını
korudu. Baskıncıların öldü zannederek İbrahim’in yanından uzaklaşması üzerine,
yeniden ayağa kalkıp oradan uzaklaşarak, başından ve boynundan hatırı sayılır
yaralar almış olmasına ve amansız hava şartlarına rağmen dört gün dağlarda kaldı.
Daha sonra yürüyerek en yakın köye gitti. Fakat dönüşte İbrahim’i yerinde
bulamayan ve diğer arkadaşlarını da yakalayamayan baskıncılar, aldıkları takviye
kuvvetlerle Haydaran bölgesini ve köylerini sıkı bir kontrol altına almıştı.
Baskıncılar, köylüleri sürekli tehdit altında bulunduruyor ve köyler arasında
15-20 kişilik devriyeler gezdiriyordu. İbrahim, bu kontrol ağından kurtulamadı
ve baskından beş gün, köye inmesinden bir gün sonra, 29 Ocak günü yakalandı.
Cebinde sayısız resmini taşıyan Fehmi Altınbilek, İbrahim’i görür görmez
tanıdı; bir buçuk yıldır peşinde olduğu bu devrimci militana karşı derin bir
kin duyuyordu.
İbrahim, yakalandığı
andan işkence altında öldürüldüğü ana kadar tüm faşist ve işkenceciler
karşısında devrimci davranış ve onurun en soylu örneklerini sergiledi. Onu
kurşunlayan ve yakalayan MİT’çilerden, işkence altında sorgu almak isteyenlere
kadar bizzat birçok faşist, bu durumu çeşitli yerlerde itiraf etmekten
kendilerini alamadılar.
İstanbul Sıkıyönetim
2 No’lu Askeri Mahkemesi’nde görülmekte olan TKP (M-L) TİKKO ve TMLGB Davası
dosyası 4. Klasor, 2. Dosya, 53/1-6 sırada yer alan ifadesinde üsteğmen Fehmi Altınbilek,
İbrahim’in yakalandığı andaki durumunu şöyle anlatıyor:
“[…] Tunceli savcılığına müsademe ile ilgili
bilgileri verdim. Vurulan anarşistin Ali Haydar Yıldız olduğu tespit edildi.
Fakat benim asıl üzerinde durduğum, yaralı olarak kaçan anarşist oldu. Öldürdüğümüz
anarşistin otopsisi ve bununla ilgili işlemin tamamlanmasından sonra yine birkaç
ekip teşkil ederek aynı bölgede yoğun bir arama yaptık. Ben, çevre mezralarda kalan,
güvendiğim adamlarımı uyardım. Aynı zamanda, Milli İstihbarat Teşkilatı’nca (MİT)
bana verilen anarşist resimlerini istihbarat teşkilatının adamı olan bu
kimselere dağıttım.
[…] 29 Ocak sabahı, benim başında bulunduğum
tim, Gökce Karakolu’nda iken, Mirik mezrasında oturan bizim istihbaratın
adamlarından Hüseyin Güngör geldi ve bana yaralı anarşistin kendi mezralarına
geldiğini, kendisini ağabeyinin evine davet ettiğini, hâlen orada oturduğunu söyledi.
Yanıma yeteri kadar kuvvet alarak Mirik mezrasına geldik ve yaralı anarşisti
evde yakaladık.
Başından ve boynundan yara almış olduğu anlaşılan,
uzun süre dışarıda barınması ve soğuk hava şartları yüzünden üstü başı ıslak ve
bitkin durumda olan bu anarşistin İbrahim Kaypakkaya olduğunu görür görmez anladım.
Kendisine nasıl kaçtığını sordum, bana, sizin gibi faşistlerin elinden
kurtulmak için nasıl kaçmak gerekiyorsa, o şekilde canımı dişime takıp kaçtım
diyerek inatçı bir cevap verdi.”
Fehmi Altınbilek ve
yanındaki MİT yüzbaşısı İbrahim’i yakaladıktan sonra, yakaladıkları Mirik
mezrasından Gökce (Kutuderesi) Karakolu’na kadar olan üç saatlik karlı ve buzlu
yolda zorla yalınayak yürüttüler. Gökçe’ye gelinceye kadar İbrahim’in ayak
parmakları dondu. İbrahim’e daha yakaladıkları andan itibaren yapılmaya başlanan
bu işkenceyi yol üzerindeki köylüler büyük bir kin ve nefret duyarak gördüler.
Bu durum, bütün Tunceli halkı arasında yayıldı. İbrahim’in ayak parmaklarının
donması ve bu yüzden Diyarbakır’da kesilmesinden sonra, bu kesilmenin ve
sebebinin zaptı tutulmak gereği ortaya çıkınca, durum kendisinden sorulan üsteğmen
Fehmi Altınbilek, önce şaşırdı. Fakat MİT’in Diyarbakır bölgesindeki şefleri,
bu konularda henüz pek ustalaşmamış çömezlerinin imdadına yetiştiler ve onun,
İbrahim’in ayak parmaklarının donmasına yol acan işkencesini ifade zaptına şöyle
geçirdiler:
“İbrahim Kaypakkaya’yı
Mirik mezrasından Tunceli’ye getirmek üzere hareket ettiğimizde, yolda gelirken
kendisini sık sık yere atıyordu. Ayak parmakları bu sırada veya yaralanıp kaçtıktan
sonra donmuş olabilir.” [TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası dosyası, Klasör No: 4,
Dosya No: 2, Sıra No: 53/1-6.]
Vartinik baskınına
katılan ve İbrahim’i baskından beş gün sonra yakalayan timde bulunan komando
eri Mehmet Demir, tanık olarak Diyarbakır Sıkıyönetim askeri savcılığında verdiği
ifadede bu konuda, “yakaladığımız anarşist İbrahim Kaypakkaya’yı yakaladığımız
Mirik mezrasından Gökçe Karakolu’na kadar yayan getirdik” [TKP (M-L) -TİKKO-TMLGB
Davası, Klasör No: 4, Dosya No: 2, Sıra No: 57/1-2] demesine rağmen, İstanbul Sıkıyönetim
2 No’lu Mahkemesi’nde görülen bu davanın 17 Aralık 1974 günkü duruşmasında tanık
olarak verdiği ifadede sanıkların ve müdafilerinin sorusu üzerine, bu konuda önce
birkaç çelişkili beyanda bulunduktan sonra, “İbrahim’i yakalayan timde ben
yoktum. Fakat Mirik mezrasından Gökce Karakolu’na kadar yürütüldüğünü, Tunceli
Merkez Karakolu’na getirilince üsteğmenimin ve istihbarattan olan yüzbaşının İbrahim
Kaypakkaya’nın ayak parmaklarının donmasını önlemek için bir tenekenin içine
doldurulmuş kar ve buzu çiğnettiklerini arkadaşlarımdan duydum” [TKP (M-L)
Davası Duruşma Zabıtları, s. 416] dedi. Bütün bu düzmece ifadelerde bile İbrahim’e
daha yakalar yakalamaz yaptıkları bu işkenceyi gizleyemediler.
İbrahim Kaypakkaya,
1 Şubat 1973’te Tunceli’den Diyarbakır’a götürülerek Sıkıyönetim makamlarına
teslim edildi. İşkence tezgahlarındaki ilk sorgusundan sonra hiçbir şey söylemeyince
hastaneye yatırıldı.
Donmuş ayak
parmakları kesildi; günlerdir bakılmamış olan başındaki ve boynundaki yaraların
çevresindeki kısımlar kesildi ve pansuman yapıldı. Ve hastaneden çıkarılarak
yeniden, Diyarbakır’da kanlı işkence tezgahlarına yatırıldı. İbrahim Kaypakkaya’nın
işkence odalarında sorguya çekilmesiyle askeri savcı Yaşar Değerli özel olarak görevlendirildi.
Yaşar Değerli, 12
Mart faşistlerinin Diyarbakır’da kurduğu işkence makinesinin en büyük
dişlisiydi. Doğuda Diyarbakır Sıkıyönetimi’nce gözaltına alınıp ve tutuklanıp
da MİT’teki sorguları resmi veya gayri resmi olarak Yaşar Değerli tarafından alınmamış
tek kimse yoktur.
Yaşar Değerli,
doğudaki bütün devrimciler ve Diyarbakır halkı arasında “İşkenceci” olarak büyük
bir ün yapmıştı. Yaşar Değerli’nin başında bulunduğu işkence ekibi, İbrahim Kaypakkaya’yı
konuşturmak için büyük bir gayret sarfetti. İbrahim, işkencecilere ve işkencelere
karşı, eşsiz bir inanç ve irade, büyük bir dayanıklılık ve sabır gücüyle
direndi. İşkenceciler, bir yandan onun vücuduna en ağır maddi işkenceleri
uygularken, diğer yandan da onu manevi bakımdan yıkmak için bütün metotlarını
uyguladılar.
Kaypakkaya, Şubat
başından Mayıs ayının ortalarına kadar, MİT hücrelerinde elleri ve ayakları
zincirlere vurulmuş bir hâlde işkencecilere karşı dişe diş bir mücadele verdi.
MİT’in doğudaki kilit noktalarını tutan birçok yüksek rütbeli subay, bu çelik
iradeli devrimciyi görmek için işkence odalarına kadar geldi; hücrelerde ve MİT
sorgulama merkezinde görev yapan birçok er ve subay, diğer hücrelerde bulunan
devrimcilere gizlice saygı ve hayretlerini belirttiler. İbrahim Kaypakkaya’nın gösterdiği
bu büyük direnç ve cesaret, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevi’nde bulunan,
siyasi veya başka nedenlerle tutuklanmış olsun, bütün tutuklular arasında derin
bir saygı ve heyecan uyandırdı. Cezaevinde, MİT karargahında, Sıkıyonetim
askeri ve adli makamlarında bulunanlar arasında, erinden subayına, savcısından hâkimlere
ve tutuklulardan avukatlara kadar, onun işkencecilere meydan okuyan tutumunu duymayan
ve öğrenmeyen kalmadı.
İbrahim’le Tunceli
ve Diyarbakır mahalli devrimcilerinden ve köylülerinden 16 kişi yüzleştirildi;
bunların her birine daha önce, işkence ve baskı ile İbrahim’i tanıdıkları ve
ona yardım ettikleri kabul ettirilmişti. Yüzleştirme sırasında İbrahim, gösterilenlerin
hiçbirisini tanımadığını, yoksul köylülere ve halk çocuklarına işkence ve baskı
altında kendilerini suçlayıcı ifade verdirdiklerini söyledi işkencecilere.
İbrahim, biri
Malatya’da bulunduğu sıralarda hüviyet cüzdanını verdiği ve üçü de, Tunceli’de
baskından sonra kendisine ekmek verdikleri iddialarıyla Diyarbakır Sıkıyönetimi’nce
gözaltına alınan dört köylü ile, Yaşar Değerli yönetimindeki MİT ekibi tarafından
yüzleştirilmesi sırasında, işkencecilere karşı, yüzleştirme tutanağına geçirilen
şu sözleri söylemiştir:
“İbrahim Kaypakkaya’ya iddia edilen suç konusu
olay anlatıldı ve huzurdaki şahıs gösterilerek soruldu. Sanık, ‘Ben burada gösterdiğiniz
şahsı ve Hacı Özdoğan’ı tanımıyorum. Sizlerin iddia ettiği gibi bu şahıstan nüfus
cüzdanı filan almış da değilim. Üzerimden çıkan ve burada gösterilen şahsa ait
olduğunu söylediğiniz hüviyet cüzdanını Malatya’da buldum. Sıkıyönetim’ce
arandığım için hüviyetimi gizlemek amacıyla, bulduğum bu nüfus cüzdanına kendi
fotoğrafımı yapıştırdım. Ben, proletaryanın ideolojisini benimsemiş, halkın kurtuluşunu
savunan bir komünistim. Bir sınıf mücadelesi olan size karşı yürüttüğüm bu
mücadelede böyle şeyleri doğal karşılıyorum.
Karşımda bulunan ve üzerimde bulunan hüviyet cüzdanının
kendisine ait olduğunu söylediğiniz şahsı tanımıyorum; onun beni tanıdığını
söylemesi, ya sizin işkence ve baskılarla zorlamanızdan ya da yine aynı sebeple
korkması dolayısıyla yalan söylemesinden ileri geliyor; bunun sebebini ben
bilmem’ dedi.
Sanık İbrahim Kaypakkaya’ya huzurdaki diğer üç
kişi gösterilerek, suç konusu olay izah edilip soruldu. Sanık, ‘Ben, burada
bana göstermiş olduğunuz üç köylüyü tanımıyorum ve bu kişilerle de hiçbir zaman
hiçbir yerde karşılaşmış değilim; bu üç köylünün bana, baskından sonra yardım
ettikleri iddianız da yalan ve uydurmadır.
Ben, müsademe sırasında yaralanmış olduğum için
ekmek dahi yiyemiyordum. Huzura getirilmiş olan bu üç köylü, benimle hiçbir ilişkileri
olmadıkları hâlde, fiilsiz, sebepsiz ve haksız olarak buraya getirilmiş ve
kendilerine baskı ve işkence ile gözdağı verilmek istenmiştir. Bu, faşizmin bir
zulüm örneğidir ve faşistlerden halka zulmetmenin hesabı er geç sorulacaktır'
dedi.” [TKP (M-L) -TIKKO-TMLGB Davası Dosyası, Klasör No: 3, Dosya No:
4, Sıra No: 13/2]
Tunceli ve
Diyarbakır mahalli devrimcilerinden ve köylülerinden İbrahim’le yüzleştirilen
16 kişi, cezaevinde karşılaştıkları tutuklulara, İbrahim Kaypakkaya’nın, başında
askeri savcı Yaşar Değerli’nin bulunduğu işkence ekibi ile nasıl çekiştiğini,
savcıyı nasıl suçladığını ve onlara siyasi cepheden nasıl saldırdığını, Yaşar Değerli’nin
başında bulunduğu işkence ekibine karşı kendilerini nasıl savunduğunu, savcıyla
olan sert tartışmalarını ve işkence altında nasıl bitkin ve korkunç bir hâle
getirilmiş olduğunu, saygı ve hayretle ve büyük bir heyecanla anlattılar.
Örnek Bir İfade
Askeri savcı
Yaşar Değerli’nin Şubat ayı başından Mayıs ayı başına kadar geçen üç ayı aşkın
dönemde İbrahim Kaypakkaya’dan aldığı tek ifade şuydu:
“Getirildiği görülen sanık İbrahim Kaypakkaya huzura
alındı, hüviyet tespitinden sonra suç konusu olay ve örgütsel ilişkiler hatırlatılarak,
sanıktan soruldu: Sanık cevaben:
‘Ben, yoksul bir ailenin çocuğu olarak, 6
yıllık Hasanoğlan İlköğretmen Okulu’nda yatılı okudum. Hasanoğlan’daki başarılı
öğrenciliğim nedeniyle Yüksek Öğretmen Okulu’na gönderildim. Bir yıl hazırlık
sınıfında okuduktan sonra İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na ve aynı zamanda
İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne girmiş oldum. Bundan sonra devrimci gençliğin
demokratik ve devrimci eylemlerine katıldım ve devrimci düşüncemi geliştirdim.
1967 yılında 9 arkadaşla birlikte Çapa Fikir
Kulübü’nü kurduk. O dönemde, FKF’nin ve TİP’in bir üyesi olarak, onların düzenlediği
bütün toplantı, forum, miting ve gösterilere katıldım. 1968 yılında okuldan
gerici yönetim tarafından önce muvakkat ve daha sonra kat’i olarak
uzaklaştırıldım. Buna karşı Danıştay’dan yürütmenin durdurulması kararı almama
rağmen okulun faşist idarecileri bu karara uymadı. Benim düşünce yapım,
katılmış olduğum eylemler ve gençlik örgütündeki çalışmalarım okuldan
uzaklaştırılmamın başlıca nedenleri olarak gösterildi. Hatırladığım kadarıyla, o
zamanlar katıldığım, NATO’ya Hayır ve Amerikan 6. Filosu’nu Protesto eylemleri,
Halk Aşıkları Gecesi düzenlemeye çalışmam, bazı bildirilerin dağıtılması ve işçi
yürüyüşlerine katılmam öğrencilik sıfatıma zarar getiren hareketler olarak
telakki edilmişti. Oysa bunlar, yurdunu ve halkını seven herkesin, kendi inancı
ve bilinci doğrultusunda sürdürmesi gereken ve kişisel sorumluluğu olan çalışmalardır.
Gelişen zaman içerisinde F.K.F. Gençlik Örgütü’nde
bazı görüş ve ayrılıklar belirmişti. Bu bir bakıma, ilerleyen bilincin ve
edinilen tecrübelerin doğal sonucuydu. FKF içinde beliren başlıca iki görüş: Birincisi,
FKF yönetiminin öteden beri TİP’in parlamentocu ve reformcu görüşü. İkincisi:
Milli Demokratik Devrimi savunan aşamalı devrim tezi. Bu düşünceyi ilk zamanlar
Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergisi, daha sonraları PDA
ve İşçi-Köylü de savunmaya çalıştı. Türk Solu ve Aydınlık
Sosyalist Dergi, bazı olumsuz yanlarına rağmen, devrimci kadroların
bilincinin ilerlemesine ve devrimci düşüncenin kavranmasına yardımcı oldu. Çünkü
TİP ve yönetici kadrosu, devrimci kadrolar, işçiler ve köylüler arasında
devrimci düşüncenin, Marksizm-Leninizmin yayılmasını engelliyorlardı.
Ben, TİP’in yöneticilerini, kendilerine
sosyalist adını veren reformcu orta burjuva aydınları olarak görüyorum. TİP’in
çizgisi de, orta burjuvazinin radikal kesiminin tutarlı reformist çizgisiydi.
Ben, bu ayrılıkta MDD’yi savunan grup içerisinde
yer aldım. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi cevresi, tam ve
-kelimenin gerçek anlamında- devrimci mahiyette olmamakla birlikte, TİP’e göre,
işçilerin, köylülerin, gençliğin ve diğer halk kitlelerinin demokratik ve devrimci
anlamdaki eylemlerine daha fazla ilgi göstermeye çalıştı.
Daha sonra 1969 yılında FKF’nin Dev-Genç’e dönüştüğü
kurultayda, Dev-Genç ve Aydınlık Sosyalist Dergi içinde de ayrılık oldu.
Ben, bu ayrılıkta Proleter Devrimci Aydınlık ve İşçi-Köylü dergi
ve gazetesi çevresindeki arkadaşların grubunda yer aldım. Bu dergi ve gazetenin
çıkışına, dağıtımına yardımcı olmaya, savunduğumuz görüşleri işçiler, köylüler
ve gençlik içerisinde yaymaya çalıştım. Yine bu arada Trakya’daki topraksız köylülerin,
ellerinden toprağı jandarma gücüyle gaspetmiş büyük çiftlik sahiplerinin
topraklarını işgal etmesi eylemlerine, İstanbul’da Demir Döküm, Sungurlar,
Horoz Çivi, Petriks, Ege Sanayi, EAS Akü, Gislaved, Gamak, Singer ve Derby
fabrikalarındaki işçilerin haklı grev ve direnişlerine yardımcı olmak için
elimden geleni yaptım; 15-16 Haziran büyük işçi yürüyüşüne katıldım ve fırsat
buldukça da, faşistlerin üniversitelere yaptığı saldırılara karşı savunma mücadelesi
veren devrimci gençliğin bu mücadelesine ve diğer demokratik eylemlerine
katkıda bulunmaya çalıştım.
Ben, buraya kadar anlattığım şeyleri söylemekte
bir sakınca görmüyorum. Bütün bunlar, o dönemdeki legal ve kanunen de suç
olmayan faaliyetlerdi.
Ben de bir devrimci olarak bu faaliyetler içerisinde
yukarda anlattığım çerçeve dâhilinde yer aldım. Bu çalışmalarımı,
Marksizm-Leninizme inanan bir komünist devrimcinin halkın kurtuluşu için
yapması gerekli çalışmalar olduğu kadar, devrimci gençliğin örgütü Dev-Genç’in
üyesi olan bir devrimci gencin halka ve gençliğe karşı sorumluluğunun gereği
olarak da sürdürdüm. Ancak şahsımı ilgilendiren konular ve hakkımdaki isnatları
taşan hususlardan gayri, gençlik örgütü ve çalıştığım devrimci gruplar içinde
başkalarını etkileyebilecek bir beyanda bulunamam.
Anlatmış olduğum şeyler, gençlik örgütü ve içinde
bulunduğum devrimci gruplar saflarında kendi çalışma ve düşüncelerimle ilgili
bulunmaktadır. Başkaları hakkında beyanda bulunmayı kişisel sorumluluk sahamı
aşan bir hareket sayarım. Sıkıyönetim ilanına kadarki faaliyetlerim bunlardı.
Sıkıyönetim ilanından hemen sonra ve özellikle
İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un öldürülmesi olayının arkasından şiddetlenen
faşist baskılar ve bir yığın tutuklamalar sonunda birçok genç ve aydın
tutuklandı. Hatta, Dev-Genç içerisinde kayda değer bir faaliyeti olmayanların
dahi yakalanıp tutuklanmaları karşısında, benim de aranıp yakalanacağımı tahmin
ederek uzun bir süre gizlendim. Gizlendiğim yer ve bu devredeki ilişkilerim
konusundan herhangi bir şey söylemeyi gereksiz buluyorum.
Kaçak bulunduğum dönemde ve tahminen 1972
Nisan ayı sonuna kadar elime Şafak adlı dergi ve Şafak yayınları
geçmekte idi. Bu yayınları bana kimin nasıl getirdiği konusunu önemli görmüyorum
ve bu konuda bir şey söylemeyi de gereksiz buluyorum.
Şafak dergisinde ve
yayınlarında, Demokratik Halk Devrimi açısından katılmadığım bazı görüşler yer
almakla birlikte, bir devrimci çalışmanın varlığından ve sürdürülüyor
olmasından memnuniyet duydum. Daha sonra, bu yayın organını çıkartan örgütle herhangi
bir ilişki kurmaksızın, bulunduğum yerde kendi olanaklarımla ve kendi düşüncem
doğrultusunda propaganda ve bilinçlendirme çalışmaları yaptım.
Şafak yayın organının,
Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi adlı bir örgüte ait olduğunu ve böyle bir
örgütün varlığını bilmiyordum. Bunları daha sonraları, bu örgütle ilgili
yakalama haberleri dolayısıyla radyo ve gazetelerden öğrendim. Ben, bu illegal örgütün
yöneticisi olduğunu söylediğiniz Doğu Perinçek ile sorularınızda iddia
ettiğiniz gibi bir ilişkide bulunmadım. Ve bana Doğu Perinçek tarafından örgütsel
veya bir başka görev verilmedi.
Esasen Doğu Perinçek’i de tanımam, sadece
sıkıyönetimden önce adını duymuştum. Kendisini PDA’ya yazı yazan bir
devrimci olarak biliyordum. Sizin deyiminizle, Şafak örgütünün illegal
organizasyonuna katılmadım. Bu devredeki çalışmalarımla ilgili herhangi bir şey
söylemeyeceğim. Çalıştığımı söylememin şahsi sorumluluğum bakımından yeterli
olduğu görüşündeyim.
Ben, sormuş olduğunuz şekilde Malatya ve
Tunceli bölgelerinde faaliyet göstermedim. Çalışma alanım buralar değildi ve
neresi olduğunu da söylemeyi gereksiz buluyorum; neresi olmadığını belirtmeyi
yeterli görüyorum. Benim, bahsettiğiniz TİİKP adlı örgüte hiçbir bağıntısı
olmayan kişisel nitelikteki faaliyetlerim, Türkiye Komünist Partisi
(Marksist-Leninist) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama
kadar sürmüştür.
Sonradan katıldığım bu örgütlere ne zaman katıldığımı
hatırlamıyorum ve beni bu örgütlere kimin aldığını söylemeyi de gereksiz
buluyorum.
TKP (M-L) ve ona bağlı TİKKO örgütlerinin kimler
tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum. Yalnız, bu örgütlerin saflarına
katıldığımı ve onların illegal üyesi ve taraflısı olduğumu saklamıyorum ve bu örgütlerin
üyesi olmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum. Bu örgüt içerisindeki çalışma yöntemim
ve örgütün kuruluşuna esas olan düşünceler, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş
ölçüde yer almaktadır.
Mensup olduğum bu örgütlerin “Şafak
Revizyonizmi Tezlerinin Eleştirisi”, “Türkiye’de Milli Mesele”, “Türkiye’de
Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları ve 27 Mayıs
Hareketi”, “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” başlıklarını
taşıyan ayrı ayrı, uzun ve örgütün görüşlerini yansıtan tezleri ve düşünceleri
kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim diye imzamı
atmaya hazırım, fakat bu yazıların esas olarak kimin veya kimler tarafından
kaleme alınmış olduğunu bilmiyorum.
Ben, bu görüşler doğrultusunda devrimci mücadele
vermek üzere 1973 Ocak ayı başlarında, faşist güçler tarafından şehit edilen yiğit
arkadaşım Ali Haydar Yıldız ile Tunceli’ye gelmiştim. Köylüleri devrim için,
Halk İhtilali için örgütlemek amacıyla köyler gitmiştik. Buradaki çalışmalarımız,
24 Ocak 1973 günü kalmış olduğumuz Vartinik mezrasındaki köyün basılmasına
kadar sürdü. Bunlar dışında başka bir açıklamaya gerek görmüyorum.
Esasen biz komünist devrimciler, prensip
olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel
faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt
içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel
sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum.
Ben, buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle
inandığım Marksist-Leninist düşünce uğrunda yaptım. Ve sonuçtan asla pişman da
değilim. Ben, bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi
öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin
elinizden kurtulursam, gene aynı şekilde çalışacağım.’ dedi. Başka bir diyeceği
olmadığını söyledi ve birlikte tutulan işbu ifade zaptı okunup imzalandı. 21
Nisan 1973” [TKP (M-L) - TİKKO-TMLGB Davası, Klasör No: 3, Dosya No: 1,
Sıra No: 4]
Askeri savcı Yaşar
Değerli, İbrahim’in direnmesi, sorgu diye verdiği ifadesinin devrimci mücadele
konusunda bir siyasi savunma olması ve üstelik bütün işkencelere meydan okuması,
onları, kendisi ile yüzleştirdikleri mahalli devrimcilerin, sempatizanların ve
köylülerin önünde küçük düşürmesi karşısında bir sonuç alamayınca, Mayıs ayının
başında Ankara’ya hareket etti.
İbrahim’in
durumunu MİT’in merkezdeki en büyük kodamanlarına anlatacak, onlara ne
yapmaları gerektiğini soracaktı. Savcı Yaşar Değerli, Ankara’dan dönünceye
kadar İbrahim’e yapılan işkencelere ara verildi. Bu arada İbrahim, Ankara’da
bulunan babasına bir mektup yazarak kendisine çamaşır ve biraz da para göndermesini
istedi.
Bir süre sonra
savcı Yaşar Değerli, Ankara’dan döndü ve MİT’in Diyarbakır bölgesi şefleriyle,
Diyarbakır MİT karargahında ortak bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda İbrahim Kaypakkaya’nın
durumu görüşüldü.
Bu konuda İstanbul
Sıkıyönetim 2 No.lu Mahkemesi’nde görülmekte olan TKP (M-L) davasının 16 Nisan
1974 tarihli duruşmasında dava sanıklarından İrfan Çelik, verdiği sorgusunda şunları
söyledi:
“[….] Bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim.
Biz, savcılıktayken bir ara içeriye giren bir albay, savcıya bir toplantıdan
bahsetti ve çıkıp gitti. Albay çıkar çıkmaz savcı, bizimle ilgili olarak yapması
gereken işlemi bugün tamamlayamayacağını, zira, İbrahim Kaypakkaya ile ilgili bir
toplantıya katılacağını söyleyerek bizi cezaevine gönderdi.” [TKP (M-L)
Davası Duruşma Zabıtları, s. 235]
Bu toplantıdan üç
gün sonra 16 Mayıs 1973 günü İbrahim, askeri savcılıkta tekrar ifadesine başvurulacağı
gerekçesiyle hücresinden alınıp gözleri bağlanarak bilinmeyen bir yere götürüldü.
Bu götürülüşten birkaç gün sonra da hücresine ne zaman getirildiği anlaşılamayan
İbrahim Kaypakkaya’nın hücresinde bileğini keserek kendisini öldürdüğü ve
hücresinde ölü bulunduğu söylentisi yayıldı askeri savcılıktaki, MİT karargahındaki
ve cezaevindeki görevliler arasında.
Aynı günlerde,
yanına para ve çamaşır alarak İbrahim’i görmeye gelen babasına, oğlunun intihar
ettiğini söylediler. Babası, oğlunu mutlaka görmek istediğini, olmuş olsa bile cesedini
görmek istediğini bildirdi. Faşistler, cesedin otopside olduğunu söyleyerek,
babasına, İbrahim’in ölüsünü bile göstermediler; ta ki, otopsi yapıyoruz diye
cesedi parça parça edip ölüm olayının izlerini yok edinceye kadar. Babası,
İbrahim’in cesedi gösterilmek üzere bir salona alındığında oğlunun cesedi
yerine parça parça olmuş bir insanın vücudunun parçalarıyla karşılaştı ve
oğlunu tanıyamadı. Faşistler; parça parça edilmiş cesedi babasını bütün
ısrarlarına rağmen vermeyeceklerini, ya Diyarbakır’da ya da eğer isterse kendi
denetimlerinde memleketi olan Çorum’da gömeceklerini bildirdiler. Nitekim,
İbrahim’in cesedi, çok sıkı güvenlik tedbirleri altında gizlice önce uçakla
Diyarbakır’dan Ankara’ya, oradan da helikopterlerle memleketi olan Çorum’un Alaca
ilçesi Karakaya köyüne götürüldü; faşistler, köyde İbrahim için köylülerinin yapmak
istedikleri dini töreni yaptırmadılar. Babasının dini tören için ısrar etmesi
karşısında, İbrahim’in köylüleri dini törene alınmadı ve helikopterlerle gelmiş
olan işkencecilerden biri imamlık, diğerleri de cemaatlik görevi yaparak
İbrahim’in namazını da kendi elleriyle kılıp gömdüler.
İbrahim’in ölüsünün
defnedilmesinden sonra cenaze ile birlikte gelmiş olan MİT elemanlarından bir
kısmı bir süre köyü, daha sonra da kazayı terk etmeyerek orada beklediler.
Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, üzerinde, “Gizlilik Derecesi: Çok GİZLİ” kaydı bulunan ve “31 Mayıs 1973” tarihini ve “Bilgi için: a) Genel Kurmay Başkanlığına, b)
K.K.K.’na, c) 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’na dağıtımı” notunu taşıyan, İSTH: 7130-2133-73/4511 sayılı
“MESAJ FORMU”nda bu durum aynen şöyle anlatılıyor.
1, 2 ve 3. maddelerinde İbrahim’in kimliği, faaliyetleri, yakalanışı ve sorguya
çekildiği belirtildikten sonra):
“[…]
4 -Türkiye Komünist Partisi (M-L) örgüt
faaliyetlerini yöneten ve sorumlu bir şahıs olduğu EK- 1ve EK-2’de sunulan MİT
dokümanlarıyla teyit edilen anarşist İbrahim Kaypakkaya, alacağı cezayı asgari
ve azami olarak tahmin etmiş, onun kendi üzerinde bıraktığı etkiden kurtulamayarak,
moral çöküntüsü hâlindeyken, 17 Mayıs 1973 günü sabaha karşı sol bileğini
jiletle keserek intihar etmiştir.
5 - Komutanlıkça verilen emir üzerine askeri
savcılıkça olaya el konulmuş, anarşistin 17 Mayıs 1973 günü ölü olduğu tespit
edilmiş ve EK-3’te ölüm muayene tutanağı tanzim edilerek Askeri Hastane’ye
otopsi yapılmak üzere getirilmiştir. 18 Mayıs günü Askeri Hastane’de yapılan otopsi
sonucu hekimler heyetince intihar etmiş olduğu kanaati hasıl olmuş ve EK – 4’te
sunulan otopsi tutanağı tanzim edilmiştir.
6 -Olay, ilgi (c) mesajda Ankara Sıkıyönetim
Komutanlığı’na intikal ettirilmiştir. 21 Mayıs 1973 günü, ceset, Diyarbakır’a
gelmiş babasıyla birlikte MİT yetkililerinin refakatinde T.H.Y. uçağı ile Ankara’ya
götürülmüştür. Cenazenin daha sonra Çorum’a götürülerek, orada defnedildiği ve
defin yerinde gerekli güvenlik tedbirlerinin alındığı MİT ilgililerinden öğrenilmiştir.
Bilgilerinize arz ederim.
(İmza)
Şükrü Olcay
Korgeneral
7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı”
[TKP (M-L) - TİKKO
- TMLGB Davası, Klasör No: 12, Dosya No: 1]
Faşist cellatlar,
İbrahim’in cesedinin, köylüleri veya babası tarafından mezardan çıkarılıp adlî
tıpta otopsiye götürülmesinden korkuyorlardı. Nitekim, İbrahim Kaypakkaya’nın babası,
cenaze defnedilir edilmez çalışmakta olduğu Ankara’ya, işinin başına dönmüş,
durumu ve gördüklerini Ankara’da tanıdığı bazı avukatlar aracılığı ile bazı
parlamenterlere anlatmış ve oğlunun cesedi üzerinde otopsi yaptırılarak ölüm
sebebinin aydınlatılması için yardımlarını istemişti. 12 Mart faşizminin ülkemizde
birçok hâkim sınıf politikacısına bile başını kaldırmadığı o günlerde bu işe
kimse cesaret edemedi. Yalnız, CHP Ordu milletvekili ve o zamanki Genel
Sekreter Yardımcısı Ferda Güley, olayın üzerinden iki ay geçtikten sonra,
Temmuz 1973’te Bolu’da yaptığı konuşmada isim ve yer zikretmeksizin, “Babalar!
Bir babanın, oğlunun sağlıklı ellerinden aldığı iki gün önce yazılmış bir
mektup üzerine, kolunda giyecek ve yiyecek çıkını, gittiği cezaevinde
göreceğini ve kucaklayacağını umduğu oğlu yerine, kendisine bu oğulun bir gün
evvel intihar ettiği haberinin verildiğini ve kendisiyle beraber alıp
memleketine götürdükleri evlât nâşının kurşunlarla delik deşik olduğunu görmüş olduğunu
biliyorum.” [Yeni Adımlar Dergisi, Sayı: 8, s. 16) demek cesaretini
gösterebilmiştir.
MİT’in İbrahim’in
köyünde bıraktığı mezar bekçileri, bir ölünün toprağa verilmesinden sonra
etinin kemikten ayrılma süresi kadar bir zaman köyde kaldılar; ondan bir süre
sonra ilçeyi de terkettiler.
Bu arada, yine
1973 Temmuz ayında, o zaman bağımsız milletvekili olan Mehmet Ali Aybar, TBMM
Başkanlığı’na, zamanın başbakanı Naim Talû’nün cevaplandırmasını istediği “Kaypakkaya
adındaki şahsın sorgu sırasında yapılan işkenceden öldürüldüğü doğru mudur? Ölüm
tarihi nedir?” başlığını taşıyan on maddelik bir soru önergesi vermiştir. [Yeni
Ortam Gazetesi, Haziran 1973; Yeni Adımlar dergisi, Sayı: 8, s. 15]
Ondan sonra da ne bu soru önergesine bir cevap verilmiştir, ne de önergenin
arkasını aramaya cesaret edecek biri çıkmıştır.
İbrahim Kaypakkaya
hakkında, davası Ocak 1973’de Ankara Sıkıyönetim 3 Numaralı Mahkemesi’nde
görülmeye başlayan Şafak davasında sanık olarak gıyabi tutuklama kararı verilip
soruşturma açılmıştı. Bu davanın 15 Mayıs 1973 tarihli duruşmasında, dava
sanıklarından İsmet Tufan Yazıcı, Ziya Ulusoy, Abdullah Tuncay ve Atıl Ant mahkemeye
verdikleri dilekçede, “Bu davanın sanıklarından İbrahim Kaypakkaya’nın 19 Ocak
1973 günü Tunceli’de yakalandığı gazetelerde radyoda yapılan açıklamalarla
duyuruldu. Yakalanmasından bu yana üç buçuk ay geçmiş olmasına rağmen İbrahim Kaypakkaya,
sanığı olduğu bu davaya dâhil edilmediği gibi bugüne kadar akıbeti hakkında da
hiçbir açıklama yapılmamıştır. MİT’teki sorgulamalardan edindiğimiz tecrübelerden
İbrahim Kaypakkaya’nın işkence altında öldürülebileceğinden endişe ediyoruz. Bu
nedenle mahkemeden, bu davanın sanığı olan İbrahim Kaypakkaya’nın akıbeti
hakkında açıklama yapılmasını ve davaya dâhil edilmesi için harekete geçmesini
talep ediyoruz” dediler. Mahkeme, bu dilekçeye hiçbir cevap vermedi. 5 Haziran tarihli
duruşmada aynı sanıkların mahkemeden, dilekçeleri konusunda ne yapıldığını
sormaları üzerine, bu sanıklar ve daha 154 kişi duruşmadan atıldı.
9 Ekim 1974
tarihinde İstanbul Sıkıyönetim 2 Numaralı Mahkemesi’nde, İbrahim Kaypakkaya’nın
arkadaşlarının yargılandığı TKP (M-L)-TİKKO-TMGBL Davası’nın duruşması başladı.
Davanın savcılığını Yaşar Değerli üstlenmişti. Duruşma açılır açılmaz dava
sanıkları, iddianamede davanın bir numaralı sanığı olarak gösterilen İbrahim Kaypakkaya’nın
ne olduğu hakkında açıklama yapılmasını talep eden bir dilekçe vermek
istediler; çünkü İbrahim Kaypakkaya’nın ölümü hakkında hiçbir yerde hiçbir
resmî açıklama yapılmamıştı ve iddianamede de sadece, “hâlen müteveffa”
deniyordu. Mahkeme dilekçeyi okutmadı ve bir açıklama da yapılmadı. Bu davanın
6 Kasım 1974 günkü duruşmasında, dava sanıkları mahkemeye bu konuda, ortaklaşa
hazırladıkları aşağıdaki dilekçeyi verdiler:
“1. ORDU KOMUTANLIĞI 2. NO’LU ASKERİ MAHKEMESİ
BAŞKANLIĞINA
SELİMİYE
6 Kasım 1974
ARKADAŞIMIZ İBRAHİM KAYPAKKAYA’NIN ÖLÜMÜ İLE İLGİLİ
AÇIKLAMADIR.
Görülmekte olan bu davanın 1 no’lu sanığı olan
yoldaşımız İbrahim Kaypakkaya, heyetinizin ve iddia makamının da bildiği gibi
ölüdür. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın ölüm sebebi ile ilgili olarak bugüne kadar ne
basında ne radyoda kamuoyuna, ne de onun mücadele arkadaşları ve kader ortakları
olan bizlere, -mesele, bazı parlamento üyeleri tarafından soru önergeleri ve
basın yoluyla hükümete ve ilgili makamlara sunulduğu hâlde- hiçbir resmî
açıklama yapılmamıştır. Ancak, şu anda bu davanın savcılık görevini yapan kişi,
ikinci kere savcılık sorgusuna çağırdığı bazı arkadaşlara, birbirini tutmayan
beyanları ile ve iddianamenin bazı bölümlerinde bir iki cümle ile, İbrahim Kaypakkaya
yoldaşın tutuklu iken intihar ettiğini belirtmiştir. Ne var ki, gerek
Diyarbakır’da bu davanın savcılık makamını işgal eden kişi tarafından MİT’te
sorguya çekilen ve bir kısmı hâlen burada sanık olan kişilerin cezaevinde ve
MİT’te karşılaştıkları olaylar, gerek savcı Yaşar Değerli’nin İstanbul’da
ikinci kere sorguya çektiği arkadaşlarla aralarında geçen konuşmalar ve gerekse
iddia makamını işgal eden bu kişinin görevi sırasında hâkim sınıflara en büyük
sadakatini gösteren aşırı gayretkeşlikleri, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın:
1. Kendisinin intihar etmediğini,
öldürüldüğünü;
2. Öldürme olayının askerî savcı Yaşar Değerli’nin
başında bulunduğu bir ekip tarafından, önce işkence edilerek sonra da
kurşunlanarak yerine getirildiğini ortaya çıkarmıştır.
Kanaatimizce bu durum, esasen bütün bu
makamlarca da bilinmektedir. Çünkü bu davanın başında ve müteakip duruşmalarda
ne zaman İbrahim Kaypakkaya ve onun ölüm lafı geçtiyse, heyetiniz olsun, askerî
savcı olsun, bu meseleyi geçiştirmeye ve örtbas etmeye çok büyük ve özel bir
gayret gösterdiler ve göstermektedirler. Bu meseleyi örtbas etme gayretleri
yalnız bu mahkemeninki ile kalmadı ve kalmıyor; bu konuda önce ilgili makamlara
sonra da ondan bir sonuç alamamamız üzerine bu mahkemeye yazdığımız dilekçelere
ve hatta kurunun yanında yaşında yanması misali mahkeme ile ilgili diğer başka
dilekçelerimize, kalmakta olduğumuz cezaevi idarelerince el konuldu. Bu durumu
geçen duruşmaların birinde heyetinize de bildirmiştik. Hâlen de malum cezaevi
yöneticilerince alıkonan bu dilekçelerimiz verilmiş değildir ve verilmesi için
yaptığımız yazılı ve sözlü müracaatlar da cevapsız bırakılmaktadır. Bütün bu
durumlar ve davranışlar tesadüfi değildir. Muhatap olduğumuz bütün makamların
bu konudaki sözbirliği etmişçesine ortak davranışları, belirli bir amacın ve
gayretin, deşildiği zaman altından Çapanoğlu çıkacak bir olayı elbirliğiyle
örtbas etmek gayretinin ürünüdür.
Biz burada, devam eden bu örtbas etme
gayretlerini bir yana bırakarak, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın intihar etmediğini
ve başında iddia makamını işgal eden kişinin bulunduğu bir ekip tarafından
kurşunlanarak öldürüldüğünü kanıtlayan deliller üzerinde durmak istiyoruz.
1. İbrahim Kaypakkaya yoldaş, 24 Ocak 1973’de
Tunceli’de yaralı olarak yakalandıktan sonra Diyarbakır askerî hastanesine
getirilmişti. 21 Nisan 1973 tarihinde de hastaneden alınarak, Diyarbakır Askerî
Cezaevi’nin yanında ayrı bir binadaki üç no’lu hücreye konmuştur. İbrahim Kaypakkaya,
bu hücrelerde iken, yanındaki hücrelerde gözaltında bulunan Nuri Yaman, Celal Bozatlı,
Mehmet Altınbaş ve Hasan Zengin tarafından görülmüştür. Bunlardan ayrı olarak,
İbrahim yine, hücrelere bitişik durumdaki gözaltı koğuşunda bulunan ve aynı
davadan olup çoğunluğu şu anda burada olan arkadaşlar tarafından da üç no’lu
hücrede iken çeşitli defalar görülmüş, hatta bu arkadaşlar, bir subayın
denetiminde İbrahim’le birkaç defa da görüştürülmüşlerdir. İbrahim Kaypakkaya, 16
Mayıs 1973 tarihine kadar bu hücrede kalmış, aynı gün saat onda hücresinden alınarak
götürülmüş ve bu durum, yukarda adı geçen hücre arkadaşları tarafından yandaki
gözaltı koğuşunda bulunanlarca görülmüştür. Bu gidişten üç gün sonra, askerî
savcılıkta görevli erler arasında İbrahim Kaypakkaya’nın öldüğü söylentisi
yayılmış ve bu söylenti, cezaevindeki tutukluların kulağına kadar gelmiştir.
Bunun üzerine tutuklular, cezaevi müdürlüğünde görevli subaylara, dolaşan ölüm
haberinin doğru olup olmadığı, İbrahim Kaypakkaya’nın nerede olduğunu
sormuşlar, onlar da İbrahim Kaypakkaya’nın 16 Mayıs 1973 tarihinde komutanlıkça
‘sorgu’ için istendiğini ve ‘sorgu’ için gidişten iki gün sonra da hiçbir
gerekçe gösterilmeden İbrahim Kaypakkaya’nın cezaevi müdürlüğündeki kaydının silinmesini
bildiren bir telefon emri aldıklarını, bu konuda bundan başka bir şey
bilmediklerini söylemişlerdir.
İbrahim’in hastaneden alınıp, Diyarbakır
Sıkıyönetim Cezaevi Müdürlüğü sorumluluğunda bulunan hücreler bölümünün üç
no’lu hücresinde 21 Nisan 1973 tarihinden 16 Mayıs 1973 tarihine kadar
bekletilmesinden ve 16 Mayıs 1973 günü bilinmeyen bir yere götürülmesinden iki
gün sonra, askerî savcılığa ifade vermek üzere götürülen çeşitli suçtan
gözaltında ve tutuklu bulunan kimselere askerî savcılıkta görevli erler,
İbrahim Kaypakkaya’yı askerî savcılık binasının üst katında vücudunun kurşun
yaralarıyla delki deşik bir durumda ve ölü olarak gördüklerini söylemişlerdir.
Bunun üzerine Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi’nde
bulunan tutuklulardan otuz altısı, bu durumun doğru olup olmadığını öğrenmek,
doğru ise bu ölüm olayı hakkında kovuşturma yapılmasını istemek ve İbrahim Kaypakkaya’nın
öldürüldüğü haberinin, savcılık, MİT (ki aslında bu ikisini ayırt etmek yanlıştır)
ve cezaevinde görevli olanlar arasında ayyuka çıkmasına rağmen hiçbir resmî
açıklama yapılmamasının nedenini öğrenmek amacıyla aşağıda metnini sunacağımız
ortak dilekçeyi yazıp imzalayarak Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’na
vermişlerdir. Diyarbakır Sıkıyönetim Askerî Cezaevi’nde ‘29 Mayıs 1973’
tarihine ve ‘1900-73/84’ kayıt numarasına kayıtlı bu dilekçe aynen şöyledir:
Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim
Komutanlığı’na
Diyarbakır
1) Tutuklu İbrahim Kaypakkaya’nın 16.5.1973
tarihinde hücresinden alınarak MiT’e götürüldüğü ve MİT’te yapılan işkencelerle
öldürüldüğü.
2) Bu cinayet hadisesini Türkiye ve dünya
kamuoyuna uyandıracağı tepkiden çekinilerek intihar süsü verilmek istendiği.
3) Bu cinayete ne kadar intihar süsü verilmek
istenirse istensin bunun hiçbir zaman inandırıcı olmayacağı.
4) Zira,
a) İbrahim Kaypakkaya’nın yaralı olarak
yakalandıktan sonra hastanede yaralı hâliyle prangaya vurulduğu ve devamlı
olarak kontrol altında bulundurulduğu, hastaneden sonra da hücreye konulduğu,
demir aksamlı hiçbir aletin, kemer ve ip kabilinden hiçbir şeyin yanında bulundurulmadığı
ve tedbir mahiyetinde olarak aynı binada ve birkaç metre öte deki tuvalete dahi
götürülmediği ve hücresinde tuvalet ihtiyacını giderdiği.
b) Ayrıca İbrahim Kaypakkaya’nın 15.5.1973
tarihinde hücresinden alınarak bir daha geri getirilmediği.
c) Zaten intihar süsü vermekte güçlük çeken
faillerin 19.5.1973 tarihinde işlenen bu cinayeti yetkili mercilere duyurmaması
ve kamuoyuna gerekli açıklamanın yapılmamasının, bu cinayetin en büyük kanıtı
olduğu.
5) Bu hadiseden de anlaşılacağı gibi
Diyarbakır-Siirt illeri sıkıyönetim tutukevindeki tutukluların Anayasa ve
kanunlara aykırı olarak alınıp MiT’e götürüldüğü, dövüldüğü ve öldürüldüğü ve
biz tutuklu olarak hayatlarımızın garanti altında bulundurulmadığı. Bunun
kanunlara aykırı olduğu.
Bizler, insanlık haysiyetine yaraşmayan bu
hunharca davranışı kınar ve birer vatandaş olarak Anayasa, kanunlar ve İnsan
Haklan Beyannamesi’ni ihlal ederek işlenen bu suçu, gerekli soruşturmanın
yapılıp faillerinin gerekli cezalara çarptırılması için ihbar ediyoruz.
28.5.1973
Tutukevi kayıt no: 1900 73/84
Tarih: 29.5.1973
2. Yukarıda metnini verdiğimiz bu dilekçeye
hiçbir cevap verilmemiş ve bir açıklama yapılmamıştır. Bu dilekçeden bir süre
sonra, olayın ağır bir siyasî cinayet olması nedeniyle bütün ilgili makamlarca
duyulması ve hatta siyasî parti yöneticilerinin ve parlamenterlerin kulaklarına
gelmesi sonucu CHP Genel Sekreter yardımcısı Ferda Güley Bolu’da “İbrahim Kaypakkaya’nın
işkenceyle öldürüldüğünden bahsetmiş, İstanbul eski bağımsız milletvekili M.
Ali Aybar, aynı günlerde Başbakan’a bu konuda ayrıntılı bir soru önergesi
vermiş, açıklama yapılmasını istemiş ve bu haberler basında yer almıştır. Bütün
bunlara rağmen, küçüğünden en sorumlusuna ve büyüğüne kadar hiçbir ilgili makam
bu konuda tek kelime açıklama yapmamış, tam tersine, bu konu örtbas edilmeye,
geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu konunun çeşitli şekillerde üstüne üstüne
gidilmesine rağmen bu konuda ısrarlı suskunluğun anlamı çok açıktır. Açıklama
yapması gerekenler, devlet mekanizmasının yönetiminde ve her türlü dizginleri
ellerinde bulunduran kimselerdir.
Bu makamların bu cinayet olayını tevile
kaçarak, intihar süsü vererek bile olsa açıklamamaları, açıklayamamaları ve bu
konudaki ısrarla susmaları, açıkça suçun ikrarıdır. Basının, radyonun ve
kamuoyuna yönelik her türlü haber araçlarının, olaya intihar süsü verecek her
türlü imkânın ellerinde olmasına rağmen bu makamların ısrarlı suskunlukları
neyin ifadesidir?
En küçük adi zabıta olaylarını bile bin bir
sahtekârlıkla ve düzenbazlıkla ‘anarşistlerin marifeti olarak günlerce
kamuoyuna reklam edenler, bu olay karşısında niçin susmaktadırlar?
3. Bu cinayet olayının diğer bir delili şudur:
16 Mayıs 1973 günü İbrahim Kaypakkaya hücresinden sorguya götürülmeden bir saat
kadar önce, yandaki gözaltı koğuşunda adi bir suçtan dolayı tutulmakta olan
Cemil Oktay askerî savcılığa götürülmüştür; Cemil Oktay, askerî savcılıkta, İbrahim
Kaypakkaya’yı birtakım sivil şahıslar tarafından gözleri bağlı olarak askerî
savcılık binasından çıkarılıp sivil bir otomobile bindirilirken görmüş ve bu
durumu, gözaltı koğuşuna döndüğünde şimdi bu davada tutuklu olarak yargılanan
Hasa İlter ve Seyithan Dokay’a söylemiştir. Savcılıkta sonradan çıkan
söylentiye göre de İbrahim Kaypakkaya götürüldüğü bu yerden kurşunlanarak
getirilmiştir.
4. 1973 Nisan’ının ilk haftasında İbrahim daha
iyileşmeden ve hastanedeyken, şimdi bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İlter
ile yüzleştirilmek üzere askeri savcılığa getirilmiş, Hasan İlter İbrahim’le yüzleştirilmek
için savcılık odasına alındığında savcı Yaşar Değerli ile İbrahim Kaypakkaya
arasında geçen şu konuşmaya şahit olmuştur:
İbrahim Kaypakkaya: ‘Hakkımdaki bu ifadeleri
arkadaşlara işkence ile imzalatıyorsunuz.’
Yaşar Değerli: ‘Tabii sizin gizli dünyanızı
ortaya çıkaracak başka yol yok.’
İ. Kaypakkaya: ‘Arkadaşlara bu ifadeleri, beni
idam ettirmek için zorla imzalattırıyorsunuz.’
Y. Değerli: ‘Çok yakın bir zamanda sana
gereken cezayı kendi elimizle vereceğiz.’
Bu konuşmalar neyi açıklamaktadır? Bu
konuşmalar üzerinde yorum yapmaya gerek var mıdır bilmiyorum? Bu konuşmalardan
çıkan anlam açıktır ve bu konuşmalardan sonra meydana gelen katletme olayının
baş sorumlusu da ortadadır. İbrahim’in intihar ettiği yalanını düzen ve yukarıdaki
cümlelerin sahibi olan kişi ve bu konuşmayı okuyup duyan herkes de bilir ki, ‘kendisinin
idam ettirilmesi için zorla ifadeler düzdürüldüğünden’ bahseden, ölmemek için
aylarca hastanede ve hücrelerde her türlü baskı, işkence ve provokasyona karşı
direnen bir kişi, nasıl olur da yukarıdaki konuşmadan hemen sonra fikir
değiştirip intihar eder? Üstelik bu kişi bir komünisttir ve intihar etmenin bir
komünist için korkaklık ve proletarya davasına ihanet olduğunu söyleyen bir
kişidir... Bu yalanlar ve sahtekârlık senaryoları çok acemice ve suçluluk
telaşı içinde düzülmüştür.
5. 9 Temmuz 1973’te Selimiye’ye tekrar
savcılık sorgusuna götürülen bu dava sanıklarından Yalçın Büyükdağlı ile savcı
Yaşar Değerli arasında geçen şu konuşma bile, bu konuşmayı okuyan veya duyan
akıl mantık sahibi herkese hiçbir dedektiflik bilgisini gerektirmeyecek kadar
açık bir biçimde ‘suçlunun kim?’ olduğunu anlatmaktadır. Konuşma şöyle
geçmiştir.
Y. Büyükdağlı: ‘İbrahim Kaypakkaya yoldaşın
öldüğü doğru mu?’
Y. Değerli: ‘İbrahim kendisi intihar etti, biz
öldürmedik. İntihar ettiği zaman da ben İstanbul’daydım, telgrafla haber aldım.’
Arkadaşın sorusuna ve savcı Yaşar Değerli’nin verdiği
cevaba iki noktada dikkatinizi çekerim: Birincisi, arkadaş, İbrahim’in ölüp
ölmediğini sormaktadır; savcı ise cevap olarak doğrudan doğruya ‘kendilerinin
öldürmediğini, intihar ettiğini’ söylemektedir. Bir kere, Yalçın Büyükdağlı,
ölümün nasıl olduğunu ve kimin öldürdüğünü sormamıştır. Sorduğu ölüm haberinin
doğru olup olmadığıdır. Savcı Yaşar Değerli’nin sorulmadığı hâlde İbrahim’i
kendilerinin öldürmediğini, intihar ettiğini söylemesi, suçluluk telaşının ve
psikolojisinin söylettiği sözlerdir. İkincisi, suçluluk psikolojisinin verdiği
dürtü ile şecaat arz ederken sirkatin söyleyen savcının bu konuşmada suçluluğunu
gizlemek için başvurduğu bir yalandır. Çünkü savcı Yaşar Değerli, bu konuşmada
İbrahim’in öldürüldüğü tarihte İstanbul’da olduğunu söylemiştir. Oysa savcı
Yaşar Değerli, İstanbul’a 1973 Haziran’ının
ilk haftasında gelmiş olup, İbrahim ise 16-18 Mayıs tarihleri arasında, yani
savcı Yaşar Değerli Diyarbakır’da iken öldürülmüştür. Savcı Yaşar Değerli’nin böyle
bir yalana başvurması bile tek başına, İbrahim Kaypakkaya’nın Yaşar Değerli’nin
başında olduğu bir cinayet şebekesi tarafından öldürüldüğünü açıklar.
6. Ankara Sıkıyönetim’deki başka bir davası
nedeni ile 1973 Mayıs ayı içerisinde Ankara Sıkıyönetim 3 no’lu Cezaevi’nde
bulunan Aslan Kılıç’la Diyarbakır’dan getirilen THKO sanıklarından Mustafa Karadağ
arasında cezaevinde şu konuşma geçmiştir:
M. Karadağ: ‘Haberin var mı, İbrahim’i
Diyarbakır’da öldürdüler.’
A. Kılıç: ‘Haberim yok ama sen kesin olarak
biliyor musun?’
M. Karadağ: ‘Ben de İbrahim’i ve ölüsünü
görmedim. Haberi Diyarbakır askerî savcılığı ve erlerden duydum. Ayrıca MİT’te
beni sorguya çeken, ismini bilmediğim, saçları dökük ve yüzbaşı rütbesinde bir hâkim
subay sorguya başlarken «daha geçen hafta burada konuşmayan birini gömdük. Aynı
yolu tutarsan senin de akıbetinin bu olacağından şüphe etmemen için bu şahsın
adını da sana söyleyeyim: Bu kişi İbrahim Kaypakkaya’dır ve tanırsın da. Şimdi
adam gibi konuş» dedi. Bu konuşmada sözü edilen MİT görevlisi, yüzbaşı
rütbesindeki saçları dökük hâkim-subay savcı Yaşar Değerli’dir. Nitekim, Aslan Kılıç
arkadaş Ankara dönüşü, 1973 Temmuz ayında İstanbul’da tekrar askerî savcılığa götürüldüğünde
savcı Yaşar Değerli ile arasında bu konuda şu konuşma geçmiştir:
A. Kılıç: ‘İbrahim’i işkence ile öldürdünüz,
ona söyletemediğiniz şeyleri benden mi almak istiyorsunuz?’
Y. Değerli: ‘İbrahim’i biz öldürmedik;
tokyosuna koyduğu jiletle bileklerini keserek intihar etti. Hem sen bu haberi
nereden duydun?’
A. Kılıç: ‘Ankara’da THKO sanıklarından M. Karadağ’dan
duydum.’
Y. Değerli: ‘Ha, evet M. Karadağ’ın sorgusunu
ben yaptım; ama sana İbrahim’i bizim öldürdüğümüzü söylemekle yalan söylemiş.
Fakat inanmıyorsan İbrahim’i nasıl tedavi edip iyileştirdiğimizi anlaman için
sana hastanede çekilmiş resimlerini göstereyim; (resimleri göstererek) bak!
İbrahim’i şu hâlden bu hâle getirdik. Biz İbrahim’i ölümden kurtardık;
biliyorsun yakalandığında yaralı idi ve ayağı donmuştu. Hiç böyle ihtimam gösterenler
onu öldürür mü?’
Son konuşmadan da bir kere daha anlaşılacağı
üzere Y. Değerli tam bir suçluluk psikolojisi içerisindedir. Böyle bir telaşla
haberin nasıl öğrenildiğini sormakta, sonra da kendisinin suçluluğunu ispat
edercesine, İbrahim’e yaralı iken nasıl ihtimam gösterdiklerinden bahsetmekte,
sorgulardaki canavarlığının açığa çıkmasını önlemek amacıyla kendisini şefkatli
bir hastabakıcı rolüne sokmaktadır. Kaldı ki İbrahim’i öldürenler, onu, hasta iken
babalarının hayrına ve Savcı Yaşar Değerli’nin göstermek istediği gibi şefkatli
oldukları için değil, iyileştirip konuşturabilmek için tedavi etmişlerdir.
Bu iyilik perilerinin ne denli şefkatli
olduklarını bugün dünyada sağır sultan bile duymuştur. Hem suçluluk psikolojisi
içinde olmayan bir kimsenin İbrahim’i iyileştirmede özel gayret sarf ettiğinden
bahsetmesine, hiç yoktan kendini savunmaya kalkışmasına gerek yoktur.
Savcı Y. Değerli, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın
tokyosuna sakladığı jiletle bileklerini keserek intihar ettiği yalanını
söylemiştir. Polis ve MİT’ten geçmiş herkes bilir ki, külotlara ve koltuk
altlarına kadar aranılan, ayakkabıların bükülerek veya pençeleri kesilerek
kontrol edildiği, mendil, ayakkabı bağı, gözlük, kemer ve toplu iğdenin bile
hücreye girişte sanıkların üzerinden alındığı bu yerlere, -önceden konmuş olsa
bile- tokyoya jilet koyarak girilebileceğini söylemek düpedüz yalan
söylemektir. Bunu söyleyen kişi kimi kandıracağını sanmaktadır? Ankara MİT’te,
bir arkadaşın ayakkabısının pençesindeki lastiğin normalden biraz kaim olması
yüzünden ayakkabı pençelerinin testere ile ikiye biçildiğini gözlerimizle
gördük. Öte yandan, sünger olan sandaletlere önceden jilet bile konmuş olsa
daha ilk büküşte içinde değil jilet, kâğıt olup olmadığı bile anlaşılır. Kaldı
ki İbrahim Kaypakkaya, intihar ettiği söylendiği güne kadar demire ve kelepçeye
vurulmuş olarak ve sürekli gözetim altında bulundurularak askerî hapishanede ve
gözaltı hücrelerinde kalmış, görevliler dışında hiçbir kimseyle görüş ve
temasta bulunmamıştır. Değil hastane ve gözaltı gibi yerlerde, hapishanelerde bile
tıraş için dahi olsa jilet veya hiçbir kesici veya delici şeyin parçası bile
verilmemekte, bunun için sık sık aramalar yapılmaktadır. Sürekli gözaltında ve
bağlı olarak tutulan, hiç kimseyle teması olmayan İbrahim Kaypakkaya jileti
nereden sağlamıştır acaba? Gökten zembille mi inmiştir jilet? Yüzümüze bu
şekilde söylenen bu yalanlar suçluluk telaşı ile olsa gerek çok acemice
hazırlanmıştır. Dosyadaki intihar kılıflarının ise ne tür uydurmalar olduğunu
şu ana kadar öğrenebilmiş değiliz.
7. Savcı Y. Değerli iddianamede, ‘İbrahim Kaypakkaya’nın
intiharından önce yapmış olduğumuz sorgusunda her ne kadar örgütsel faaliyetleri
konusunda ketum davranmış ise de […]’ diyerek, sorgulama sırasında öldürülen
İbrahim yoldaşı bir polis ve MİT görevlisi gibi bizzat kendisinin sorguladığını
belirtmekte, fakat İbrahim’in bu ‘ketum’ davranışı karşısında kendisinin neler
yaptığını açıklamamaktadır. Fakat polis ve MİT gibi yerlerde sorguda ‘ketum’
davranışın sonucunun ne olduğunu bugün bilmeyen yoktur. Yukardaki cümleyi
okuyan kime sorulsa, bu ‘ketum’ davranış sahibinin sonunun ne olacağını daha
sonucu öğrenmeden rahatlıkla söyleyebilir.
İbrahim yoldaşın, hizmet ettiği efendileri
adına -kendi deyimiyle- ‘menfur katlinin’ baş aktörü Y. Değerli, bu cümleleri
ile şecaat arz edeyim derken sirkatin söylemiştir.
8. Faşistler, daha yakalandığı ilk andan
itibaren yoldaşımız İbrahim Kaypakkaya’ya hunharca davranmışlardır. Vartinik
baskınından sıyrılarak, yarım saatlik bir yaya yürüyüşten sonra Barıkbaşı
mezrasına gelen İbrahim Kaypakkaya, birkaç gün sonra burada yakalanmıştır.
Barıkbaşı’ndan Kutudere’ye kadar dört saatlik bir yol, arkadaşımıza yalın ayak
olarak yürütülmüştür. Mirik köyü ile Gökçe köyü arasındaki dereden geçen buzlu
çay kıvrılarak aktığı için beş altı defa yalın ayak geçirttirilmiştir.
Yolda giden köylüler bu durumu görerek diğer
köylülere anlatmışlardır. Aynı baskından kaçan iki arkadaş, buzlara
gömüldükleri ve 48 saat dağda kaldıkları hâlde neden ayaklarını üşütmüyorlar da
İbrahim Kaypakkaya yarım saatlik mesafede bulunan en yakın köye gittiği hâlde
ayaklarını üşütüyor?
Üçüncü bir nokta olarak da iddianamede
arkdaşımızın Barıkbaşı’ndan Gökçe’ye götürülürken yürümek istemediği ve
karların üzerine yattığı belirtilmektedir. Bu hareketler, bir kimsenin yalın
ayak karlar üzerinde yürütülürken yapacağı hareketlerdir.
Arkadaşımızın ayak parmaklarının kesilmesinden
üsteğmen Fehmi Altınbilek sorumludur ve bu, bizlere yapılan işkencelerin en
alçakça olanlarından biridir.
9. İbrahim Kaypakkaya yoldaş bir komünisttir. […]
O, bir komünistin intihar etmesinin korkaklık,
proletaryanın davasına ihanet olduğu bilincinde olan ve bunu yoldaşlarına
öğreten bir önderdir.
İntihar, ABD emperyalizminin, onların
kompradorlarının ve toprak ağaları kliğinin temsilcisi savcı Yaşar Değerli’nin
iddia ettiği gibi komünistlerin değil, faşist köpekler, işbirlikçiler ve halk
düşmanları gibi korkakların halkımızın devrimci mücadelesinin zafere yaklaştığı
günlerde seçecekleri bir tercih olacaktır. Stalin yoldaşın önderliğindeki
Sovyet Kızıl Ordusu’nun Berlin’e girdiği gün gelmiş geçmiş en büyük faşist
köpek Adolf Hitler’di kendi beynine kurşun sıkan!...
İbrahim Kaypakkaya yoldaş, Nazi işkence
odalarının tavanına kanıyla ‘Unutma ki sen bir komünistsin’ diye yazarak
falakaya her yatırılışında o yazıyı okuyup faşist cellatlara karşı direnen
Dimitrov’ların, Naziler tarafından kurşuna dizilirken, Alman askerlerine ‘Ben
sizin kurtuluşunuz için mücadele ettim. Siz kurtuluşunuzu öldürüyorsunuz’ diye
bağıran Fransız komünisti George Politzer’lerin, Nazi kurşunlarına karşı
korkusuzca göğüs geren Ernest Thellmann’ların ve ölümü ‘Yaşasın Ho Şi Minh’
diyerek göğüsleyen Vietnam kahramanlarının her türlü şart altında son
nefeslerine dek sürdürdükleri mücadelelerin izleyicisidir.
Canını proletaryanın ve halkların kurtuluşuna
adamış komünistler, faşist zulüm ve baskılardan korkarak intihar etmezler.
İntihar tercihini seçecek olanlar, bizzat halkın devrimci mücadelesinden
korktukları için zulmeden faşist köpeklerdir!
İşte bütün bu somut gerçeklerden ötürüdür ki,
önderimiz İbrahim Kaypakkaya yoldaş intihar etmez ve etmemiştir. Öldürülmüştür!
[…]
Yukarıda özetini sunduğumuz dilekçenin altında
şu imzalar vardır.
Tutuklu Sanıklar:
Arslan Kılıç, Yalçın Büyükdağlı, Muhsin Canik,
İbrahim Gülgeç, Ayşe İsmail, İsmail Özbay, Celâl Erdoğmuş, İbrahim Halil Akyol,
Baki İşçi, Muzaffer Oruçoğlu, Zeki Şerit, Nezihe Bahar, Nizamettin Karakoç, Ali
Şenci, Gürsel Bezek, Fatma Erez, Hüseyin Tekin, İsmail Erdoğan, Ali Taşyapan,
Sami Sarı, Davut Kurun, Engin Giray, Feryal Sarıoğulları, Kemal Bahar, Ali Turan,
Musa Söğüt, Mümtaz Çeltik, Hikmet Şenses, Süleyman Yeşil, Güner Alakoç, Ünsal Alanya,
Mukaddes Erdoğdu, Seyithan Dokay, Hayrettin İpek, Hüseyin Açıkgöz, İrfan Çelik.”
Bu dilekçeye ne
mahkeme tarafından ne de savcı tarafından ne o celse ne de ondan sonra hiçbir
cevap verilmedi.
1973 Kasım ve
Aralık aylarında, Ankara’da yayınlanan Yeni Halkçı gazetesi, 12 Mart
faşizmi döneminde yapılan işkenceler ve işkence yapanlar konusunda belgesel bir
yazı dizisi yayınlamaya başladı. Bu gazetenin 3 Aralık 1973 günkü nüshasında,
Ankara Sıkıyönetim 3 No.lu Mahkemesi’nde yargılanan Şafak davası sanığı Nuri Çolakoğlu’nun,
kendine yapılan işkence ve işkence yapanlar konusunda mahkemeye vermiş olduğu
bir dilekçe yayınlandı. Nuri Çolakoğlu, dilekçesinde, kendisinin Nisan 1972’de
yakalandığını, iki ay MİT ve Ankara Emniyet 1. Şube altıncı katındaki
hücrelerde işkenceye uğradığını, kendisine Ankara Emniyet 1. Şube altıncı
katında işkence yapanların başında Diyarbakır’dan özel olarak gelmiş olan Yaşar
Değerli adlı bir askerî savcının olduğunu söylüyordu.
TKP (M-L) - TİKKO
- TMLGB Davası’nın 4 Aralık 1973 günkü duruşmasında, sanık müdafilerinden
avukat Şükrü Kaleağası ve avukat İsmail Hakkı Altan mahkemeye, arka arkaya ve
ayrı ayrı birer dilekçe vererek bu davanın savcısı Yaşar Değerli’nin iddia
makamından çekilmesi talebinde bulundular. Müdafi avukatlardan Şükrü KALeağası
talebinde, sadece bu dava sanıklarının değil, Diyarbakır’da sıkıyönetimce
gözaltına alınan herkesin bu davanın savcısı Yaşar Değerli DEĞERLİ hakkında
işkence yaptığı iddiasında bulunduklarını ve bunların mahkeme tutanaklarına
geçmiş olduğunu; kendisinin dava dosyasını ve iddianameyi tetkik etmesi sonucu
savcı Yaşar Değerli hakkında bu davayı açarken dava sanıklarına karşı düşmanca bir
tutum içinde olduğu kanaatine vardığını ve savcının hâlen duruşmalarda
sanıklara karşı gösterdiği davranışlarının da bu kanaatini teyit ettiğini;
hatta savcının bu davranışlarının, sanıkların 6 Kasım 1973 günkü okudukları
dilekçede belirtilen İbrahim Kaypakkaya’yı öldürme suçunu işlemiş olma
psikozunun verdiği bir hava içinde olduğunu öne sürdü.
Avukat İsmail
Hakkı Altan ise talebinde, 3 Aralık 1973 günkü Yeni Halkçı gazetesinde
Yaşar Değerli hakkında, Ankara’da başka bir davada yargılanan başka bir sanığın
mahkemeye verdiği dilekçeyi; keza Ankara Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde yargılanan
Ferit İlsever adlı bir sanığın, yargılanmakta olduğu mahkemeye verdiği, Türkiye’de
çeşitli şehirlerde işkence yapılan yerlerin ve işkence yapanların listesini belirten
dilekçesinde, Diyarbakır sıkıyönetim bölgesinde işkence yapanların listesinin
baş kısmında Yaşar Değerli’nin ismini zikrettiğini; bu savcı hakkında öne
sürülen bütün bu iddiaların tesadüf olamayacağını belirtti (TİİKP davasının,
bugünlerde kitap olarak basılmış savunmasının baş kısmında verilen, sıkıyönetim
döneminde Türkiye’de işkence yapılan yerleri ve işkence yapanları belirten
listenin, Diyarbakır’da işkence yapanlar bölümünün baş kısmında da Yaşar Değerli’nin
adı verilmiştir).
Aynı duruşma,
müdafi avukatların kendisi hakkındaki taleplerine ne diyeceğini soran mahkemeye
savcı Yaşar Değerli, sadece duruşma tutanaklarına geçmiş olan şu sözleri
söyledi:
“Hakkımızda gerek bu dava sanıkları, gerek
başka dava sanıkları, gerek Yeni Halkçı adlı maksatlı yayın yapan gazete
ve gerekse bu davanın avukatları tarafından öne sürülen iddiaların hepsi yalan
ve iftiradan ibarettir. Her ne şart altında olursa olsun son Türk devletini
yıkmaya teşebbüs etmiş olan bu anarşistlerin davasını sonuna kadar yürütmekte
kararlı olduğumuzu heyetinize arz ederiz.” [TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası
Duruşma Zabıtları, s: 33]
TKP (M-L) Davası’nın
2 Temmuz 1974 günkü duruşmasında sorgu veren bu davanın Diyarbakır Sıkıyönetim
makamlarınca sorgusu yapılmış sanıklarından ve Siverek İlkokulu
öğretmenlerinden Fatma Erez, sorgusu sırasında mahkeme heyetinin bir sorusuna
karşılık olarak verdiği ve duruşma zabıtlarına geçen şu sözleri söylemiştir:
“Duruşmaların başında İbrahim Kaypakkaya’nın savcı
Yaşar Değerli tarafından öldürülüp öldürülmediğinin sorulmasına mahkeme heyeti
müsaade etmediği için mahkemeye hüviyetimi bildirmedim. Ben Diyarbakır
Sıkıyönetimi’nce tutuklandığımda İbrahim Kaypakkaya hastanede bulunuyordu. Beni
de hastanenin başka bir odasına koymuşlardı. Odalarımız yan yana idi. İbrahim
kimseyle görüştürülmüyordu. Yalnız savcı Yaşar Değerli ve görevliler
girebiliyordu. Birgün savcının İbrahim Kaypakkaya’nın odasına geldiğini,
İbrahim’in bulunduğu odadan savcının, ‘Seni ben öldüreceğim, ölümün benim
elimden olacaktır’ diye bağırdığını, İbrahim’in ise ondan daha çok bağırarak, ‘Ben
senden ve büyüklerinden korkmuyorum, ölümden de korkmuyorum’ şeklinde cevap verdiğini
duydum.” [TKP (M-L)-TİKKO Davası Duruşma Zabıtları, s: 340]
Savcı Yaşar Değerli,
aynı celsede “sanık sorgusuna ve beyanlarına karşı ne diyeceği”ni soran mahkeme
heyetine, “söyleyecek bir şeyimiz yoktur” şeklinde cevap vermiştir.
Savcı Yaşar Değerli,
yukardaki cevabından da anlaşılacağı üzere, işkence yaptığını ispatlamak üzere
öne sürülmüş bir sürü delilin hiçbirine cevap vermemiş, verememiş ve vermekten ısrarla
kaçınmıştır.
Diyarbakır
Sıkıyönetim Komutanlığı, İbrahim’in öldürüldüğü tarihte, Genel Kurmay
Başkanlığı, K.K. Komutanlığı ve Birinci Ordu Komutanlığı’na gönderdiği ve yukarıda
metinini, tarihini ve numarasını belirttiğimiz “Mesaj Formu”nda, İbrahim Kaypakkaya’nın
“intihar ettiğini” ve bu işi “jiletle sol bileğini keserek” yaptığını söylüyor.
Savcı Yaşar Değerli ise, TKP (M-L) davası sanıklarının İstanbul’da
yakalananlarının sorgusunu almak üzere İstanbul’a geldiği 1973 Haziran ayında, sorgulama
yaparken, İstanbul’da yakalanan sanıklarını birçoğuna, İbrahim’in “tokyosuna
sakladığı jiletle intihar ettiği”ni söylemiştir.
İbrahim Kaypakkaya’nın
ölümünden hemen sonra öldüğüne dair, hücresinde, Diyarbakır Askeri Hastanesi’nde
görevli Tabip Yarbay Orhan Eroğlu, Tabip Binbaşı Sadettin Demiray ve Askeri Savcı
Hâkim Kd. Binbaşı Nejat Öztaşkent tarafından bir “Keşif ve Ölü Muayene Tutanağı”
[TKP (M-L) Dava Dosyası, Klasör No: 111, Dosya No: 2] tutulmuştur: bu
tutanakta, İbrahim’in bileğini kestiği söylenen hücrede jilet veya jilet
parçası veyahut da kesici herhangi bir aletin bulunduğuna dair hiçbir kayda
rastlanmamaktadır. Bu tutanakta, hücrenin durumu, hücrede arama yapıldığı ve bu
aramada bulunan şeyler, ölünün durumu ve hücrede bulunan eşyalar tek tek
belirtilmektedir. Fakat, ölümden hemen sonra tutulduğu belirtilen bu tutanakta,
hücrede yapılan arama sonucu bulunan şeyler arasında, jilet veya kesici,
delici... vb. bir alet yoktur.
İbrahim’i öldüren
faşistler, bu cinayetlerine intihar süsü verebilmek için mizanseni tamamlamak
amacıyla bir de düzmece “Otopsi Raporu” düzenletmişlerdir emirlerindeki
adamlarına. Fakat bu düzmece raporda bile ölüm olayının işkence altında
olduğunu örtbas edemeyecek tespitler vardır. TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB
Davası Dosyası 3. klasör, 2. dosyada bulunan “Otopsi Raporu’nun ilk
sayfasındaki “Harici Muayene” başlıklı bölümünde aynen şöyle denmektedir:
“[…] ölünün, her
iki omuz ve uylukları üzerinde, ölüm anında veya ölüm den çok az bir müddet
önce husule gelebilecek nitelikte müteaddit ekimozlar görüldü”. Raporun, bu
cümleden hemen sonra gelen kısmında bu işkence veya ‘darp’ izlerinin (Latince
söylenişiyle ‘ekimozların’) ölünün, ‘ölüm anından önce veya ölüm anında
kendisini herhangi bir yere çarpmış olmasından meydana gelebileceği’ gibi bir
kayıt konulmuşsa da, intihar ettiği iddia edilen anda İbrahim’in sol kol
bileğinden ve ayaklarından karyolaya zincirle bağlı olduğu gerçeği göz önünde
tutulursa, bu kaydın, işkence izlerini (‘ekimozları’) örtbas etmek, yani olaya
intihar süsü vermek (ama bunu da, düzmece otopsi raporuna gerçek havası
verebilmek için sahte ihtimallerle süsleyerek yapmak amacıyla konduğu hemen
anlaşılır. Faşistlerin, İbrahim’in ölüsünü babasına vermemeleri, adli tıbba
götürülmesini engellemeleri bile tek başına otopsinin düzmece olduğunun
anlaşılmasına yeter.
Bütün bu
anlattıklarımız göstermektedir ki, 12 Mart faşistleri, İbrahim Kaypakkaya’yı işkence
altında katletmişlerdir. İbrahim Kaypakkaya’nın öldürülmesi olayı hakkında
soruşturma yapmaya, olayı aydınlık getirmeye veya en azından bu olay üzerinde
şöyle veya böyle durmaya, bugüne kadar kimse cesaret edememiştir.
12 Mart faşizmi,
binlerce devrimciyi, binlerce yurtsever aydın ve genci, binlerce işçiyi,
köylüyü ve faşizme karşı çıkan halktan unsurlar işkence tezgahlarına yatırdı;
devrimcilere, yurtsever aydınlara ve gençlere, işçilere, köylülere ve faşizme
karşı çıkan herkese yapılan bu işkencelerde kullanılan metotlar, İran'da,
Yunanistan’da, İspanya’da, Vietnam’da, Brezilya ve Uruguay’da, Mozambik ve
Angola’da Amerikan emperyalizmine ve onun işbirlikçilerine karşı savaşan
devrimcilere ve yurtseverlere uygulanan işkence metotları ile aynıydı.
İşkence,
faşistlerin sandığı gibi o kadar güçlü bir araç değildir. Bunu, faşistlerin
işkencelerine yiğitçe göğüs geren sayısız devrimcinin, sayısız isimsiz
kahramanın işkencehanelerdeki direnişleri, faşistlerin bütün işkencelerine ve
kurşunlamalarına rağmen devrimci fikirlerin her gün daha çok yayılmasını
önleyememeleri yüzlerce defa ispatlamıştır ve her geçen gün daha çok
ispatlamaktadır.
İşkence, hâkim
sınıfların halkın mücadelesi karşısındaki zorbalığının ve çaresizliğinin
eseridir ve onların aczini gösterir, yıkılışlarını hızlandırır. Devrimcilere
gelince, işkence gerçek devrimcileri çelikleştirir; onların halkımıza
bağlılığını ve halk düşmanlarına karşı kinlerini biler.
Bugün devrimci
fikirlerin tohumları halkımızın bağrına ekilmiştir. Faşistlerin işkence
tezgahlarında, darağaçlarında, evlerde, sokaklarda, köylerde öldürdükleri
devrimcilerin, halkımızın bu yiğit evlatlarının kanlarıyla sulanan bu tohumlar
mutlaka çiçek açacaktır.
İbrahim
Kaypakkaya olayı hakkında şimdiye kadar edinebildiğimiz bilgiler bunlardır.
Tekrar edelim, bu siyasi cinayetin bütün yönleriyle açıklığa kavuşturulması ve
faillerinden hesap sorulması sorunu yalnız bizim değil, bağımsız ve demokratik
bir Türkiye’nin gerçekleşmesini özleyen tüm yurtseverlerin sorunudur. Faşizmin
cinayetleri karşısında takınılacak olan tutum, yurtseverliğin, demokrasiye
bağlılığın ölçütüdür.
[Kaynak: Emekçi, Şubat 1975, Sayı 4, s. 39-65]
0 Yorum:
Yorum Gönder