New
York’un Küçük İtalya mahallesinde dolaşırken vitrininde, üzerinde Benito
Mussolini’nin faşist selamı verdiği resminin bulunduğu posterlerin ve
tişörtlerin sergilendiği küçük bir hediyelik eşya dükkânına denk geldim. Dükkândan
içeri girip tezgâhtara, “Neden bu tür ürünleri satıyorsunuz?” diye sorduğumda, adam
bana, “Valla bazıları seviyor böyle şeyleri. Belki de bu ülkede Mussolini gibi
birine ihtiyacımız var” dedi. Yaptığı yorum, faşizmin basit bir tarihsel merakı
aşan bir şey olarak varlığını sürdürdüğünü ortaya koyan bir tür andaç işlevi
gördü.
Tişörtlerden
ve posterlerden daha kötüsü de bazı yazarların çıkıp Hitler’i “açıklamaya”,
Franco’yu “yeniden değerlendirmeye” veya başka yollardan faşizmin tarihini temize
çıkartmaya çalışıyor olması. Yetmişli yıllar boyunca İtalya’da Mussolini’nin trenleri
vaktinde çalışmasını sağlamakla kalmadığını, ayrıca İtalya’nın gayet iyi bir
biçimde işlemesine katkı sunduğunu söyleyen yığınla kitap ve makale kaleme
alındı. Tüm bu yayınlar ve akademide üretilen çalışmaların tek bir ortak yanı
var: Bunlar, faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın sınıfsal politikalarına dair
hiçbir şey söylemiyorlar. Bu rejimlerin sosyal hizmetleri, vergileri, iş
dünyasını ve emeğin koşullarını nasıl ele aldıklarına bakmıyorlar. Kimin faydasına
ve kimin zararına çalıştıklarını sorgulamıyorlar. Faşizm ve Nazizmle ilgili
yazının önemli bir kısmı, bize bu tür konularda hiçbir şey söylemiyor.[1]
Plütokratlar
Otokratları Seçiyor
Önce
faşizmin kurucusuna bir bakalım. 1883’te bir nalbandın oğlu olarak dünyaya
gelen Benito Mussolini’nin gençliğine sokak kavgalarıyla, gözaltılarla, kodesle
ve şiddete meyilli radikal politik faaliyetlerle geçti.
Birinci
Dünya Savaşı öncesi Mussolini sosyalistti. Sosyalist Parti’nin resmi yayın
organında yayın yönetmeni olarak çalışan Mussolini, parlak bir örgütçü, ajitatör
ve becerikli bir gazeteciydi. Buna karşın birçok yoldaşı, onun sosyalizme mevzi
kazandırmaktan çok kendisine mevki kazandırmakla ilgili olduğunu düşünüyordu. Nitekim,
İtalya’daki burjuva sınıfı onu kabul edip mali açıdan desteklemek ve ona
iktidar vaat etmek suretiyle baştan çıkartınca Mussolini, saf değiştirmek için zerre
tereddüt etmedi.
Birinci
Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından eskiden işçi ve köylüleri örgütleyen
bir sosyalist olan Mussolini, finans şirketleri ve toprak sahipleri adına grev
kırıcılığı yapan bir faşiste dönüştü. Zenginlerden aldığı paralarla ülkedeki
siyaset sahnesine Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı [fasci di
combattimento] örgütünün kabul edilmiş lideri olarak çıktı. Bahsi edilen
örgüt, üzerlerine kara gömlek geçirmiş eski subaylardan ve militarist bir içeriğe
kavuşturulmuş yurtseverlikten ve sosyalizm ile örgütlü emekle bağlantılı her
şeyden nefret eden muhafazakârlıktan gayrı herhangi bir net politik öğretisi
bulunmayan şehir eşkıyalarından oluşuyordu. Faşist Kara Gömlekliler,
vakitlerini sendikacılara, sosyalistlere, komünistlere ve çiftlik kooperatiflerine
saldırarak geçiriyorlardı.
Birinci
Dünya Savaşı sonrası İtalya parlamenter demokrasi yoluna girdi. Maaşlar arttı, trenler
vaktinde çalışmaya başladı. Ama kapitalist ekonomi, savaş sonrası dönemde resesyona
girmişti. Yatırımlar durmuş, ağır sanayi kapasitesinin altında çalışır hâle
gelmiş, şirketlerin kârlarında ve zirai işletmelerin ihracatında düşüşe tanık
olunmuştu.
Kârlarını
belirli bir düzeyde tutmak adına büyük toprak sahipleri ve sanayiciler,
ücretleri düşürmek, fiyatları artırmak zorundalardı. Devlet de bunlara
teşviklerle ve vergi muafiyetleriyle destek olacaktı. Şirketlerin bu refah
koşullarını finanse etmek için halkın sırtına vergi yükü bindirilmeli, sosyal
hizmetler ve sosyal yardım harcamalarında kesintiye gidilmeli, en genel anlamıyla
bugün hepimizin aşina olduğu tedbirlere başvurulmalıydı. Ama hükümetin bu yolu
elini kolunu sallaya sallaya yürümesi pek mümkün değildi.
1921
yılında İtalyan işçilerinin ve köylülerinin önemli bir kısmı sendikalıydı ve kendi
politik örgütlerine sahipti. İşçi ve köylüler, ücretler ve çalışma koşulları konusunda
kopartılan tavizler yanında, bu örgütlenme hakkını gösterilerle, grevlerle,
boykotlarla, fabrika işgalleriyle ve çiftliklerin zor kullanılarak işgal
edilmesine dönük pratiklerle elde edebilmişti.
İşçi
ve köylülere tasarruf tedbirlerini her yönüyle dayatabilmesi için muktedirlerin
kitlelerin en mütevazı yaşam standartlarını savunmalarına katkı sunan
demokratik hakları ortadan kaldırması gerekiyordu. Bu sorunun çözümü ise işçi
ve köylülerin sendikalarını, politik örgütlerini kapatmaktan, hak ve özgürlüklerini
ellerinden almaktan geçiyordu.
Sanayiciler
ve büyük toprak sahipleri, siyasetin dümenini örgütlü işçilerin ve çiftlik
emekçilerinin gücünü kırıp kitlelere zorbalık üzerine kurulu bir düzeni
dayatacak birine teslim etmek istiyorlardı. Kara Gömlekliler çetesi ile belirli
bir güce sahip olan Benito Mussolini, görünüşe göre en uygun adaydı.[2]
1922’de
sanayiinin lider isimlerinin meydana getirdiği Sanayiciler Federasyonu yanında
bankalar birliği ile zirai işletmelerin bir araya geldiği derneğin temsilcileri,
Mussolini ile bir araya gelerek “Roma’ya Yürüyüş” için plan yaptılar. Bu yürüyüşe
20 milyon liret katkıda bulundular. Ülkedeki bazı üst düzey subayların ve polis
müdürlerinin desteğini arkasına alan faşist “devrim” ki aslında darbeden başka
bir şey değildi, bir şekilde yapıldı. Devlet iktidarını ele geçirdiği günü takip
eden iki yıl içerisinde Mussolini, tüm muhalif gazeteleri kapattı, oyların
yüzde 80’ini alan Sosyalist, Liberal, Katolik, Demokrat ve Cumhuriyetçi
partilerin kapısına kilit vurdu. Bu süreçte işçi liderleri, köylü hareketinin
liderleri, meclisteki vekiller, yeni rejimi eleştiren herkes, dayak yedi,
sürgüne gönderildi veya faşistlerin terör için kullandıkları eylem mangaları tarafından
[squadristi] katledildi. Yoğun baskı süreci karşısında ayakta kalmayı
bilen İtalyan Komünist Partisi, zaman içerisinde Kara Gömleklilere ve Alman
işgal güçlerine karşı verilecek silahlı mücadeleye evrilecek, cesareti kuşanmış
yeraltı direnişini yönetmeyi bildi.
Almanya
da aynı şekilde faşistlerle kapitalistlerin suç ortaklığına sahne oldu. Alman işçileri
ve çiftlik emekçileri, sendikalaşma hakkını, sekiz saatlik işgününü ve işsizlik
sigortasını süreç içerisinde kazanmayı bilmişti. Ancak yeniden kâr düzeyini
yukarı çekmek isteyen ağır sanayi ve büyük finans, ücretlerin düşürülmesini,
devlet teşviklerinin kesilmesini, kendisinin vermek zorunda olduğu vergilerinse
azaltılmasını istiyordu.
Yirmili
yıllar boyunca Nazilere bağlı Hücum Kıtası [Sturmabteilung-SA],
kahverengi gömlekli fırtına birlikleri, iş dünyasınca işçileri ve çiftlik
emekçilerini dehşete sürüklemek için kullanıldı. 1930’da büyük para babaları, Weimar
Cumhuriyeti’nin artık ihtiyaçlarını karşılamadığı, hatta devletin işçi
sınıfıyla fazla uzlaştığı sonucuna ulaştılar. Hitler’e bolca para akıttılar,
Nazi partisini arkadan itip onun ülkedeki siyaset sahnesine öne çıkmasını
sağladılar. Bu kodamanlar, Nazilere onların şehirlere ve köylere hâkim olmalarını
sağlayacak otomobiller ve hoparlörler almaları için gerekli parayı verdiler. Ayrıca
Nazi partisine bağlı örgütlere, gençlik gruplarına ve paramiliter güçlere
paralar akıttılar.
1932
yılının Temmuz ayı içerisinde yürüttüğü seçim kampanyasında Hitler, son iki
hafta içerisinde elli şehre uçacak paraya sahipti. Aynı kampanyada Naziler,
oyların yüzde 37,3’ünü aldı ki bu, o güne dek ülkede demokratik bir seçimde
alınan en yüksek oy oranıydı.
Naziler,
halkın çoğunluğunu hiçbir zaman kendi saflarına kazanamadılar. Toplumsal tabanı,
toplumun nispeten zengin kesimlerinden oluşuyordu. Bunun yanında, küçük burjuva
unsurlar ile birçok lümpen proleter partinin fedailiğini yapacak çeteler olarak
iş gördü. Bunlar, zamanla SA adını taşıyan fırtına birlikleri içerisinde
örgütlendi. Ama örgütlü işçi sınıfının büyük bir kısmı, komünistleri veya
sosyal demokratları sonuna dek destekledi.
Aralık
1932’deki seçimde cumhurbaşkanlığı için üç aday yarıştı: hâlen görevde olan
Feldmareşal von Hindenburg, Nazilerin adayı Adolph Hitler ve Komünist Partisi’nin
adayı Ernst Thaelmann. Kampanyası süresince Thaelmann, Hindenburg’a verilecek
oyların Hitler’e verilmiş sayılacağını, Hitler’inse Almanya’yı savaşa
sokacağını söyledi. Sosyal demokratların gazeteleri dâhil tüm burjuva basını,
bu görüşü “Moskova kaynaklı” olduğu iddiası üzerinden ağır bir dille eleştirdi.
Hindenburg yeniden seçilirken, Naziler meclis seçiminde zirvedeyken aldıkları
13,7 milyondan iki milyon daha az oy aldı.
Bekleneceği
üzere, sosyal demokrat liderler Komünist Partisi’nin Nazilere karşı on bir saat
sürecek bir ittifak kurma önerisini reddettiler. Bugün olduğu gibi dün de
birçok ülkede görüldüğü üzere, Alman sosyal demokratları kısa bir süre sonra
komünistlerle müşterek bir davada buluşmak yerine, gerici sağla ittifak
kurdular.[3] Öte yandan, bir dizi sağcı parti Nazilerin peşine takıldı. Ocak
1933’te, seçimden birkaç hafta sonra Hindenburg, Hitler’i şansölye (başbakan)
yapmak için kendi konutuna davet etti.
Devlet
iktidarını ele geçirdikten sonra Hitler ve Naziler, Mussolini’nin
politik-ekonomik ajandasına benzeyen bir ajandayı yürürlüğe koydular. Süreç içerisinde
örgütlü işçi sınıfını ezdiler, tüm seçimleri yürürlükten kaldırdılar, muhalefet
partilerini kapattılar, bağımsız dergi ve gazetelerin kapısına kilit vurdular. Yüz
binlerce muhalif hapse atıldı, işkence gördü veya katledildi. İtalya’da olduğu
gibi Almanya’da da komünistler, tüm bu grupların gördüğü baskıların en ağırıyla
yüzleşseler de ayakta kalmayı bildiler.
Elimizde
farklı tarihleri, kültürleri ve dilleri olan, mizaçları farklı iki halk var. Buna
karşın, iki ülke de ekonomik güçlerdeki ve sınıfsal çelişkinin yoğunluğundaki
benzerlik sebebiyle benzer baskıcı çözümlere yöneldi. Yönelmek zorunda kaldı.
Aynı şekilde, büyük sermayeyi demokrasinin dayatmalarından ve sınırlarından
kurtarmak adına elinden geleni yapan benzer faşizan yönelimler, Litvanya, Hırvatistan,
Romanya, Macaristan ve İspanya’da da açığa çıktı.[4]
Faşistler
Kimleri Destekledi?
Elimizde
Nazileri kimlerin desteklediğini ele alan yığınla çalışma var ama Nazilerin
iktidara geldikten sonra kimleri destekledikleri konusu için aynı şeyi
söyleyemeyiz. Bu, esasen akademyanın kapitalizm konusunda hoş olmayan şeyler
söyleme durumunda kaldığında kapitalizmi taşıyan tüm özneleri ele almaktan kaçınma
eğiliminin bir sonucu. Biz sorumuza geri dönelim: Mussolini ve Hitler kimlerin
çıkarlarına destek oldu?
Yirmilerde
İtalya’da, otuzlarda Almanya’da işçi sınıfının yaşam koşullarının bozulmasıyla
birlikte tarih sahnesine sanayicilerin şer bellediği o eski unsurlar tekrar
çıktı. Kızıl tehdit karşısında toplumu korumak adına sendikalar ve grevler
yasaklandı. Sendikaların ve çiftlik kooperatiflerinin mallarına el konuldu, bu
mallar zenginlere verildi. Asgari ücretle ilgili kanunlar, fazla mesai
ödemeleri ve fabrika güvenliğiyle ilgili mevzuat yürürlükten kaldırıldı. Maaş
artırmadan işçinin iş yükünü artıran pratikler yaygınlaştı. Güvenli olmayan veya
insanlık dışı çalışma koşullarından şikâyet eden işçiler işten atıldı veya
hapse gönderildi. İşçiler, daha az paraya daha uzun süre çalışmak zorunda
kaldılar. Zaten düşük olan ücretler, Almanya’da yüzde 25 ilâ 40, İtalya’da ise
yüzde 50 oranında kesildi. İtalya’da çocuk emeği yeniden gündeme geldi.
Gene
de belirli şeyleri güvence altına almak adına halka sofradaki kırıntılardan biraz
olsun vermeyi ihmal etmediler. Ücretsiz konserler ve spor etkinlikleri
düzenlendi, kıt da olsa sosyal programlar yürürlüğe konuldu, işçilerden alınan
katkı paylarıyla finanse edilen işsizlik maaşları dağıtıldı, halkı gururlandırmak
için tasarlanmış, gösterişli bayındırlık işlerine imza atıldı.
Mussolini
de Hitler de devlete ait, zaten kârlı olan çelik fabrikalarını, elektrik
santrallerini, bankaları ve vapur şirketlerini özelleştirmek suretiyle büyük
patronlarına minnettarlıklarını sunmayı ihmal etmedi. Her iki ülkedeki rejim de
ağır sanayiye teşvikler vermek, gemiyi yeniden yüzdürmek için hazineyi son
kuruşuna kadar sömürdü. Büyük teşviklerle beslenen zirai işletmeler zamanla
epey büyüdü. Her iki devlette büyük şirketlerin yatırdığı sermayeye kâr vaat
etti, bir yandan da yatırımlar üzerinden açığa çıkan risklerin ve zararların
önemli bir kısmını üstlendi. Her zaman olduğu gibi gerici rejimlerde halka ait
sermaye, özel şirketlere ait sermaye eliyle yağmalandı.
Öte
yandan, halkın sırtındaki vergi yükü artırıldı ama zenginlerin ödediği vergiler
düşürüldü veya yürürlükten kaldırıldı. Zenginlerin ödediği veraset vergisi azaltıldı
veya tümden iptal edildi. Bunun sonucunda otuzlarda İtalyan ekonomisi resesyona
girdi, kamusal borç arttı, yolsuzluklar her yanı sardı. Ama sanayicilerin kârları
arttı, mühimmat fabrikaları yaklaşan savaş için yürütülen hazırlıklar dâhilinde
silahlar üretti.
Almanya’da
mühimmat ve silah üretimindeki işlerde yaşanan artışla birlikte işsizlik önemli
oranda azaldı ama ücretlerdeki büyük kesintilerle birlikte, yoksulluk derinleşti.
1935-1943 arası dönemde sanayicilerin kârları önemli oranda artarken, en büyük
şirketlerin net gelirleri yüzde 46 oranında arttı. Çetin mücadelelerle geçen
otuzlu yıllar boyunca ABD’de, İngiltere’de ve İskandinavya’da üst gelir
gruplarının milli gelirdeki payları azalırken, Almanya’da en tepedeki yüzde
beşlik dilimin payı, yüzde 15 daha büyüdü.[5]
Ortada
bu türden rakamlar varken birçok yazar, çalışmalarında faşizmin büyük şirketlerle
kurduğu yakın ilişkiyi ve işbirliğini görmezden geldi. Hatta bazı yazarlar, patronların
faşizmden nemalanmadıklarını, bilâkis, onun yüzünden mağdur olduklarını
söylediler. Hoover Enstitüsü için kalem oynatan muhafazakâr yazar Angelo
Codevilla, tüm pervasızlığıyla şunu söyleyebildi: “Faşizmin bir anlamı varsa o
da hükümetin iş dünyasına sahip olması ve onu kontrol etmesidir.” (Commentary,
8/94). Burada aslında faşizm, sosyalizmin mutasyon geçirmiş hâli olarak takdim
ediliyor. Oysa faşizm, hükümetin iş dünyasına destek sunması, emek yanlısı ve
patron karşıtı güçlerin ezilmesidir.[6]
Peki
faşizm, sadece kapitalizme hizmet eden diktatöryel bir güç müdür? Bu, onun tek özelliği
değildir ama faşizmin varoluş gerekçesinin önemli bir parçasıdır. Hitler,
sanayicileri ve bankacıları Bolşeviklerden kurtarmaktan söz ettiğinde, aslında
hep bu işlevine atıfta bulunuyordu. Dolayısıyla, bu özelliği daha fazla ilgi ve
dikkati hak ediyor.
Faşistler,
plütokratları komünistlerden kurtardıklarına inanıyor olabilirler. Oysa devrimci
sol, iki ülkede de devlet iktidarını ele geçirecek güce hiçbir zaman
kavuşamadı. Ama öte yandan halk güçleri, kâr oranlarını düşürme ve sermaye
birikimi sürecine müdahale etme konusunda yeterli güce sahipti. Bu güç sayesinde,
kapitalizmin iç çelişkilerini ortaya çıkan maliyeti işçilerin sırtına daha
fazla yüklemek suretiyle çözme çabaları boşa düştü. Devrimle neticelensin veya neticelenmesin,
işçi sınıfının ortaya koyduğu bu demokratik direniş, zenginlerin başına belâ
oldu.
Kapitalistlere
hizmet etmenin yanında faşist liderler, ayrıca kendi hesaplarına çalıştılar,
her fırsatta ceplerine para kondu. Kişisel açgözlülükleri ve sınıfa olan
sadakatleri aynı madalyonun iki ayrı yüzüydü. Mussolini ve hempalarının israf
üzerine kurulu hayatları, zenginlerin ve aristokrasinin mekânlarında hoplayıp
zıplayarak geçti. Nazi partisine mensup memurlar ve SS komutanları işgal edilen
toprakları yağmalamak, toplama kamplarındaki insanları ve diğer politik tutsakları
soymak suretiyle büyük bir servet biriktirdiler. Bunlar, sağlam bağlantıları
olan, sahipleri gizli işyerleri üzerinden ve I. G. Farben ile Krupp gibi sanayi
şirketleri adına toplama kamplarındaki insanları köle emeği olarak çalıştırmak
suretiyle büyük paralar kazandılar.
Hitler,
genelde maddiyatçıların kaba heva ve hevesleriyle pek alakası bulunmayan,
ideolojik açıdan tutucu ve bağnaz bir isim olarak tasvir edilir. Oysa Hitler, önemli
bir kısmı sorgulanması gereken yollardan elde edilmiş muazzam bir servete
sahipti. Kamuya ait sanat çalışmalarına el koyuyordu. Nazi partisinin
kasasından yüksek miktarlarda para çalıyordu. Kendisinin icat ettiği “kişilik
hakkı” kavramı üzerinden üzerinde resmi bulunan her posta pulundan ufak bir
ücret alıyordu. Bu sayede yüz milyonlarca mark biriktirmişti.[7]
Hitler’in
servetinin en önemli kaynağı, önde gelen Alman sanayicilerinin bağışta bulundukları
gizli rüşvet fonuydu. Hitler, “Alman sanayii para kazandığı sürece özel para
kaynaklarının tükenmeyeceğini iyi biliyordu. Bu sebeple, devasa silahlanma
projelerini yürürlüğe sokmak suretiyle, bugünkü tabirle ‘yağlı savunma
sözleşmeleriyle iktidarını muhafaza etmeye, Alman sanayiini eskisinden daha
zengin kılmaya çalıştı.”[8]
Hayattan
ve dünyadan elini eteğini çekmiş biri olmak şöyle dursun Hitler, rahatına ve keyfine
epey düşkün biriydi. Görevde kaldığı süre boyunca vergi dairesinden aldığı
izinler sayesinde ne gelir vergisi ne de emlak vergisi ödedi. Limuzinlerle dolu
bir garajı, özel daireleri, köy evleri, sayısız hizmetçisi, ayrıca Alpler’de
ihtişamlı bir malikânesi vardı. Kendisine delicesine hayran olan Windsor dükü
ve düşesi gibi Avrupa’daki kraliyet aileleriyle düzenlediği eğlenceler en mutlu
olduğu vakitlerdi.
Adolph
ve Benito İçin Düzülen Methiyeler
Amerikalı
işadamları ve şirketlerin sahibi olduğu yayın kuruluşları içerisinde birçok
isim, İtalyan faşizmine ve Alman Nazizmine hayrandı. Henry Ford gibi
sanayiciler, bazı bankacılar ve yayıncılar hürmetlerini bildirmek, madalya
almak, kârlı anlaşmalar imzalamak için Roma ve Berlin’i ziyaret etti. Birçoğu,
Nazilerin savaş için yürüttükleri çabalara önemli katkılar sundu, onlarla askeri-endüstriyel
sırları paylaştı, Nazi hükümetiyle gizli işler yürüttü, hatta bu işler ABD
savaşa girdikten sonra da devam etti.[9]
Yirmili
yıllarda ve otuzların başında Fortune, Wall Street Journal, Saturday
Evening Post, New York Times, Chicago Tribune ve Christian
Science Monitor gibi yayınlar, İtalya’yı anarşi ve radikalizmden kurtaran
adam olarak gördükleri Mussolini’yi selamladılar.
Bu
yayınlar, İtalya’nın yeniden dirileceğine, sömürü ve yoksulluktan kurtulacağına,
komünistlerin silinip gideceğine, ahengin hüküm süreceğine, Kara Gömleklilerin “yeni
demokrasi”yi muhafaza edeceğine dair hayallere daldılar.
ABD’de
İtalyanca olarak yayınlanan dergi ve gazeteler de bu koroya katıldılar. A. R.
Gianni’nin Amerika Bankası’nın finanse ettiği San Fransisko gazetesi L’Italia
ile milyarder Generoso Pope’un sahibi olduğu New York gazetesi Il Progresso
faşist rejimden yana saf tutuyor, ABD’nin benzer bir düzenden fayda göreceği
iddiasında bulunuyordu.
Bazı
muhalif isimler, bu “Biz Mussolini’yi çok seviyoruz” korosuna katılmayı
reddettiler. Nation dergisi, okurlarına Mussolini’nin demokrasiyi
kurtarmadığını, onu yok ettiğini söyledi. Her telden ilerici ve işçi lideri,
faşizmi mahkûm etti. Ama bu türden eleştiriler, ABD’de şirketlerin elinde olan
medya organlarında kendilerine yer bulamadı.
Mussolini
gibi Hitler de el üstünde tutuldu. Basın, führerlerinin Nazi diktatörlüğünü sitayişle
anıyordu. Zamanla güçlü bir “Adolph’a bir şans verin” korosu oluştu. Bu koronun
kimi mensupları Nazi parasıyla besleniyordu. Örneğin Hearst şirketine ait dergi
ve gazetelerde çıkacak her olumlu haber karşılığında Naziler, şirketin haber
ajansına toplam abonenin ödediği paranın yaklaşık on mislini ödediler. Bunun karşılığında
şirketin sahibi William Randolph Hearst, Almanya’daki muhabirlerine Hitler’in
rejimi ile ilgili olumlu haberler yapma talimatı verdi. Hatta şirketin
gazeteleri sayfalarını Alfred Rosenberg ve Hermann Goring gibi önemli Nazi
liderlerine açtılar.
Otuzların
sonlarında sanayileşme sürecine Almanya ve İtalya gibi geç dâhil olmuş olan
Japonya, bu iki ülkeyle birlikte dünya pazarından ve sömürgelerden gelen ganimetten
pay kopartmanın yollarını aramaya başladı. Bu yayılmacılık siyaseti, neticede
İngiltere, Fransa ve ABD gibi kapitalist geçmişi daha köklü olan Batılı milletlerle
çatışmaya girilmesine neden oldu. Savaş bulutları toplaşmaya başladıkça ABD’deki
basının Mihver Devletleri ile ilgili görüşleri eleştirel bir içeriğe kavuştu.
Michael Parenti
[Kaynak:
Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of Communism,
City Lights Books, 1997, s. 1-11.]
Dipnotlar:
[1] Faşizmi ele binlerce çalışma içerisinde politik ekonomiye ve sınıfsal
iktidara dair meselelerin üzerinden atlamayan önemli örnekler için bkz.: Gaetano
Salvemini, Under the Ax of Fascism (New York: Howard Fertig, 1969);
Daniel Guerin, Fascism and Big Business (New York: Monad Press/Pathfinder
Press, 1973); James Pool ve Suzanne Pool, Who Financed Hitler (New York:
Dial Press, 1978); Palmiro Togliatti, Lectures on Fascism (New York: International
Publishers, 1976); Franz Neumann, Behemoth (New York: Oxford University Press,
1944); R. Palme Dutt, Fascism and Social Revolution (New York: International
Publisher, 1935).
[2]
1921 yılının Ocak ayından Mayıs ayına dek uzanan süreçte “faşistler işçilere
ait 120 merkezi yok ettiler, sosyalistlerin kullandığı 243 lokale ve binaya saldırdılar,
202 işçiyi öldürdüler (bunun yanında, polis ve jandarma da 44 işçiyi katletti),
1.144 kişiyi yaraladılar.” Bu süre zarfında 2.240 işçi tutuklanırken tutuklanan
faşist sayısı sadece 162’ydi. 1921-1922 döneminde, Mussolini’nin iktidarı
alacağı güne dek, “500 işçi binası ve kooperatif lokali yakıldı, 900 belediye
sosyalistlerin elinden alındı.” (Dutt, Fascism and Social Revolution, s.
124)
[3]
1924 gibi erken bir tarihte içişleri bakanlığındaki sosyal demokrat memurlar
solcu göstericilere saldırmak için orduyu ve Freikorps denilen faşist paramiliter
birlikleri kullandılar. Bu memurlar, yedi bin kadar işçiyi hapse attı, Komünist
Partisi’ne ait gazeteleri kapattı. (Richard Plant, The Pink Triangle
(New York: Henry Holt, 1986), s.47)
[4]
Burada kültürel farklılıkların önemli farklılıklara yol açabileceğinden bahsediliyor.
Örneğin Nazi ALmanyası’nda antisemitizm faşist İtalya’ya kıyasla çok daha
korkunç bir rol oynadı.
[5]
Simon Kuznets, “Qualitative Aspects of the Economic Growth of Nations”, Economic
Development and Cultural Change, Yıl 5, Sayı. 1, 1956, s. 5-94.
[6]
Eskiden solcu iken sonradan muhafazakâr olan Eugene Genovese (New Republic,
4/1/95) “faşizmin büyük sermayenin yarattığı bir şey olarak gören yorumun saçma
olduğunu söylüyordu. Bu noktada, Genovese’in kapitalist sınıfın İspanya’da
faşizmin ardındaki asli güç olmadığını söyleyen Eric Hobsbawm’ı göklere
çıkartan değerlendirmesine cevaben kaleme aldığı yazısında Vicente Navarro (Monthly
Review 1/96 ve 4/96) “İspanya’da en az bir Teksaslı petrol zengini ile
uluslararası sermayenin başka unsurlarının yardım ettiği İspanyol patronlar
ekonomik çıkarları uyarınca Franco’nun faşist darbesini finanse etti. Navarro’nun
dediğine göre, en önemli maddi kaynak, Liberal Parti’nin kurucusu ve liberal
bir gazetenin sahibi olan Joan March’ın finansal imparatorluğuydu. O güne dek
modernizasyon yanlısı ve oligarşiyi ve toprağı temel alan sermaye kesiminin
alternatifi olarak görülen March, ekonomik çıkarlarının reformist cumhuriyetten
zarar gördüğünü, işçi sınıfı partilerinin güçlendiğini görünce karşı olduğu oligarklarla
davasını ortaklaştırdı.
[7]
Hindenburg’un cumhurbaşkanı olması anısına bir pul basıldı. İhtiyar cumhurbaşkanı
aslında Hitler’i hiç sevmezdi ama bir seferinde alaycı bir ifadeyle şunu
söylemişti: “Hitler’i posta bakanım yapacağım ki pul yerine gelip benim kıçımı
yalasın.”
[8]
Wulf Schwarzwaeller, The Unknown Hitler, 197.
[9] Charles Higham, Trading with the Enemy (New York: Dell, 1983).
0 Yorum:
Yorum Gönder