12 Mayıs 2025

Rasyonel Faşizm


New York’un Küçük İtalya mahallesinde dolaşırken vitrininde, üzerinde Benito Mussolini’nin faşist selamı verdiği resminin bulunduğu posterlerin ve tişörtlerin sergilendiği küçük bir hediyelik eşya dükkânına denk geldim. Dükkândan içeri girip tezgâhtara, “Neden bu tür ürünleri satıyorsunuz?” diye sorduğumda, adam bana, “Valla bazıları seviyor böyle şeyleri. Belki de bu ülkede Mussolini gibi birine ihtiyacımız var” dedi. Yaptığı yorum, faşizmin basit bir tarihsel merakı aşan bir şey olarak varlığını sürdürdüğünü ortaya koyan bir tür andaç işlevi gördü.

Tişörtlerden ve posterlerden daha kötüsü de bazı yazarların çıkıp Hitler’i “açıklamaya”, Franco’yu “yeniden değerlendirmeye” veya başka yollardan faşizmin tarihini temize çıkartmaya çalışıyor olması. Yetmişli yıllar boyunca İtalya’da Mussolini’nin trenleri vaktinde çalışmasını sağlamakla kalmadığını, ayrıca İtalya’nın gayet iyi bir biçimde işlemesine katkı sunduğunu söyleyen yığınla kitap ve makale kaleme alındı. Tüm bu yayınlar ve akademide üretilen çalışmaların tek bir ortak yanı var: Bunlar, faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın sınıfsal politikalarına dair hiçbir şey söylemiyorlar. Bu rejimlerin sosyal hizmetleri, vergileri, iş dünyasını ve emeğin koşullarını nasıl ele aldıklarına bakmıyorlar. Kimin faydasına ve kimin zararına çalıştıklarını sorgulamıyorlar. Faşizm ve Nazizmle ilgili yazının önemli bir kısmı, bize bu tür konularda hiçbir şey söylemiyor.[1]

Plütokratlar Otokratları Seçiyor

Önce faşizmin kurucusuna bir bakalım. 1883’te bir nalbandın oğlu olarak dünyaya gelen Benito Mussolini’nin gençliğine sokak kavgalarıyla, gözaltılarla, kodesle ve şiddete meyilli radikal politik faaliyetlerle geçti.

Birinci Dünya Savaşı öncesi Mussolini sosyalistti. Sosyalist Parti’nin resmi yayın organında yayın yönetmeni olarak çalışan Mussolini, parlak bir örgütçü, ajitatör ve becerikli bir gazeteciydi. Buna karşın birçok yoldaşı, onun sosyalizme mevzi kazandırmaktan çok kendisine mevki kazandırmakla ilgili olduğunu düşünüyordu. Nitekim, İtalya’daki burjuva sınıfı onu kabul edip mali açıdan desteklemek ve ona iktidar vaat etmek suretiyle baştan çıkartınca Mussolini, saf değiştirmek için zerre tereddüt etmedi.

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından eskiden işçi ve köylüleri örgütleyen bir sosyalist olan Mussolini, finans şirketleri ve toprak sahipleri adına grev kırıcılığı yapan bir faşiste dönüştü. Zenginlerden aldığı paralarla ülkedeki siyaset sahnesine Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı [fasci di combattimento] örgütünün kabul edilmiş lideri olarak çıktı. Bahsi edilen örgüt, üzerlerine kara gömlek geçirmiş eski subaylardan ve militarist bir içeriğe kavuşturulmuş yurtseverlikten ve sosyalizm ile örgütlü emekle bağlantılı her şeyden nefret eden muhafazakârlıktan gayrı herhangi bir net politik öğretisi bulunmayan şehir eşkıyalarından oluşuyordu. Faşist Kara Gömlekliler, vakitlerini sendikacılara, sosyalistlere, komünistlere ve çiftlik kooperatiflerine saldırarak geçiriyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı sonrası İtalya parlamenter demokrasi yoluna girdi. Maaşlar arttı, trenler vaktinde çalışmaya başladı. Ama kapitalist ekonomi, savaş sonrası dönemde resesyona girmişti. Yatırımlar durmuş, ağır sanayi kapasitesinin altında çalışır hâle gelmiş, şirketlerin kârlarında ve zirai işletmelerin ihracatında düşüşe tanık olunmuştu.

Kârlarını belirli bir düzeyde tutmak adına büyük toprak sahipleri ve sanayiciler, ücretleri düşürmek, fiyatları artırmak zorundalardı. Devlet de bunlara teşviklerle ve vergi muafiyetleriyle destek olacaktı. Şirketlerin bu refah koşullarını finanse etmek için halkın sırtına vergi yükü bindirilmeli, sosyal hizmetler ve sosyal yardım harcamalarında kesintiye gidilmeli, en genel anlamıyla bugün hepimizin aşina olduğu tedbirlere başvurulmalıydı. Ama hükümetin bu yolu elini kolunu sallaya sallaya yürümesi pek mümkün değildi.

1921 yılında İtalyan işçilerinin ve köylülerinin önemli bir kısmı sendikalıydı ve kendi politik örgütlerine sahipti. İşçi ve köylüler, ücretler ve çalışma koşulları konusunda kopartılan tavizler yanında, bu örgütlenme hakkını gösterilerle, grevlerle, boykotlarla, fabrika işgalleriyle ve çiftliklerin zor kullanılarak işgal edilmesine dönük pratiklerle elde edebilmişti.

İşçi ve köylülere tasarruf tedbirlerini her yönüyle dayatabilmesi için muktedirlerin kitlelerin en mütevazı yaşam standartlarını savunmalarına katkı sunan demokratik hakları ortadan kaldırması gerekiyordu. Bu sorunun çözümü ise işçi ve köylülerin sendikalarını, politik örgütlerini kapatmaktan, hak ve özgürlüklerini ellerinden almaktan geçiyordu.

Sanayiciler ve büyük toprak sahipleri, siyasetin dümenini örgütlü işçilerin ve çiftlik emekçilerinin gücünü kırıp kitlelere zorbalık üzerine kurulu bir düzeni dayatacak birine teslim etmek istiyorlardı. Kara Gömlekliler çetesi ile belirli bir güce sahip olan Benito Mussolini, görünüşe göre en uygun adaydı.[2]

1922’de sanayiinin lider isimlerinin meydana getirdiği Sanayiciler Federasyonu yanında bankalar birliği ile zirai işletmelerin bir araya geldiği derneğin temsilcileri, Mussolini ile bir araya gelerek “Roma’ya Yürüyüş” için plan yaptılar. Bu yürüyüşe 20 milyon liret katkıda bulundular. Ülkedeki bazı üst düzey subayların ve polis müdürlerinin desteğini arkasına alan faşist “devrim” ki aslında darbeden başka bir şey değildi, bir şekilde yapıldı. Devlet iktidarını ele geçirdiği günü takip eden iki yıl içerisinde Mussolini, tüm muhalif gazeteleri kapattı, oyların yüzde 80’ini alan Sosyalist, Liberal, Katolik, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin kapısına kilit vurdu. Bu süreçte işçi liderleri, köylü hareketinin liderleri, meclisteki vekiller, yeni rejimi eleştiren herkes, dayak yedi, sürgüne gönderildi veya faşistlerin terör için kullandıkları eylem mangaları tarafından [squadristi] katledildi. Yoğun baskı süreci karşısında ayakta kalmayı bilen İtalyan Komünist Partisi, zaman içerisinde Kara Gömleklilere ve Alman işgal güçlerine karşı verilecek silahlı mücadeleye evrilecek, cesareti kuşanmış yeraltı direnişini yönetmeyi bildi.

Almanya da aynı şekilde faşistlerle kapitalistlerin suç ortaklığına sahne oldu. Alman işçileri ve çiftlik emekçileri, sendikalaşma hakkını, sekiz saatlik işgününü ve işsizlik sigortasını süreç içerisinde kazanmayı bilmişti. Ancak yeniden kâr düzeyini yukarı çekmek isteyen ağır sanayi ve büyük finans, ücretlerin düşürülmesini, devlet teşviklerinin kesilmesini, kendisinin vermek zorunda olduğu vergilerinse azaltılmasını istiyordu.

Yirmili yıllar boyunca Nazilere bağlı Hücum Kıtası [Sturmabteilung-SA], kahverengi gömlekli fırtına birlikleri, iş dünyasınca işçileri ve çiftlik emekçilerini dehşete sürüklemek için kullanıldı. 1930’da büyük para babaları, Weimar Cumhuriyeti’nin artık ihtiyaçlarını karşılamadığı, hatta devletin işçi sınıfıyla fazla uzlaştığı sonucuna ulaştılar. Hitler’e bolca para akıttılar, Nazi partisini arkadan itip onun ülkedeki siyaset sahnesine öne çıkmasını sağladılar. Bu kodamanlar, Nazilere onların şehirlere ve köylere hâkim olmalarını sağlayacak otomobiller ve hoparlörler almaları için gerekli parayı verdiler. Ayrıca Nazi partisine bağlı örgütlere, gençlik gruplarına ve paramiliter güçlere paralar akıttılar.

1932 yılının Temmuz ayı içerisinde yürüttüğü seçim kampanyasında Hitler, son iki hafta içerisinde elli şehre uçacak paraya sahipti. Aynı kampanyada Naziler, oyların yüzde 37,3’ünü aldı ki bu, o güne dek ülkede demokratik bir seçimde alınan en yüksek oy oranıydı.

Naziler, halkın çoğunluğunu hiçbir zaman kendi saflarına kazanamadılar. Toplumsal tabanı, toplumun nispeten zengin kesimlerinden oluşuyordu. Bunun yanında, küçük burjuva unsurlar ile birçok lümpen proleter partinin fedailiğini yapacak çeteler olarak iş gördü. Bunlar, zamanla SA adını taşıyan fırtına birlikleri içerisinde örgütlendi. Ama örgütlü işçi sınıfının büyük bir kısmı, komünistleri veya sosyal demokratları sonuna dek destekledi.

Aralık 1932’deki seçimde cumhurbaşkanlığı için üç aday yarıştı: hâlen görevde olan Feldmareşal von Hindenburg, Nazilerin adayı Adolph Hitler ve Komünist Partisi’nin adayı Ernst Thaelmann. Kampanyası süresince Thaelmann, Hindenburg’a verilecek oyların Hitler’e verilmiş sayılacağını, Hitler’inse Almanya’yı savaşa sokacağını söyledi. Sosyal demokratların gazeteleri dâhil tüm burjuva basını, bu görüşü “Moskova kaynaklı” olduğu iddiası üzerinden ağır bir dille eleştirdi. Hindenburg yeniden seçilirken, Naziler meclis seçiminde zirvedeyken aldıkları 13,7 milyondan iki milyon daha az oy aldı.

Bekleneceği üzere, sosyal demokrat liderler Komünist Partisi’nin Nazilere karşı on bir saat sürecek bir ittifak kurma önerisini reddettiler. Bugün olduğu gibi dün de birçok ülkede görüldüğü üzere, Alman sosyal demokratları kısa bir süre sonra komünistlerle müşterek bir davada buluşmak yerine, gerici sağla ittifak kurdular.[3] Öte yandan, bir dizi sağcı parti Nazilerin peşine takıldı. Ocak 1933’te, seçimden birkaç hafta sonra Hindenburg, Hitler’i şansölye (başbakan) yapmak için kendi konutuna davet etti.

Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra Hitler ve Naziler, Mussolini’nin politik-ekonomik ajandasına benzeyen bir ajandayı yürürlüğe koydular. Süreç içerisinde örgütlü işçi sınıfını ezdiler, tüm seçimleri yürürlükten kaldırdılar, muhalefet partilerini kapattılar, bağımsız dergi ve gazetelerin kapısına kilit vurdular. Yüz binlerce muhalif hapse atıldı, işkence gördü veya katledildi. İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da komünistler, tüm bu grupların gördüğü baskıların en ağırıyla yüzleşseler de ayakta kalmayı bildiler.

Elimizde farklı tarihleri, kültürleri ve dilleri olan, mizaçları farklı iki halk var. Buna karşın, iki ülke de ekonomik güçlerdeki ve sınıfsal çelişkinin yoğunluğundaki benzerlik sebebiyle benzer baskıcı çözümlere yöneldi. Yönelmek zorunda kaldı. Aynı şekilde, büyük sermayeyi demokrasinin dayatmalarından ve sınırlarından kurtarmak adına elinden geleni yapan benzer faşizan yönelimler, Litvanya, Hırvatistan, Romanya, Macaristan ve İspanya’da da açığa çıktı.[4]

Faşistler Kimleri Destekledi?

Elimizde Nazileri kimlerin desteklediğini ele alan yığınla çalışma var ama Nazilerin iktidara geldikten sonra kimleri destekledikleri konusu için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu, esasen akademyanın kapitalizm konusunda hoş olmayan şeyler söyleme durumunda kaldığında kapitalizmi taşıyan tüm özneleri ele almaktan kaçınma eğiliminin bir sonucu. Biz sorumuza geri dönelim: Mussolini ve Hitler kimlerin çıkarlarına destek oldu?

Yirmilerde İtalya’da, otuzlarda Almanya’da işçi sınıfının yaşam koşullarının bozulmasıyla birlikte tarih sahnesine sanayicilerin şer bellediği o eski unsurlar tekrar çıktı. Kızıl tehdit karşısında toplumu korumak adına sendikalar ve grevler yasaklandı. Sendikaların ve çiftlik kooperatiflerinin mallarına el konuldu, bu mallar zenginlere verildi. Asgari ücretle ilgili kanunlar, fazla mesai ödemeleri ve fabrika güvenliğiyle ilgili mevzuat yürürlükten kaldırıldı. Maaş artırmadan işçinin iş yükünü artıran pratikler yaygınlaştı. Güvenli olmayan veya insanlık dışı çalışma koşullarından şikâyet eden işçiler işten atıldı veya hapse gönderildi. İşçiler, daha az paraya daha uzun süre çalışmak zorunda kaldılar. Zaten düşük olan ücretler, Almanya’da yüzde 25 ilâ 40, İtalya’da ise yüzde 50 oranında kesildi. İtalya’da çocuk emeği yeniden gündeme geldi.

Gene de belirli şeyleri güvence altına almak adına halka sofradaki kırıntılardan biraz olsun vermeyi ihmal etmediler. Ücretsiz konserler ve spor etkinlikleri düzenlendi, kıt da olsa sosyal programlar yürürlüğe konuldu, işçilerden alınan katkı paylarıyla finanse edilen işsizlik maaşları dağıtıldı, halkı gururlandırmak için tasarlanmış, gösterişli bayındırlık işlerine imza atıldı.

Mussolini de Hitler de devlete ait, zaten kârlı olan çelik fabrikalarını, elektrik santrallerini, bankaları ve vapur şirketlerini özelleştirmek suretiyle büyük patronlarına minnettarlıklarını sunmayı ihmal etmedi. Her iki ülkedeki rejim de ağır sanayiye teşvikler vermek, gemiyi yeniden yüzdürmek için hazineyi son kuruşuna kadar sömürdü. Büyük teşviklerle beslenen zirai işletmeler zamanla epey büyüdü. Her iki devlette büyük şirketlerin yatırdığı sermayeye kâr vaat etti, bir yandan da yatırımlar üzerinden açığa çıkan risklerin ve zararların önemli bir kısmını üstlendi. Her zaman olduğu gibi gerici rejimlerde halka ait sermaye, özel şirketlere ait sermaye eliyle yağmalandı.

Öte yandan, halkın sırtındaki vergi yükü artırıldı ama zenginlerin ödediği vergiler düşürüldü veya yürürlükten kaldırıldı. Zenginlerin ödediği veraset vergisi azaltıldı veya tümden iptal edildi. Bunun sonucunda otuzlarda İtalyan ekonomisi resesyona girdi, kamusal borç arttı, yolsuzluklar her yanı sardı. Ama sanayicilerin kârları arttı, mühimmat fabrikaları yaklaşan savaş için yürütülen hazırlıklar dâhilinde silahlar üretti.

Almanya’da mühimmat ve silah üretimindeki işlerde yaşanan artışla birlikte işsizlik önemli oranda azaldı ama ücretlerdeki büyük kesintilerle birlikte, yoksulluk derinleşti. 1935-1943 arası dönemde sanayicilerin kârları önemli oranda artarken, en büyük şirketlerin net gelirleri yüzde 46 oranında arttı. Çetin mücadelelerle geçen otuzlu yıllar boyunca ABD’de, İngiltere’de ve İskandinavya’da üst gelir gruplarının milli gelirdeki payları azalırken, Almanya’da en tepedeki yüzde beşlik dilimin payı, yüzde 15 daha büyüdü.[5]

Ortada bu türden rakamlar varken birçok yazar, çalışmalarında faşizmin büyük şirketlerle kurduğu yakın ilişkiyi ve işbirliğini görmezden geldi. Hatta bazı yazarlar, patronların faşizmden nemalanmadıklarını, bilâkis, onun yüzünden mağdur olduklarını söylediler. Hoover Enstitüsü için kalem oynatan muhafazakâr yazar Angelo Codevilla, tüm pervasızlığıyla şunu söyleyebildi: “Faşizmin bir anlamı varsa o da hükümetin iş dünyasına sahip olması ve onu kontrol etmesidir.” (Commentary, 8/94). Burada aslında faşizm, sosyalizmin mutasyon geçirmiş hâli olarak takdim ediliyor. Oysa faşizm, hükümetin iş dünyasına destek sunması, emek yanlısı ve patron karşıtı güçlerin ezilmesidir.[6]

Peki faşizm, sadece kapitalizme hizmet eden diktatöryel bir güç müdür? Bu, onun tek özelliği değildir ama faşizmin varoluş gerekçesinin önemli bir parçasıdır. Hitler, sanayicileri ve bankacıları Bolşeviklerden kurtarmaktan söz ettiğinde, aslında hep bu işlevine atıfta bulunuyordu. Dolayısıyla, bu özelliği daha fazla ilgi ve dikkati hak ediyor.

Faşistler, plütokratları komünistlerden kurtardıklarına inanıyor olabilirler. Oysa devrimci sol, iki ülkede de devlet iktidarını ele geçirecek güce hiçbir zaman kavuşamadı. Ama öte yandan halk güçleri, kâr oranlarını düşürme ve sermaye birikimi sürecine müdahale etme konusunda yeterli güce sahipti. Bu güç sayesinde, kapitalizmin iç çelişkilerini ortaya çıkan maliyeti işçilerin sırtına daha fazla yüklemek suretiyle çözme çabaları boşa düştü. Devrimle neticelensin veya neticelenmesin, işçi sınıfının ortaya koyduğu bu demokratik direniş, zenginlerin başına belâ oldu.

Kapitalistlere hizmet etmenin yanında faşist liderler, ayrıca kendi hesaplarına çalıştılar, her fırsatta ceplerine para kondu. Kişisel açgözlülükleri ve sınıfa olan sadakatleri aynı madalyonun iki ayrı yüzüydü. Mussolini ve hempalarının israf üzerine kurulu hayatları, zenginlerin ve aristokrasinin mekânlarında hoplayıp zıplayarak geçti. Nazi partisine mensup memurlar ve SS komutanları işgal edilen toprakları yağmalamak, toplama kamplarındaki insanları ve diğer politik tutsakları soymak suretiyle büyük bir servet biriktirdiler. Bunlar, sağlam bağlantıları olan, sahipleri gizli işyerleri üzerinden ve I. G. Farben ile Krupp gibi sanayi şirketleri adına toplama kamplarındaki insanları köle emeği olarak çalıştırmak suretiyle büyük paralar kazandılar.

Hitler, genelde maddiyatçıların kaba heva ve hevesleriyle pek alakası bulunmayan, ideolojik açıdan tutucu ve bağnaz bir isim olarak tasvir edilir. Oysa Hitler, önemli bir kısmı sorgulanması gereken yollardan elde edilmiş muazzam bir servete sahipti. Kamuya ait sanat çalışmalarına el koyuyordu. Nazi partisinin kasasından yüksek miktarlarda para çalıyordu. Kendisinin icat ettiği “kişilik hakkı” kavramı üzerinden üzerinde resmi bulunan her posta pulundan ufak bir ücret alıyordu. Bu sayede yüz milyonlarca mark biriktirmişti.[7]

Hitler’in servetinin en önemli kaynağı, önde gelen Alman sanayicilerinin bağışta bulundukları gizli rüşvet fonuydu. Hitler, “Alman sanayii para kazandığı sürece özel para kaynaklarının tükenmeyeceğini iyi biliyordu. Bu sebeple, devasa silahlanma projelerini yürürlüğe sokmak suretiyle, bugünkü tabirle ‘yağlı savunma sözleşmeleriyle iktidarını muhafaza etmeye, Alman sanayiini eskisinden daha zengin kılmaya çalıştı.”[8]

Hayattan ve dünyadan elini eteğini çekmiş biri olmak şöyle dursun Hitler, rahatına ve keyfine epey düşkün biriydi. Görevde kaldığı süre boyunca vergi dairesinden aldığı izinler sayesinde ne gelir vergisi ne de emlak vergisi ödedi. Limuzinlerle dolu bir garajı, özel daireleri, köy evleri, sayısız hizmetçisi, ayrıca Alpler’de ihtişamlı bir malikânesi vardı. Kendisine delicesine hayran olan Windsor dükü ve düşesi gibi Avrupa’daki kraliyet aileleriyle düzenlediği eğlenceler en mutlu olduğu vakitlerdi.

Adolph ve Benito İçin Düzülen Methiyeler

Amerikalı işadamları ve şirketlerin sahibi olduğu yayın kuruluşları içerisinde birçok isim, İtalyan faşizmine ve Alman Nazizmine hayrandı. Henry Ford gibi sanayiciler, bazı bankacılar ve yayıncılar hürmetlerini bildirmek, madalya almak, kârlı anlaşmalar imzalamak için Roma ve Berlin’i ziyaret etti. Birçoğu, Nazilerin savaş için yürüttükleri çabalara önemli katkılar sundu, onlarla askeri-endüstriyel sırları paylaştı, Nazi hükümetiyle gizli işler yürüttü, hatta bu işler ABD savaşa girdikten sonra da devam etti.[9]

Yirmili yıllarda ve otuzların başında Fortune, Wall Street Journal, Saturday Evening Post, New York Times, Chicago Tribune ve Christian Science Monitor gibi yayınlar, İtalya’yı anarşi ve radikalizmden kurtaran adam olarak gördükleri Mussolini’yi selamladılar.

Bu yayınlar, İtalya’nın yeniden dirileceğine, sömürü ve yoksulluktan kurtulacağına, komünistlerin silinip gideceğine, ahengin hüküm süreceğine, Kara Gömleklilerin “yeni demokrasi”yi muhafaza edeceğine dair hayallere daldılar.

ABD’de İtalyanca olarak yayınlanan dergi ve gazeteler de bu koroya katıldılar. A. R. Gianni’nin Amerika Bankası’nın finanse ettiği San Fransisko gazetesi L’Italia ile milyarder Generoso Pope’un sahibi olduğu New York gazetesi Il Progresso faşist rejimden yana saf tutuyor, ABD’nin benzer bir düzenden fayda göreceği iddiasında bulunuyordu.

Bazı muhalif isimler, bu “Biz Mussolini’yi çok seviyoruz” korosuna katılmayı reddettiler. Nation dergisi, okurlarına Mussolini’nin demokrasiyi kurtarmadığını, onu yok ettiğini söyledi. Her telden ilerici ve işçi lideri, faşizmi mahkûm etti. Ama bu türden eleştiriler, ABD’de şirketlerin elinde olan medya organlarında kendilerine yer bulamadı.

Mussolini gibi Hitler de el üstünde tutuldu. Basın, führerlerinin Nazi diktatörlüğünü sitayişle anıyordu. Zamanla güçlü bir “Adolph’a bir şans verin” korosu oluştu. Bu koronun kimi mensupları Nazi parasıyla besleniyordu. Örneğin Hearst şirketine ait dergi ve gazetelerde çıkacak her olumlu haber karşılığında Naziler, şirketin haber ajansına toplam abonenin ödediği paranın yaklaşık on mislini ödediler. Bunun karşılığında şirketin sahibi William Randolph Hearst, Almanya’daki muhabirlerine Hitler’in rejimi ile ilgili olumlu haberler yapma talimatı verdi. Hatta şirketin gazeteleri sayfalarını Alfred Rosenberg ve Hermann Goring gibi önemli Nazi liderlerine açtılar.

Otuzların sonlarında sanayileşme sürecine Almanya ve İtalya gibi geç dâhil olmuş olan Japonya, bu iki ülkeyle birlikte dünya pazarından ve sömürgelerden gelen ganimetten pay kopartmanın yollarını aramaya başladı. Bu yayılmacılık siyaseti, neticede İngiltere, Fransa ve ABD gibi kapitalist geçmişi daha köklü olan Batılı milletlerle çatışmaya girilmesine neden oldu. Savaş bulutları toplaşmaya başladıkça ABD’deki basının Mihver Devletleri ile ilgili görüşleri eleştirel bir içeriğe kavuştu.

Michael Parenti

[Kaynak: Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of Communism, City Lights Books, 1997, s. 1-11.]

Dipnotlar:
[1] Faşizmi ele binlerce çalışma içerisinde politik ekonomiye ve sınıfsal iktidara dair meselelerin üzerinden atlamayan önemli örnekler için bkz.: Gaetano Salvemini, Under the Ax of Fascism (New York: Howard Fertig, 1969); Daniel Guerin, Fascism and Big Business (New York: Monad Press/Pathfinder Press, 1973); James Pool ve Suzanne Pool, Who Financed Hitler (New York: Dial Press, 1978); Palmiro Togliatti, Lectures on Fascism (New York: International Publishers, 1976); Franz Neumann, Behemoth (New York: Oxford University Press, 1944); R. Palme Dutt, Fascism and Social Revolution (New York: International Publisher, 1935).

[2] 1921 yılının Ocak ayından Mayıs ayına dek uzanan süreçte “faşistler işçilere ait 120 merkezi yok ettiler, sosyalistlerin kullandığı 243 lokale ve binaya saldırdılar, 202 işçiyi öldürdüler (bunun yanında, polis ve jandarma da 44 işçiyi katletti), 1.144 kişiyi yaraladılar.” Bu süre zarfında 2.240 işçi tutuklanırken tutuklanan faşist sayısı sadece 162’ydi. 1921-1922 döneminde, Mussolini’nin iktidarı alacağı güne dek, “500 işçi binası ve kooperatif lokali yakıldı, 900 belediye sosyalistlerin elinden alındı.” (Dutt, Fascism and Social Revolution, s. 124)

[3] 1924 gibi erken bir tarihte içişleri bakanlığındaki sosyal demokrat memurlar solcu göstericilere saldırmak için orduyu ve Freikorps denilen faşist paramiliter birlikleri kullandılar. Bu memurlar, yedi bin kadar işçiyi hapse attı, Komünist Partisi’ne ait gazeteleri kapattı. (Richard Plant, The Pink Triangle (New York: Henry Holt, 1986), s.47)

[4] Burada kültürel farklılıkların önemli farklılıklara yol açabileceğinden bahsediliyor. Örneğin Nazi ALmanyası’nda antisemitizm faşist İtalya’ya kıyasla çok daha korkunç bir rol oynadı.

[5] Simon Kuznets, “Qualitative Aspects of the Economic Growth of Nations”, Economic Development and Cultural Change, Yıl 5, Sayı. 1, 1956, s. 5-94.

[6] Eskiden solcu iken sonradan muhafazakâr olan Eugene Genovese (New Republic, 4/1/95) “faşizmin büyük sermayenin yarattığı bir şey olarak gören yorumun saçma olduğunu söylüyordu. Bu noktada, Genovese’in kapitalist sınıfın İspanya’da faşizmin ardındaki asli güç olmadığını söyleyen Eric Hobsbawm’ı göklere çıkartan değerlendirmesine cevaben kaleme aldığı yazısında Vicente Navarro (Monthly Review 1/96 ve 4/96) “İspanya’da en az bir Teksaslı petrol zengini ile uluslararası sermayenin başka unsurlarının yardım ettiği İspanyol patronlar ekonomik çıkarları uyarınca Franco’nun faşist darbesini finanse etti. Navarro’nun dediğine göre, en önemli maddi kaynak, Liberal Parti’nin kurucusu ve liberal bir gazetenin sahibi olan Joan March’ın finansal imparatorluğuydu. O güne dek modernizasyon yanlısı ve oligarşiyi ve toprağı temel alan sermaye kesiminin alternatifi olarak görülen March, ekonomik çıkarlarının reformist cumhuriyetten zarar gördüğünü, işçi sınıfı partilerinin güçlendiğini görünce karşı olduğu oligarklarla davasını ortaklaştırdı.

[7] Hindenburg’un cumhurbaşkanı olması anısına bir pul basıldı. İhtiyar cumhurbaşkanı aslında Hitler’i hiç sevmezdi ama bir seferinde alaycı bir ifadeyle şunu söylemişti: “Hitler’i posta bakanım yapacağım ki pul yerine gelip benim kıçımı yalasın.”

[8] Wulf Schwarzwaeller, The Unknown Hitler, 197.

[9] Charles Higham, Trading with the Enemy (New York: Dell, 1983).

0 Yorum: