31 Mayıs 2025

Hayal Tiyatrosu


Politik bir yazı “biz” dilini esas alır, esasen bu yazı, “ben” dilini esas alan bir denemedir. İştirakî’ye yazdığım yazılarda biz dilinin dışına çıkmayı hiçbir zaman doğru bulmadım. Emekçinin gündemi neyse insanın gündemi de odur. Neyi duyuyorsam, insanlar insan olmanın özünden uzaklaşmaya dair neyden şikâyet ediyorsa onu kaleme almaya çalıştım fakat bu yazı, son yazı olması nedeniyle, onda “ben” dilini kullanmaya karar verdim.

Son yazı olması İştirakî’ye veda değil, onu takip etmeye devam anlamı taşıyor ki bu hususu açık bir biçimde, en baştan belirtmek gerekiyor.

“Sarı Sol” yazısıyla başladığım ideolojik-politik yazı yazma pratiği, bu yazıyla nihayete eriyor. Şimdiden eleştirel alanı açması nedeniyle ve bu süreçte emek veren İştirakî’ye teşekkürü bir borç biliyorum. Solun mülkiyetçiliğine karşı geliştirdiği alan açıcı pratiği çoktan tarihe geçti.

Ülke solunun geldiği aşama, eleştirinin yetmediği aşamayı çoktan aştı. Ülke solu, “kopuşu” dikkate alıp kendi tarihini; özelde son 60, genelde son 100 yıla dayandırır. Bu kopuş, bir tehlikeyi içinde barındırır: kökten, mekândan, tarihten, değerden ve zamandan kopuş.

Bu ülkenin solunun yazdığı kapsamlı bir Anadolu halk hareketleri tarihi konulu bir kitap bulunmaz. Ezilen-sömürülenin tarihiyle egemenin tarihi-takvimi aynı değildir. Kendi tarihini bilmeyen tarih yazamaz, Bernstein’cı politik hareket biçimiyle “eylem için eylemi” varoluş kaynağı hâline getirir, gelinen nokta da budur. Kitle varsa sol vardır ki o kitle CHP’ye aittir, yoksa “Sınıflar mücadelesinde olur böyle duraklamalar!” denilir. Öyle bir gerçek, tarihte yok; bunun nedeni, kopuşları kabul edip tarihi kesintiye uğratan, nehrin önüne setler çeken solun icadıdır.

68’in bir ruhu vardı, her ne kadar acemilikleri ve yanlışları olsa da. 74 affının ürünü solun ruhu yok, kitlesi vardı. Bugünkü sol, o sürecin mahsulü; İsmet Özel de bu solun “haini”(!)

Bu solun en büyük icadı birilerini “ajan, provokatör, hain” ilan etmektir, gücü “içeridekine” yeter, “dışarıdakine” sesi çıkmaz, içeride olan, eleştirdiği anda gadre uğramaya mahkûmdur. Hâlen solu eleştirdiğinizde bu damgaları yersiniz ama “en” politik/radikal olduğunu iddia eden çevrelerin ikamet ettiği mahallelerin duvarları tarikatların, ırkçıların, faşistlerin yazılarıyla doludur.

Politik insanı parti yetiştirir, bireysel eylemci her ne kadar kendisi kabul etmese de anarşisttir. Bu damgaları vuranlar, bir Ekrem maskesi üzerinden geliştirilen eleştiriye en pespaye hakaretlerle/dille saldıranlar, acaba “dışarıdakine” karşı nasıl tavır alıyor! Tüm solun durup bunu düşünmesi gerekir ama nafile.

Solun bir başka çevresi, “TKH” de kendi bürosunu sopalarla basıp kapıyı kırıyor, parti tabelasını söküp götürüyor. Tabela bir değer değil, popülizm sembolü kabul edildiğinden, içerideki eleştiri sopayla susturulmaya çalışılıyor. Bir değerse o zaman ırkçılığın her türlü sembolüne neden müdahale edilmez?

Bireysel dille yazılan bir yazı olmanın sağladığı imkân dâhilinde açıkça belirtmek isterim ki TKP, EMEP, ÖDP, TİP vb. gibi açık partiler 78’de neyse bugün de odur. Mahalleciliği başlatıp sol içi şiddeti solun pratiği durumuna getiren feodal kültür, ÖDP’nin atasının eseridir. Onun Mahirciliği kitle kuyrukçuluğunun eseridir. Aynı yoz kültür, 5 yıl önce Eğitim Sen’de görüldü. Kongreyi bırakıp gidenler, 3 yıl aradan sonra kendilerine başkanlık teklif edilince geri döndüler.

Sol içi şiddete hiçbir zaman bulaşmadığını söyleyerek övünenler de kendi içindekini imha etmekten çekinmeyenlerdir. Bir kere ilgili damgalar vurulmaya başlayınca içtekinin imhası kaçınılmazdır. Feodal önderliklere kim itiraz ettiyse, doksanların başında, her harekette içe yönelen şiddet başladı. Bu bir kültür hâline gelince mahalle kabadayılığı “devrimcilik” diye halka dayatıldı ama hiçbir güç halkın üzerinde olmadığından, bugün en “radikal” diye geçinenlerin geldiği nokta kabul etmedikleri bir çöküştür.

Ödenen bedellere duyulan saygı, eleştirinin küfür diye ajite edilmesine neden oldu. Artık eleştiri, bir tür politik terapiye dönüştü. Almanya’dan buraya 35 yıldır adım atmayanlar, kendi insanının hayatını anlattığı kısa film tarzı belgeselde iki katlı, düzenli mimariye sahip evlerde gecekondu yaşamını anlatma çelişkisine düşüyor.

Villa tarzı evde çekilen kısa filmdeki çocuk, çöpten Lenin resmi/kitabı buluyor. Hanefi Avcı’nın kitabında anlatılanlarla 93 sürecinde kendi çevresinde yer alan insanların eleştirel gerekçilerinin örtüşmesi, olsa olsa tarihin cilvesi değil, solun feodal kültürünün sonucudur.

Bugün Sırrı’ya tüm kesimler sahip çıkıyorsa o zaman Yılmaz Erdoğan’ı kimse aforoz etmemelidir. İkincisi, en azından birincisinin hazırladığı sürece destek vermiştir ve binlerce insanın ölümüne ve işsiz kalmasına yol açan bir sürece ortaklık etmemiştir.

Ülke solu, Kürt hareketinin dinamizmi uğruna, halka sırt döndü. Bugün gelinen aşamada “kültüralist” talebi bile Kürt’e fazla görenler, son 40 yılın en “devrimci” hareketi sayıldı. Elini attığı her alanın değerlerini, kültürünü, tarihini gasp eden Kürt milliyetçi hareketi, KESK/Eğitim Sen’in 2013’te dinlenmesine neden oldu, son mahkemelerde görüldüğü gibi, Birgün gazetesinin haberine göre, teknik cihazlarla dinlenmiş. Bir sendika neden dinlenir ki? Bunun yanıtı sendikadadır.

“Kobane Devrimi’ni Selamlıyoruz” diye bölge illerindeki okul panolarına afiş astıranlar, tüm parti ve yakın STK’lerin açıklamasını sendika binasında yaptıranlar, hiç bu sendikalara üye kamu emekçileri ihraç edilmemiş gibi bugün çıkıp dün karşı çıktıklarına dua eder, dost kabul eder, “nezaket sahibi” der. Sonra tüm sol, çıkıp Sırrı’ya, Selahattin’e ve diğerlerine selam yollar, onlardan halk kahramanı-aydın çıkarır. Ne bu hareketin Kürt’e, ne de bu solun halklara faydası olur.

Tüm bu toplamın yansıması olan sendika da eleştiriden muaf kabul edilir. O sendikayı içine girmediği yapının kurumu gibi gören anarşist üye de ayakları yerden kesilmiş biçimde orayı yüceltir.

Ortada yüceltilecek bir şey yok. Bu gerçek aşılmadıkça da bir adım ilerleme kaydedilemez, kaydedilemeyecek de. Sanılıyor ki çözüm süreci muvaffak olduğunda Eğitim Sen’in önü açılacak, Eğitim Sen’e yön tayin eden irade, çoktan egemenlerin bileşeni oldu. Basit bir örnek vereyim: Bir hırsız yakalanmış ve çetesi çökertilecek. Hapishanedeki hırsız, çetesiyle bütün iletişimini gerçekleştiriyor ama çete çökertilemiyor. Başka bir örnek vermeye gerek yoktur sanıyorum. Bu süreçte işinden, aşından, emeğinden ihraç edilenler ve bedel ödeyenler birer “kurbandır”. Süreci eleştirenler “Kemalist” idi değil mi? O zaman “kültüralist” talebi olmayanlara ram olan sol, hâlen sol olarak kabul ediliyorsa bu halk demek ki bu solu anlamıyor(!)

Bir çevre düşünün; öğretmeni, doktoru, kadını, çocuğu, işçiyi, emekçiyi, halkı katletsin; sonra tüm sol çıkıp kitle tapınıcılığıyla o çevreyi tek söz sahibi kabul edip “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye teoriyi sulandırıp zırvalasın. Bu sollara neden güvenelim?

Feodalizmi her zerresine kadar yaşatan bir solun kültürü biatten öteye geçmez. Şimdi biz, “ulusalcı, Kemalist, şoven” oluyoruz değil mi? Eski dünyanın icadı diye örtbas edilmeye çalışılan emperyalizmin planları çerçevesinde buradan Suriye’nin kuzeyine gidip orada IŞİD’e karşı yaşamını yitiren insanların ait olduğu çevreler saygıyı hak ediyor mu? Bugün canla kanla destek oldukları bölgenin politik ağaları, o IŞİD kalıntılarının yönetimiyle el sıkışıyor. Burada da Karadeniz’de fındık işçisi Kürt’e saldıranlarla el sıkışıyor. Bu çevre de onun kulu kölesi olan sol da elbette hiçbir zaman anti faşist mücadele yürütemez. Kime karşı mücadele yürütüyorsa kulu olduğu çevrenin müstakbel muhatabıyla çarpışma riskini taşır.

Akıl, yöntem, teknik, felsefe, ideoloji, taktik, strateji yoksunu bir sol varken eleştiri, bir yerden sonra yapısal bir krize evrilir. Gerçek pratik, halkın gündeliğinde filizleniyor. Türküde dediği gibi, “hayat yosunda, yosun yeşilde, yeşiller boy veriyor kuytuluklarda”.

Lanet olsun, bizi kendiliğindenciliğe mahkûm eden ülke soluna.

Avrupa’nın kucak açtığı bir solun “emperyalizme karşıyım” iddiası, palavradan ibarettir. Biz, buradan iki cümle eleştiri yazdığımızda, Avrupa ülkelerinin istihbarat servislerinden sağladığı belgelerle kitap yazan sözde şefler küfürle bizi hedef gösteriyor. Bedel ödeyen insanların aidiyetine saygı duyup kendilerini eleştirenleri “hain, ajan, provokatör” ilan edenler, bugün o Avrupa ülkelerinde barınmayı “Alman ulusunun faşizme karşı kazanımı” ajitasyonu çekiyor.

Biz, burada uyuşturucu müptezelleriyle, sapıklarla, yozlaştırılma pratikleriyle sıkıştırılırken, aldığımız maaşlar ev kiraları ve market harcamaları karşısında erirken, insana dair hiçbir değer bırakılmamışken, birileri hâlen çıkıp “sınıf, işçi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı” falan diyorsa kimse bizden buna inanmamızı beklemesin.

Bugün ev kiralayanlar, bar-meyhane açanlar, uyuşturucu kullanmayı özgürlük sayanlar, bitmeyen açlık grevlerini sürdürenler, politikada ikiyüzlülüğü ilkeselleştirenler; insanlıktan çıkmış bir toplumsal düzende uçurumun kıyısındaki insanlara bir fayda sağlayamaz. Bırakalım düzeni değiştirmeyi, daha bedel ödeyen insanlarının mezar yerini bilmezler, mahallelerinde müteahhitlik yaparlar, racon altkültürünü politika yapmak sanırlar.

Sonuç olarak, eleştiri de söz de anlamını yitirdi, postmodern bir dünyanın etkisiz elemanına döndü. Pratiksiz eleştiri de eleştirisiz pratik de düzenin akışına bir müdahale gerçekleştiremez. Başka bir açıdan iç bölünmelerden ve iç şiddetten artakalanlar da doğru müdahalenin cezasını çektiğini söylüyorlarsa bugün ortaya çıkma günleridir, kaldı ki ortada kendilerini “tehdit” edecek hiçbir çevre kalmamıştır ama tüm sol, tarihin sermayesini kullanmaktan öteye geçemez. Yazılanla yaşanan, söylemle hayatın eylemi birbirini tutmuyorsa başıboş bir simülasyonda rol canlandırılıyordur.

Bugün ırkçılığın elini sıkıp dualar ve methiyeler dizenler, “tüm solu başıboş bırakmayın” diyenler, özünde solun son 35 yıllık tükenişinin nasıl bir proje-plan dâhilinde gerçekleştiğini de açık ettiler.

Ortadoğu’ya yönelik strateji değişmez, taktik sürekli dinamiktir. Bedrettin’in işaret ettiği gibi amaca giden yolda araçlar da temiz olmalıdır. O araçlar da 40 yıldır mekân tutulan Avrupa’dan, mahalle kabadayılığından, politik şeyhlere müritlikten, popülizmden ve Bernstein’cılıktan geçmez.

Başa dönersek, bugün Sırrı’yı aydın kabul eden solların olduğu yerde Yılmaz Erdoğan ve İsmet Özel olsa olsa politik önder kabul edilebilir. Türk solunu/solu “davar” gibi gütme iddiası olanlar, Ankara’da başlattığı görevini Ankara’da bitirdi. Geriye “kurbanlar”, umudu çalınanlar, damgalananlar kaldı. En acısı da şu olsa gerek ki bunların kuyrukçusu ve kuyrukçusu olmadığını iddia eden tüm çevreler, sınıfsız sömürüsüz düzene olan inancı yerle bir etti. Henüz aşılamamış bir umut-güven krizi var.

Ufuk Uras’ın MHP aracıyla davet edildiği, Sırrı’ya aydın diye sahip çıkıldığı, Eren Keskin’in politik akıl kabul edildiği, solistlerin oy avına “devrimciliği” pazarladığı bir ülkede ne soldan ne de eleştirinin yapıcı-ilerletici gücünden bahsedilebilir.

“Darbeci” avının, “Kardelenlerin”, “Vejinlerin” olduğu saçma sapan bir tarihe sahip politik mimarların suyun başını tuttuğu alanda olsa olsa emperyalizme hizmet söz konusudur ki emperyalizmin bağrından ülkemiz halklarına yön tayin edenlerin ideolojik-politik hattına güven duymak insan onuruna aykırıdır.

Eleştiri, hayatta karşılık bulmuyorsa, demek ki o hayatın içerisinde onurumuzu korumamızı sağlayacak olan sınıf mücadelesine emek vereceğiz. Ortada bir tiyatro var ve bu tiyatroda hiçbir şekilde rol almamak en evlasıdır.

S. Adalı
31 Mayıs 2025

0 Yorum: