Politik
bir yazı “biz” dilini esas alır, esasen bu yazı, “ben” dilini esas alan bir
denemedir. İştirakî’ye yazdığım yazılarda biz dilinin dışına çıkmayı
hiçbir zaman doğru bulmadım. Emekçinin gündemi neyse insanın gündemi de odur.
Neyi duyuyorsam, insanlar insan olmanın özünden uzaklaşmaya dair neyden şikâyet
ediyorsa onu kaleme almaya çalıştım fakat bu yazı, son yazı olması nedeniyle, onda
“ben” dilini kullanmaya karar verdim.
Son
yazı olması İştirakî’ye veda değil, onu takip etmeye devam anlamı
taşıyor ki bu hususu açık bir biçimde, en baştan belirtmek gerekiyor.
“Sarı
Sol” yazısıyla başladığım ideolojik-politik yazı yazma pratiği, bu yazıyla nihayete
eriyor. Şimdiden eleştirel alanı açması nedeniyle ve bu süreçte emek veren İştirakî’ye
teşekkürü bir borç biliyorum. Solun mülkiyetçiliğine karşı geliştirdiği alan
açıcı pratiği çoktan tarihe geçti.
Ülke
solunun geldiği aşama, eleştirinin yetmediği aşamayı çoktan aştı. Ülke solu, “kopuşu”
dikkate alıp kendi tarihini; özelde son 60, genelde son 100 yıla dayandırır. Bu
kopuş, bir tehlikeyi içinde barındırır: kökten, mekândan, tarihten, değerden ve
zamandan kopuş.
Bu
ülkenin solunun yazdığı kapsamlı bir Anadolu halk hareketleri tarihi konulu bir
kitap bulunmaz. Ezilen-sömürülenin tarihiyle egemenin tarihi-takvimi aynı
değildir. Kendi tarihini bilmeyen tarih yazamaz, Bernstein’cı politik hareket
biçimiyle “eylem için eylemi” varoluş kaynağı hâline getirir, gelinen nokta da
budur. Kitle varsa sol vardır ki o kitle CHP’ye aittir, yoksa “Sınıflar
mücadelesinde olur böyle duraklamalar!” denilir. Öyle bir gerçek, tarihte yok;
bunun nedeni, kopuşları kabul edip tarihi kesintiye uğratan, nehrin önüne
setler çeken solun icadıdır.
68’in
bir ruhu vardı, her ne kadar acemilikleri ve yanlışları olsa da. 74 affının
ürünü solun ruhu yok, kitlesi vardı. Bugünkü sol, o sürecin mahsulü; İsmet Özel
de bu solun “haini”(!)
Bu
solun en büyük icadı birilerini “ajan, provokatör, hain” ilan etmektir, gücü “içeridekine”
yeter, “dışarıdakine” sesi çıkmaz, içeride olan, eleştirdiği anda gadre
uğramaya mahkûmdur. Hâlen solu eleştirdiğinizde bu damgaları yersiniz ama “en”
politik/radikal olduğunu iddia eden çevrelerin ikamet ettiği mahallelerin
duvarları tarikatların, ırkçıların, faşistlerin yazılarıyla doludur.
Politik
insanı parti yetiştirir, bireysel eylemci her ne kadar kendisi kabul etmese de
anarşisttir. Bu damgaları vuranlar, bir Ekrem maskesi üzerinden geliştirilen
eleştiriye en pespaye hakaretlerle/dille saldıranlar, acaba “dışarıdakine”
karşı nasıl tavır alıyor! Tüm solun durup bunu düşünmesi gerekir ama nafile.
Solun
bir başka çevresi, “TKH” de kendi bürosunu sopalarla basıp kapıyı kırıyor,
parti tabelasını söküp götürüyor. Tabela bir değer değil, popülizm sembolü
kabul edildiğinden, içerideki eleştiri sopayla susturulmaya çalışılıyor. Bir
değerse o zaman ırkçılığın her türlü sembolüne neden müdahale edilmez?
Bireysel
dille yazılan bir yazı olmanın sağladığı imkân dâhilinde açıkça belirtmek
isterim ki TKP, EMEP, ÖDP, TİP vb. gibi açık partiler 78’de neyse bugün de
odur. Mahalleciliği başlatıp sol içi şiddeti solun pratiği durumuna getiren
feodal kültür, ÖDP’nin atasının eseridir. Onun Mahirciliği kitle
kuyrukçuluğunun eseridir. Aynı yoz kültür, 5 yıl önce Eğitim Sen’de görüldü.
Kongreyi bırakıp gidenler, 3 yıl aradan sonra kendilerine başkanlık teklif
edilince geri döndüler.
Sol
içi şiddete hiçbir zaman bulaşmadığını söyleyerek övünenler de kendi içindekini
imha etmekten çekinmeyenlerdir. Bir kere ilgili damgalar vurulmaya başlayınca
içtekinin imhası kaçınılmazdır. Feodal önderliklere kim itiraz ettiyse,
doksanların başında, her harekette içe yönelen şiddet başladı. Bu bir kültür
hâline gelince mahalle kabadayılığı “devrimcilik” diye halka dayatıldı ama
hiçbir güç halkın üzerinde olmadığından, bugün en “radikal” diye geçinenlerin
geldiği nokta kabul etmedikleri bir çöküştür.
Ödenen
bedellere duyulan saygı, eleştirinin küfür diye ajite edilmesine neden oldu.
Artık eleştiri, bir tür politik terapiye dönüştü. Almanya’dan buraya 35 yıldır
adım atmayanlar, kendi insanının hayatını anlattığı kısa film tarzı belgeselde
iki katlı, düzenli mimariye sahip evlerde gecekondu yaşamını anlatma
çelişkisine düşüyor.
Villa
tarzı evde çekilen kısa filmdeki çocuk, çöpten Lenin resmi/kitabı buluyor.
Hanefi Avcı’nın kitabında anlatılanlarla 93 sürecinde kendi çevresinde yer alan
insanların eleştirel gerekçilerinin örtüşmesi, olsa olsa tarihin cilvesi değil,
solun feodal kültürünün sonucudur.
Bugün
Sırrı’ya tüm kesimler sahip çıkıyorsa o zaman Yılmaz Erdoğan’ı kimse aforoz
etmemelidir. İkincisi, en azından birincisinin hazırladığı sürece destek
vermiştir ve binlerce insanın ölümüne ve işsiz kalmasına yol açan bir sürece
ortaklık etmemiştir.
Ülke
solu, Kürt hareketinin dinamizmi uğruna, halka sırt döndü. Bugün gelinen
aşamada “kültüralist” talebi bile Kürt’e fazla görenler, son 40 yılın en “devrimci”
hareketi sayıldı. Elini attığı her alanın değerlerini, kültürünü, tarihini gasp
eden Kürt milliyetçi hareketi, KESK/Eğitim Sen’in 2013’te dinlenmesine neden
oldu, son mahkemelerde görüldüğü gibi, Birgün gazetesinin haberine göre,
teknik cihazlarla dinlenmiş. Bir sendika neden dinlenir ki? Bunun yanıtı
sendikadadır.
“Kobane
Devrimi’ni Selamlıyoruz” diye bölge illerindeki okul panolarına afiş
astıranlar, tüm parti ve yakın STK’lerin açıklamasını sendika binasında
yaptıranlar, hiç bu sendikalara üye kamu emekçileri ihraç edilmemiş gibi bugün
çıkıp dün karşı çıktıklarına dua eder, dost kabul eder, “nezaket sahibi” der.
Sonra tüm sol, çıkıp Sırrı’ya, Selahattin’e ve diğerlerine selam yollar,
onlardan halk kahramanı-aydın çıkarır. Ne bu hareketin Kürt’e, ne de bu solun
halklara faydası olur.
Tüm
bu toplamın yansıması olan sendika da eleştiriden muaf kabul edilir. O
sendikayı içine girmediği yapının kurumu gibi gören anarşist üye de ayakları
yerden kesilmiş biçimde orayı yüceltir.
Ortada
yüceltilecek bir şey yok. Bu gerçek aşılmadıkça da bir adım ilerleme
kaydedilemez, kaydedilemeyecek de. Sanılıyor ki çözüm süreci muvaffak olduğunda
Eğitim Sen’in önü açılacak, Eğitim Sen’e yön tayin eden irade, çoktan
egemenlerin bileşeni oldu. Basit bir örnek vereyim: Bir hırsız yakalanmış ve
çetesi çökertilecek. Hapishanedeki hırsız, çetesiyle bütün iletişimini
gerçekleştiriyor ama çete çökertilemiyor. Başka bir örnek vermeye gerek yoktur
sanıyorum. Bu süreçte işinden, aşından, emeğinden ihraç edilenler ve bedel
ödeyenler birer “kurbandır”. Süreci eleştirenler “Kemalist” idi değil mi? O
zaman “kültüralist” talebi olmayanlara ram olan sol, hâlen sol olarak kabul
ediliyorsa bu halk demek ki bu solu anlamıyor(!)
Bir
çevre düşünün; öğretmeni, doktoru, kadını, çocuğu, işçiyi, emekçiyi, halkı
katletsin; sonra tüm sol çıkıp kitle tapınıcılığıyla o çevreyi tek söz sahibi
kabul edip “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye teoriyi sulandırıp
zırvalasın. Bu sollara neden güvenelim?
Feodalizmi
her zerresine kadar yaşatan bir solun kültürü biatten öteye geçmez. Şimdi biz, “ulusalcı,
Kemalist, şoven” oluyoruz değil mi? Eski dünyanın icadı diye örtbas edilmeye
çalışılan emperyalizmin planları çerçevesinde buradan Suriye’nin kuzeyine gidip
orada IŞİD’e karşı yaşamını yitiren insanların ait olduğu çevreler saygıyı hak
ediyor mu? Bugün canla kanla destek oldukları bölgenin politik ağaları, o IŞİD
kalıntılarının yönetimiyle el sıkışıyor. Burada da Karadeniz’de fındık işçisi
Kürt’e saldıranlarla el sıkışıyor. Bu çevre de onun kulu kölesi olan sol da
elbette hiçbir zaman anti faşist mücadele yürütemez. Kime karşı mücadele
yürütüyorsa kulu olduğu çevrenin müstakbel muhatabıyla çarpışma riskini taşır.
Akıl,
yöntem, teknik, felsefe, ideoloji, taktik, strateji yoksunu bir sol varken
eleştiri, bir yerden sonra yapısal bir krize evrilir. Gerçek pratik, halkın
gündeliğinde filizleniyor. Türküde dediği gibi, “hayat yosunda, yosun yeşilde,
yeşiller boy veriyor kuytuluklarda”.
Lanet
olsun, bizi kendiliğindenciliğe mahkûm eden ülke soluna.
Avrupa’nın
kucak açtığı bir solun “emperyalizme karşıyım” iddiası, palavradan ibarettir.
Biz, buradan iki cümle eleştiri yazdığımızda, Avrupa ülkelerinin istihbarat
servislerinden sağladığı belgelerle kitap yazan sözde şefler küfürle bizi hedef
gösteriyor. Bedel ödeyen insanların aidiyetine saygı duyup kendilerini
eleştirenleri “hain, ajan, provokatör” ilan edenler, bugün o Avrupa ülkelerinde
barınmayı “Alman ulusunun faşizme karşı kazanımı” ajitasyonu çekiyor.
Biz,
burada uyuşturucu müptezelleriyle, sapıklarla, yozlaştırılma pratikleriyle
sıkıştırılırken, aldığımız maaşlar ev kiraları ve market harcamaları karşısında
erirken, insana dair hiçbir değer bırakılmamışken, birileri hâlen çıkıp “sınıf,
işçi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı” falan diyorsa kimse bizden buna
inanmamızı beklemesin.
Bugün
ev kiralayanlar, bar-meyhane açanlar, uyuşturucu kullanmayı özgürlük sayanlar,
bitmeyen açlık grevlerini sürdürenler, politikada ikiyüzlülüğü
ilkeselleştirenler; insanlıktan çıkmış bir toplumsal düzende uçurumun
kıyısındaki insanlara bir fayda sağlayamaz. Bırakalım düzeni değiştirmeyi, daha
bedel ödeyen insanlarının mezar yerini bilmezler, mahallelerinde müteahhitlik
yaparlar, racon altkültürünü politika yapmak sanırlar.
Sonuç
olarak, eleştiri de söz de anlamını yitirdi, postmodern bir dünyanın etkisiz
elemanına döndü. Pratiksiz eleştiri de eleştirisiz pratik de düzenin akışına
bir müdahale gerçekleştiremez. Başka bir açıdan iç bölünmelerden ve iç
şiddetten artakalanlar da doğru müdahalenin cezasını çektiğini söylüyorlarsa
bugün ortaya çıkma günleridir, kaldı ki ortada kendilerini “tehdit” edecek
hiçbir çevre kalmamıştır ama tüm sol, tarihin sermayesini kullanmaktan öteye
geçemez. Yazılanla yaşanan, söylemle hayatın eylemi birbirini tutmuyorsa
başıboş bir simülasyonda rol canlandırılıyordur.
Bugün
ırkçılığın elini sıkıp dualar ve methiyeler dizenler, “tüm solu başıboş
bırakmayın” diyenler, özünde solun son 35 yıllık tükenişinin nasıl bir
proje-plan dâhilinde gerçekleştiğini de açık ettiler.
Ortadoğu’ya
yönelik strateji değişmez, taktik sürekli dinamiktir. Bedrettin’in işaret
ettiği gibi amaca giden yolda araçlar da temiz olmalıdır. O araçlar da 40
yıldır mekân tutulan Avrupa’dan, mahalle kabadayılığından, politik şeyhlere
müritlikten, popülizmden ve Bernstein’cılıktan geçmez.
Başa
dönersek, bugün Sırrı’yı aydın kabul eden solların olduğu yerde Yılmaz Erdoğan
ve İsmet Özel olsa olsa politik önder kabul edilebilir. Türk solunu/solu “davar”
gibi gütme iddiası olanlar, Ankara’da başlattığı görevini Ankara’da bitirdi.
Geriye “kurbanlar”, umudu çalınanlar, damgalananlar kaldı. En acısı da şu olsa
gerek ki bunların kuyrukçusu ve kuyrukçusu olmadığını iddia eden tüm çevreler,
sınıfsız sömürüsüz düzene olan inancı yerle bir etti. Henüz aşılamamış bir
umut-güven krizi var.
Ufuk
Uras’ın MHP aracıyla davet edildiği, Sırrı’ya aydın diye sahip çıkıldığı, Eren
Keskin’in politik akıl kabul edildiği, solistlerin oy avına “devrimciliği”
pazarladığı bir ülkede ne soldan ne de eleştirinin yapıcı-ilerletici gücünden
bahsedilebilir.
“Darbeci”
avının, “Kardelenlerin”, “Vejinlerin” olduğu saçma sapan bir tarihe sahip
politik mimarların suyun başını tuttuğu alanda olsa olsa emperyalizme hizmet
söz konusudur ki emperyalizmin bağrından ülkemiz halklarına yön tayin edenlerin
ideolojik-politik hattına güven duymak insan onuruna aykırıdır.
Eleştiri,
hayatta karşılık bulmuyorsa, demek ki o hayatın içerisinde onurumuzu korumamızı
sağlayacak olan sınıf mücadelesine emek vereceğiz. Ortada bir tiyatro var ve bu
tiyatroda hiçbir şekilde rol almamak en evlasıdır.
S. Adalı
31
Mayıs 2025
0 Yorum:
Yorum Gönder