15 Haziran 2012

, ,

Faşizm ve Anti-Kapitalizm


Mistisizm asla kâfi gelmez ve o hiçbir mideyi doyurmaz. Faşist birlikleri teşkil eden bireyler, eş ölçüde birer bağnaz değildirler, en bağnaz kişi bile maddî çıkarlarını asla unutmaz. Maddî çıkarlarla ilgili kaygılar, bilinçaltında sürekli gezinip dururlar. Bu bireyleri kazanmak ve onların coşkusunu muhafaza etmek amacıyla faşizmin ayrıca söz konusu bireylerin çilesini çektikleri hastalık için bir çözüm sunması gerekir. Kapitalizmin hizmetinde ve emrinde olsa da faşizm, geleneksel burjuva partilerinden ayrı olarak, demagojik bir anti-kapitalizm temaşası sergilemeye mecburdur.

Ancak yakından incelendiğinde görülecektir ki bu anti-kapitalizm, sosyalist anti-kapitalizmden oldukça farklıdır. Bu anti-kapitalizm, özü itibarıyla küçük burjuvadır. Faşizm, bu gösterisinde tek taşla iki kuş vurur: bir yandan orta sınıfların en gerici arzularının sadık bir yorumcusu olarak bu sınıfları pohpohlar, bir yandan da emekçi kitleleri, özellikle sınıf bilincinden yoksun işçileri, onları gerçek sosyalizme sırtlarını döndürecek bir ütopyacı ve zararsız anti-kapitalizmle besler.

Ancak “bütün kapıları açan anahtar olma”ya dair bu demagoji, herkesi tatmin etmez. Faşizm, bu nedenle herhangi bir mahcubiyet duymaksızın, bilinçli işçilere ve toprağa susamış küçük köylülere radikal bir dille seslenmek zorunda kalır. Bu kendisine has “sosyalizm”i, lafzî manada çok ilerilere götürür. Peki bu yalana dayalı laf ebeliğini ifşa etmek için dil dökmeye değer mi?

Faşistlerin müritlerinin başlarını döndürmek için ortaya attıkları demagojik sloganları kavramak ve vaatlerle yapılanlar arasındaki uçuruma işaret etmek, önemlidir.

Faşizmin oynadığı oyun, kapitalizme yönelik ciddi bir saldırı gerçekleştirmemek üzerine kuruludur. O, ilkin kitlelerdeki anti-kapitalizmi milliyetçiliğe dönüştürmek için gayret eder. Gayet kolay bir iştir bu! Orta sınıfların büyük sermayeye dönük husumetine millet fikrine dönük kararlı bir bağlılık eşlik eder. Özellikle İtalya ve Almanya’da kitleler, düşmanın kendi kapitalizmlerinden ziyade yabancıların kapitalizmi olduğuna inanmaya meyillidirler. Dolayısıyla faşizm, kendisini mali açıdan destekleyenleri kitlelerdeki anti-kapitalizmin yüzünü “uluslararası plütokrasi”ye çevirmek suretiyle gizlemekte hiç güçlük çekmez.

İtalya’da savaştan çok önce, sonradan faşist olacak olan Sorel okulu mensubu sendikacılar, devrimci sendikalizmlerini bir tür milliyetçiliğe dönüştürdüler. Rossoni’nin tespitiyle, “İtalyan işçilerin kaderi İtalyan milletine” bağlıydı. Örneğin Labriola, İtalya’nın plütokratik Avrupa’ya karşı mücadele başlatma hakkını kullanmasını talep etti.[1] Sendikacılar ve milliyetçiler, hep bir ağızdan, İtalya’nın “büyük bir proleter”[2] olduğunu söylemeye başladılar. Mussolini’nin tek yaptığı, bunların yazılarını incelemekten ibaretti. 1915’ten 1918’e kadar o, sürekli şu lafı yineledi: “Savaşa toplumsal bir içerik kazandırılmalı.”[3] Sonrasında da şu tespiti yaptı: “Milletler Cemiyeti, proleter milletler karşısında başarılı devletler için elde tutulan bir tür sigorta poliçesinden başka bir şey değil.”[4] Fakir milletleri zengin milletlerin karşısına çıkartan Rocco ise şunları söylüyordu: “Servetin dağıtımı, sadece bir iç sorun değil, aynı zamanda bir dış sorun. İtalyan proletaryası, işverenlerinin açgözlülüğü ya da hasisliğinden çok rakip milletler karşısında İtalya’nın konum itibarıyla aşağıda olması yüzünden çile çekiyor.” Dolayısıyla, İtalya’da kitlelerin içinde bulundukları koşulların geliştirilebilmesi için “proleter millet”in uluslararası konumunun ilerletilmesi gerekiyordu.[5]

Almanya’da ta 1919’da Millî Sosyalist Partisi kurucusu Drexler, şunları söyledi: “Emekçi Almanya, açgözlü batılı güçlerin basit bir kurbanıdır.”[6] Moeller van den Bruck da proleter millet formülünü sahiplendi: “Sosyalizm, öncesinde milletler için belli bir adalet söz konusu değilse insanlara asla eşitlik bahşedemez. Alman işçiler, bugün olduğu gibi yabancı kapitalizm tarafından köleleştirildikleri kadar hiç köleleştirilmediklerini fark etmek zorundalar. […] Mazlum bir milletin en mazlum kesimi olarak proletaryanın yürüttüğü kurtuluş mücadelesi, artık kendimize değil, dünya burjuvazisine karşı yürütülen bir iç savaştır.”[7]

Bu sentezin parlak ve yorulmak nedir bilmez propagandacısı Gregor Strasser ise şunları söylüyordu:

“Uluslararası mali sermayenin elindeki Alman sanayisi ve ekonomisi toplumsal kurtuluşa ilişkin her türden olasılığın sonuna işaret ediyor; bu durum, sosyalist Almanya ile ilgili tüm hayallerin sonu demek. […] Savaş kuşağına mensup genç Almanlar, millî sosyalist devrimciler, gayretkeş sosyalistler olarak bizler, Versay Anlaşması’nda cisimleşen emperyalizme ve kapitalizme karşı bir mücadele yürütüyoruz. […] Biz nasyonal sosyalistler, Alman işçi sınıfının kurtuluşu ile millî kurtuluş arasında Tanrı’nın eliyle kurulmuş olan bir bağ olduğunu biliyoruz. Alman sosyalizmi, ancak Almanya özgürleştiği takdirde mümkün olacak ve payidar kalacaktır!”[8]

Goebbels, bu yaklaşımı şu türden çarpıcı bir formül dâhilinde özetlemekteydi:

“Alman sosyalistinin amacı nedir? O gelecekte Almanya’da hiç proletarya bulunmamasını istiyor. Alman milliyetçisinin amacı nedir? O gelecekte Almanya’nın proleter olmamasını istiyor. İşte nasyonal sosyalizm, bu iki anlayışın sentezidir.”[9]

Daniel Guerin

[Kaynak: Fascism and Big Business, Pathfinder, 1973, İlk Basım: 1939, s. 105-108.]

Dipnotlar:
[1] Aktaran: Rosenstock-Franck, L’Economie corporative fasciste, 1934.

[2] Terim, milliyetçi Corradini’ye ait.

[3] Volpe, Histoire du Mouvement fasciste, (Fransızca), Roma, 1935.

[4] Akt. Henri Massoul, La Lecon de Mussolini, 1934.

[5] Akt. La Reforme syndicale en Italie (Fransızca), Roma, 1926.

[6] Akt. Konrad Heiden, Histoire du national-socialisme (Fransızca çevirisi), 1934.

[7] Moeller van den Bruck, Le Troisieme Reich (Fransızca çevirisi), 1923.

[8] Gregor Strasser, Kampf um Deutschland.

[9] Goebbels, Revolution der Deutschen.

0 Yorum: