Marx-Engels, Batılı Marksistler veya hatta Lenin ile
bağlantılı olarak, Marksizm ve teoloji konusunda ayrıntılı çalışmalar sunmak,
bir biçimde kabul edilir bir şeydir. Ama birçokları için Josef Besarionis Dze
Cugaşvili (yaygın bilinen ismiyle Stalin) ve din konusunda bir çalışma yapmak,
gözle görünmeyen bir çizgiyi aşmak demektir ki bunun en önemli nedeni, Stalin
hakkında Sağ kadar Sol tarafından da geliştirilmiş olan “kara efsane”dir
(Losurdo). İlgili varsayımları sınamak amacıyla, yakında çıkacak olan çalışmamda,
Stalin’i, umulmadık bir yaklaşım üzerinden, onun dinle kurduğu kişisel ilişki
bağlamında, soruşturacağım.
Birinci Bölüm: Papaz Okulunda
Stalin, en azından bir hususta, dünya komünist
liderleri arasında özgün bir isimdir: o, Rus Ortodoks Kilisesi’ndeki papazlar
için eğitim veren bir okul olan Tiflis Papaz Okulu’nda beş yıl teoloji
okumuştur. Stalin, bu eğitimi 15’inden 20. doğum gününe (1894-1899) dek uzanan
ve kişiliğinin derinlemesine oluştuğu bir dönemde almıştır. Okulun en iyi
öğrencilerinden biri olan Stalin, zekâsı ve olgusal hafızası ile tanınmaktadır.
Oldukça dindar olan Stalin, tüm ibadet hizmetlerine katılır, hatta koroya öncülük
eder. Ama teoloji eğitiminin Stalin’in zihninin ve hayatının oluşumunda sahip
olduğu öneme karşın, onun ne öğrendiğini ve bu eğitimi nasıl aldığını analiz
etmek için, hiç demesek de, çok az vakit harcanmıştır. Dolayısıyla kitabın bu
bölümü, Stalin’in aldığı dersleri, özellikle sonrasında fikriyatında ortaya
çıkacak temalara bir göz atarak, onun aldığı derslerin teolojik içeriği
yakından incelemektedir.
Aldığı eğitim kapsamlıdır. İlk yıllarda Stalin, Rus
edebiyatı, seküler tarih, matematik, kilise şarkıları ve Kitab-ı Mukaddes
üzerine yapılan çalışmalar gibi, hem seküler hem de teolojik konuları öğrenir.
Sonraki yıllarda yoğun olarak ilgilendiği hususlar, kilise tarihi, ayin
duaları, vaaz sanatı, akaid, karşılaştırmalı teoloji, ahlâkî teoloji, pratik
papaz çalışmaları, öğretme sanatı ve iki temel ders başlığı olan kilise
şarkıları ile Kitab-ı Mukaddes çalışmalarıdır. Yıllar sonra kütüphanesindeki
dinî eserlere notlar düşer ve İncil’den uzun pasajlar ezberler. Ayrıca Stalin,
“din karşıtı atık kâğıt” dediği din karşıtı eserleri kütüphanesine almayı
reddeder. Ama ben, bilhassa ondaki teoloji bilgisi ile ilerleyen süreçte
giderek daha fazla meşgul olduğu eylemciliği arasındaki (süreksizlikten ziyade)
süreklilikle ilgileniyorum. Stalin, okuldan, finallerden hemen önce, 1899’da,
kendi iradesi ile ayrılır. Ama bu deneyim, onun kişiliğini derinlemesine
biçimlendirir. Devrimci mahfillerde o, uzun yıllar “Papaz” olarak bilinir.
İkinci Bölüm: Pozitif Ayrımcılık: Dinler ve Kiliseler
İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Stalin, Rus
Ortodoks Kilisesi ile tarihî bir akit imzalar. Sonrasında Hitler’i mağlup
edecek savaşla ilgili çabalara verilen destek karşılığında Stalin, on binlerce
kilisenin yeniden açılmasına ve kilise liderliğindeki hiyerarşinin yeniden
tesis edilmesine izin verir. (Bu gelişmeler, ahlâken iflas etmiş bir hükümetin
Nazilere karşı koymak için kilisenin sahip olduğu etkiden yararlanmak
istediğine dair yaygın argümanın iddia ettiğinden daha karmaşıktır.) Ancak bu
akitte kiliseye tek şart sunulur: Kilise, hâlihazırda etnik azınlıklara
uygulanan “pozitif ayrımcılık”a saygı duymak zorundadır.
Stalin, SSCB’deki birçok “millet”in veya etnik grubun
dillerinin, kültürlerinin ve özyönetimlerinin gelişimlerine yardım etme
siyasetinin mimarıdır. Bu siyaset dini de içermektedir: güneyde Müslüman
şeriatına izin verilir, doğuda Budizm desteklenir ve antisemitizme güçlü bir
biçimde karşı çıkılır, bunun yanında, devlet aygıtına birçok Yahudi
yerleştirilir ve antisemitizm konusunda ağır cezalar verilir. Rus kilisesinin
eski emperyalizmi, artık geçmişte kalması gereken bir husustur.
1941’deki “gizemli ricat”a dair söylentilerin
tetiklemesiyle, dinî Stalin ikonografisinin bu dönemde başlaması asla boşuna
değildir.
Üçüncü Bölüm: Bir Şair Gibi Yazmak
Bu bölüm, Stalin’in kutsal kitaba ve dine ait kimi
kinayelerle alışıldık biçimde devreye sokulan bir tarzla başlayan yazılarında
daha derin bir kazı yapmaktadır. Bu noktada ben, her şeyden çok, özellikle
yaygın biçimde takdir edilmiş şiirlerinin ilk baskıları ışığında, ondaki
şiirsel tarzla ilgileniyorum. Sonraki dönemde kaleme aldığı metinler, dengeli
kimi cümlelerdeki üstü kapalı fiil çekimlerine başvurduğunu, vaaz verme
becerisiyle değilse de, ondaki belâgati nasıl kullandığını, muhayyilesinde
çağrışımın nasıl devrede olduğunu, hikâye anlatma becerisini ortaya
koymaktadır; tüm bu vasıfları, komünist partiye dair “politik mit”in
oluşturulmasında ve Ekim Devrimi’nin muzaffer olmasında özellikle rol
oynamıştır.
Dördüncü Bölüm: Diyalektiğe Yönelik Yaklaşımları
Stalin’in eserlerinde, diyalektiğe ilişkin çoklu bir
dizi ayarlama söz konusudur. Bunlar, özne-nesne ve içerik-biçim olarak anılan
temel konuları, ama aynı zamanda sonrasında “kurucu direniş” (Negri) olarak
anılacak olan hususa dair ilk ifadeleri de içermektedir. Bu konuyla ilgili
olarak işçilerin direnişi, kapitalistlerin ve burjuvazinin sürekli değişen
taktiklerinin aslî özelliğini, ilk başta ulusal düzeyde ama sonrasında da
dünya-tarihsel biçim dâhilinde belirler. Diyalektikteki iki büyük gelişme, aşkınlık
ve içkinlik bağlamında ve krizin diyalektiği dâhilinde yaşanmaktadır.
Aşkınlık-içkinlik diyalektiği, işçilerle komünist parti, teoriyle eylem ve
partiyle çoklu etnik yapıya sahip devlet arasındaki ilişkilere atıfta bulunur.
Krizin diyalektiği ise, özellikle iç savaş, aralıksız süren uluslararası
muhalefet ve proletarya diktatörlüğü göz önünde bulundurulacak olursa, karmaşık
bir örüntü dâhilinde ortaya çıkar. Bu diyalektiğin kilit unsuru, konjonktürün
insanın hapishanesi olması, en gaddar olanın iç ve dış muhalifler hâline
gelmesi ile ilgilidir. Teolojik diyalektiğin merkezinde duran budur. Tanrı’nın
inayeti aşikârdır, ama şeytanî güçler daha faal bir hâl alırlar.
Beşinci Bölüm: Materyalist Kötülük Öğretisine Doğru
Ardından kriz diyalektiği, benim “materyalist kötülük
öğretisi” dediğim şeye yol açar. Bu öğreti, teoriden çok pratikte işler ve
birçok sosyalist hareketin karakteristik özelliği olan, Aydınlanma’dan mülhem,
“insan doğası itibarıyla iyidir” varsayımına derinlemesine karşı koyar. Söz
konusu öğreti, iyiyle kötü, yani artık, sosyalizmle kapitalizm, işçilerle
patronlar ve uluslararası politika bağlamında ortaya konulan kritik itiraza
yeni bir ayarlama yapılmasını gerekli kılar. Özellikle Kızıl Terör, “iyi ve kötü
içseldir, biri diğerinin içinden çıkar” diyen bu öğretinin pratik bir
ifadesidir.
Altıncı Bölüm: İhtiram ve Şeytanîleştirme
Stalin kadar hürmet görmüş ve hakarete maruz kalmış,
bugün de hürmet görmeye ve hakarete maruz kalmaya devam eden başka bir politik
lider yoktur. Bu, Rusya’da da geçerli bir durumdur: Burada Stalin, kimilerince
yerden yere vurulmuş, kimilerince de tapılmış bir isimdir (hatta memleketi
Gürcüstan’da bu hürmet, dinî tarikatlardaki itaat düzeyindedir.). Uluslararası
planda ise Stalin, ya Hitler’in yanına yerleştirilip bir mantıksal safsataya
başvurulmuş (reductio ad Hitlerum) ya da II. Dünya Savaşı ile
sosyalizmin inşasında yaşanan baş döndürücü zaferin mimarı olarak görülmüştür.
Bu bölüm, Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş sonrası dönem bağlamında, söz konusu
kutuplaşmada, hem dinî hem de politik bir dinamiğin işlediğini iddia etmektedir.
İlgili kutuplaşmayı anlamak için ben, II. Dünya Savaşı bitiminde tüm dünya
genelinde onun gördüğü takdirden (Kruşçef’in politik motivasyon üzerinden
açıkladığı “gizli rapor” sayesinde) ölümü ardından oluşan “kara efsane”nin
yaygınlaşmasına doğru uzanan yolu takip ediyorum. Ayrıca bu kutuplaşmanın
dinamiklerini, kutuplaşmayı teolojik meselelerle, Lenin’in Stalin’e yönelik
hürmetiyle, sosyalizmin inşası sürecinde yapılan aşırı ekonomik baskıyla
ilişkilendirerek, Stalin’deki yoğunlaşmış kriz diyalektiği anlayışı, özellikle
sosyalizmin devam eden geçerliliğinin değerlendirmesinde Stalin’in oynadığı
merkezî rol ile arasındaki bağlantı dâhilinde ele alıyorum.
Roland Boer
20 Ağustos 2014
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder