Cihadı Geri Kazanmak
IŞİD’in birçok hususta ifrata kaçması ve kamuoyunda bu
örgüte karşı yükselen ve sıklıkla bir tür İslamofobi olarak cisimleşen
protestolar sonucunda birçok Müslüman, bir tür savunma yöntemi olarak, cihadı
imana dışsal bir şey olarak görmeye başlamış ya da cihadın köhnemiş bir olgu
olduğunu düşünerek onu ufaltma yoluna gitmiştir. Bir kesime göre artık cihad,
Hz. Muhammed zamanında gerekli olan ama artık çağdaş toplumlarda nadiren
geçerlilik arz eden bir husustur. Başka bir kesim de hâlâ cihadı, neredeyse tümüyle
mecazî manada resmetmeye çalışmakta, onu esas olarak içsel ve şahsî bir
mücadele olarak görmektedir. Bu yorum ise Peygamber’in “büyük” ve “küçük”
mücadeleye atıfta bulunduğu şüpheli bir hadise dayanmaktadır.
Tüm bu yöntemler, Müslüman toplum içinde veya toplumla
geniş halk kesimleri arasında belirli bir anlayışa ön ayak olunması noktasında,
zararlıdır. İslam’dan uzak duran birçok insan için bu manevralar ikiyüzlüdür,
zira bu insanlar, büyük bir hevesle, Kur’an’ın açık biçimde farklı bir hikâye
anlattığını söylemektedirler. Bu basit gerçeklikten kaçınmak yerine,
Müslümanların bu gerçekliği sahiplenmeleri gerekir. Cihad kirli bir sözcük
değildir ve o, İslam’ın diğer şartlarının dayandığı ana temeldir.
Mücadelenin Merkezîliği
Allah, mümine sadece iyi olma ve şahsî hayatlarında
yanlıştan kaçınma değil, şeriatla uyumsuz olana karşı direnme veya onu
yasaklama ve iyiyi destekleme görevini yükler:
“Onlar,
Allah’a ve âhiret gününe inanırlar; iyi ve doğru olanı önerir, kötü ve yanlış
olandan sakındırırlar; ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar: işte bunlar
faal iyi insanlardır.” (3:114)
Tüm Kur’an boyunca tekrar tekrar yinelenen bu emir
(örneğin: 7:157, 9:71), iki belirgin niteliğe sahiptir. İlk nitelik, bu emrin
pasif olmaktan ziyade aktifliği (faal) öne çıkarıyor olmasıdır (yani bu emir,
saf anlamda uzak durulması gerekenleri ya da neye izin verildiğini tasvir etmek
yerine, müminlere eyleme geçmeye çağırır.) İkinci nitelikse, bu emrin şahsî
olmaktan ziyade, toplumsal olmasıdır: burada tembih etmek ve yasaklamak,
topluluklar bağlamında meydana gelen, başkalarınca üstlenilen ve başkaları yararına
yapılan eylemleri ifade ederler.
İslam’ı savunan birçok kişinin iddiasının aksine,
İslam “barış” demek değildir. İslam, Allah’a teslim olmak demektir. İslam,
zulme, adaletsizliğe, yozlaşmaya, cehalete ve kendi aşağılık özelliklerimize
karşı verilen mücadele aracılığıyla, o mücadele dâhilinde cevaplanan bir
çağrıdır:
“Hoşunuza
gitmese de savaş size farz kılındı. Hem sizin hoşlanmadığınız bir şey sizin
için hayırlı, sizin hoşlandığınız bir şey de sizin için şerli olabilir; Allah,
sizin bilmediklerinizi de bilir, siz bilmezsiniz.” (2:216)
“Size
ne oluyor da, Allah yolunda ‘Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu beldeden
kurtar ve rahmetinle bize sahip çıkacak bir koruyucu ve destek olacak bir
yardımcı gönder!’ diye yalvaran güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklar için
savaşmıyorsunuz?” (4:75)
“Artık
gevşemeyin, ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin! Çünkü Allah sizinle
beraberdir; ve O sizin emeklerinizi asla zayi etmeyecektir.” (47:35)
Cihad çağrısı, sadece faal ve toplumsal değildir
ayrıca o, kelimelerle, inançlarla ya da hislerle değil, insanın dünyada
giriştiği eylemlerle ilgilidir. Bu da bir Hadis’ten:
“Kim
bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü
yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle
düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”
Bu fikir tüm Kur’an’da yankılanır:
“Müminlerden
bir mazereti olmaksızın mücadeleden kaçınanlarla Allah yolunda mallarıyla ve
canlarıyla çaba gösterenler bir olamaz: Allah mallarıyla ve canlarıyla elinden
gelen çabayı sarf edenleri mücadeleden kaçınanlardan daha yüce bir mertebeye
çıkarmıştır. Allah bütün müminlere nihai güzellikler vaad etmesine rağmen,
yolunda üstün gayret harcayanları yerinde sayanlara muhteşem bir ödül vaadiyle
üstün tutmuştur.” (4:95)
“İman
eden ve hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla her türlü çabayı
gösterenler, Allah nezdinde daha yüce bir makama sahiptirler; zira işte onlar
başarının gerçek sahibidirler.” (9:20)
“Siz
ey iman edenler! Size ne oluyor da ‘Allah yolunda savaşa çıkın!’ denildiğinde
yere çakılıp kalıyorsunuz? Öte dünyadan vazgeçip bu dünya hayatıyla mı tatmin
oldunuz! Ama unutmayın ki, bu dünya hayatının sefası öte dünyaya kıyasla pek
değersizdir. Eğer savaşa çıkmazsanız, size acı bir azap çektirir ve sizin
yerinize başka bir toplum getirir de yokluğunuzla O’na hiçbir zarar açmış
olmazsınız: Zira Allah her şeye kadirdir.” (9:38-9)
Gördüğümüz üzere cihad İslam’a dışsal bir şey değil,
onun esasıdır. Cihad bir mecaz değil, emirdir.
Gücün Kullanımı Üzerine
Müslümanlara mücadeleye hizmet ederken gerekli her
türden aracı kullanma yetkisi verilmişse de şiddet meselesinin meseleleri daha
da kötü bir hâle soktuğu açıktır. IŞİD ve onun öncesinde, El-Kaide örneğinde
görüldüğü üzere, şiddet daha fazla kaosa, adaletsizliğe yol açmakta ve
insanları İslam’a düşman kılmaktadır. Bu, cihad değil, fitnedir.
Yani “cihadist” olduklarını iddia edenlerin yaptıkları
yanlış şudur: onlar, yukarıda bahsedilen emri ifa etme noktasında fizikî
şiddetin yegâne yol ya da en iyi yol olduğuna inanmaktadırlar. Esasında bir
insanın hayatını, iradesini ve kaynaklarını mücadeleye vakfetmesinin sayısız ve
daha etkili yolları mevcuttur. Kendilerini “ılımlı” olarak tarif edenlerin
yanlışı ise kendilerine yönelik baskıdan imtina ediyor olmalarıdır.
Kur’an, dinde zorlama olmaması gerektiği hususunda
gayet açıktır (2:256) ve sıklıkla barışın eğer kişi şerefli bir insanla
mücadele ediyorsa, en iyi yol olduğunu vurgular (örneğin: 4:128) ama gene de
ikna edilemeyen ya da güvenilemeyecek olan, durdurulmadığı takdirde büyük
zararlara sebebiyet verecek çok sayıda kötü fail mevcuttur. Hakikatte seküler
olanlar da dâhil tüm toplumsal düzenler bu gerçeği kabul ederler ve resmî
makamlara söz konusu zehirli isimlere karşı muhtelif baskı biçimlerini devreye
sokma yetkisi verirler. Ancak bazen bizzat resmî makamların kendisi sorundur ve
bu sapıklık, kurumsal bir hâl aldığı ölçüde, insanların iktidarla anladığı
dilden konuşmaları gerekir:
“Onlar
Câlût (Golyat) ve ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize
sabır boca et ve ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler güruhuna karşı bize yardım
et!’ diye dua ettiler. Bunun üzerine, Allah’ın izniyle onları bozguna
uğrattılar. Ve Davud Câlût’u öldürdü, bunun ardından Allah da ona hükümranlık
ve âdil hüküm liyakati verdi ve dilediklerini öğretti. Eğer Allah insanların
bazısını diğer bazısıyla savunmamış olsaydı, yeryüzü fesada giderdi. Ve fakat
Allah bütün varlıklara karşı sınırsız lütuf sahibidir.” (2:250-1)
Bunu, İslam’ı Müslüman olmayanlara dayatmadan yapmanın
çeşitli yolları vardır: bu, bir yöntemler ve öncelikler meselesidir. Gerektiği
takdirde, doğrudan şiddet uygulamaksızın, özellikle kolektif eylem
aracılığıyla, sınırlayıcı eylem içine girmenin ve baskı uygulamanın binlerce
yolu mevcuttur. Bu da bizi “cihadistler”in ikinci aslî yanlışına götürür:
“Cihadistler”, müşterek noktaları öncelikli kılıp bu noktalara dayanarak,
hüsnüniyet sahibi insanların olduğu dinî spektrum genelinde koalisyonlar kurmak
yerine, bölünmeye neden olan meselelere odaklanmaya eğilimlidirler:
“Ey
(bu vahye) iman edenler! Allah’a karşı sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla
yerine getirin! Ölüm size gelip çatmadan evvel O’na kendinizi kayıtsız şartsız
teslim etmeye bakın! Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın ve
birbirinizden ayrılmayın! Ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani
siz birbirinize düşman iken kalplerinizin arasını uzlaştırdı da, O’nun lütfu
sayesinde kardeşler oldunuz; ve siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız da,
sizi oradan kurtardı! İşte bu şekilde Allah size mesajlarını açıkla ki doğruyu
bulasınız. Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve
yanlış olandan da sakındıran, (ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun!
İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar. Kendilerine hakikatin apaçık
belgeleri geldikten sonra parçalanıp birbirine düşen kimseler gibi olmayın;
işte bunlar için korkunç bir azap vardır.” (3:102-5. Ayet çevirileri
noktasında Mustafa İslamoğlu’nun mealinden istifade edilmiştir -İştirakî.)
Elimizdeki emri bu şekilde anladığımızda, Müslümanları
şeriatı kendi toplumlarında uygulamalarına mani olacak hiçbir kanun kalmaz,
hiçbir güvenlik tedbiri bizi cihadımızı durduramaz:
Yozlaşmaya maruz kalıp onunla yüzleştiğimizde;
fukaranın acil ihtiyaçlarına yardım ettiğimizde ve insanları fakirleştiren
sosyo-ekonomik sistemleri yeniden yapılandırmak için çalıştığımızda, suçlu
olanı cezalandırmak için mevcut kanunları istismar ettiğimizde ve masumu
savunduğunuzda; Filistin’deki kardeşlerimize barış getirmek için Siyonizme ve
aynı zamanda antisemitizme karşı direndiğimizde; Allah’a teslimiyetin çoğu
zaman sivil itaatsizliği gerektirdiğini bilerek, zulme karşı dayanışma içine
girdiğimizde de mücadele etmiş oluyoruz.
Çoğulcu toplumlarda ya da Müslümanların küçük bir
azınlığı teşkil ettiği ülkelerde bile yumuşak başlılıkla mevcut cehaleti ve
yabancı düşmanlığını sakinleştirmek veya ona uyum sağlamak yerine bizim
toplumsal reformlar için can atan kesimin önünde olmamız gerekir. Bu, bizim
vatandaşlar olarak hakkımız, Müslümanlar olarak da görevimizdir. Hz. İsa’nın
sözüne atfen (Matta 11:15), “Kulakları olan işitsin.”
Musa Garbî
15 Ekim 2014
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder