I
21.
Yüzyıl İçin 21 Ders isimli yeni kitabında Yuval Noah Harari, kendisini
uluslararası bir yıldız hâline getiren Sapiens: İnsanlığın Kısa Tarihi ile
Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi isimli çalışmasının yarattığı başarı
dalgasından istifade ediyor.
İlk
iki kitabında Harari, “bugüne ve şimdiye odaklanmak” istiyor, bu noktada da
Brexit’e yönelik desteği, Trump’ın seçim zaferini ve popülizmdeki yükselişi ele
alıyor. Harari’nin fikirlerine aşina olan okurlar, 21 Ders kitabında
fazla bir şey bulamayacaklar, çünkü kitabın büyük bir kısmı eski
çalışmalarından alınmış pasajlardan oluşuyor. Ama gene de bu kitap, Harari’nin
“liberal elitler”in düzenini yeniden tesis etmeyi amaç edinmiş, ona rehberlik
eden politik mantık konusunda önceki kitaplara göre daha fazla şey söylüyor.
Sapiens’ta
Harari, bahsini ettiğimiz düzeni, kendi sınırları içerisinde barışı, başka bir
ifadeyle dünya barışını güvence altına alan uluslararası elitlerin yönettiği
küresel imparatorluk üzerine kurulu ütopik vizyonun gerçekleşmesi olarak tasvir
ediyordu. Bu liberal elitlerin, Harari’yi bağırlarına basma konusunda neden bu
kadar acele ettikleri, şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Patronların
dergisi Fast Company onu, “Silikon Vadisi’nin gözde tarihçisi” olarak
nitelendiriyor. Mark Zuckerberg, Facebook kitap kulübüne Sapiens’ı dâhil
ederek, Harari’nin şöhretine şöhret katıyor. Ayrıca, yazarımızın kitaplarının
kapaklarında Obama’nın övgü dolu sözlerine yer veriliyor, Gates kitabın
kapağını onurlandırıyor.
Gates,
ayrıca Harari’nin sonraki kitaplarının tanıtımı konusunda elinden geleni
yapıyor: Homo Deus, Gates’in 2017 yazı için hazırladığı okuma listesi
önerisinde kendisine yer buluyor. 2018’de ise New York Times’a 21
Ders kitabı için bir eleştiri yazısı kaleme alıyor.
Peki
Obama, Zuckerberg, Gates ve Silikon Vadisi, Harari’yi neden gözde tarihçileri
olarak benimsiyorlar? Bu soruya şu şekilde cevap vermek mümkün: muhtemelen bu
isimler, Harari’nin neoliberal programın ciddi bir alternatifi bulunmadığına
dair görüşü ile bizim burada “Sapiens mitolojisi” olarak
adlandıracağımız, Sapiens kitabından beri bizatihi ördüğü üst anlatı
arasındaki sıkı bağdan politik fayda elde etme umuduyla onun kitaplarının
reklâmını yapıyorlar.
II
21
Ders,
Harari’nin modern dünyadaki güçlüklere karşı koyma konusunda en uygun model
olarak gördüğü liberal demokrasinin krizinin ele alınması temelinde teşkil
edilmiş bir çalışma. Harari, krizin kökenlerinin ideolojik olduğunu düşünüyor.
Ona göre popülizm muzaffer oldu, çünkü “liberal hikâye” 2008’deki finans krizi
sonrası, nükleer tehdit, küresel ısınma ve teknolojik inovasyon kaynaklı
küresel tehlikelere “net cevaplar” sunamaması ardından, itibarını yitirdi.
Harari’nin ifadesiyle, “liberal elitler, iktidarı yeniden ele geçireceklerse
dünyaya yeni bir hikâye anlatmalılar.” Bunu yapamadıklarını düşündüğünden
Harari, o liberal elitlerin ideologu rolünü üstleniyor ve 21 Ders kitabında
Sapiens mitolojisine dayanan, güncellenmiş bir liberal hikâye anlatıyor.
“Nostalji
üzerine kurulu hayaller”i teşvik ettiği, milliyetçi ayrılıkçı hareketleri
tetiklediği ve yirmi birinci yüzyılda küresel sorunların çözümünde hayatî
önemde olan uluslararası işbirliğini olumsuz etkilediğinden, popülizm dünyanın
geleceği için bir tehlike teşkil ediyor. Bu sebeple Harari, “günün sonunda
insanlığın liberal hikâyeye sırtını dönemeyeceğine, zira onun alternatifinin
bulunmadığına” inanıyor ve bu noktada “insanların sistemin midesine öfkeli bir
yumruk atabileceğini, ama gidebilecek başka bir yerlerinin bulunmaması
sebebiyle o hikâyeye en nihayetinde geri döneceklerini” düşünüyor.
Popülizmle
mücadele edebilmek için bu öfkenin dindirilmesi gerekiyor, bu da neticede henüz
anlatılmamış olan yeni bir liberal hikâyeye ihtiyaç duyuyor. Bu işin
sorumluluğu da liberal elitlerin omuzlarında.
Biraz
da seksenlerdeki Sovyet elitleri gibi liberaller de tarihin önceden tayin
edilmiş seyrinden nasıl saptığını anlamıyorlar, bu noktada gerçekliğin
yorumlanmasını sağlayacak alternatif bir bakış açısından yoksunlar. “Yönlerini
kaybetmiş olmaları sebebiyle liberaller, kıyamet senaryoları üzerinde
duruyorlar ve tarihin kendilerinin tahayyülündeki mutlu sona doğru
ilerleyemiyor olması sebebiyle onun son sürat bir Armageddon’a, kıyamete doğru
ilerlediğini düşünüyorlar” diye yazan Harari, söz konusu paniğin siyasetin felç
olmasına yol açtığını, bunun da popülizmin paniği artıracak şekilde daha kolay
yayılmasını mümkün kıldığını, neticede de bir fasit dairenin oluştuğunu
söylüyor.
III
Harari’nin
anlattığı yeni liberal hikâyenin asli özelliği, onun toplumsal gerçeklikle
politik alternatifleri bulanıklaştırması. Yazarımız, liberal demokrasinin krizi
ardındaki etmenleri tartışıyor, ama her bir tartıştığı konuyu getirip
belirsizliğin ve muammanın kapısına bağlıyor, neticede de daha soyut ve manevi
başka bir etmenin tartışmasına yöneliyor. Örneğin, savaşla ilgili bölümde
Harari, Barbara Tuchman’ın “Aptallığın Yürüyüşü” yaklaşımını benimsiyor ve
insandaki aptallığın tarihteki en büyük güçlerden biri olduğunu, kişisel ve
kolektif düzeyde insanların kendilerini yıkıma sürükleyecek faaliyetler içine
girmeye meyilli olduklarını söylüyor. Popüler psikoloji teşhisleri üzerine
kurulu politik analizi dâhilinde Harari, tıpkı bir kâhin gibi, Üçüncü Dünya
Savaşı’nın ille de yaşanmayacağını, ama onun gerçekleşmesinin de imkânsız
olmadığını iddia ediyor. Bu manasız tahmin üzerinden Harari, politikadan çok
teolojiyle alakası olan bir yaklaşım dâhilinde, savaşın “bir miktar tevazu” ile
önlenebileceğinden bahsediyor.
Savaş
meselesine tahsis edilen bölümün ardından Harari, tevazu, Tanrı, laiklik,
hakikat, adalet gibi soyut kavramları tartışıyor, bu da toplumsal gerçeklik
üzerine yaydığı sisi kalınlaştırıyor, o gerçekliğin politik boyutlarını
silikleştiriyor. Kitabının “Meditasyon” başlığını taşıyan son bölümünde Harari,
eşyayı “net bir biçimde” görme güçlüğüyle nasıl başa çıkabileceğine dair
cevaplarını sunuyor. Bu noktada dünyayı incelemek için “odak ve vuzuh” denilen
iki pencereden faydalandığını, bu ikisine de içebakış anlamına gelen Vipassana
meditasyonu ile kavuştuğunu söylüyor. Buradan da hepimize, Vipassana gibi
tekniklerle kendimizi gözlemlememiz, bilincimizi bilmemiz telkininde bulunuyor.
Liberal
demokrasinin krizini politik düzlemde tartışmak yerine Harari bize içebakış
öneriyor. Bu önerisiyle Harari, “mevcut kriz”in sebeplerinin üzerini örtüyor,
krize çözüm bulma çabalarını boşa düşürüyor.
IV
Harari’nin
politik öneriler düzleminde yaptığı, analizle alakalı hatalar en net,
uluslararası gündemi tanımlayan iki acil meseleye, göç krizi ve terörizm
tehdidine dair tartışmasında görülüyor. Harari, AB’ye yönelik göç sürecinin
Avrupalılar nezdinde “bir dizi farklı tepki”ye yol açtığını tespit ediyor ve bu
göçün kamusal alanda süren konuyla ilgili tartışmanın kolayca çözüme
kavuşturamayacağı yoğun bir ihtilafı beslediğini söylüyor. Meseleleri
netleştirmek için piyasacı mantığa başvuran Harari “göçü, ev sahibi ülkelerle
göçmenler arasında yapılan bir anlaşma olarak görmeyi” öneriyor, göç
destekçileriyle göçe karşı olanlar arasındaki ihtilafı ise tarafların
hiçbirisinin bu hayalî anlaşmanın şartlarını yerine getirmemesi ile ilgili, bir
miktar hukukla alakalı tartışmaymış gibi ele alıyor.
Onca
tartışmanın ardından ihtilafın genel hatlarını silikleştirdikten sonra Harari,
“kimin haklı olduğunu söylemek imkânsız” diyor. Ardından, çokkültürcü söylemin
argümanlarını kullanarak, göçmenlere yönelik tutumları inceliyor, bu noktada
ırkçılık terimi yerine kültürcülük terimini kullanıyor. Ama bu hamlesi, göç
konusunda oluşan ihtilafın genel hatlarını netleştirmesine zerre katkıda
bulunmuyor. Bölümün sonunda Hariri bize şunu söylüyor: “Bu, olağan demokratik
usuller üzerinden karara bağlanması gereken iki meşru politik konum arasındaki
bir tartışmadır.”
Başka
bir ifadeyle Harari, ta başından beri tartışmayı harlandıran o politik açmazdan
kurtulmamayı öneriyor, dolayısıyla güya netleştireceğini vaat ettiği manzaranın
önüne kalın bir perde çekiyor.
Harari’nin
gerçekleri karartma çabası, “Terörizm” başlıklı bölümde zirvesine ulaşıyor.
Burada Harari, terörizm tehlikesini ufaltıyor, onu “tiyatro” olarak
adlandırıyor ve onun, politik değişim için kamuoyundaki genel güvenlik
anlayışının altını oyan “nispeten zayıf partiler”in stratejisi olduğunu
söylüyor.
Buradan
yola çıkarak hükümetleri ve medyayı paylayan Harari, onların verdikleri
tepkilerin terörün ekmeye çalıştığı tohumların sayısını artırdığını, hatta
terörün hedeflerine ulaşmasına katkıda bulunduğunu söylüyor. Buradan da
devletin “terör denilen tiyatroya kendi güvenlik tiyatrosu ile cevap vermesi ve
onunla sakince ve verimli bir biçimde mücadele etmesi” önerisinde bulunuyor.
Histeriden uzak durması gerektiğini düşündüğü medyanın, fazla haber yapıp,
terörizmin kendisini daha fazla reklâm etmesine ve korkuyu yoğunlaştırmasına
katkı sunmaması gerektiğinden bahsediyor.
Oysa
Harari’nin bu acilen yerine getirilmesi gerektiğini düşündüğü taleplerin çoktan
modası geçti. Kendisi, esas olarak 11 Eylül saldırıları üzerinde duruyor, ama
sonraki terörist operasyonların seyrine hiç bakmıyor. Devletin kurduğu terörist
örgütlere veya yarı devletli bir niteliğe sahip örgütlere hiç değinmiyor. Bu
eksiklik, tüm önermelerini ve çıkarımlarını temelsiz bırakıyor.
Ayrıca
Harari’nin terörizmle medya arasındaki karşılıklı ilişkiye dair analizi, gazete
ve dergilerin aracılığı olmadan kamuoyuna doğrudan hitap etme imkânı sunan
sosyal ağların ortaya çıkışını önceleyen dönemle sınırlı.
Bugünkü
terörizmle nasıl başa çıkılacağı konusunda önemli bir iki fikir sunmak yerine
Harari, sağı solu paylayan ahlakçı bir çift kelâmdan başka bir şey etmiyor. Ona
göre imgelemini teröristlerden kurtarmak, her yurttaşın kendi sorumluluğu.
Teröre karşı hükümetin ve medyanın gösterdiği uygunsuz tepkinin asıl sebebi
“içimizdeki terör”. Harari buradan şu sonuca ulaşıyor: “Terörizmin başarısı
veya başarısızlığı, bize bağlı.”
Kişisel
gelişim kitaplarından alınan sloganlar üzerinden terörle mücadele özel bir
mesele derekesine düşürülüyor ve tüm o cümleler, terörle baş etmek için
kullanılan en güncel yöntemlerin karşısına çıkartılıyor. Örneğin, siyaset
bilimci Dafna Canetti, devlete ve topluma ait mekanizmaların müdahalesinin
terörle mücadelenin birey üzerinde bıraktığı psikolojik etkileri kıracağını,
yol açtığı korkuyu azaltacağını söylüyor.
Harari’nin
savaş, göç ve terörle ilgili derin fikirleri, onun başvurduğu yöntemin
mantığını ele veriyor: Harari, bu tür meseleleri toplumsal bağlamından
çıkartıyor, onları politik düzlemde çözüme kavuşturulamayacak şeylermiş gibi
takdim ediyor ve bu tür meselelerin ancak birey düzleminde çözüme
kavuşturulabileceğini söylüyor. Harari’nin yaratmaya çalışmak için çok çaba
sarf ettiği bu kafa karışıklığı, pratikte kamusal alanı özelleştiriyor, çünkü
yazarımız bu özelleşmeyi, liberal elitlerin düzeni için bir önkoşul olarak
görüyor.
V
Harari’nin
liberal elitlerin düzeninin yeniden tesis edilmesine dönük gayretlere yaptığı
katkı, kitabın “Eşitlik” başlıklı bölümünde kendisine dil buluyor. Burada bu
yüzyılın en eşitliksiz toplumların ortaya çıkışına tanıklık ettiğinden söz eden
yazar, teknolojik atılımların zenginlere ellerindeki avantajı biyolojik
avantaja çevirme imkânı sunduğunu, sınıfsal farklılıkların insanı biyolojik
kastlara ayrıştıracağını söylüyor. Yazara göre bu gelişme, “sınıflar, ırklar ve
toplumsal cinsiyetler arasındaki eşitsizliği önemli ölçüde azaltmak için
uğraşan yirminci yüzyılın yol açtığı gelişimin ters yönünde seyredecek.”
Dolayısıyla, 2000’lerin dünyası 1900’lerin dünyasına kıyasla daha eşit bir yer,
gelgelim, bu eğilim, yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında değişmeye başladı.
Yazar,
dünya ile ilgili yürüttüğü tartışmada, öncülüğünü Milton Friedman, Margaret
Thatcher ve Ronald Reagan’ın yaptığı, ekonomist Thomas Piketty’nin “muhafazakâr
devrim” olarak adlandırdığı gelişme ile desteklenen, yirminci yüzyılın son otuz
yıllık döneminde Batı’nın güçlü devletinde meydana gelen sosyo-ekonomik
eşitsizlikteki hızlı artışa hiç değinmiyor. Bu “devrim”in amacının refah
devletini rafa kaldırmak olduğunu herkes biliyor. İlgili süreç, toplumsal
altyapıları ve hizmetleri özelleştirmek, artan oranlı vergi sistemini
kaldırmak, sermayeyi serbestleşip hareketini kısıtlayan mevzuatları iptal etmek
ve piyasaları metalaştırmak suretiyle eşitsizliği artırdı.
Döneme
dair değerlendirmeleri ardından Harari, yakın gelecekte teknolojik devrimin
refah devletini yürürlükten kaldıracağına dair yanlış ve yanıltıcı bir tespitte
bulunuyor. Oysa pratikte bu süreç, neoliberal devrimin parçası olarak, kırk yıl
önce zaten başlamıştı. Bu tespit üzerinden anlaşılıyor Harari, geçmişi bugünde
belirlediği politik ihtiyaçlara göre değerlendiriyor. Yirmi birinci yüzyılda
liberal elitlerin düzenini yeniden ıslah etmek adına bu elitlerin yirminci
yüzyılın son çeyreğinde sosyo-ekonomik eşitsizlikleri arttırmak suretiyle
kendilerine bir yol açtıkları gerçeğinin üzerini örtüyor.
VI
Harari,
aynı zamanda Facebook ve kurucusu Mark Zuckerberg’i ele alan “Toplum” başlıklı
bölümde, liberal elitlerin imajını düzeltmek adına bir şeyler söylüyor.
Facebook’un tekelci bir güç hâline gelişinin kamuoyunda yol açtığı öfkeyi
dindirmek için Harari, şirketin ekonomik yönelimini eleştirilerin hedefinden
çıkartmak ve bireyler olarak kullanıcıların hayatları üzerindeki zararını
dikkatlerden kaçırmak için uğraşıyor.
Harari
bu bölümde, insanın ekrana kilitlenmesinin bedeninden uzaklaşmasına neden
olduğunu, kendi deneyimleriyle bağ kuracak aletlerden mahrum kaldığını
söylüyor. Bu tespit ışığında Facebook’tan, kullanıcılarının internet kullanım
sürelerini kısaltıp onların dikkatlerini fizikî çevrelerine ve bedensel
hislerine çevirecek bir iş modeli geliştirmesini istiyor. Aynı yaklaşım
dâhilinde Harari, sosyal ağların sınırları ile ilgili tartışmada Facebook’un
konumunu karartma ve şirkete yönelik eleştirilerin politik içeriğini gizleme
ihtiyacı duyuyor.
Facebook’a
yönelik eleştiriler, bir süre sonra onun kullanıcılarına yönelik saygısız ve
sorumsuz tavırlarını da içerecek biçimde genişledi ve nihayetinde insanlar,
onun devlet düzenlemesine tabi kılınmasını istediler. Onu bir ara
eleştiriyormuş gibi yapan Harari, aslında bu taleplerin politik sonuçlarını
hükümsüz kılmak ve mümkün olduğu ölçüde şirketin faaliyetlerini kısıtlayacak
bir devlet müdahalesine mani olmak için uğraşıyor. Bu noktada yazarımız,
Facebook’un tümüyle iyi niyetli bir biçimde davranışlarını iyileştireceğini
söylüyor, böylelikle kullanıcılarının gizlilik haklarını güvence altına alıp
vergi ödemekten kaçmayacağını iddia ediyor.
Politik
müdahaleye karşı çıkmasının yanında Harari, Facebook’un gücüne gene piyasacı
yöntemlerle karşı konulmasını öneriyor, bu noktada onunla rekabet etsinler diye
şirketlere, kurumlara ve devletlere teşvik sunulması önerisini getiriyor, hatta
“bunlar kendi sosyal projelerini sunsunlar” diyor.
Aslında
kitaptaki Facebook’la ilgili bölüm, ilkin Mart 2017’de Financial Times’da
yayınlandı ve muhtemelen onu Zuckerberg de okudu. Okumuş olmasa bile Zuckerberg
süreç içerisinde, Harari’nin Facebook’un yanlışlarını kabul edip yaşamsal
çıkarlarını korumak adına uzlaşma yoluna gitmek zorunda olduğuyla ilgili
eleştirisini içselleştirmişçesine hareket etme gereği duydu.
Geçen
Nisan ayında, Facebook’un da adının karıştığı bir dizi skandalın ardından
Zuckerberg, Senato’ya çağrıldı. Oradaki açıklamasında, “bu aletlerin zararlı
şeyler için kullanılmasına yeterince mani olamadığımız açık” dedi. Pişmanlığını
dile getirip nedamet getiren Zuckerberg, yapılan yanlışların sorumluluğunu
üstüne aldı ve ilk başta sitenin dar bir toplumsal işlevi olduğunu söyledi.
Zuckerberg’de pişmanlığın ömrü çok fazla olmadı. Daha Senato’daki oturumdan
önce, internette yayınlanan politik reklâmların düzenlemeye tabi tutulması
fikrine destek sundu ve bu kısıtlamaların sadece Facebook değil, tüm
platformlarda uygulanması gerektiğini söyledi. Aslında Zuckerberg’in bu geri
adımı, tümüyle şirketinin amaçlarıyla uyumluydu. Kendisi, senatörlere
Facebook’un eleştirileri ciddiye alıp yolunu değiştireceğine dair söz verdi.
Yorumculara göre burada Zuckerberg, esasında yeni düzenlemelerin önünü almak
için uğraşıyordu. Ondaki bu tevazu, Harari’nin önerdiği taviz stratejisi ile
uyumluydu.
Liberal
elitlere sunduğu desteğin yanında Harari’nin anlattığı liberal hikâye, son on
yıldır neoliberal hegemonyaya meydan okuyan protesto hareketlerini ve sol
partileri de görmezden geliyor. Liberal elitler, Nancy Fraser’ın “ilerici
neoliberalizm” dediği politik bloğun parçası. Clinton ve Obama’nın yürüttüğü bu
politika, ABD’de birçok insanı fakirleştirdi. Bu insanlar, tepki olarak gidip
Trump’a destek oldular.
Harari’nin
karşısında yer alan bir isim olarak Fraser, liberal elitleri çözüm değil sorun
olarak görüyor ve Trump’ın karşısına çıkartılacak gerçek bir alternatifin
Bernie Sanders’taki demokratik sosyalizm biçimini almış “yenilenmiş bir sol”
olduğunu söylüyor. Ona göre, “işçi sınıfının güvenini kazanması için bu
yenilenmiş olan solun “özgürlük” ve “sosyal koruma” arasında kurulan sahte
karşıtlıkları aşıp, başka bir ifadeyle, ilerici neoliberalizmden kopup iki okul
arasındaki kavramsal ve politik ayrımın üzerindeki örtüyü kaldırması gerekiyor.
Aynı
politik mantık üzerinden Fraser, solun yenilenmesi ve kendisi ile ilerici
neoliberalizm arasındaki, Harari’nin de silikleştirmeye çalıştığı farklılıkları
belirginleştirmesi gerektiğinden söz ediyor.
Esasında
sosyo-ekonomik eşitsizliklerin üzerinin örtülmesi ve sosyalizmin hayattan
silinmesi, politik mücadelenin yalnızca liberalizmle popülizm arasında cereyan
eden bir kavga olduğuna dair bir yanılsamaya yol açıyor, buradan da popülizme
karşı olanların liberalizmin yanına sıralanması gerektiğine dair bir anlayış
ortaya çıkıyor. Oysa popülizme karşı olanlar, zaten bu liberalizmin toplumsal
mağdurları.
Gerçekte
ilerici neoliberalizm ile Trump’taki popülizm, aynı madalyonun iki yüzü.
Dolayısıyla Harari’nin 21 Ders kitabında anlattığı yeni liberal hikâyede
kendisini yenilemeyi başarmış bir solun esamisinin okunmaması, temelde hem
liberalizmin hem de popülizmin ekmeğine yağ sürüyor.
VII
Tarihi
politikadan arındıran ve tarihin gelişimi konusunda sebep-sonuç ilişkisi
üzerine kurulu açıklamalar getirmekten imtina eden Harari, kendisine şöhretin
kapılarını aralayan Sapiens çalışmasından beri geliştirdiği
meta-anlatıyı ısıtıp ısıtıp sunmaktan başka bir şey yapmıyor.
Bu
Sapiens mitolojisi ise birbiriyle çelişen iki önermeye dayanıyor.
Birinde Harari, beyinle aklın avcı-toplayıcılara ait olduğunu, bizim dünyamıza
değil, avcı-toplayıcıların dünyasına uygun olduğunu söylüyor. Diğerinde ise dil
devriminden beri “doğal yaşam tarzı” diye bir şeyin olmadığını iddia ediyor.
Buradan da yalnızca yığınla ihtimal içerisinden yapılan farklı kültürel
tercihlerin bulunduğundan bahsediyor.
Sapiens çalışmasının
temelini oluşturan piyasacı mantık, kendisini bu çelişki üzerinden ortaya
koyuyor. Harari, “dünyadaki zulümlerin ve adaletsizliklerin büyük bir kısmının
sebebinin bireysel önyargılardan ziyade büyük yapısal eğilimler olduğunu,
avcı-toplayıcı beynimizin yapısal eğilimleri tespit edecek şekilde
evrimleşmediğini” söylüyor.
Harari’nin
bireyin sistemsel bir “yapı” içerisinde bu eğilimleri belirleyemediğine ilişkin
tespiti, Sapiens çalışmasının piyasayı doğal bir koşul olarak gören
anlayışa dair bir mecaz olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bizim Harari’nin 21
Ders çalışmasındaki şu ikazını bu bağlamda okumamız gerekiyor: “Eğer
insanlık, biyoteknolojinin ve enformasyon teknolojisinin kendisine bahşettiği
güçle ne yapacağını bilemezse o vakit piyasa güçleri, insan cevap bulacak diye
bin yıl beklemez. Piyasanın görünmez eli, körü körüne geliştirdiği cevabı,
insana illaki dayatır.” “Avcı-toplayıcı beynimizin yapısal eğilimleri tespit
edecek şekilde evrimleşmediğini” söyleyen Hariri’ye göre insanlık, nedense
piyasa güçlerinin gizli elini bir türlü aşamıyor. Elinden sadece o güçleri
tanımak ve onların belirlediği çerçeve dâhilinde hareket etmek geliyor.
Sapiens mitolojisi
bu anlamda, Harari’nin analizinin merkezinde duran, politik eylemle içebakış
arasındaki çelişkinin diğer bir versiyonudur. İlerici neoliberalizmin genel
anlayışı dâhilinde Harari, demokratik siyasetin elindeki nüfuz ile piyasaya
getirdiği kısıtlamalara antropolojik bir açıklama getiriyor, bu noktada bireyin
çıkarını piyasanın genel çerçevesi içerisinde, kültürel tercihlere indirgiyor.
Sapiens mitolojisi,
tarihsel araştırmalarda yorumlama çabası dâhilinde devreye sokulan eski
yöntemleri yürürlükten kaldırıyor, süreçlere değil de olaylara odaklanıyor,
nedensellik yerine rastgeleliği öneriyor. Bu anlamda 21 Ders’te liberal
demokrasinin krizini açıklamak yerine Harari, sadece daha fazla vaka ve örnek
sunuyor, her iki tarafa ait daha fazla argüman dillendiriyor, bu da kitabın
mevcut çelişkileri dâhilinde tarihin üzerini örtüyor.
Öte
yandan Harari’nin kitaplarının neden bu kadar çok sattığı konusunda tarihi esas
alan bir açıklama getirmek gerekiyor. Doksanlardan beri neoliberalizmin sebep
olduğu mülksüzleşme süreci, şirket yanlısı küreselleşmeciliğe ve toplumsal
eşitsizliğe yönelik direnci iyice artırdı. Buna, neoliberalizmin siyasetine ve
tepkileri soğurma yöntemlerine dönük bir ilgi eşlik etti. Naomi Klein’ın No
Logo’su ve Şok Doktrini, Michael Moore’un Sicko isimli
belgeseli, hep bu türden olguları ele alıyordu.
2008’deki
ekonomik kriz, 2011’deki protesto hareketleri, neoliberalizmin
başarısızlıklarını ve yol açtığı adaletsizlikleri reform mücadelesine
evrilttiler, bu da liberal elitlerin düzenini tehdit etti. Anlaşılan o ki 2011
yılından itibaren basılmaya başlanan Harari’nin kitapları, başarıyı böylesi bir
arka plan üzerinden elde ettiler.
Sapiens mitolojisi,
politik ve ekonomik krize bir açıklama sunduğu yanılsamasından epey beslendi.
Kitap, piyasacı güçlerin karşısında açığa çıkan güçsüzlüğe dair antropolojik
gerekçeler sundu, aynı zamanda liberal elitleri mevcut durumu düzeltecek yegâne
imkân olarak tasvir etti.
Harari’nin
tespitleri okurun dikkatini çekti, ama öte yandan liberalizmi tehlikeye
sokabilecek yorumların kamuoyunda süren tartışmalardan silinip gitmesine neden
oldu. Esasında Klein’ın toplum eleştirisi, eşitsizliğin ve baskıların sürmesini
sağlayan mekanizmaları ifşa ediyor, onları genel neoliberal siyaset bağlamında
ele alıyorken Sapiens, davranışlara ve bireylere odaklanıyor, toplayıcı
beynimizi sistemsel analiz ve yapısal değişim ihtimali önünde bir engel olarak
görüyordu.
21
Ders’te
ise Harari, kendi farklılığını başka bir açıdan da ortaya koyuyor: Klein ve
Moore, bugünkü eşitsizliklerin yol açtıkları yanlışları tarif ederken, Harari,
dikkatleri gelecekteki tehlikelere çekiyor.
Harari’nin
ürettiği Sapiens mitolojisi, bu anlamda neoliberal hegemonyayı
pekiştirme ve liberal elitlerin düzenini normalleştirme amacı güden yeni bir
kültürel mekanizma olarak işliyor. Bu bağlamda kitap, reality show’lara
benziyor. Eğlence üzerinden izleyicilerinin beyinlerine neoliberalizmin
ölçütlerini aşılıyor. Yeniçağcı ifadelerle piyasacı görüşleri tekrar üretip,
onları farklı birer yönetim kuralı gibi takdim ediyor.
Sapiens’te
liberal elitlerin dünyaya barış getireceğini söyleyen Harari, 21 Ders’te
karşımıza, o liberal elitlerin tercih edecekleri bir tarihçi olarak çıkıyor. Homo
Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi isimli çalışmasında Harari, liberal idealleri
herkesin kabul etmesi gereken evrensel idealler olarak takdim ediyor. Fakat
pratikte liberal elitler, diğer ekonomik, sosyal, politik ve kültürel araçların
yanında, bu ideallerin herkes tarafından kabul edilmesini sağlamak için esasen Sapiens
mitolojisine ihtiyaç duyuyorlar. Bu anlamda, neoliberal mantığa, ekonomik
eşitsizliklere, toplumsal güvensizliğe ve bunların zaruri kıldığı çilelere
karşı yürütülecek mücadele, Harari’nin ürettiği mitolojiyi ve yalanları aşmayı,
böylece bu tür kitapların tarihyazımı noktasında yaptıkları yanlışları ifşa
etmeyi gerekli kılıyor.
Danny Gutwein
20
Kasım 2018
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder