08 Haziran 2021

İdeoloji Değil Sermaye

2014 yılında Fransız iktisatçı Thomas Piketty, 21. Yüzyılda Kapital adını taşıyan ve çok satan kitabını yayımladı. Marx’ın Kapital’ine atıfta bulunan kitap, on dokuzuncu yüzyılda yaptığı kapitalizm eleştirisini yirmi birinci yüzyıl için güncellediği imasında bulunuyordu. Kitapta Piketty, büyük kapitalist ekonomilerdeki gelir ve servet eşitsizliğinin on sekizinci yüzyıldan bu yana hiç görülmemiş bir boyuta ulaştığını ve bir şeyler yapılmadığı takdirde eşitsizliğin günden güne artacağını söylüyordu.

Kitap, yalnızca iktisatçılar arasında değil, aynı zamanda genel kamuoyunda da çok büyük bir etki yarattı (Fransa’da nispeten daha az etki yaratmış olan kitap, bilhassa Amerika’da ciddi bir karşılık buldu). Modern kapitalist ekonomilerde eşitsizlik ve servet artışını açıklayan teorik argümanlar, ampirik veriler ve anekdotlarla dolu sekiz yüz sayfalık bu devasa yapıt, iki milyon sattı. En nihayetinde kitap, o müphem, en çok satın alınan ama hiç kimsenin okumadığı kitap onurunu Stephen Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi kitabının elinden aldı. Kanaatimce Marx’ın Kapital’i de bu kulübün bir üyesi.

Piketty’nin iddialarına hem anaakımdan hem de heterodoks çizgiden pek çok eleştiri yöneltildi. Piketty, Fransız Daniel Zucman ve Emmanuel Saez’in kapitalist ekonomilerdeki eşitsizlik düzeylerini tahmin etmek için yürüttüğü ampirik çalışmalara çok büyük bir katkıda bulundu.[1] Tabii ondan önce, eşitsizlik çalışmalarının kısa süre önce vefat eden babası Anthony Atkinson’dan bahsetmek lazım.[2] (Atkinson’ın çalışmaları, on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde servet eşitsizliği üzerine kaleme aldığım doktora tezimin temelini oluşturuyordu.)

Aynı dönemde Historical Materialism’de yayınlanan Piketty eleştirimde[3] dile getirdiğim üzere, Piketty o dönemde Marx’ın yolundan giden bir isim değildi. Aslında o, değer ve kârlılık yasasına dayanarak Marx’ın iktisat kuramını bir kenara atıyordu.[4] Piketty için asıl mesele, emeğin sermaye tarafından sömürülmesi değil, zenginlerin bir ekonomideki toplam gelir paylarının artmasına olanak sağlayan servetin (yani mülklerin ve finansal varlıkların) sahipliği meselesiydi. Dolayısıyla ona göre ihtiyaç duyulan şey, üretimin kapitalist tarzının ortadan kaldırılması değil, zenginlerin biriktirdiği servetin yeniden bölüşümüydü.

Piketty, hâkim iktisat teorisi içerisinde edindiği şöhretini kısa süre içerisinde yitirdi. Amerikan İktisat Derneği’nin 2015’teki yıllık toplantısında el üstünde tutulsa da eleştirilmekten kurtulamadı.[5] Bir yıl içerisinde de unutulup gitti. Altı yıl sonra ise karşımıza öncekinden çok daha kalın bir kitapla çıktı: Sermaye ve İdeoloji. Yaklaşık 1.200 sayfa olan bu kitap, bir yorumcunun da işaret ettiği üzere, Savaş ve Barış’tan bile kalın. İlk kitap eşitsizliğe dair bir teori ve kanıtlar sunarken, bu kitapsa yirminci yüzyılın ikinci yarısında olup bitenlere nasıl izin verildiğini açıklamaya çalışıyor. Buradan hareketle durumu tersine çevirmek için bazı politika önerilerinde bulunuluyor. Piketty, bu kitapta analizinin sınırlarını bütün dünyaya doğru genişletiyor; Çin, Japonya ve Hindistan’dan Avrupa ülkelerinin idaresindeki Amerikan sömürgelerine ve Avrupa’daki feodal ile kapitalist toplumlara kadar çeşitli tarihî toplumlarda (insanlar da dâhil olmak üzere) varlıklara sahip olma meselesinin nasıl ele alınıp meşrulaştırıldığına dair tarihsel bir panorama sunuyor.

Piketty, eşitsizliğin bir tercih olduğu öncülünden hareket ediyor. Ona göre eşitsizlik, teknoloji ve küreselleşmenin kaçınılmaz bir sonucu değil, “toplumların” tercih ettiği bir şey. Marx, ideolojileri sınıf çıkarlarının bir sonucu olarak görürken, Piketty tarihi ideolojik savaşlardan ibaretmiş gibi gören idealist düşünceyi benimsiyor. Piketty’ye göre büyük ekonomilerin eşitsizliği artırmalarının sebebi, yönetici seçkinlerin eşitsizlik için düzmece gerekçeler sunmalarıdır. Kendisinin dile getirdiği biçimiyle “Eşitsiz her toplum, eşitsizliği meşrulaştıran bir ideoloji yaratıyor.” Tüm bu gerekçeler, “mülkiyetin kutsallaştırılması” adını verdiği hususa katkıda bulunuyorlar.

Neticede iktisatçıların işi, tam da bu tür düzmece argümanları ifşa etmektir. Örneğin milyarderleri ele alalım. “Milyarderlerin varlıklarının kamu yararı için gerekli olduğu konusunda nasıl bir gerekçe bulabiliriz? Çoğu kez söylenenin aksine milyarderler, birer kamu malı olan kamusal bilgi, altyapılar ve araştırma laboratuvarları sayesinde zenginleştiler.”[6] Yani milyarderlerin iş yarattığı ve büyümeye hız kazandırdığı, bir yalandır. 1950 ile 1990 yılları arasında ABD’de kişi başına gelir artışı %2,2 düzeyindeydi. Milyarderlerin sayısının katlandığı 1990’larla 2000’ler arasında ise kişi başına gelir artışı %1,1’e düştü. (1990’da 100 kişiden söz ederken bugün 600 kişiden söz ediyoruz.)

Piketty, Ronald Reagan’dan beri ABD’ye hâkim olan serbest piyasa kapitalizmi türünün reforma sokulması gerektiğini söylüyor. “Regıncılık, sanki milyarderler kurtarıcılarımızmış gibi, servete odaklanan her tür yaklaşımı meşrulaştırmaya başladı.” Ne var ki, “Regıncılığın sınırları da hemen ortaya çıktı: Büyüme yarıya düştü, eşitsizlikler ikiye katlandı. Mülkiyetin kutsallığının bu aşamasını terk etme zamanı gelmişti.”

Piketty, birçok insanın aklındaki “sosyalizm”in gerçekleşmesini değil, “kapitalizmin alt edilmesini” istiyor. Mülkiyeti ya da sermayeyi ortadan kaldırmak yerine bunların mükâfatlarının zengin ülkelerde bile kesinlikle çok fazla şeye sahip olmayan nüfusun alt kısımlarına yayılmasını talep ediyor. Bunu yapmak için de özel mülkiyeti “geçici” ve sınırlı bir şekilde yeniden tanımlamak gerektiği iddiasında bulunuyor: Özel mülkiyetin keyfine ömrünüz boyunca varabilirsiniz ama makul ölçülerde!

Peki bu nasıl olacak? Piketty, serveti 2 milyon avro ya da daha fazla olanlara %5; 2 trilyon avrodan fazla olanlaraysa %90’a kadar varan bir servet vergisi konulması çağrısında bulunuyor. “Girişimcilerin milyonları ya da on milyonları olabilir” diyor. “Ne var ki, bunun ötesinde, yüzlerce milyonu ya da trilyonları olanlar, bunu çalışanları olan hissedarlarla paylaşmak zorunda kalacaklar. Dolayısıyla artık trilyonerler olmayacak.” Buradan doğan gelirle Fransa gibi bir ülke, yirmi beş yaşına basmış her yurttaşına 120.000 avro civarında bir güven fonu tahsis edebilir. Bu esnada kendisi, yüksek vergi oranlarının 1950-1980 aralığında hızlı büyümeyi engellemediğini de not etmeyi unutmuyor.

Piketty, ayrıca temelde herkesin eğitimi için aynı miktarın harcanması manasına gelen “eğitim adaleti” için de bir çağrıda bulunuyor. Ayrıca Almanya ve İsveç’te olduğu gibi, işçilere şirketlerinin nasıl yönetileceği konusunda büyük bir yetki vermeyi öneriyor. Çalışanların %50’sinin yönetim kurulunda olması; en büyük hissedarların dahi oy gücünün %10’la sınırlandırılması; mülkler için (en büyüklerinde %90’a varan) daha yüksek vergiler konması; 25 yaşına geldiğinde herkese 120.000 avro (107.000 sterlinden biraz fazla) bir toplu sermaye tahsis edilmesi ve her bireyin küresel ısınmaya katkısını takip eden kişiselleştirilmiş bir kart aracılığıyla hesaplanmış ve kişiselleştirilmiş bir karbon vergisi konması gerektiğini ileri sürüyor. Buradan da kapitalizmin ötesine, “katılımcı sosyalizme ve sosyal federalizme” geçilmesi talebinde bulunuyor.

Bütün bunlar, kapitalist ekonomileri, 1948 ile 1965 arasındaki eşitsizliğin daha az, ekonomik büyümenin daha güçlü, işçi sınıfından hanelerin tam istihdama sahip olduğu ve işçi sınıfının daha vasıflı olmasını, böylelikle daha iyi ücretler kazanmasını sağlayacak düzeyde eğitim alabildiği şu sözümona “altın çağ”a döndürmek için yapılan girişimlerden ibaret. Altın çağdan kasıtsa, kapitalist şirketlerin sendikalarla ve hükümetlerle birlikte çalıştığı bir tür “karma ekonomi”dir. Oysa bu, efsaneden başka bir şey değildir. Şayet Piketty’nin sosyal demokrat bir cennetin varolduğu ve onun çöküşünün ideolojik bir değişim nedeniyle gerçekleştiği şeklindeki önermesini kabul ederseniz, Büyük Durgunluk deneyiminden ve günümüzdeki eşitsizliğin aşırı yükselişinden sonra “yeniden bölüşümcü fikirler”in destek toplayabileceğini de düşünebilirsiniz.

Piketty, sosyal demokrat partilerin asli amaçları olan eşitliği bir kenara bırakıp bunun yerine meritokrasiye, yani işçi sınıfının sıkı çalışma ve eğitim sayesinde daha iyi bir yaşama erişeceği fikrine yaslandığını ileri sürüyor. Bunu yapmalarının nedeniyse az eğitimli ve yoksul sınıfların partisi olmaktan kademe kademe uzaklaşıp eğitimli ve refah içindeki orta ve üst-orta sınıfların partisine dönüşmeleridir. Piketty, geleneksel sol partilerin büyük ölçüde değişmesinin nedeninin, ellilerde ve altmışlarda mütevazı geçmişlerden gelen insanlar için eğitim ve yüksek gelir fırsatları yaratmakta başarılı olduklarından asli sosyal demokrat gündemlerini terk etmeleri olduğunu düşünüyor. Bu insanlar, yani sosyal demokrasinin “kazananları”, sol partilere oy vermeye devam ettiler; ancak ilgileri ve dünya görüşleri artık (çok daha az eğitimli) ebeveynleriyle aynı değildi. Söz konusu partilerin içsel toplumsal yapıları böylelikle değişti; bu kendi siyasi ve toplumsal başarılarının bir sonucuydu.

Gerçekten de öyle mi? Sosyal demokrat partilerin emekçilerin çıkarlarını temsil etmeyi bırakması, 1970’ten çok daha eskilere uzanır. Sosyal demokrat partiler, Birinci Dünya Savaşı’nda savaşan kapitalist güçlerin milliyetçi emellerine destek vermişti; İngiltere’de İşçi Partisi’nin liderleri, kemer sıkma politikalarını dayatmak ve sendikaların gücünü kırmak için 1929’da Muhafazakârlarla koalisyon kurmuşlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi bayrağı, Attlee’den Wilson’a, Callaghan’dan Kinnock’a ve sonunda Blair’den Brown’a geçti. Kıta Avrupası’nın hemen her yerinde benzer hikâyelere rastlanıyor: bayrak, Fransa’da Mitterand’dan Hollande’a; Almanya’da Brandt’tan Schmidt’e geçti.

Bunun tek nedeni, sosyal demokrat partilerin bünyesinde endüstriyel işçilerden eğitimli profesyonellere doğru bir değişim yaşanması değildir. Savaş sonrası kapitalist ekonomilerin sağlamlık düzeyi de değişim yaşadı. Kısa “altın çağ”, ideolojilerin değişmesi (ya da Jospeh Stiglitz’in dediği gibi, “kuralların değişmesi”[7]) yüzünden değil; aksine, 1970’lerde sermayenin kârlılığı (tam da Marx’ın Kapital’de anahatlarını belirlediği kârlılık yasasını izleyerek) azaldığı için sona erdi. Bu, kapitalizm yanlısı politikacıların artık emeğe ödün vermeyeceği manasına geliyordu; aslına bakılırsa altın çağın kazanımlarının “neoliberal” dönemde terse çevrilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla ideoloji, sermayenin ekonomik sağlamlık düzeyinde yaşanan değişim kapsamında dönüştü. Üstelik sosyal demokrat liderler bu değişime eşlik ettiler; çünkü son tahlilde kapitalizmin yerini sosyalizmin almasının mümkün olmadığını düşünüyorlardı.[8] Thatcher’ın ifadesini kullanacak olursak, bu insanlar “başka bir seçeneğin olmadığı” iddiasındaydılar.

En azından Piketty, son kitabında, Branco Milanovic’in kısa süre önce hakkında bir değerlendirme kaleme aldığım[9] son kitabı Yalnız Kapitalizm’in aksine Thatcher ile hemfikir değil ve kapitalizmin kalıcı olduğunu düşünmüyor; hatta kapitalizmin ötesine geçmenin mümkün olduğunu savunuyor. Piketty, “Kapitalizmin ötesine geçmek zorundasınız” diyor. Bir söyleşide “Neden ‘ötesi’ sözcüğünü tercih ediyorsunuz? Neden ‘kapitalizmden kurtulmak’tan söz etmiyorsunuz?” diye sorulduğunda şöyle yanıt veriyor:

“Ben ‘ötesine geçmek’ deyince onun dışına çıkmayı, onu yıkıp yerine yeni bir şey koymayı kast ediyorum. Fakat ‘aşma’ terimi, alternatif bir sistemi tartışma ihtiyacına biraz daha vurgu yapmama olanak sağlıyor. Sovyetler’in yıkılışının ardından, yerine ne koyacağımıza dair uzun ve kapsamlı bir tartışma yürütmeden kapitalizmin yıkılması vaadinde bulunamayız. Tam da bu tartışmaya bir katkı sunmaya çalışıyorum.”

Piketty, neoliberal dönemde “mutlak mülkiyetçilik ve meritokrasi anlatısı”nın giderek kırılganlaştığını düşünüyor. “Sözümona meritokrasinin, çocuklarını en iyi üniversitelere gönderen, siyasi partileri satın alan ve vergiden kaçınan zenginler tarafından ele geçirildiğine dair giderek büyüyen bir anlayış var.” Bu yaklaşım, yeniden bölüşümcü fikirler için siyasi piyasada bir boşluğa yol açıyor.

Ne var ki Piketty meseleye sadece şu türden bir cevap sunuyor: Üretim araçlarının mülkiyeti ve denetimi ile üretimdeki emek sömürüsünün müşterek mülkiyet ve denetim sistemleriyle değiştirilmesi yerine, sermayenin özel mülkiyeti sayesinde üretilmiş eşit olmayan servet ve gelirin yeniden bölüşümü. Görünüşe göre bu durumda çokuluslu büyük şirketler ve büyük ilâç şirketleri varlıklarını sürdürecekler; fosil yakıt şirketleri yanında askerî-endüstriyel kompleksler de faaliyetlerine devam edecekler. Kapitalist üretim ve birikimdeki düzenli ve tekrarlanan krizler de varlığını sürdürecekler. Peki ama sermayenin bu yerleşik çıkarlarının hâlen daha kontrol altında tutmaya devam ettikleri aşırı servet ve gelirin vergilendirilmesinde önemli bir artışa izin verecek yeterlilikte bir kârlılık üretmediği koşullarda, mevcut “mülkiyetin kutsallaştırılması” denilen “ideoloji”nin bu çıkarları alt etmeden sermayenin üstesinden gelme şansı var mı?

Michael Roberts
18 Ekim 2019
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Michael Roberts, “Inequality After 150 Years of Capital”, 19 Şubat 2017, MR.

[2] Michael Roberts, “Clinton, Atkinson, Stiglitz and Reducing Inequality, 26 Mayıs 2015, MR.

[3] Michael Roberts, “Thomas Piketty and the Search for r”, Historical Materialism, sayı. 23.1 (2015), s. 86-105.

[4] Michael Roberts, “Unpicking Piketty”, Temmuz 2015, MR.

[5] Michael Roberts, “ASSA Part One: The Rise in Inequality and the Fall in Piketty”, 6 Ocak 2015, MR.

[6] Benzer argümanlar öne süren Mariana Mazzucato’nun kitabı ile ilgili bir değerlendirme için bkz.: “The World’s Scariest Economist?”, 26 Temmuz 2019, MR.

[7] Michael Roberts, “Changing the Rules or Changing the Game?”, 2 Mart 2016, MR.

[8] Michael Roberts, “Keynes, Civilisation and the Long Run”, 27 Mart 2017, MR.

[9] Michael Roberts, “Capitalism: Not So Alone”, 12 Ekim 2019, MR.

0 Yorum: