Doğu’nun Halkları
Yorum: Rim Benna
Doğu’nun Halkları
Yorum: Rim Benna
İki
Yol
İki
yaklaşım var: birinde tarih, “üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki
gerilim” üzerinden tarif ediliyor, diğerinde ise tarihin “sınıflar mücadelesi
tarihi” olduğu söyleniyor.
Üretim
güçlerini esas alan yaklaşım ise üretimin ve güçlerin sınıfsal niteliğini,
ne’liğini dikkate almıyor. Onları sınıftan ve sınırdan azade bir yüceye ve
metafiziğe fırlatıp atıyor. Onların sınıfsal niteliğini ve ne’liğini dikkate
almamak için bu yaklaşımı benimsiyor.
Buradan
da solun belirli bir bölümü, siyasetini üretim güçlerine ayarlamayı meziyet
kabul ediyor. Ama kimse, “bu üretim ve güçler, sınıf ve siyaset dışı mıdır?”
sorusunu sormuyor. Sınıf ve siyaset dışına çıkmak adına, sınıftan azade kimlik
savunmak için, üretimci bir fikriyat kurgulanıyor.
Sınıfın
ve siyasetin dışına çıkartılması, ilerlemenin ve gelişmenin gerilimi ve
çelişkiyi sevmiyor oluşu ile ilgili. Küçük burjuvalar da sevmiyorlar.
Bu
bağlamda, çeşitli renklere bürünen küçük burjuvalar, sahneye çıkıyorlar, efendi
gördükleri sermayeye veya devlete, “çelişki, gerilim istemiyor musun, bana
destek ver o zaman” diyorlar. Bunların “sosyalizm” dedikleri şey, çelişkisiz,
gerilimsiz bir masaldan ve yalandan ibaret.
Deprem
“Depremde
yoksullar ölür” diyenler, “deprem değil bina öldürür” diyenlere eklemleniyor.
Bu son depremle birlikte AKP’nin şehirleri yeniden TOKİ’leştirme, inşa etme
siyasetine sol siyaset de bağlanıyor.
“Depremde
yoksullar ölür” diyen sol örgütler, nedense üretim güçlerinin gelişiminde
yoksullara, işçilere, ezilenlere dikkat kesilmiyorlar. Sınıf ve siyaset üstü
uhrevi bir olgu olarak üretim güçleri anlayışı, siyaseti de belirliyor. Ama
yoksulluk, zulüm, sömürü, bu siyaseti asla bağlamıyor, ilgilendirmiyor.
Esasen
CHP bağlamında tanımlı üretimcilik ideolojisi, “ülke üretmiyor ki
gelişsin”ciler, hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyorlar. Bu ideoloji, sosyalist
hareketi koyun gibi güdüyor.
Eskiden
“hepsi AKP’liydi, gerici yobazdı gebersin” diyenler, nasıl oluyorsa bu depremde
farklı bir tepki geliştirip halkla dayanışma yönünde adım atıyorlar. Bu adım
bile ancak CHP’nin talimatı ile gerçekleşebiliyor. Adımlar, ona göre
ayarlanıyor. Seçim hesaplarına ve pazarlıklarına uyarlanıyor. Siyasetini üretim
güçlerine ayarlayanlar, gizli ya da açık CHP’cilik yapıyorlar. Sınıfı ve
devrimi geri plana atıp gelişmeye kilitlenenler, bu burjuva partisinin yoluna
revan oluyorlar.
17
Ağustos
17
Ağustos depreminde ÖDP öncülüğünde solun yapabildiği tek şey, İstanbul’daki
depremde toplanma merkezlerinin haritasını çıkartabilmekti. O dönem ABD başkanı
Bill Clinton geldi, “tek kurtuluşunuz inşaat” dedi, inşaatların önündeki
engeller kaldırıldı ve en çok da o toplanma merkezleri haritasından
faydalanıldı. Oralara AVM’ler, siteler inşa edildi. Sonra o ÖDP içinden çıkma
bir örgütün şefi, “biz kadınların AVM’lerde dolaşma özgürlüğünü savunuyoruz”
dedi. Öte yandan haritayı hazırlayan örgütün belkemiği TMMOB idi ve bu kentsel
dönüşüme, betonlaşma sürecine tek bir laf etmedi. Hatta ona onay verdi. Gerekli
imzalar ve izinler oradan alındı. Gezi’deki tek itirazı da imza yetkisinin
elinden alınmasına yönelikti.
Aynı
dönemde ÖDP’nin bağlı olduğu Avrupa’dan, Avrupa Birliği’nden madenler konusunda
bir emir geldi. Emir, Avrupa’daki maden işlerini Türkiye’ye taşere etmekle
ilgiliydi. Aynı kuruma bağlı maden mühendisleri, ağızlarını açıp tek laf
etmediler. Tek bir itiraz geliştirmediler. Rant için sürece onay verdiler. O
dönem Kemal Derviş öncülüğünde çıkartılan madencilik yasasıyla Kaz Dağları’ndan
Aladağlar’a kadar tüm coğrafya yağmaya açıldı. Birileri kârları ve çıkarları
için bu sürece karşı duracak bir direnişi örmeyi düşünmediler. Bugün de AKP’ye
karşı direnişin örülmesi mümkün değil.
Sınıf
Sürecin
tabii ki tarihsel bir zemini var. İlk Kemalist kadrolar, komünist hareketi her
yönden ipotek altına alıyorlar. Talat Paşa’nın Enternasyonal sevdası, Mustafa
Kemal’in Komintern delegasyonunda karşılık buluyor. Ama burada “bizde batıdaki
gibi sınıf yok, o yüzden sosyalizm bizde olmaz” deniliyor. Bu hat, hiç
bozulmadan bugüne dek geliyor. Bugün yoksulu, ezileni ve işçiyi görmeyen sol
örgütler, bu hattı takip ediyorlar. İşçi-köylü iktidarının yerini burjuva
iktidarı iyi yönde geliştirme fikri alıyor.
İlerleme
ve gelişme için çelişki/gerilim istenmiyor. Sınıfsal çelişki, sumen altı
ediliyor, halı altına süpürülüyor. Örgütler, sumen ve halı olarak iş
görüyorlar. Üretim ve kalkınma putlaştırılıyor. Ekonomi bilgisi yüceltiliyor.
Marksizmi Reagan’dan çok önce Türkiye devleti kendisine örgütlüyor.
Emekçi
doğu halklarının kurtuluşu için fikir üretme derdiyle kurulmuş olan KUTV
mezunları, devlete bağlanıyorlar. Siyasetlerini üretim güçlerine ayarlayanlar,
ister Kürt ister Türk coğrafyasında olsun, döne dolaşa devlete eklemleniyorlar.
Bu
bağlamda mesele, sınıfsal/politik ayrışma, yarılma, saflaşmayı asla kabul
etmeyen, düz pürüzsüz bir zeminde yan yana gelmiş özel bireylerin özel ekonomi
bilgilerini yarıştırması oluyor. Herkes, kendisini ülkeyi yöneten bir teknokrat,
bürokrat veya diplomat gibi tasavvur ediyor, herkes hayal görmek
için solcu oluyor. Solculuk, ranta kul oluyor.
Kadro
Kadro dergisi,
devleti sınıftan ve siyasetten azade bir yere yerleştiriyor. Sermayeye aynı
işlemi yapanlar, onların eksiklerini tamamlıyorlar. Bugün sermayenin de
Kadrocuları var.
Sınıftan
ve siyasetten azade her türden oluşum, sınıfı ve siyaseti ister istemez eziyor.
Siyasetlerini üretim güçlerine göre ayarlayanlar, tüm sol örgütleri ezip
düzlemek gibi bir görevi yerine getirmeye çalışıyorlar. Herkes, devlette buna
göre göreve ve işleve sahip olabiliyor.
Az
çok solculuk tedrisatından geçmiş olan Cem Dizdar, solcu avukat babası
sayesinde TRT’de bir köşe kapıyor. Eksik ve güdük solcu ekonomi bilgisiyle
futbol konusunda ahkâm kesiyor. Sürekli “üretim”den bahsediyor ve burjuva
sistematiği dâhilinde futbol endüstrisinin gelişimine odaklanıyor.
Bugün
sol örgütlerin çoğu, bu düzeyde. O örgütler, sivil toplum kuruluşları, fikir
kulüpleri, dernekler olarak genel nizama bağlılar. O nizamın gelişiminden pay
istiyorlar. Buna “solculuk” diyorlar. Solculuğu pay istemek ve pazarlık
üzerinden tarif ediyorlar. Üstelik hepsi de bu bağlılık sayesinde kadroya ve
belirli bir yere sahip olduklarını gayet iyi biliyor. Sonuçta Kadroculuk, üç
beş eski TKP’liyle, Milli Eğitim’e çeviri yapan üç beş kadrodan ibaret değil.
Ermeni
Altınlarının Peşinde
Ermenicilik
meselesi de bu bağlılık arayışının bir sonucu. Bir yandan Kadro dergisi
gibi devleti üretim meselesine bağlayıp onu sınıflar mücadelesinden azade kılan
yaklaşım galebe çalıyor, bir yandan da “Ermeni-Rum” denilerek altınların peşine
düşülüyor, buradan, nizamın sermaye tarafına bağlanma sözü veriliyor.
“Aslolan
üretimdir”: CHP ve türevleri, bundan başka bir şey söylemiyorlar. “Ne için?”
veya “kim için?” sorusu sorulmuyor.
Bugün
siyasetini üretim güçlerine bağlayanlar, utangaç biçimde CHP’li olduklarını
söylüyorlar aslında. Ermeni altınları da ülkenin üretimini besleyen ateş için
önemli. İlerleme ve burjuva devrimi savunusundan başka solculuk bilmeyenler
için Ermeni’nin, Rum’un bir önemi yok. Sadece “varolan zenginliği tükettiniz, o
yüzden bu hâldeyiz” diyebiliyorlar. Bunlar en fazla, gençlere “ülkeyi terk
edin” tavsiyesinde bulunabiliyorlar.
Kırmız
“Lenin
Rumlara soykırım yapmış” diyen Tamer Çilingir ile “ilk TKP Ermeni düşmanıdır”
yorumunda bulunan Sait Çetinoğlu, esasen Ekim ve Lenin düşmanıdır. Bu anlamda,
diğer Kadrocu hatta bağlıdır. Çünkü bunlar, sınıfsal politik farklılıkları göz
ardı ederek, Ekim’e karşı savaşan Ermenileri dost kabul ediyorlar. Ekalliyet
temelinde belirlenmiş bu çizgi, “burjuva devrimi için bu ekalliyetin parasına
ihtiyaç vardı, onu solcu şekilde kullanmak gerekiyordu” diyor esasında.
Dolayısıyla,
“Mustafa Suphi ve arkadaşlarında egemen” olduğunu söylediği İttihatçılığa
yönelik eleştiri, bir liberal eleştiri olarak gündeme geliyor.[1] Suphi’nin
İttihatçılarla ilgili kanaatlerine bakılmıyor, onlarla mücadelesi görülmüyor.
İttifak yaptığı Şeyh Servet’in ittihatçılarla ilgili değerlendirmeleri üzerinde
durulmuyor. Suphi’nin, Enver Paşa’nın tahakkümüne girmiş ilk TKF pratiğini
nasıl tasfiye ettiği incelenmiyor. Görünen o ki bu cehalet, kastidir.
Sonra
aynı cehaletle Enver’in partisinden kalan isimlerin Ermenilere yönelik
suçlarını listeleyip bu suçları Suphi’nin sırtına yüklüyorlar. Bu uyanıklığa bu
ülkede “teorisyenlik” deniliyor. Üstelik bu konuda Sait’in peşine takıldığı
“karga” ise liberallerle dans etmeyi çok seven bir isim olan Emrah Cilasun.
Sait
Bey, savaşın orta yerinde, onca karışıklığın karşısında net, saf ideolojik
kimlikler arıyor. O, Ermeni kimlikçiliğini tam olarak sınıf ve siyaset dışı
olduğu için değerli görüyor. Kendinden menkul “komünistlik” kimliğini sınıftan
ve siyasetten kaçıran Cilasun’la yan yana gelmesi, gayet doğal.
Ankara
Yolu
Mete
Tunçay, Sait Çetinoğlu ve Emrah Cilasun gibi liberallere göre “Suphiler
ölmeseydi de Ankara’ya gelseydi, Mustafa Kemal’in hükümetine gireceklerdi.”
Buradaki mesele, bu küçük burjuvaların herkesi kendileri gibi küçük burjuva
sanmaları. Sağcılar, komünistlerin tarihsel; liberaller, toplumsal zeminlerinin
olmadığını söyleyip duruyorlar. Komünist hareket ikisiyle mücadele ederek
kendisine yol açıyor. Açamadığı için tarihsel-toplumsal bağlar kuramıyor, ancak
o bağlardan azade olmayı özgürlük diye satan ve yaşayan bireyleri
çağırabiliyor.
Oysa
tarihsel ve toplumsal zemin açısından komünist hareket, kuvve ve fiil
açısından, esasen güçlüydü. O yüzden katliam ve tasfiye ile karşılandı. Süreç
içerisinde hareket, kendisini liberallerin ve sağcı çevrelerin iddialarına göre
inşa etmiş, bu güçlü zeminden uzaklaşmış, devletin ve sermayenin soluna
eklemlenmiştir.
Dolayısıyla,
kimi münferit denemeler dışında kimse, yoksulların, ezilenlerin, işçilerin
düşmana karşı yekvücut örgütlenmesi üzerinde durmamıştır. İçteki liberallerin
de bunda payı büyüktür. Devleti ve üretimi sınıf ve siyaset dışına kaçırıp
yüceltenler, resmi kanala girmişlerdir. Suphi’nin bayrağını küçük burjuvalarda
değil, yoksulların, ezilenlerin, işçilerin mücadelelerinde aramak gerekir.
Eren Balkır
29 Ocak 2020
Dipnot:
[1] Sait Çetinoğlu, “Kırmızı Yanlışlarımı Çok Severim”, 20 Mayıs 2015, YDY.
Komünist
Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi’nde Sadrettin Celâl’in konuşması. Konuşma,
kongrenin sendikalar meselesini ele alan 20 Kasım 1922 tarihli 17. oturumunda
gerçekleştirildi. Oturumda ele alınan alt başlıklardan biri de TKP idi.
● ● ●
Başkan: Yoldaş
Lozovski’nin sunacağı özet yarına kaldı. Başkanlık, bu akşam sözü önemli ve
aciliyet arz eden bir bildiriyi sunacak olan Türk yoldaşımıza vermeyi
kararlaştırdı.
Orhan
(Sadrettin Celâl Antel, Türkiye): Yoldaşlar, Anadolu’da
komünistlerin toplu hâlde tutuklanmaları ve İstanbul’daki Türk işçileri
sendikasının tasfiye edilmesine ilişkin gazete haberlerini hepiniz
okumuşsunuzdur. Bu baskıları ve Kemalizmin yeni yöneliminin anlamını doğru
biçimde kavrayabilmeniz için, kongrenin Ankara ve İstanbul’daki komünist
partilerin, ayrıca milliyetçi hükümetin faaliyetleri konusunda
bilgilendirilmesinin zaruri olduğu kanaatindeyim.
Türkiye
Komünist Partisi, işçi ve köylülerin başlattıkları özgürlük hareketinin başına
geçme imkânı bulan burjuva milliyetçi hükümetin emekçi kitlelerin âli
menfaatleri aleyhine çalışmaya başladığı bir dönemde kuruldu. Sonuçta yeni
kurulan komünist parti, karşısında iki düşman buldu: emperyalizm ve milli
burjuvazi. Parti, asli düşmanı olan emperyalizmle mücadelenin sahip olduğu
önemin ağır bastığını düşündü. Bu amaçla, emperyalizmle mücadele ettiği sürece,
hükümete destek sunmayı kararlaştırdı. Ama parti, aynı zamanda işçi ve köylüler
lehine olacak demokratik reformları talep etmeyi sürdürdü ve onları örgütlemeye
çalıştı. Bu kararlar, Komintern’in İkinci Kongresi’nde millet ve sömürge
meseleleri konusunda alınmış olan kararlara da uygun düşmekteydi.
Kurulduğu
günden bugüne dek partinin bu siyasetinde en ufak değişiklik yaşanmadı. Bu
tespitin doğru olup olmadığını görmek için, partinin orduya, işçilere ve
köylülere yaptığı, nihai zafere dek savaşma çağrısını içeren açıklamalarına
bakılabilir. Diğer yandan partinin, yalnızca Yunan burjuvazisinin ve Britanya
emperyalizminin çıkarları için savaşmakta olan ordunun lağv edilmesi ve emekçi
kitlelerin ayağa kalması ile ilgili olarak, Yunan ordusu ile Yunan emekçilere
yaptığı açıklamaları da söz konusu açıklamaların yanında anmak gerekmektedir.
Kısa
süre önce parti, İstanbullulara gericiliğe ve emperyalizme karşı birleşik cephe
oluşturmaları ve Sultan’ın kaçmasına mani olup, onu halkın yüksek mahkemesi
huzuruna çıkartmalarına dönük yeni bir çağrı daha yaptı.[1]
Bağımsızlık
mücadelesinin içinden çıkmış olan Büyük Millet Meclisi hükümeti, tüm Doğu’nun
verdiği destekten güç alarak, her daim Misak-ı Milli’yi ve emperyalizmle
mücadeleyi savunmuştur. Fakat meclisin son üç yıl içinde ortaya koyduğu
faaliyetlerin de gösterdiği biçimiyle, bu savunu, basit manada hileye dayalı
bir siyasettir. Bu anlamda, bilhassa aşağıda belirteceğim hususlar, söz konusu
gerçeği teyit eden birer delildir.
1.
Hükümetin Sovyet hükümetiyle ilk ilişkileri kurduğu süreçte Moskova’ya
gönderilen delegeler, ülkede büyük bir komünist partinin varolduğunu iddia
etmişlerdir. Dediklerine göre, bu parti birçok kentte köylüleri cezbetmiş,
hatta bazı yerlerde köylü sovyetleri tesis edilmiştir.
2.
Sovyet Rusya’yı aldatmak amacıyla, idaresinin ilk döneminde, hükümet sadece
burjuva güçlerden müteşekkil olan, Bolşevik Parti olduğu iddia edilen bir
“Yeşil Ordu” kurmuştur.
3.
İlk Sovyet büyükelçisinin Ankara’ya gelişi sonrası hükümet, Yeşil Ordu
artıklarına ek olarak üst düzey devlet görevlileri ve aydınlardan oluşan bir
resmî komünist parti kurmuştur.
4.
Emperyalist hükümetleri memnun etmek adına Londra Konferansı’na giden heyet,
uğradığı her başkentte, aralarında yoldaşlarımız Suphi ve Ethem Nejad’ın da
bulunduğu yirmi kadar komünistin katledildiğini, hapisteki diğer komünistlerin
de öldürülebileceğini, Bolşevik vebanın ülkelerinin başına belâ olmayacağını
söylemiştir.
5.
1921’de Fransa ile imzalanan anlaşmanın da gösterdiği biçimiyle, hükümet
Doğu’yla bağlarını kopartmış ve Misak-ı Milli aleyhine kimi tavizlerde
bulunmuştur.
6.
Son olarak belirtmek gerekir ki Komünist Parti ve Türk İşçileri Sendikası’na
karşı alınan baskı amaçlı tedbirlerin Lozan Konferansı çağrısının yapıldığı
güne denk düşmesi asla tesadüf değildir.
Ankara
hükümeti, ülke içine yönelik olarak devreye soktuğu siyasî adımları dâhilinde,
demokratik reformları esas alan bir programa sahip her grubun veya partinin
çalışmalarına mani olmuş, her türden muhalefet hareketinin güçlenip kök
salmasına fırsat vermeden, bu hareketleri yok etmiş, önemli konularda vaatlerde
bulunarak halkı aldatmıştır. Bu siyaset, aşağıda belirtilen olgularda karşılık
bulmuştur:
1.
Hükümet, Büyük Millet Meclisi içerisinde oluşmuş olan ve en kapsamlı reform
programını savunan “Halk Zümresi”ni ezmiştir.
2.
Hükümet, anayasanın hazırlanması esnasında dile getirilen, mesleklere göre oy
kullanma önerisini reddetmiştir.
3.
Büyük Millet Meclisi içerisinde varolan muhalefet gruplarını ezmek adına
hükümet, “Dayanışma Grubu” meydana getirmiş, Anadolu’nun her bölgesinde gruplar
oluşturmuş, böylelikle halk katmanları üzerindeki idaresini güvence altına
almaya çalışmıştır. Bu gruplar, esas olarak burjuvalardan, toprak ağalarından
ve vurgunculardan oluşmaktadır.
4.
Dile getirdiği vaatlere rağmen hükümet, emekçi kitlelerin çıkarına olacak
hiçbir reformu yapmamıştır. Bilâkis hükümet, sendikaların ve işçi birliklerinin
kurulmasını önlemek için tüm tedbirleri almış, köylülerin tahammülü zor
vergilerin altında ezilmesine ses etmemiştir.
Partinin
Kitlelerle İlişkisi
Partinin
dile getirdiği sloganlar, sömürülen işçi ve köylü kitlelerinde güçlü bir
karşılık bulmuş, daha fazla sayıda sınıf bilinçli insanın parti saflarına
katılmasını sağlamıştır. Hükümetin partiye uyguladığı baskı dalgalarına karşın,
işçiler ve köylüler partiye daha fazla ve daha güçlü bir biçimde
bağlanmışlardır. Kısa vadede parti, önemli başarılar elde etmiştir. Mart-Ekim
1922 arası süreçte, faaliyet yürüttüğü ikinci dönemde parti, propaganda ve
eğitim sahasında verimli bir çalışma yürütmüş, kızıl sendikalar ve komünist
gençlik örgütleri kurmayı bilmiştir. Partinin kitlelere nüfuz ettiğini gören
hükümetse, partinin faaliyetlerine son vermek için hazırlıklar yürütmüştür.
İstanbul
Türk
İşçileri Sendikası’nın komünist propaganda yürüttüğü bahanesiyle yasaklandığı
İstanbul’da komünist grubun elde ettiği nüfuz ve işçi hareketi konusunda bir
şeyler söylemem gerek. Bu kentte çalışma yürütmek çok daha zor bir iştir. Her
yönüyle komünizme düşman olan gerici Türk hükümetiyle ve emperyalizmle
mücadeleye kilitlenmiş olan yoldaşlarımızın maruz kaldıkları o zor ve ağır
koşulları burada anlatmaya gerek yok yoldaşlar. Ama belirtmek gerek ki onca
engele ve korku salma amaçlı teşebbüse rağmen, İstanbul’daki komünist grubu,
yaklaşık iki yıllık illegal faaliyetin ardından, kitle içerisinde önemli bir
nüfuza sahip olmayı bilmiştir. Örgüt, fabrikalarda, işyerlerinde, emekçi
insanların bulunduğu her yerde hücreler kurmuş, legal-illegal bildiriler, dergiler,
manifestolar, makaleler, ayrıca komünist örgütlerden düzenli olarak temin
edilen çok sayıda komünist yayın dağıtmıştır.
Bu
akşam sizlere İstanbul’daki komünist grubunun başardığı her şeyi anlatmam tabii
ki mümkün değil. Ama yürüttüğü faaliyetler konusunda bir fikir versin diye,
Temmuz ayında İstanbul’daki en önemli işçi örgütlerinin genel kapitalist
saldırıya karşı proleter bir birleşik cephe oluşturmak adına bir araya
gelmesinden bahsedebilirim.
O
güne dek en fazla sınıf bilincine sahip işçi örgütü olarak görülen Beynelmilel
İşçi Sendikası[2], birleşik cephe kurma teşebbüsünü bir biçimde sabote
etmiştir. Bu yoldaşlar, işçi sınıfının henüz hazır olmadığını, öncelikle
eğitilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Biz ise bu söze karşılık, ancak eylem
üzerinden teşkil edilebilecek birliği istemeyenlerin liderler olduğunu
söyledik. Ayrıca bu birliği kuramazsak, burjuvazinin birbirleri arasında hiçbir
bağ bulunmayan tüm işçi örgütlerini yok edeceğinden bahsettik. Yaşanan olaylar,
bizim haklı olduğumuzu ispatlamıştır. Bugün gördüğümüz, bu zafiyetin yol açtığı
sonuçlardır.
Hükümetin
Yeni Yönelimi ve Bizim Perspektiflerimiz
Kemalizmin
yeni yönelimi ile ilgili olarak şu özeti sunmak mümkündür: Londra
Konferansı’nda emperyalizme karşı nefret yüklü bir dil kullanan Türk milli
burjuvazisi, topyekûn savaş politikasından tavizler ve ihanetlerle yüklü
politikaya geçmeyi, Türk emekçi halkının sömürülmesine ortak olmayı öne alan
bir yaklaşıma göre hareket etmektedir. Londra Konferansı’ndan beri milli
burjuvazideki devrimci ruh hâlinin yerinde artık yeller esmektedir. Bugün
Ankara hükümetinin yüzü Lozan Konferansı’na dönüktür; o, varolmak ve büyük
burjuvazinin çıkarlarını korumak noktasında zaruri olan barış şartlarını
imzalamanın yollarını aramaktadır. Hükümetin amacı, Misak-ı Milli ile
bağlantılı olarak verilecek tavizler üzerinden tüm bedeli emekçi kitlelere
ödetmektir. Sizin de tanık olduğunuz üzere, Ankara hükümeti, proletarya ve
komünistleri hedef alan kapitalist saldırının parçası olmaktan hiç imtina
etmemektedir. Türkiye Komünist Partisi’ne karşı Mustafa Kemal hükümetinin
uyguladığı barbarca baskılara dair bilgiler veren telgrafı, Yoldaş Clara
Zetkin’in oturumun başında İtalya, Polonya, Romanya, Yunanistan, Letonya ve
başka yerlerde komünistlere yönelik zulümleri tel’in eden konuşmasından önce
almıştık. Bu baskıları barbarca olarak nitelememiz yerindedir, zira polis
mahkûmlara usturalarla, ucu sivriltilmiş demir çubuklarla, insanlık dışı
işkenceye maruz bırakmıştır.
Toplu
tutuklamaları gerçekleştirirken Mustafa Kemal hükümeti, tutuklanan
yoldaşlarımızı Sovyet Rusya adına casusluk yapmakla suçlamış, onlara vatana
ihanet suçlaması yöneltmiştir. Son gelen haberlere göre, tutuklamalar hâlen
daha devam etmektedir. Şuan itibarıyla tutuklu sayısı iki yüzü aşmıştır.
İstanbul’da Türkiyeli işçilerin kurdukları sendika kapatılmış, komünistlerin
peşine düşülmüştür. Olağan zamanlarda bu kadar insanın tutuklandığı başka bir
ülke yoktur. Yaşanan baskılara ve teröre rağmen gerçek dostlarını ve
düşmanlarını ayırmayı artık öğrenmiş olan işçi ve köylüler, partinin etrafında
eskisine nazaran daha sıkı bir biçimde toplaşmaktadır. Şu olgular, bu gerçeğe
dair birer delil olarak görülmelidir:
1.
Ankara’daki cephanelik fabrikasında, İmalat-ı Harbiye’de komünist işçiler
gözaltına alındığında komünist olmayan işçiler, gözaltıların neden yapıldığını
sordular. Komünist oldukları için gözaltına alındıkları söylenince, aynı
işçiler, “proletaryanın çıkarlarını savunan insanları gözaltına alıyorsunuz, o
zaman bizi de tutuklayın. Eskiden komünist değildik ama şimdi komünistiz”
dediler.
2.
Bu keyfi tutuklamayı protesto eden bir komünist işçinin işçilerin komünist
partide örgütlenmesi gerektiğine ilişkin çağrısına birçok işçi destek verdi.
Çatışma yaşandı ve askerler düzeni tesis etme noktasında epey güçlük çektiler.
3.
Köylü örgütlerinde tutuklamalar yaşandığı esnada köylüler epey güçlü bir
direniş sergilediler.
4.
İstanbul’da komünistler, bugün emperyalizmin ve burjuvazinin diktatörlüğüne ve
terörüne rağmen, mücadele içerisinde elde ettikleri mevzileri korudular.
Yoldaşlar,
burada size sunduğum bilgilerden de anlaşılacağı üzere Türkiye ve İstanbul’daki
komünist partiler, milli kurtuluş mücadelesini, Komünist Enternasyonal’in
talimatları uyarınca her daim desteklemişlerdir. Mevcut durum karşısında
görülecektir ki komünist partiler, kendilerini her daim proletaryayı örgütleme
ve eğitme faaliyetlerine vakfetmiş, bir yandan da kitleler için demokratik
reformlar talep etmişlerdir. Burjuva milliyetçi hükümetse, dost ve yandaş
görünmesine karşın, her daim partiye zulmetmiştir. Bugün de gördüğümüz
biçimiyle, bu hükümet, her devrimciyi ve komünist hareketi yok etmeye
kararlıdır.
İşin
tuhaf yanı şu ki hükümet, emekçi kitlelerin ve tüm dünya proletaryasının daha
fazla desteğine ihtiyaç duyduğu bir momentte, tüm emperyalist güçlerin
Türkiye’ye tümüyle boyun eğdirmek için birleştiği koşullarda, kör körüne
geliştirilmiş antikomünist politikalar devreye sokmakta ve buna uygun olarak
hareket etmektedir. Gelgelelim bu üç yıl boyunca mücadeleyi desteklemiş olan
emekçi kitleler ve dünya proletaryası, karşı saldırıyı gerçekleştirdiği vakit,
hükümetin eylemlerindeki o aptallık ve suça batmış mahiyet de açık biçimde
görülecektir. Bunun yaşanacağı gün de öyle çok uzakta değildir.
Yoldaşlar,
Türk heyeti Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi’nin milli ihanet
hükümeti ve emperyalizmin diktatörlüğü altında çile çeken Türkiye emekçi
halkına ve kurtuluşun gerçekleşeceği o büyük günü yiğitçe bekleyen
hapishanedeki yoldaşlarına dünya proletaryası adına aşağıdaki açık mektubu
göndermesini önermektedir.
Türkiyeli
Komünistlere ve Emekçi Kitlelerine
Büyük
proleter devrimin beşinci yıldönümünde toplanan Komünist Enternasyonal Dördüncü
Kongresi, Batı emperyalizmine karşı kahramanca yürüttükleri bağımsızlık
mücadelesinin başarıya ulaşması ile ilgili olarak, Türkiyeli işçilere ve
köylülere en sıcak selamlarını gönderir.
Türkiyeli
yoldaşlar, sizler, zapturapt altına alınmış tüm Doğu’ya ve tüm sömürge ülkelere
devrimci bağımsızlık hareketinin canlı bir örneğini sundunuz.
Ne
var ki son yaşanan olayların da gösterdiği üzere, burjuva milliyetçi
hükümetler, gösterdiğiniz muazzam fedakârlıklar üzerinden kazanılmış bu zaferin
meyvelerini gasp etmeye çalışmaktadırlar. Ankara’daki milliyetçi hükümet, bugün
Türk büyük burjuvazisi lehine kimi tavizler karşılığında, emperyalistlerle
uzlaşmaya hazırdır.
Hükümet
bu yeni siyasetini Komünist Parti’yi tasfiye edip, tüm örgütlerini kapatarak,
kitlesel gözaltılar gerçekleştirerek ve tutuklu yoldaşlara barbarca muamele
ederek yürürlüğe sokmuştur. Hükümet, İstanbul’daki Türkiyeli işçilerin kurduğu
sendikayı kapatmıştır. Oysa Türkiye Komünist Partisi, emekçi kitlelerin
emperyalizme karşı verdikleri mücadelede burjuva milliyetçi hükümeti her daim
desteklemiştir. Türkiye Komünist Parti, ortak düşman karşısında, programı ve
idealleri konusunda geçici kimi fedakârlıklarda bile bulunabileceğini zaten
ortaya koymuştur.
Burjuva
hükümetin Komünist Parti’ye yönelik eylemini izah eden ana husus, işçi ve
köylülerin yardımını almak adına onlara vaat edilen reformların yürürlüğe
sokulmasını talep eden sınıf bilinçli işçi-köylü temsilcilerini yolun kıyısına
atma arzusudur. Hükümet, ayrıca Lozan Konferansı’nda gerçek bir burjuva hükümet
olarak arz-ı endam etmek istemektedir. Türkiye’deki burjuva hükümeti, size ve
temsilcilerinize yönelik bu suçları işleme küstahlığında bulunmuştur. Söz
konusu suçların ana kaynağı, Türkiye’deki emekçi halkı boğma çabası dâhilinde,
tüm emperyalist ve kapitalist sınıflar birleştiği vakit, o zor zamanlarda
hiçbir maddî yardımı esirgemeyen, başını Rus proletaryasının çektiği tüm dünya
proletaryasına yönelik öfkedir.
Milliyetçi
hükümetin amacı, emperyalizmle anlaşma imzalamaya hazırlandığı bir dönemde,
sizin gerçek temsilcilerinizi yok etmek ve sizi yurtdışındaki dostlarınızdan
kopartmaktır.
Komünist
Enternasyonal Dördüncü Kongresi, bu barbarca eylemi güçlü bir dille protesto
eder ve emperyalist jandarma rolünü oynamayı reddeden, emperyalizme karşı
mücadeleyi sürdüren ve Türkiyeli emekçi kitleler lehine olacak demokratik
reformları uygulayan her hükümete veya politik partiye destek sunmayı bir görev
bildiğini resmi olarak beyan eder.
Dünya
proletaryasının genelkurmayı ve savunucusu olarak Komünist Enternasyonal,
Türkiyeli emekçi kitlelerin kendilerini davaya adamış, sınıf bilinçli
temsilcileri olarak siz yoldaşlarımızı en içten duygularımızla ve coşkuyla
selamlarız.
Yoldaşlar
unutmayın, zindanların karanlığı, devrim güneşini asla karartamaz.
Yoldaşlar
unutmayın, devrimci zaferin arifesinde, yönetici sınıftaki güçsüzlük, giderek
tırmanan zulümde karşılık bulur. Kapitalizm, içsel çelişkilerinin ağırlığı ile
çökmektedir, emperyalist rakipler arasındaki çatışma zirveye ulaşmıştır.
Beynelmilel burjuvazinin yeni komünist toplumun yaratıcılarına ve öncü
savaşçılara karşı uyguladığı zulmü iki katına çıkarttığı moment işte bu türden
bir momenttir.
Lâkin
o kaçınılmaz, nihai zafere olan kat’i inancımızı hiçbir beyaz terör sarsamaz.
Hapishaneye atılan veya vurulan her bir yoldaşımızın yerini yüzlerce yoldaşımız
alacak, kurtuluş mücadelesine yeni ve coşkulu bir yürekle devam etmek adına,
onlar sömürülen proleter kitlelerin önüne geçeceklerdir.
Yoldaşlar,
Üçüncü Enternasyonal, sizleri cellâtlarınızın ellerinden kurtarmak için gerekli
her şeyi yapmayı hayatî bir görev addeder.
Yaşasın
dünya devrimi!
Yaşasın
kendilerini davaya adamış Türk komünistleri!
Yaşasın
Komünist Enternasyonal!
Yaşasın
Sovyet Rusya!
(Karar
oybirliğiyle kabul edildi.)
[Kaynak:
Toward the Front: Proceedings of the Fourth Congress of the Communist
International, 1922, Yayına Hazırlayan ve Çeviren: John Riddell, Brill,
(Leiden-Boston, 2012), s. 613-620.]
Dipnotlar:
[1] Orhan’ın konuşmasından üç gün önce, 17 Kasım’da tahttan indirilmiş olan
Sultan Mehmet Britanya’ya ait bir savaş gemisiyle İstanbul’dan ayrıldı ve
İtalya’ya sürgüne gönderildi.
[2]
Beynelmilel İşçi Sendikası 1920 sonunda İstanbul’da kuruldu ve ağırlıklı bir
kısmı Rum, Ermeni ve Yahudi olan beş bin civarında işçiyi bir araya getirdi.
Ertesi yıl Kızıl Enternasyonal İşçi Sendikaları’na katıldı. 1922 yazında BİS
bir işçi konfederasyonu dâhilinde Türk işçilerle birleşmeme kararı aldı. Ancak
Ekim ayında Müttefikler’e bağlı işgalci güçlerin çekilmesi yönünde ajitasyon
faaliyeti yürütmek adına iki grup birleşti ve her ikisi de yeraltına çekildi.
Eşref
Dehgani, Mesud Ahmedzade ile Samed Behrengi’nin yazılarından etkilenerek,
ağabeyi Behruz ile birlikte altmışların sonunda gerilla hareketine katıldı.
1970’te Puyan örgütünün üyesi olan Dehgani, Mayıs 1971’de, Siyahkel
saldırısından aylar sonra tutuklanıp hapse atıldı. Şah’ın polisi ve SAVAK
mensuplarının işkencelerine direnen Dehgani, Halkın Mücahidleri üyesi kadın
gerilla Nahid Celali ile birlikte Mart 1973’te Kasr Hapishanesi’nden firar
etti.
Hapishaneden kaçtıktan kısa bir süre sonra yayınladığı hatıratı, hapishanede kaldığı süre boyunca gördüğü işkenceleri tüm detaylarıyla aktarmaktaydı.
Bu çalışmada
Dehgani, gerilla hareketinin yanlışları yanı sıra, ileride tutsak düşeceklere
işkencelere dayanma ile ilgili tekniklerden bahsetmekteydi. Politik çevrelerde
yaygın olarak dağıtılan bu kitap, muhalif radyo istasyonlarında okundu. 1978’de
İngilizceye çevrilen kitap, yabancı okurlar için Yeni Delhi’de yayımlandı.
Yetmişlerin sonunda her politik İranlı, bu kadın gerillanın ismini bilmekteydi.
Bazılarının
fazla duygusal ve işkence meselesine kitli olması sebebiyle bir kenara attığı
kitap, aynı zamanda epey bilgi yüklüydü. İranlı bir gerilla kadının sesini
işitmemizi sağlayan hatıratta Dehgani, kendisinden ve hareket içerisindeki
direnişten bahsetmekteydi. Cinsel kimliği konusunda genelde mütevazı laflar
etmeyi tercih eden yazar, bazen “kadın” kategorisine ilişkin olarak, kendisini
nasıl gördüğüne dair sözler de sarf ediyordu.
Dehgani
hatıratında, kadın gardiyanları “cadalozlar” olarak anıyordu. Yüzünden kan
gelene dek kendisine yumruk ve tokat atan bu gardiyanlar, mahkûmların uyumasına
izin vermez, tuvalete gitmelerine yasak koyar, bulunduğu yerleri kontrol
altında tutardı. Dehgani’nin “kendini beğenmiş” ve “edepsiz” olarak tasvir
ettiği bu gardiyanlar, Pehlevi’nin inşa ettiği kadınlıktaki düşüklüğe sahipti.
Dehgani’ye göre onlar, çürümenin suç ortaklarıydı.
Hatıratında
aktardığına göre, işkence gören devrimcilerden birinin önünde bu gardiyanlardan
biri çırılçıplak dans etmişti. Aslında bu tür aktarımlar üzerinden Dehgani,
devrimci kadınlara ilişkin bir tasvir sunuyordu. Şah yanlısı kadınların
“Batı’nın kültür emperyalizminin (garpzadegi) uzantısı” olduklarını,
cinsel açıdan hafifmeşrep hareket ettiklerini söylüyordu. Yetmişlerde bu
hatırat radyolardan okunduğunda dinleyenler, Batı’nın kirlettiği kadın ile
kadın gerillaları karşı karşıya getirme imkânı buldular.
Kitabında
Dehgani, kadınlarla ilgili meselelerin kültüre değil, üstyapıya ait meseleler
olduğunu söylüyordu. Kitabın ilk sayfalarında Dehgani, şu değerlendirmeyi
sunmaktaydı:
“Bir kadın erkekle
birlikte sınıf bilincine kavuşup yozlaşmış sınıfsal yapının kökünden sökülüp
atılması gerektiğine dair belirli bir farkındalığa ve anlayışa sahip olduğu an,
gerici ölçütlerin ve değerlerin değil beşeriyetin kadını hâline gelir. Böylesi
bir kadın, insanların adil ve şerefli bir yere sahip oldukları bir toplumun
inşa edildiği sürece katkıda bulunur. Kadınlara ne kadar özgürlük verileceği
sorusunun hükmünü yitirdiği böylesi bir toplumda erkekler ve kadınlar gerçek
özgürlüğe kavuşurlar. İlerleme için kadın-erkek herkes yan yana mücadele
ederler.”[1]
Dehgani,
bir yandan da fuhuş suçlamasıyla hapiste bulunan kadınlarla da vakit
geçirmekteydi. Ona göre “fuhuş”, zengin aristokratların başını çektiği
sömürünün bir biçimiydi. Bu kadınlar, sosyal adaletin ve eşitliğin olmaması,
yoksulluğun hükmünü yürütmesi sebebiyle hapisteydiler.[2]
Hapiste
tanıştığı emekçi kadınlar sayesinde Dehgani, kapitalizmi toplumsal cinsiyet
temelinde eleştirme imkânı buldu. Bu noktada Dehgani, İran burjuvazisinden ve
ülkeye sızan Batı kapitalizminden bahsetmekteydi. Hapishanedeki fahişeler,
kapitalizmin yol açtığı yıkımın birer yansımasıydı.
Kitabın
belirli yerlerinde Dehgani, politik projesinden de bahsediyordu. Bu noktada
amaçlarından birinin rejimin yenilmez olduğuna dair efsaneyi yerle bir etmek
için mücadeleyi yükseltmek olduğunu söylüyordu.[3]
1957’de
kurulduğundan beri Şah’ın gizli polis gücü SAVAK sayesinde rejim, her şeye
kadir, kudretli bir güç olduğuna dair bir imaja kavuşmuştu. Her yanı sarmış
muhbirler ağı ve işkenceler, bu imajı perçinleyen unsurlardı. Bu sayede rejim,
yurttaşlarının her an nerede olduğundan haberdar olabilmekteydi.[4]
Bu
konuda ABD’li bir ziyaretçinin şu tespiti de ilgili değerlendirmeyi destekler
nitelikteydi:
“SAVAK, yürüttüğü
faaliyetler konusunda zerre hesap vermediği için mevcut korkuyu bir biçimde
yoğunlaştırmaktadır. İran’da insanlar ortadan kaybolmaktadır ve bu kayıpların
kaydı bile tutulmamaktadır.”[5]
Bu
insanlar bulunsa bile üzerlerinde işkencelerden kalma ağır izlerle
dönebilmektedirler evlerine. Guatemala’daki iç savaş üzerinden işkence
meselesini ele alan Irene Matthews’e göre mesele, “cesetleri saklamak veya
insanların kazara öldüklerini söylemek değil, onları bile isteye, herkesin gözü
önünde öldürmekti. Bu tür faaliyetler, devlet yetkililerinin cezadan muaf
oluşlarına ait birer simge gibiydi.”[6]
SAVAK
da benzer bir stratejiyi kullanıyordu. Böylece rejimin üstün olduğuna dair
hissin pekişmesini sağlıyordu. Hiç işkencehane görmemiş kişiler bile hayatta
kalanların anlattıkları hikâyelerden buraların nasıl yerler olduğunu
öğreniyordu.
Bu
dönemde rejimin işkencelerinde şehit düşen kadın ve erkeklerin resimleri
insanların ellerinde dolaşmaya başladı. Halk, rejimin gençlere neler yaptığını
bu sayede öğrendi. Bir yazar, o günlerde şunu yazıyordu: “Ölülerimiz nerede?
Devlet, tek bir cesedi yakınlarına teslim etmiş değil.”[7]
Sonuçta
insanların bedenlerinin görünmesini sağlayacak kıyafet kanununu çıkartan da,
belirli göçebe kabileleri belirli yerlere yerleştiren de bazılarını yerinden
yurdundan eden de aynı güçtü. Şah’a göre rejim, herkesin bedenine dilediğinde
el koyabilir, dilediğinde onu unutturabilirdi.
Eril
Tarih kitabında Rıza Baraheni, Şah’ın kendi tebaasından insanların
etini yiyen bir soydan geldiğini söylüyor, bu aileye mensup şahları “Yamyam
Hükümdarlar” olarak nitelendiriyordu. Yazara göre, “Şah’ın işkenceci rejimi,
genç erkek ve kadın eti peşinde koşan ecdadıyla alakalıydı.”[8]
Kitabın
başında Medes kralının hikâyesi anlatılmaktaydı. Bu kral, Şah’ın mitolojik
atası Büyük Kirus’un dedesi idi. Kral, kendisine itaat etmeyen bir vezirine
ateşte pişirilmiş torununun etini yedirmişti. Yemek bitince vezire bir tepside
torunun başı takdim edildi.[9]
Pehlevi
tarihinin esasında yamyamlık tarihi olduğuna dair bu anlatıya göre Beyaz
Devrim’den beri Şah, hanedanlığın temelindeki efsaneler üzerinde duruyor,
kralların ta 2.500 yıl öncesinde yaşamış Büyük Kirus’tan beri varolan Pers
İmparatorluğu’nun başındaki isimlerin torunları olduğunu söylüyordu.[10].
Oysa
Rıza Baraheni’ye göre Şah’ın Aryan geçmişinden miras aldığı tek şey, insanların
bedenlerini parçalatıp yeme alışkanlığı idi.[11] Şah’ın kendisini tanımlama
noktasında kullandığı tarih, esasında “bebek katillerinin tarihi” idi.[12]
Rejim tarafından hapse atılmış bir isim olarak Baraheni’ye göre, Şah’ın
bedenler üzerinde kurduğu tekeliyet, soyut bir fikirden ibaret değildi.
Yurttaşların fiziken yok edilmesi üzerinde duran anlayış, 2.500 yıl öncesinde
olduğu gibi bugün de baskı aygıtının temel unsurlarından biriydi.
Sonuçta
altmışlarda ve yetmişlerde rejimin uyguladığı zulüm çehre değiştirdi: artık
mesele, kadınların örtünmemesi, başörtünün kaldırılması değil, bedenlerin yok
edilmesi veya işkenceden geçirilmesi meselesiydi. Şah, böylece devletin en
mahrem yerlere bile girebileceğini dolaylı olarak söylemiş oluyordu. Bu dönemde
devletin her yerde olduğuna dair anlayış öylesine güçlendi ki sıradan insanlar,
evlerinin her bir köşesinin SAVAK tarafından izlendiğini düşünmeye başladılar.
Önemli olan, Şah’ın böyle bir güce sahip olması veya olmaması değildi. Bu
dedikodular sayesinde rejimin yenilmezliğine dair efsane giderek güçlendi.
Dolayısıyla
işkenceye dayanmış olması, bir de üstüne üstlük zekâsıyla Şah’ı alt edip
hapishaneden kaçması ile Eşref Dehgani, rejimin halk, bilhassa kadınlar
üzerinde kurduğu tahakküm zincirlerini kırmayı bildi. İrlanda’da bir devrimci
örgütün 1980 yılında çıkarttığı bir yayında şu tespite yer verilmekteydi:
“Dehgani, direnişin
simgesidir. […] Dehgani, onun Mayıs 1971’de yakalandıktan sonra gördüğü
işkencelere dayanması ve Mart 1973’te hapisten kaçması sebebiyle bağlı olduğu
komünist örgütüne karşı olanların bile kendisine hayranlık duyduğu bir
isimdir.”[13]
Dehgani’nin
hatıratının İngilizce baskısına yazdığı önsözde solcu Hintli gazeteci Romesh
Thapar da onu “otoriter rejim karşısında insanı tüm korkularından arındıran bir
tutkuya sahip bir devrimci” olarak tarif etmekteydi.[14]
Aynı
şekilde gördükleri işkenceler sonrası Cezayirli kadın gerillalar Buhayrad ve
Bupaşa da anılarında Dehgani’yi aşkın bir insan, “tutkusuyla insanı
korkularından arındıran bir devrimci” olarak tarif etmekteydi. Çünkü Dehgani,
rejimin zulmüne başkaldırmış, tüm işkencelere ve baskılara karşı dimdik durmuş
bir isimdi.
Dehgani’nin
gördüğü işkencelerde çözülmediğine dair hikâyeler, pratikte onu yenilmez bir
insan olarak takdim etmekteydi. “İşkencenin başında gardiyanlar gelip onu
izlerlerdi. Muhtemelen devrimci bir kıza yapılan işkence onlara ilginç
geliyordu.”[15] Dehgani’nin anlattığına göre, ağzından tek kelime alamayan
işkenceci Hüzeyin Zade mırıldanarak, “bu akşam kendimden nefret ettim”
demişti.[16]
İşkencelere
karşı gösterdiği direnç, ona işkencecileri karşısında bükülmez bir kudret
bahşetmişti. Onun iradesini kıramadıkça işkenceciler yerin dibine batıyorlardı.
Dehgani’ye göre, kendisi gardiyanlar karşısında bir “üst insan” olarak
varoluyordu.
“Hepsi de beni güçlü bir
insan olarak görüyordu. Sonrasında istihbarattan isimler, Evin Hapishanesi’nden
işkencede çözülmeden çıkmayı başaran bu kişiyi görmek istediklerini
söylemişler. Hatta benim judo veya karatede siyah kuşak sahibi olduğum
iddiasında bulunmuşlar. Bu tür gerçekliği olmayan iddialara inanmışlar. Bir
seferinde kadın gardiyanlardan birinin bir memurun yatağımın yanından geçerken
elini silâhına götürdüğünü ve yatağa yaklaşmamak için yarım daire çizerek
ilerlediğini söylediğini işitmiştim.”[17]
Hatırat,
solcular arasında ve radyo istasyonlarında yaygın olarak okundu. Dehgani, bu
sayede Şah’ın kadın bedeni üzerinde kurduğunu iddia ettiği kontrol karşısında
bir tür üst-kadın olarak resmedilmeye başladı. O tecavüz ve şişe sokma gibi
işkence yöntemlerine direnmenin adıydı. Onun hikâyesi sayesinde Şah’ın gücünün
kırılgan olduğu görülmüş oldu. Davaya yeterince bağlılık gösterildiği takdirde
düzen, illaki yıkılacaktı.
Cesaretiyle
rejimin zayıflığını ortaya koyan bir üst-kadın olarak Dehgani, muhalefetin
benimsediği toplumsal cinsiyet politikasına da önemli katkılarda bulundu.
Askerî mahkemeye çıktığında Dehgani ve kadın yoldaşı Rukiye Danişkari’ye
erkeklerle salonda bulunmalarına izin verilmedi. Hâkimler, muhtemelen
erkeklerin kadınların bulunduğu ortamda alacakları cezaları sessizce
karşılamayacaklarını düşünmüşlerdi. Gardiyanlar, militan kadınların salondaki
varlığının erkekleri harekete geçireceğinden korkmuşlardı. Dehgani, kitabında
bir gardiyanın şu sözünü aktarıyordu: “Eğer mahkeme salonunda uslu durur,
slogan atmazsan, erkek yoldaşlarınla birlikte temyize başvurmanıza izin
veririz.”[18] Gardiyanlar, kadınların varlığının devrimci ruhu
canlandırmasından korkmuşlardı.
Hapishanedeyken
Dehgani, kendisini ve yoldaşlarını devrimci kahramanlar geleneğinin birer
parçası olarak görüyordu. İşkence esnasında direnmek için aklına Batista’ya
karşı isyanı başlatmış olan Kübalı General Camilo Cienfuegos’u getiriyordu.[19]
Bir yoldaşının işkencedeki direnişini Vietnam’da kendisini yakan Budistlerin
eylemine benzetmekteydi.[20] Yoldaşlarıyla birlikte beynelmilel devrim marşları
söylüyordu. Yoldaşları Rukiye Danişkari ve Şahin Tevekküli ile birlikte Viet
Kong’un şehit savaşçısı Nguyen Van Troi’nin şiirlerini ezbere okuyordu.[21]
Hatta bazen politik tutsaklarla iletişim kurmak için Salvador Allende’nin
kampanya şarkısı “Venceremos”u söyleyerek duvarda ritim tutuyorlardı.[22]
Ekmekten sıkılı yumruk, hançer, makineli tüfek, tüfek, lale ve siyah balık
şeklinde figürler yapıp birbirlerine veriyorlardı.[23] Bu türden detayların da
ortaya koyduğu biçimiyle, içeride ve dışarıda direnişin kullandığı sözcükler ve
imgeler, genel anlamda dünyada kullanımda olan devrime ait repertuvardan temin
edilmişlerdi. Politik tutsaklar arasında en güçlü semboller ise, devrim ve
kurtuluş geleneğine ait, döneme has sembollerdi.
Gelgelelim
beynelmilel sözcükleri ve imgeleri sadece Dehgani ve yoldaşları kullanmıyordu.
Ona işkence edenler de Dehgani’yi sürekli bir yıl önce Sandinist hareket üyesi
Patrick Arguello ile birlikte uçak kaçıran Leyla Halid’e benzetiyorlardı.
İşkencede gösterdiği dirence atıfla işkenceciler birbirlerine, “başımıza Leyla
Halid kesildi gene” diyorlardı.[24] Hatta bazen ona “sevgili Leyla”[25]
diyorlardı. Bu ifadeyi esasen alay etmek için kullanıyorlardı, zira İranlılarla
Araplar arasında varolan kültürel gerilimlere bağlı olarak burada aslında Leyla
Halid’in Arap ve Filistinli oluşu üzerinde durulmaktaydı. İşkencecilerin
buradaki amacı, Dehgani’yi aşağılamaktı. Ama gene de Dehgani’nin militanlığına
atıfta bulunurken işkenceciler, dönemin ünlü kadın gerillalarına atıfta bulunma
mecburiyeti duyuyorlardı.
Oysa
zaten Leyla Halid, hatta ondan da önce Cezayirli özgürlük savaşçıları Cemile
Buhayrad ve Cemile Bupaşa, İranlı kadınlara kadınların devrimcileşmesi
ihtimaline dair güçlü bir imge temin etmişti. Halkın Fedaileri örgütüne mensup
bir devrimcinin ifadesiyle:
“Leyla Halid, Cemile
Bupaşa gibi büyük bir kadındır. O, kadınların direnişinin sembolüdür. O, bize
başka kadınların mücadeleye nasıl girecekleri konusunda çok şey öğretmekte, bu
konuda ciddi fırsatlar sunmaktadır. Leyla Halid gibi isimler, bizim ilham kaynağımızdır.”[26]
İranlı
kadınlara sadece bu isimler değil, başka devrimci kadınlar da ilham vermiştir.
İranlı kadınlar, o devrimci kadınların resimlerini solcu metinlerde ve
gazetelerde görmüşlerdir. Bu kadınların dünya genelinde nasıl şöhret sahibi
olduklarını öğrenmiş, onlarla ilgili olarak anlatılan efsaneleri
dinlemişlerdir. Leyla Halid ve Cemile Bupaşa, sadece model değil, ayrıca İranlı
politik kadınlara devrimde nasıl bir yere sahip olacakları konusunda belirli
bir anlayış da sunmuştur.
Arielle Sadie Gordon
[Kaynak:
The Women with a Gun: A History of the Iranian Revolution’s Most Famous Icon,
Güz 2015-Bahar 2016, Doktora Tezi, Brandeis Üniversitesi Tarih Bölümü.]
Dipnotlar:
[1] Ashraf Dehqani, Torture and Resistance in Iran (1978), s. 20-21.
[2]
A.g.e., s. 98.
[3]
A.g.e., s. 24.
[4]
Bu imajı desteklemek için Pehlevi tarihinden örnekler bulunur. Rıza Şah, bazı
göçebe kabileleri otoritelerini zayıflatıp kontrol altına almak için belirli
yerlere yerleştirmiştir. Bu proje, 1963’teki toprak reformlarıyla tamama
erdirilmiştir. Böylece göçebe toplulukların hayatı geçmişe ait bir unsur hâline
gelmiş, altmışlarda bürokrasi, bu türden adımlarla daha da büyümüştür. Özünde
bu projeyi önemli kılan bir husus da bedenlerin hareketlerine belirli
kısıtlamaların getirilmesidir. Artık devlet nezdinde insanlar hareket etmekte,
ama bunu kendi iradelerine uygun olarak gerçekleştirememektedir. Zorla
yerleştirmeler sayesinde devlet, insanların nerede olduklarını her daim
bileceği bir konuma gelmiş, onları kontrol etmesi daha da kolaylaşmıştır. Bkz.
Ansari, Modern Iran (2007), s. 60-61.
[5]
Frances FitzGerald, “Giving the Shah Everything He Wants,” Harper’s Magazine,
Kasım 1974.
[6]
Irene Matthews, “Translating/Transgressing/Torture…” Yayına Hz.: Marguerite R.
Waller & Jennifer Rycenga, Frontline Feminisms: Women, War, and
Resistance içinde (New York & Londra: Routledge, 2001), s. 87.
[7]
Baraheni, The Crowned Cannibals (1977), s. 64.
[8]
Baraheni, The Crowned Cannibals (1977), s. 64.
[9]
A.g.e., s. 19-21.
[10]
Altmışların başında petrol fiyatlarında yaşanan ani yükseliş sayesinde Şah,
Büyük Medeniyet dediği projesini yürürlüğe koyacak sermayeyi bulmuştur. Bu
projede hedef, Pehlevi hanedanlığının eski günlerine dönmek, onun sahip olduğu
ihtişamı ve büyüklüğü aşmaktır. 1963’te eşi Ferah Diba’ya Şahbanu unvanıyla taç
giydirmiştir. Şahbanu “Hanım Şah” anlamına gelen, Sasanilerde kullanılan bir
unvandır. O günden sonra Kraliçe Ferah İmparatoriçe olarak anılmaya
başlanmıştır. Oysa bu, Pehlevi İran’ında veya Kaçarlar’da daha önce
kullanılmamış olan bir unvandır. 1971’de, İran’da gerilla hareketi Siyahkel’de
ilk fitili ateşlediği o yılda Şah da Pers İmparatorluğu’nun ve İran krallığının
2.500’üncü yıl dönümünü kutlamak için festivaller düzenlenmesini emretmiştir. 200
milyon doları aşan maliyetiyle bu kutlamalar, sadece varolan eşitsizliğin daha
da derinleştiğinin ispatı olarak iş görmüşlerdir. Hatta Şah, Parsiyalıların
düzenlediği türde askerî geçit törenleri tertip edilmesini emretmiştir. Son gün
Kirus Silindiri’nin sergilendiği Şahyad Kulesi’nde Şah için taç giyme töreni
düzenlenmiştir. 1979’da bu kule, Şah’ın yıkılışının ve devrimin zaferinin en
önemli mimari sembollerinden biri hâline gelmiştir.
[11]
Baraheni kitabında, ayrıca Büyük Şah Abbas gibi krallardan da söz eder. Bu
kral, mahkeme salonuna yamyamlar getirtir, yargılanan vezire, şaire veya yazara
sağa ya da sola dönmesini emreder, oradaki yamyamın onu yemesini söylermiş.
Kralın emirleri anında yerine getirilirmiş. Hatta Chardin isimli bir Fransız
seyyahın anlattığına göre, mahkeme salonundan ayrılıp evine gittiğinde aynanın
karşısına geçip “başım hâlâ omzumun üzerinde mi?” diye bakarmış. Baraheni, The
Crowned Cannibals (1977), s. 22-23.
[12]
Baraheni, The Crowned Cannibals (1977), s. 64.
[13]
“Ashraf Dehqani Speaks”, International Newsletter: Iran, Revolution in the
Making içinde, (Dublin, İrlanda, Kasım 1980); IISH, Siagzar Berelian
Collection, Box 14.
[14]
Romesh Thapar, “Foreword,” Dehqani, Torture and Resistance içinde
(1978), s. ix.
[15]
Dehqani, Torture and Resistance in Iran (1978), s. 12.
[16]
A.g.e., s. 22.
[17]
A.g.e., s. 23.
[18]
A.g.e., s. 92.
[19]
A.g.e., s. 79.
[20]
A.g.e., s. 59.
[21]
A.g.e., s. 73.
[22]
A.g.e., s. 74, 80.
[23]
A.g.e., s. 74.
[24]
A.g.e., s. 26.
[25]
A.g.e., s. 41.
[26]
Zöhre Hayyam ile söyleşi: Manijeh Nasrabadi, “‘Women Can Do Anything Men Can
Do’: Gender and the Affects of Solidarity in the U.S. Iranian Student Movement,
1961-1979,” Women’s Studies Quarterly 42:3-4 (Güz/Kış 2014): s. 140.
Fusako
Şigenobu, 28 Eylül 1945’te Tokyo da dünyaya geldi. Babası İkinci Dünya
Savaşı’nda Mançurya’da Japonya İmparatorluk Ordusu’nda binbaşı olarak görev
yapmıştı. Fusako, Meiji Üniversitesi’nde siyasi ekonomi ve tarih öğrencisi iken
sosyalizmle tanıştı. Eğitim harçlarına yapılan zamları protesto eylemleriyle
tanındı. Hızla sol hareketlerin içerisinde lider kadrolara yükseldi. Japon
Komünist Birliği’ni yetersiz bularak, birkaç arkadaşıyla Japon Kızıl Ordu
Fraksiyonu’nu kurdu.
JRA
Enternasyonal, bir çizgide hareket etmeye başladı. Almanya da RAF ve RZ, İtalya
da Kızıl Tugaylar, Fransa da Action Directe, Belçika da Savaşan Devrimci
Hücreler ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ile birlikte hareket etti. JRA
Lübnan’daki FHKC kamplarını kendine üs edindi. Filistin davasını kendi davası
ilan etti. İlk eylemini 1972 yılında Tel Aviv Lod Havaalanı’nda
gerçekleştirdi.
Üç
JRA üyesi ellerindeki silâh ve bombalarla havaalanını işgal etti. 26 kişi öldü,
80 kişi yaralandı. Üç gerilladan ikisi öldürüldü, biri ise yaralı olarak ele
geçirildi. 1973 yılında Tokyo Paris seferini yapan Jal uçağı kaçırılıp, tutsak
edilen arkadaşlarına karşılık rehine takasında bulundular. Talep ret edilince
uçağı Bingazi’ye indirtip, rehineleri serbest bıraktıktan sonra uçak havaya
uçuruldu.
70
ve 80 döneminde Fusako önderliğindeki JRA yüzlerce eylem gerçekleştirdi.
Düşmanlarının üzerine âdeta karabasan gibi çöktü. Birçok ülke, Fusako’nın
başına ödül koydu. Birlikten kuvvet doğar ilkesiyle hareket eden Fusako,
devrimci mücadeleye yeni bir ruh kazandırdı. Halkların kardeşliğini Japonya’dan
Filistin’e taşımış, oradan Avrupa ve Latin Amerika’ya kadar tüm devrimci
gruplarla kardeşlik bağı kurdu. JRA, İsrail, Hollanda, Lahey, Singapur,
Hindistan ve İtalya’da başarılı eylemler gerçekleştirdi.
Fusako,
25 yıl firari yaşadıktan sonra, 2000 Kasım’ında yakalandı ve Osaka’da “Dünyanın
en çok korkulan kadın militanlarından biri” olarak yargılandı ve tutuklandı.
Duruşmasında Leyla Halid savunma yaptı. 20 yıl hapse mahkûm edildi. Tüm Dünya
onu elleri kelepçeli olarak yaptığı özgürlük işareti ve “Savaşmaya deva
edeceğim” diye bağırmasıyla tanır.
Selam
olsun sana, halkların kızıl gülü.
Can Şahin
24
Ocak 2020
“Doğu’da tapılan ilah, beyaz Avrupalıdır,
Batı’da tapılan ilahsa parlak bir metaldir.”
[Muhammed İkbal]
25-26
Ocak tarihinde İslam ve Sol Çalıştayı düzenlenecek. Geçen sene bu çalışma, Sarp
Kuray’ın emriyle yapılmıştı. “Doğrudan Ekrem İmamoğlu’yla ve CHP’nin
muhafazakâr kesime açılmasıyla alakalı”ydı.[1] Sarp Kuray, CHP yönetimine gidip
“tüm devrimcileri, sosyalistleri CHP’ye örgütleyeceğime söz veriyorum” diyen
kişi. Kurultayın da neden örgütlendiğini bu söz üzerinden sorgulamak mümkün.
Ayrıca
Kuray, CHP’nin Baykal eliyle sağa dümen kırdığı dönemde, partiden kovulan
Aleviler ve Kürtler başka yere gitmesin diye SHP adında bir parti kurmuştu. Bu
devlet operasyonu dâhilinde, Kuray’ın ilişkili olduğu partinin Mersin il
örgütünün başına Sedat Peker’ci biri getirilmişti. Bahsi geçen kişinin bugün
nerede durduğunu buradan sorgulamak mümkün.
* * *
Çalıştayı
bu sene örgütleyenler, başka bir şey umuyor olabilirler. Ama en azından
“Müslümanları geberteceğiz, kıyımdan geçireceğiz” diyen Orhan Gökdemir’in
çağrılması, bize bir şeyler söylüyor olmalı.[2] Ayrıca kurultaya katılan bazı
isimlerin üyesi olduğu örgüt, “Ortadoğulu Sünni İslam’ın tarihsel gelişim için
tasfiyesinin gerekli olduğunu” söylüyor.[3] “Bunlar, hangi solu hangi İslam’la
yan yana getiriyorlar?” sorusu cevabını bekliyor. Bir de “niye yan yana
geliyor?” sorusu sorulmalı elbette.
Bahsi
geçen örgütün “tarihsel gelişim” dedikleri nedir, kimin içindir, bu da ayrı bir
soru. Sünni kesim içi bir yarılmanın, emekçiden, ezilenden yana bir ayrışmanın
imkânını kimsenin istemediğini söylemek lazım. Bu ayrışmayı örgütleyecek, ona
örgütlenecek bir sol yok bu ülkede. Sol, kendi nefsinden başka bir şey
tanımayanların içi boş ütopyası, yok yeri, başka bir anlama sahip değil. Bunu
devlet de sermaye de böyle biliyor, böyle olsun istiyor.
* * *
Bu
tür kurultaylar ticaret kafası ile örgütleniyor, pazarı genişletmek için icra
ediliyorlar bir bakıma. “Dergi, kitap satarız, malımızı tanıtırız” diye
düşünüyorlar. İçeriğinin hiçbir önemi yok. “Herkes olduğu gibi kalsın,
sorumluluk almayalım, liberal düzlemde yan yanaymış gibi görünelim”
derdindeler. Sol ve İslam, ancak liberalizm düzleminde bir araya gelebiliyor:
“Modernizm bağlamında teslimiyet İslamî hareketin; Aydınlanma bağlamında
teslimiyet sol hareketin genel karakteridir. Bu anlamda sol ve ‘İslam’ birer
mütemmim cüzdür. Karşıtların birliği ise en iyi, ‘şiddetsiz siyaset ve
ideoloji’ olarak liberalizmde mümkündür.”[4]
Sol
ayrı mutlak bütünlük, İslam ayrı, ama eksik bütünlük olarak görülüyor. Dipten
derinden oryantalizm, sömürgeci fikriyat ve İslam düşmanlığı anlamında
İslamofobi, tüm batılı türevleriyle bu kurultayın hamurunu karıyor. Bünyesine
tek bir İslamcının veya Müslüman siyasetçinin alınmaması, bunun göstergesi.
* * *
Mesele,
bitmiş tamamlanmış özel iki bütünlüğün yan yana gelmesi değil. Sınıflar
mücadelesi bağlamında ezene, sömürene karşı kolektif mücadeleyi yükseltmekte.
Yüksek siyaset dâhilinde, hâkim etiketlerin yan yana yapıştırılması anlamsız.
Bu tür sol-İslam girişimlerinin kolektifi dağıtmak gibi bir görevi var.
İhtiyaçlar görülmeyecek, sadece iki taraf birbirine güçlü, tam, eksiksiz
yanlarını gösterip bir süre rahatlayacak, birlikte düşmana karşısında sahip
olduğumuz eksik yanları görmek mümkün olmayacak. Gözler kör edilecek. Çünkü
yüksek siyasetin koridorlarında boy göstermeyi sevenler, aşağıdaki yoksullara,
ezilenlere, işçilere kör. Onlardan tiksindikleri için bu tür pazar arayışlarına
yöneliyorlar.
Neticede
AKP karşıtlığı temelinde gündeme gelen bu tür girişimler, sol-İslam arayışları,
doğalında Fethullahçı haleye, girdaba kapılıyor. O nedenle mekâna bir kadın
gönderiliyor, sonra belirli görüntüler kayda alınıyor, tehditler savruluyor,
bazıları siyaset alanından çekip gidiyor, sindiriliyor. Mekândaki bazı isimler
anlatıyor bu kaset vakasını, ama nedense herkes susuyor. Fethullah, gerçek bir
itirazın yükselişini durdurmak için var çünkü. Yükselişe soldan ve sağdan karşı
çıkanların birlikteliğinden bir şey çıkmayacağı açık.
Sol-İslam
arayışlarını baltalayan bir kesim de bazı solcu örgütler. Müslümanmış gibi
görünen üyelerini bu çalışmanın içine gönderdi. Belirli kararların alınmasını,
belirli kararlarınsa alınmamasını sağladı. Hareket, kendi rahminde öldürüldü.
Zenc’den, Bedrettin’den, Ebuzer’den dem vuran sözler, yalandı. Hareketin bu
zincire eklenecek bir halka meydana getirmesi, sınıfsal-ideolojik niteliği
gereği mümkün değildi. O, en fazla (tüm sol örgütler gibi) CHP’ye
eklenebilirdi. Sonuçta sol-İslam arayışları, genel bağlam dâhilinde, 28
Şubatçılıkla ilişkili olarak gündeme geliyordu.
* * *
Sırrı
Süreyya Önder Birikim’e yazdığı yazıda, özünde “ey Müslümanlar Kelâm’a
inanıyorsunuz, inanmayın. İnanmayın ki sizinle ittifak kurabilelim” diyor.[5]
Yazısı boyunca Karmatilerden, Zenc’den bahseden Önder, o insanların o
“eşitlikçi, ortaklaşacı düzeni” Allah’a, Kelâm’ına iman ederek nasıl
kurabildiklerini hiç sorgulamıyor. Çünkü aklı ermiyor. En fazla, Müslümanı
laikleştirmeyi akledebiliyor. On yıl sonra ise “İslam reforma kapalı bir
dindir, Allah kelamıdır, onu değiştiremezsin, yorumlayamazsın kafana göre”
diyor.[6] Özetle Önder, devlet oluyor ve bugün İslam’ın içini boşaltmaya
kalkıyor. Temel dayanaklarından biri olan Kelâm’ı O’nun elinden almaya
çalışıyor. Sonuçta 28 Şubatçılık herkesi örgütlüyor.
Çalıştayın
ardında işte bu zihniyet var. İslam’ın, Müslümanların politik olanla, politik
mücadeleyle bağlarını kopartmak isteyenler, solu kullanıyorlar. Solu belki
Babacan’a, Davutoğlu’na, CHP’yle yürütülecek barış görüşmelerine bağlayacak
irade, buralarda örülüyor.
* * *
“Liberalizm,
salt siyasi anlamda bir kullanıma sahip, asla dinin toplumsal hayattaki yerini
dışlamayan ve hatta onunla iç içe geçen bir karakter arz ediyor.”[7] Bu sözün
sahibi olan, çalıştay katılımcılarından İslam Özkan, çalıştay öncesi çerçeve
çiziyor ve bu bağlamda talimatlarını bir bir sıralıyor: “Kültür alanına
çekilin; siyasi partiye düşmanlık etmeyin; kitleleri değil, bireyleri temel
alın; batının belirli Müslümanlar eliyle yürüttüğü neoliberal siyasete soldan
eklemlenin; demokrasi ve hukuk çalışması yürütün.” Özkan da Müslümanlara
“Kelâm’ı, ondaki politik olanı silelim, O’nu bireylerle Allah arasına çekelim”
diyor. Liberalizm övgüsü, bunları demeyi gerekli kılıyor.
* * *
Çalıştaya
Suavi, bu konuda kalem oynattığı, herhangi bir eylemde boy gösterdiği için
değil, muhtemelen “Bedrettin” filminin lansmanı için katılıyor.[8] Suavi’nin
muhtemelen ve maalesef Bedrettin’i canlandıracağı filmin arkasında “dedelere
ölüm” diyen, Alevi değil “Alevci” olan, Hz. Ali değil alevle, ışıkla bağlantılı
bir postmodern bir dine bağlı olduklarını söyleyen, nasıl oluyorsa Şeyh
Bedrettin’i Alevi zanneden isimler var. Herkes ekmeğinin peşinde sonuçta! Ve bu
çaba, tabii ki Sünni kesim içre yarılmayı boğmaya çalışıyor, oradaki yarılmanın
adı olan Bedrettin’i kendi kasasına hapsediyor.
Sol,
değdiği her şeyin içini boşaltıyor, mundar ediyor. Meseleyi buradan anlamak
gerekiyor. Büyük olasılıkla filmi de Suavi’nin eski patronu, yeni yönetmen
Mahsun Kırmızıgül çekecek! Engelli birine şifa olan Batı sularını anlattığı son
mucizesinin ardından bu sefer de o sularda boğulan direnişi komedi filmi olarak
aktaracak. Veya ömründe hiç film yönetmemiş, ama piyasaya “devrimci yönetmen”,
“Yılmaz Güney’in varisi” olarak sunulan Sırrı Süreyya çeker filmi. Bu işte epey
ekmek var galiba. Ama bu tür zırvalıklara "dur" diyecek devrimci bir
irade maalesef yok.
* * *
Çalıştayın
katılımcıları arasında Müslümanlara ağız dolusu küfreden, “laiklerin
hassasiyetleri için uğraşan”, “şarli ebdocuyum” diyen, okullarında Kur’an
okuyan gençlere IŞİD’li diye saldıran, “altmışlarda inlerine sokmuştuk bunları,
gene sokacağız” diyen isimler var. Bu hâliyle çalıştay, ne Doğu’nun putu
anlamında Beyaz Avrupalı’ya ne de Batı’nın putu anlamında “parlak metal”e laf
edebilir. Siyasetlerini üretim güçlerinin gelişimine göre ayarladıklarını
söyleyen, “Kasım Süleymani kayışı kopmuş motor gibi ortalıkta dolaşıyor” diyen,
“Dersim modernizmin yaşadığı bir yol kazasıdır” tespitinde bulunan, Mustafa
Kemal’i “tam ideolojik insan” olarak tanımlayıp yücelten bu isimlerin bir iki
Müslüman avlamak için Beyaz Avrupalı gibi “safari”ye çıktığını söylemek mümkün.
Avcının tarihi, avın tarihini unutturmaya çalışıyor. Beyaz Avrupalı ve parlak
metal, bunu emrediyor. Ezilenlerin tarihi müştereğe, kolektif iradeye yazgılı.
Kelâm’ı oradan tefsir etmek gerekiyor.
Eren Balkır
23 Ocak 2020
Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Talip”, 10 Ocak 2019, İştirakî.
[2]
Orhan Gökdemir, “İslam ve Sol”, 14 Aralık 2019, Sol.
[3]
Ali Efe, “Birleşik Devrimin Örgütlenmesi Üzerine”, 27 Aralık 2019, Umut.
[4]
Eren Balkır, “İslam ve Sol”, 23 Ekim 2009, İştirakî.
[5]
Sırrı Süreyya Önder, “Müminin Celadetine Ne Oldu?”, Sol İlahiyat içinde,
Birikim Yay., Der. Kâzım Özdoğan ve Derviş Aydın Akkoç, 2013, s. 99.
[6]
“İslam Ne Zaman Devlet Eline Düşmüşse İçi Boşalmıştır”, 22 Ocak 2020, Halk.
[7]
İslam Özkan, “İslami Sol”, 22 Ocak 2020, Duvar.
[8]
“Şeyh Bedrettin Film Projesi”, 15 Kasım 2018, Pir.