31 Ağustos 2021

,

Bakû


Bakû Kurultayı İmparatorluğu Yıkma Çağrısıdır

Tam yüz yıl önce bu ay içerisinde yeni Sovyet hükümeti, sömürgecilik karşıtı Asyalı devrimcileri Bakû’deki toplantıya davet etti. Kurultay, Avrupa’nın sömürgeci egemenliğine karşı mücadelede ve Küresel Güney’in yükselişinde bir dönüm noktası olduğunu ortaaya koydu.

Yüz yıl önce Azerbaycan’ın Bakû şehrinde, sömürgecilik karşıtı eylemcilerin bugüne dek eşine benzerine rastlanmamış olan kurultayında, dünya genelinde sömürgelerin hürriyeti için verilen mücadelenin başladığı cümle âleme duyuruldu. Çoğunluğu Asyalı ve Müslüman olan otuz yedi halktan oluşan yaklaşık 2.050 katılımcı, Eylül 1920’de Doğu halklarının kurtuluşu için yapılan “cihat” çağrısına cevap verdi.

Bugün bile, çoğu sömürgenin en azından biçimsel bağımsızlığa ulaşmasından onlarca yıl sonra, Bakû’nün yaptığı çağrı, ırkçılığa ve beyaz üstünlüğüne karşı artan mücadelelerle sarsılan bir dünyada yankı buluyor.

Doğu’nun Çağrısı

Bakû Kurultayı, kuruluşundan bir yıl sonra Komünist Enternasyonal ya da Komintern tarafından, tam da Avrupa’daki siyasi denge Komintern’in destekçileri aleyhine değişmeye başlarken toplandı. Tarihçi E. H. Carr’ın deyimiyle, Bakû Kurultayı, “Doğu’nun Batı’yla bir denge kurmak için yaptığı çağrı”yı ifade ediyordu. Gerçekten de geçen yüzyıl boyunca komünizmin yarattığı en kalıcı tarihsel tesir, onun sömürgecilik karşıtı kurtuluş hareketlerine sağladığı itici güçtü.

1889’da kurulan İkinci/Sosyalist Enternasyonal, bu alanda çok az başarıya ulaşabilmişti. Bu enternasyonalin ilkesel planda sömürgeciliğe karşı çıktığına kimse itiraz edemezdi, lâkin bu, ondaki bu sömürgeciliği mahkûm eden tutum her ülkenin sergilediği bir tutum değildi. 1907 kongresinde bu tutum 127’ye 108 oyla zar zor sürdürülebildi. Üstelik o zamanlar, sosyalist hareketin öncelikli olarak Avrupa’yı esas alan birçok lideri, sömürgeleri özgürleştirme hedefini, ancak daha sonraları gelecekteki bir sosyalist hükümet tarafından hayata geçirilecek bir zorunluluk olarak görüyordu.

Bu esnada Birinci Emperyal Paylaşım Savaşı sırasında Avrupa’nın önde gelen sosyalist partilerinin çoğu, kendi kapitalist hükümetlerinin savaş teşebbüslerini destekledi, dahası bu partiler, sömürgeci imparatorluklarının savunulmasına dönük çalışmalara katıldılar. Bu süreçte sömürgelerde yeni yeni oluşmaya başlayan halk hareketleri, tam bağımsızlıktan ziyade sadece görece özerklik talebinde bulunuyorlardı. Ama 1917 Rus Devrimi, yurtdışında da hızlı bir şekilde saygı kazanacak, farklı bir yol çizdi.

Paris’ten Bakû’ye

Devrim sırasında, etnik azınlık gruplar Rusya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Müslüman Asya halkları, Rus yerleşimci sömürgeciliğinin yayıldığı geniş topraklarda ikamet eden toplamın altıda birini meydana getiriyorlardı. Kasım 1917’de işçi, asker ve köylü sovyetleri üzerine bina edilen, Bolşevikler liderliğindeki hükümet iktidara geldiğinde, ilk kararnamelerinden biri, bu azınlık halklarına “ayrılma hakkı da dâhil olmak üzere özgürce kendi kaderini tayin hakkı”nı güvence altına alıyordu.

Bir başka erken dönem Sovyet kararnamesi de Müslüman işçilere ve çiftçilere “bundan böyle inanç ve geleneklerinin, ulusal ve kültürel kurumlarının özgür ve dokunulmaz ilân edildiği”ne ilişkin taahhütte bulunuyordu. Bu çabalar, özellikle sömürgelerdeki eylemciler arasında, enternasyonal boyutta yoğun destek buldular. 1919’daki Paris Barış Konferansı, sömürgeleştirilmiş halklar için kendi kaderini tayin etme fikrini kesin bir şekilde reddettiğinde, sömürge haklarının savunucuları, tam bağımsızlık hedefine sarılmaya yöneldiler.

Eski rejimin destekçileri, ABD ve diğer Müttefik güçlerine ait silâhlı birliklerin yardımıyla Sovyet hükümetine karşı bir savaş başlatınca, Sovyet rejimi, çarlık sömürgeciliğinin kurbanları arasında büyük bir destek topladı. 1919’un sonlarına doğru, 250.000’e yakın Müslüman kökenli işçi, Sovyet Altıncı Ordusu’nun mücadeleyi kararlılıkla yürüten Orta Asya cephesinde, gücün neredeyse yarısını oluşturarak hizmet veriyordu.

1919’un sonunda, Sovyet kuvvetleri iç savaşın ana cephelerinde galip geldi. İran, Azerbaycan, Afganistan ve bugünkü Türkmenistan’a giren İngiliz orduları, Filistin, Irak ve Hindistan’daki üslere doğru çekiliyorlardı. 1920’nin ilk aylarında Sovyet orduları, İran, Afganistan ve Çin sınırlarına yaklaştı. Eski çarlık Rusya’sındaki Asya halkları, birçok özerk Sovyet cumhuriyeti kurdu.

“Yeni Bir Yaşamın Kurucuları”

Sovyet yanlısı güçlerin, Sovyet sınırlarının ötesindeki sömürge kurtuluş hareketleriyle ittifakı için zaman olgunlaşmış gibiydi. İlk adım, Mart 1919’da Moskova’da sosyalist devrimin bir dünya partisi olarak kurulan Komünist Enternasyonal’den geldi. Komintern, sömürgeleştirilmiş halkları yalnızca emperyal diktatörlüklerin kurbanları olarak değil, toplumsal kurtuluşun temsilcileri olarak görüyordu. Bolşevik lider Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin), Kasım 1919’da Doğu Halkları Komünistleri kongresinde bu vizyonu ortaya koydu. Lenin, daha önce sadece “kapitalist kültürü ve medeniyeti aşılayacak malzeme ve uluslararası emperyalist politikanın tebası olarak” var olan Doğu halklarının artık “yeni bir yaşamın kurucuları, bağımsız birer katılımcı olarak sahneye çıkacakları” öngörüsünde bulunuyordu. Sosyalizm için dünya mücadelesi, “emperyalizm tarafından ezilen tüm sömürgelerin ve ülkelerin mücadelesi” ile yürütülecekti.

Moskova’da, Temmuz-Ağustos 1920’de üç hafta boyunca düzenlenen Komintern’in İkinci Dünya Kongresi, sömürgelere ve ulusal kurtuluşa dair kapsamlı tartışmalara ev sahipliği yaptı. Biri Lenin ve diğeri Hindistanlı devrimci Manabendra Nath Roy tarafından hazırlanan iki tez benimsendi ve devrimci işçi hareketlerinin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki “ulusal-devrimci” hareketlerle ittifakı önerildi.

Devrimci Bir Hac

Komintern’in İkinci Kongresi’nden hemen önce, 29 Haziran 1920’de, Komünist Enternasyonal, “İran, Ermenistan ve Türkiye’nin esirleştirilmiş halk kitlelerini”, Sovyet Asya, Hindistan ve civarından delegelerle birlikte Ağustos ayında Bakû’de buluşmaya çağırdı. Komintern Yürütme Komitesi başkanı Grigori Zinovyev’e göre, Bakû toplantısı, henüz tamamlanmış olan dünya kongresinin “tamamlayıcısı, ikinci bölümü” olacaktı.

Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nden onlarca devrimci işçi liderinin imzaladığı Bakû Kurultayı çağrısında şunlar ifade ediliyordu:

“Eskiden kutsal mekânlara ulaşmak için çölleri aştınız, bugün de dağları ve nehirleri aşın, ormanlardan ve çöllerden geçin, kardeşliğe dayalı bir ittifak içinde biraraya gelerek eşitlik, hürriyet ve kardeşlik temelinde bir hayat yaşamak amacıyla kölelik zincirlerinden nasıl kurtulacağınızı tartışacağınız diğer insanlarla buluşun. […] Kurultayınız, Dünya’daki milyonlarca köleleştirilmiş insana dirayet ve iman versin. Onlara sahip oldukları güç konusunda güven aşılasın. Nihaî zaferi ve kurtuluş gününü yakınlaştırsın.”

Rusya’nın Asyatik topluluklarında kurultay kutlamaları düzenlendi ve delegeler seçildi. Delegeler Bakû’ye, henüz Sovyet karşıtı silâhlı çetelerden tam olarak arındırılmamış bölgeler üzerinden, demiryolu bağlantıları ile gittiler. Yolcular, lokomotif kazanını körüklemek için odun toplamak üzere bazen trenden iniyorlardı.

Bir defasında, Beyaz Muhafız saldırısı demiryolu hattını kesti ve Avrupalı delegelerin birçoğunu Bakû Kurultayı’na taşıyan bir tren geçici olarak mahsur kaldı. İkisi bir tekne yolculuğu sırasında, İngiliz savaş uçağı tarafından makineli tüfekle vurulmak suretiyle dört delege yolda öldürüldü.

Yolculuğun Tamamlanması

Kurultay için Bakû’ye 2.050 civarında insan geldi. Yaklaşık %90’ı ırkçılığa maruz kalan insanlardan oluşuyordu ki bu, Avrupalı olan önceki tüm sosyalist toplantılarla karşıtlık arz eden bir durumdu. Asyalı delegelerin yaklaşık yüzde 40’ı Sovyet topraklarının dışından, çoğunlukla İran, Türkiye ve Kafkasya’dan gelmişti. Muhtemelen Rusya’da göçmen işçi olan Sekiz Çinli ve üç Koreli kayıt yaptırmıştı. Britanya Hindistanı’ndan on dört delege, kurultay çağrısında dile getirilen dağlar ve çöller boyunca yürüyüşü tamamlamış, yol boyunca önce yaya olarak Kabil’e, oradan Hindukuş Dağları üzerinden, karayoluyla Taşkent’e, ardından da Bakû’ye geçmişti.

31 Ağustos’ta kurultay toplanırken Bakû Komünistleri onları şu sözlerle karşıladılar: “Yeni bir dünya hayata ve mücadeleye açıyor gözlerini: Bu, Doğu’nun ezilen milletlerin dünyasıdır.”

Sekiz güne yayılan kurultay, kapsam ve büyüklük açısından benzersizdi. Çoğu siyasi faaliyette yeni olan, yirmiden fazla dil konuşan, iki bin katılımcı tartıştı ve tabii ki elektronik ses güçlendirme veya çeviri ekipmanı olmadan genel oturumlarda kararlar alındı.

Lojistik sahasında yüzleşilen zorluk ürkütücü boyutlardaydı. Azerbaycan’da sovyet yönetiminin kuruluşu üzerinden sadece dört ay geçmişti. Yıllarca süren savaş nedeniyle fakirleşmiş olan şehirde düzen tesis edilememişti, ayrıca şehirde yiyecek tedariki de yetersizdi. Yine de bir şekilde yemek tedarik edildi ve uyumak için ortam sağlandı. Kurultay film ekibi tarafından hazırlanan bir belgeselde hâlâ izlenebilen çeşitli kültürel gösteriler için de vakit ayrıldı.

Engellerin Aşılması

Oturumların kaçınılmaz karmaşasının ortasında en çok dile getirilen ve görev bilinciyle hepsi tutanaklara işlenmiş olan şikâyetler, genellikle çeviri yetersizlikleriyle ilgiliydi. Çarlık rejimi altında Asya dillerinin gelişmesi engellendiğinden, çeviri ihtiyacı daha derinden hissediliyordu. Bakû Kurultayı’nda esas çalışma dili Rusça olsa da oturumlarda delegelerin konuştuğu otuzdan fazla dilin çevirileri yankılanıyordu.

Her konuşmanın ardından çeviri için ara veriliyordu. Birçok farklı dil konuşulduğundan, bu usul kafa karışıklığına ve gecikmelere neden oluyordu, dolayısıyla nihayetinde kürsüden çeviri üç dil ile sınırlı tutuldu. Öyle olsa bile, tecrübesiz çevirmenler çok çeşitli yöntemler kullanıyorlardı: bazen sadece kısa özetler sunuyorlar, bazen de asıl konuşmacıdan çok daha uzun süre konuşuyorlardı.

Ortaya çıkan tehlikeler, ABD’li ünlü sosyalist ve kongre delegesi John Reed’in bir İngiliz delegesine (muhtemelen Thomas Quelch) sataştığı bir anekdotta şu şekilde aktarılıyordu:

“Reed’in aktardığı kadarıyla, İngiliz delegenin çekingen ve tereddütlü sözleri, Peter Petrov tarafından öylesine bir coşku ve uydurma bir çeviri ile aktarıldı ki salon, kısa bir süre içerisinde, kılıçları ve tüfekleri havaya kaldırıp sallayan insanları 'Kahrolsun İngiliz emperyalizmi!' nidaları ve alkışları ile inledi. Yaşanan bu gelişme karşısında korkuya kapılan İngiliz delege, 'Ben böyle bir şey söylemediğime eminim, düzgün bir çeviri talep ediyorum' diyerek tepkisini dile getirdi.

Kurultay öncesinde sunulan, İngiliz emperyalizmini kovmak için militan bir ittifak kurma önerisi, konferans çağrısında daha önceden belirtilmiş, bu öneri konusunda genel bir mutabakat sağlanmıştı. Kurultay gündemi, toprak reformu, ulusal haklar ile işçi ve köylü sovyetlerinin kuruluşuna güçlü bir vurguyla, bu hedefe ulaşmak için gereken devrimin toplumsal karakterini anlatan raporlardan oluşmaktaydı.

Tartışma Konuları

Delegelerin kimlik bilgilerine göre, kurultayda hazır bulunanların üçte ikisi Komünist harekettendi ya da ona sempati duyuyordu. Şurası açık ki konferansın ortaya çıkarttığı sonuç metninde geriye kalan, siyasi fikirleri farklı, “partili olmayan” delegelerin tepkileri belirleyici olmuştu.

Bu nedenle, kurultay yürütme komitesi, bu delegeleri “partisizler” olarak tasnif etti ve bu partisizlerin düzenledikleri oturumlar bu sayede herhangi bir tartışmaya tanıklık etmedi. Sonrasında Zinovyev’in yaptığı açıklamada da dile getirdiği biçimiyle, partisizler bölümünün, komünist partililerin eşzamanlı yürüttükleri oturumlardan çok daha kalabalık olduğu görüldü, hatta bu partisizler grubunun üyeleri arasında yola gelmeyen, dik kafalılık eden, esasen “burjuva partilere mensup” kişilerin olduğu görüldü.

Bu burjuva politikacıları içerisinde en fazla öne çıkan isimse Enver Paşa’ydı. 1908’deki “Jön Türk” devriminin lideri olan Enver, daha sonra Osmanlı Türkiye’sini Birinci Dünya Savaşı’na soktu, ayrıca kendisi, Türkiye’nin savaş sırasındaki Ermeni katliamının suç ortağıydı.

Enver, Sovyet rejimine destek olacağını açıkladığı Moskova’ya henüz yeni gelmişti. Daha sonra Bakû’ye gitti ve kongrede konuşma hakkı talep etti. Enver’in bu talebi reddedildi, ama yazılı açıklaması okundu. Enver daha sonra kurultaydaki geri kalan günlerini kıyıda köşede Orta Asya’da Sovyet karşıtı faaliyetleri özendirme amaçlı konuşmalar yaparak geçirdi, zaten kısa bir süre sonra da Sovyet cumhuriyetine karşı silâhlandı.

Kurultay, yine Türkiye'de faal olan, Mustafa Kemal’in (Atatürk) önderliğindeki devrimci milliyetçi hareketi temsil eden İbrahim Tali Öngören’i de dinledi. Kemalist hareket, Sovyet Komünizmine karşı düşmanlığına rağmen İngiliz, Yunan ve Fransız işgalci güçlerini ülkeden çıkarma mücadelesinde Sovyet yardımı alıyordu.

Kurultay, Türkiye’deki “ulusal-devrimci” mücadeleyi destekleyen bir kararı kabul etti ama bu hareketin sadece yabancı hegemonyayla değil, aynı zamanda Türk toplumu içindeki sınıf zulmüyle de mücadele etmesi gerektiğini belirtti. Açıklama, Türk köylüleri ve işçilerini “kurtuluş davasını neticeye ulaştırmak adına bağımsız örgütlerde bir araya gelme” yönünde teşvik ediyordu.

Kırk bir Yahudi delegenin Filistin’de Siyonist sömürgeleştirmeye ilişkin anlaşmazlıkları, ikisi lehte biri muhalif olmak üzere üç adet siyasi pozisyon belgesinde ifade edilmişti.

Kadınların Kurtuluşu

Kurultaya katılan elli üç kadın delegenin rolü konusunda derin bir anlaşmazlık açığa çıktı. Kadınların kurtuluş mücadelesi, birkaç kurultay oturumu boyunca ele alındı. Yine de, kadın delegelerin aktif rolü, kadınların hâlâ farklı boyutlarda gözlerden ırak yaşadığı bazı toplumların delegelerinin itirazlarına neden oldu. Başkanlık Divanı’na üç kadının seçilmesi önerisi, birçok partisiz katılımcının güçlü itirazlarına neden oldu.

Partisizler bölümündeki tartışmalar günlerce sürdü. Oturumların altıncı gününde divan, kurultaya üç kadını yürütme komitesine dâhil etme çağrısında bulundu: Dağıstan’dan Bulaç Tatu, Türkiye’den Naciye Hanım ve Azerbaycan’dan Haver Şabanova Karayeva ki son ikisi kurultayda konuşma da yaptı.

Oturumların bu bölümüne ait kaydında şu ifadelere rastlanmaktaydı:

“[…] ‘Evet, evet.’ Giderek yükselen alkışlar… Başkan: ‘Yaşasın Doğu Kadınlarının Kurtuluşu!’ Daha fazla alkış. ‘Yaşasın!’ bağırışları. Herkes ayakta. Alkış yağmuru. Doğu kadınlarının kurtuluş mücadelesine dair bir bildiri kurultay delegelerine okundu.”

Kadınların rolü konusundaki anlaşmazlıkların çözülmesi, geleneksel dini inançlardan etkilenen devrimcilerin ve Marksist bakışa sahip olanların yakınlaşması ile ilgili bir gelişmeydi. Kurultay katılımcılarından olan Babayev, kurultaydan elli yıl sonra şu tarz bir yorumda bulunuyordu:

“Namaz vakti geldiğinde Babayev, ‘konferansı ve devrimi kanımızla savunmak için geri dönmek zorunda kalacağız’ diye düşündüğünden, doğal bir şeymiş gibi, silâhını ibadet esnasında bir kenara koyuyordu. Babayev’e göre ‘devrimin düşmanına karşı ilân edilen cihattan ilham alan binlerce insan, Bolşevik ve Müslüman olmak arasında bir çelişki bulunmadığına ikna oldu ve Bolşevik saflarına katıldı.”

İktidarın Suiistimal Edildiği Durumlar

Orta Asya’daki bazı Sovyet görevlilerinin şovenist uygulamalarına yönelik en sert tepki, Komünist olmayan delegeler bölümü başkanı Taşpolat Narbutabekov’dan geldi. Turar Rıskulov ise Orta Asya, Kafkaslar, İran ve Hindistan’dan yirmi bir delege tarafından imzalanan, bu tür suiistimallere karşı bir tartışma yürüten uzun bir protesto metni sundu.

Öfkeli Türkistan devrimcileri bu tür adımlardan epey memnun oldular. Birkaç gün sonra Zinovyev, onlara destek veren bir konuşma yaptı. Kurultayın kapanışının ardından yirmi yedi delege Moskova’ya giderek, Komünist Parti Politbürosuna şikâyetlerini aktardı.

Lenin, mağduriyetlerini ele alan ve düzeltmek için önlemlerden oluşan bir kararın hazırlanmasına yardımcı oldu. Bu, bir Komintern toplantısındaki bir azınlık inisiyatifinin Sovyet iç politikalarında bir değişikliği güvence altına aldırabildiği, bilinen tek vaka idi.

Bir Propaganda Kasırgası

Zinovyev, kurultayın kapanışında Komünist Manifesto’nun son cümlesinin şu şekilde ifade edilmesinin önemi üzerinde durdu: “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları birleşin!” Bakû Kurultayı kapanış bildirisi, Doğu halklarına şu çağrıda bulunuyordu:

“Ayağa kalkın ve ortak düşmanımız olan Britanya emperyalizmine karşı savaşın! Cihat bayrağını yükseltin! Bu, Doğu halklarının kurtuluşu, insanlığın zalim ve mazlum halklar biçiminde ayrışmasına son verilmesi ve konuştuğu dil, sahip olduğu deri rengi ve inandığı din ne olursa olsun, tüm halk ve ırklar arasında gerçekleşecek tam eşitlik için verilen bir cihattır.”

Kurultay kapanırken, Britanya hükümetinin “İngiliz çıkarlarına karşı gerçek bir propaganda, entrika ve komplo kasırgası” dediği şeyi örgütleyen, süregiden bir Propaganda ve Eylem Konseyi oluşturdu: Konsey, kitaplar, broşürler yayımlayacak, Bakû’nün mesajını birçok ülkede ve dilden yayan eğitimciler ve örgütçüler yetiştirecekti.

Sovyet yanlısı hükümetler Kafkasya’dan başlayan Urallar’dan Pasifik Okyanusu’na uzanan topraklarda kök salarken, İngiliz kuvvetleri kısa süre sonra Orta Asya’dan çekilme sürecini tamamladılar. Ama bunun yanında, 1920’ler, Sovyet topraklarının dışındaki eski sömürge imparatorluklarının geçici olarak yeniden konsolide edilmesine şahit oldu.

Bakû’nün Mirası

Sovyet Rusya’da Stalinizmin yükselişi, Komintern’i Bakû’de belirlenen rotadan uzaklaştırdı. Sonraki yıllarda Komintern, artık kolonyal kurtuluşun sürekli bir taraftarı değildi. Sovyetler Birliği’nde, Joseph Stalin’in yönetiminde Komintern’in asıl liderleri, ağır baskılarla karşılaştılar.

Düzmece iddialar üzerine kurulu tasfiye sürecinin kurbanları arasında Stalin’in hedefinde olan, Bakû Kurultayı’nda konuşma yapmış Asyalı isimler de vardı: başlarına ne geldiğini bildiğimiz bu isimlerden bazıları şunlar: Taşpolat Narbutabekov, Turar Rıskulov, Celalettin Korkmazov, Dadaş Bünyadzade (hepsi öldürüldü) ve Haver Şabanova Karayeva (tutuklandı). Yine de Bakû Kurultayı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başarıdan başarıya ulaşan, kapsamı geniş bir küresel anti-sömürgecilik ve anti-emperyalist hareket içerisinde etkisini sürdürdü.

Son yirmi yıldır resmi hegemonyanın büyük ölçüde elde edilmesiyle, emperyal güçler yeni baskı araçlarını devreye soktular: savaşlar, dron saldırıları, yaptırımlar, hükümet devirme girişimleri ve baskıcı ticaret anlaşmaları. Ama öte yandan eski emperyalist merkezlerde sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı mücadelelerde belirli bir yükselişe tanıklık ediliyor. Bu yeni bağlamda Bakû Kurultayı’nın o devrimci ruhu, kendisini büyük bir coşkuyla ifade edeceği yeni kanallar bulmaya devam ediyor.

John Riddell

29 Eylül 2020

Kaynak

30 Ağustos 2021

,

Wilson


Demokrasinin Krizi

Wilson

Tüm politik ve entelektüel mahfillerde insanlar, Woodrow Wilson’ın gelişkin bir akla, sade bir psikolojiye ve cömert bir yaradılışa sahip olduğunu kabul eder. Ama aynı insanlar, onun ideolojisinin anlamı ve tarihteki konumu ile ilgili olarak, birbirinden farklı görüşler dillendirirler.

Wilson’ın benimsediği öğretiden hayli uzak olan bir sağcı, onu büyük bir ütopyacı ve büyük bir hayalperest olarak tanımlar. Solcular onu liberalizm ve demokrasinin son lideri kabul ederler. Orta yolcularsa Wilson’ı, bu zamana dek milliyetçi bencilliğin ve savaşa dair tutkuların ketleyip durduğu, en nihayetinde insanlığın bilincini ele geçirecek olan uzak görüşlü bir ideolojinin havarisi olarak görüp yüceltirler.

Birbirinden farklı görüşler ve tutumlar, Wilson’ı merkezci ve reformist bir lider olarak görmektedir. O, Britanya başbakanı Lloyd George, İtalya başbakanı Francesco Saverio Nitti veya Fransa başbakanı Joseph Caillaux tipi bir siyasetçi değildir. O, siyasetçiden çok bir ideolog, öğretmen ve vaizdir. Ondaki idealizm, ahlakî bir temele ve yönelime sahiptir. Lâkin bunlar, esasen karaktere ve eğitime dair tarzlardır.

Wilson, demokrasinin diğer liderlerinden kendisindeki dindarlara ve akademisyenlere has mizacıyla farklılaşır. Bağlı kaldığı siyasi gelenek bağlamında hep aynı sahada kalmıştır. Wilson, demokratik, barış yanlısı ve evrimci zihniyetin gerçek bir temsilcisi olagelmiştir. O eski düzeni yeni düzenle, enternasyonalizmi milliyetçilikle, geçmişi gelecekle uzlaştırmaya çalışmıştır.

Woodrow Wilson, Müttefik Kuvvetler’in elde ettiği zaferin ardındaki generallerden biridir. Dünya savaşını tüm yönleriyle eleştiren birçok isim, zaferin askerî stratejinin değil politik stratejinin eseri olduğuna inanır. Psikolojik ve politik faktörler, askerî faktörlere nazaran savaşta daha fazla etkiye ve öneme sahip olagelmişlerdir.

Adriano Tilgher savaşı ancak “onu yapmasını bilen, bu konuda gerekli akla sahip olan, birer mit, ruh hâli, tutku ve halka ait duygu hâline gelebilecek amaçlar ortaya koyan hükümetlerin kazanabileceğini” söyler ve ekler:

“İtilaf Kuvvetleri’ne mensup halkların, davalarının haklı bir dava olduğuna ve savaşı nihai zafere dek sürdürme gayesine ikna edilmesi sürecine hiçbir şey, Wilson’dan ve onun demokrasi yanlısı, Sarsıcılara has vaazlarından daha fazla katkı sunmamıştır.”

Esasında Almanya’ya karşı yürütülen savaşı kutsal bir savaş hâline getiren, Wilson’ın ta kendisidir. İtilaf Kuvvetleri içerisinde yer alan milletlerin başındaki devlet adamları, Wilson’dan önce Müttefik Kuvvetler’in davasını özgürlük ve hukuk davası olarak gösterip temize çıkartmışlardı.

Barış isimli kitabında Tardieu, Lloyd George ve Briand’ın Wilson’ın programından aldığı maddeleri aktarır. Oysa İtilaf siyasetçilerinin dilinde eskiye has diplomatik bir hava vardır. Buna karşılık Wilson’ın dili, beşeriyeti heyecanlandıracak dinî bir sıcaklığa ve peygamberlere has bir tınıya sahiptir.

On Dört Madde, Almanlara adil, eşitlikçi ve cömert barış, ilhakların veya tazminatların olmadığı, tüm halklara eşit yaşama ve mutlu olma hakkı bahşeden bir barış anlaşması önerir. Açıklamalarında ve konuşmalarında Wilson, Müttefik Kuvvetler’in Alman halkına değil onu yöneten aristokratik ve askerî kasta karşı mücadele ettiğini söyler.

Aristokrasileri topa tutan, kitlelere dayanan bir idarenin tesis edilmesi gerektiğini söyleyen, “hayatın kaynağının dünya olduğundan” bahseden bu demagojik propaganda, bir yandan Müttefik Kuvvetler içindeki ülkelerde kitlelerin savaşla kurdukları bağı kuvvetlendirmiş, bir yandan da Almanya ve Avusturya’da halkın direnme ve dövüşme iradesini kırmıştır.

On Dört Madde, Rus-Alman cephesinin tanklardan, tüfeklerden ve askerlerden daha etkili bir biçimde aşılması için gerekli zemini hazırlamıştır. Ludedorf ve Erzberger’in hatıratı, ayrıca Almanların yenilgisini ortaya koyan belgeler, bunun kanıtıdırlar.

Wilson’ın programı, Avusturya ve Almanya’da demlenen devrimci ruhu harekete geçirmiştir. O, Bohemya ve Macaristan’da eskinin bağımsızlık ülküsünün üzerindeki örtüyü kaldırmış, teslimiyeti tehlikeye sokan ruhun açığa çıkmasını sağlamıştır.

Ne var ki Wilson, savaşı kazanmış ama barışı kaybetmiştir. O savaştan muzaffer çıkmış, gelgelelim barış döneminde hüsrana uğramıştır. Kaleme aldığı On Dört Madde, Avusturya-Almanya cephesini çökertmiş, Müttefiklere zafer getirmiş, fakat barış anlaşması için gerekli ilhamı verememiş ve o anlaşmaya ruhunu katamamıştır. Almanya, Müttefik Kuvvetler’e Wilson’ın programı temelinde teslim olmuş, fakat Almanya’yı silâhsızlandıran Müttefik Kuvvetler, bu ülkeye Wilson’ın vaat ettiğinden çok farklı bir barış anlaşması dayatmıştır. Dolayısıyla Nitti ve Keynes, Versay Anlaşması’nın hileli bir anlaşma olduğunu söyler.

Peki Wilson, kendi sözünü çiğnemiş olan bu anlaşmayı neden kabul edip imzaladı? Keynes’in, Lansing’in, Tardieu’nün ve diğer tarihçilerin kaleme aldıkları, Versay Konferansı ile ilgili kitaplar, bu tavrı farklı şekilde izah ediyorlar.

Keynes, Wilson’un düşüncesinin ve karakterinin duygu ve düşüncelerin verili düzeni dâhilinde açığa çıkan tüm güçlü ve zayıf yanlarıyla birlikte, felsefi değil teolojik bir nitelik arz ettiğini söyler. Ona göre Wilson, Lloyd George ve Clemenceau gibi kıvrak zekâlı, esnemeyi bilen, kurnaz kişilerle mücadele edememiştir. Dahası Wilson, Milletler Cemiyeti ve On Dört Madde’nin uygulanması konusunda belirli bir plana sahip değildir.

“Wilson ilkeleri konusunda bir açıklama imkânı bulamadı, o maddelerin uygulanması konusunda Tanrı’ya duasını bile edemedi. Maddelerin Avrupa’daki gidişat dâhilinde somut olarak uygulanması için gerekli uyarlama çalışmasını dahi yapamadı. Somut öneriler sunmak şöyle dursun, o aslında birçok konuda Avrupa’daki durumla ilgili yeterli bilgiye de sahip değildi.”

Neticede yalnız kaldı. Etrafındaki teknisyenlerle istişare etme imkânı da bulamadı. Yardımcılarından destek görmedi. Kimse yürüttüğü çalışmaya katkı sunamadı, bu süreçte gerekli işbirliği kurulamadı. Dolayısıyla Versay Konferansı ile ilgili çalışmalar, Fransızların ve İngilizlerin planı uyarınca yürütüldüler. Görünüşte Wilson’ın programına uygun olarak yürütülen bu çalışmalar, pratikte Fransa ve İngiltere’nin çıkarları uyarınca biçimlendi.

Nihayetinde Wilson, geliştirdiği ideolojiye yakın duran insanların desteğini alamadı. Tüm bu koşullar, onun bir dizi tavizde bulunmasına neden oldu. Sadece Milletler Cemiyeti fikrini kurtarma yönünde çaba sarfedebildi. Onun kanaatine göre Milletler Cemiyeti kurulursa bu gelişme, doğalında Versay Anlaşması’ndaki kusurların düzeltilmesini güvence altına alabilirdi.

Barış anlaşmasının imzalanmasının üzerinden yıllar geçti ve tüm bu süreç Wilson’ın hayali hilâfına gelişti. Fransa, Versay Anlaşması’nı ihtiyatlı ama ölçüsüz bir biçimde kullandı. Poincaré ve mecliste elinde tuttuğu çoğunluk, anlaşmanın sunduğu imkânlar dâhilinde, Alman aristokrasisine ve askerî kasta değilse bile Alman halkına karşı önemli saldırılar gerçekleştirme şansına sahip oldu. Bu süreçte Almanya’nın çektiği çile arttı, bu da gerici ve aşırı milliyetçi ortamı besledi, neticede kralcı düzenin restore edilmesine veya askerî diktatörlüğe yol açtı.

Mecalsiz ve güçsüz bir yapı olarak kurulan Milletler Cemiyeti, gelişme imkânı bulamadı. Hem devrimciliğin hem de gericiliğin etkisi altında olan demokrasi, yeni bir kriz dönemine girdi. Bahsi geçen ülkelerde burjuvazi, düzeni hukuk yoluyla savunma seçeneğini kullanmaktan vazgeçti, demokrasiye olan inancını yitirdi, proletarya diktatörlüğü teorisinin karşısına kendi diktatörlük anlayışıyla çıktı.

Sürecin yumuşak seyrettiği kimi ülkelerde faşizm, Wilson’cı ideolojiyi savunanların büyük bir kısmına bir litre hintyağı içirdi. Kahramanlık ve şiddet tapıncı, insanlığın bağrında yeniden neşvünema buldu.

Wilson’ın programı, bugün demokratik düşüncenin hayat içerisinde karşımıza çıkan son tezahürüymüş gibi görünüyor. Wilson ise yeni bir ideoloji yaratmadı, sadece eski bir ideolojiyi yeniledi ama bu çabası neticesinde hayal kırıklığına uğradı.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

29 Ağustos 2021

,

Örnek Şehit: Naci Ali


Filistin milli hareketi ile bağlantılı kalıcı semboller ve hikâyeler üreten, herkesin sevip hürmet ettiği politik karikatürist Naci Ali’nin öldürülmesi, İsrail’in ne denli hain bir yapı olduğunu anımsatıp duran bir imge, hem de Filistin milli hareketinin içteki kırılganlığına dair bir işarettir.

Ali, aslında bağımsız bir karikatüristti. Lübnan’daki Aynü’l Hilve kampında büyüyen Ali, 22 Temmuz 1987 günü saldırıya uğradı. Naaşı, hep gömülmek istediği, anne ve babasının mezarlarının bulunduğu Celile’deki Şacara yerine Londra’da toprağa verildi.

Suikastta hem Mossad’ın hem de Arafat’a bağlı On Yediler Kuvveti örgütünün parmağı olduğuna ilişkin elde yeterince delil mevcut.[1]. Arafat’ın Ali’nin kendisine yönelik “alaycı ifadelerle yüklü yazısı” sebebiyle kızıp sürece dâhil olduğundan söz ediliyor.[2]

Ali’nin ortaya koyduğu sanat eserleri, hem vatanından hem de Aynü’l Hilve’den uzakta oluşu, ayrıca naaşının istemediği yerde toprağa verilmiş olması, onu sürgünde şehit olmaya dair bir sembol hâline getiriyor.

Ali, kendisi ile ilgili anma törenlerinde “senin kabrin halkın kalbidir” sloganı ile birlikte anılıyor. Bu ifadeyle mecazî olarak, artık ölü olan sanatçının milletin kalbinde gömülü olduğuna işaret ediliyor.

Ali, esas olarak, milli bir sembol hâlini almış olan karikatürü Hanzala ile birlikte anılıyor. Üzerindeki eski püskü kıyafetlerle yalın ayak ve sırtı dönük olarak çizilmiş olan çocuğun resimleri kamp duvarlarında, afişlerde, kolyelere takılan süslerde karşımıza çıkıyor.

Ali’nin tüm karikatürlerinde Hanzala, Filistinlilerin çektiği çileyi eleştirel gözlerle gözlemleyen biri olarak resmediliyor. Karikatürün bir köşesinde uyarıcı bir isim ve bir imza olarak görünüyor.

Ölünce Ali ve Hanzala bütünleşti, bir oldu. Görsel sanatlar alanında çalışmalar üreten isimler, Ali’yi onurlandırmak adına çizimlerine Hanzala’yı eklediler.

Ali böylelikle hem şehit hem de şahit mertebesine yükseldi. Ölümünden sonra kaleme alınan hayat hikâyeleri, Ali’nin karikatürist olarak sahip olduğu yeteneği Gassân Kenefâni’nin keşfettiğini söylüyorlar.[3] Buradan da düşmanın ve dostların katlettiği, kurban edilmiş aydınlar cemaati teşkil ediliyor. Bu cemaat, Lübnan’daki müşterek hikâyenin tanığı ve taşıyıcısı olarak resmediliyor.

Sol örgütler Ali’yi büyük bir hayranlıkla anıyorlar.[4] Ali, aynı zamanda Arafat’ın ezeli düşmanı olan Ebu Nidal örgütünce de hürmet edilen bir isim. Örgüt, Libya’daki üssüne Naci Ali Üssü ismini veriyor.

Ayrıca Ebu Nidal örgütünün yayın organı Filastinü’s Savra’nın (Fetih-Devrim Konseyi) künyesinde ve her sayfasının kenarında Hanzala çizimine yer veriliyor. Örgüt, hep Filistinlileri hedef kitle olarak belirliyor. Dolayısıyla örgütün amacı ve niyeti, esasen Naci Ali’yi anmak suretiyle FKÖ ile Fetih’in sahip olduğu hegemonyaya ve meşruiyete karşı koymak.

Milliyetçilik sahnesinde örnek şehitler, simgesel birer kahramana dönüşüyorlar. Bu isimler, halklarının hikâyelerinin somutlaşmış hâlleri olarak görülüyorlar. Örnek şehitler, hikâyeleri, millet düzleminde hem partinin hem politikanın hem de milletin hikâyesi olan, herkesçe kahraman görülen isimler hâline geliyorlar.

Lale Halili

[Kaynak: Heroes and Martyrs of Palestine: The Politics of National Commemoration (2007), s. 133-134.]

Dipnotlar
[1] Britanya, İsmail Savvan isimli Filistinli Mossad ajanını yargılayıp hapse attı, ayrıca Ali suikastıyla bağlantılı iki İsrailli diplomatı sınır dışı etti. [Patrick Seale, Abu Nidal: A Gun for Hire. New York: Random House, 1992: s. 5]. Oysa cinayette ayrıca Arafat’ın güvenlik birimi On Yediler Kuvveti mensubu Abdurrahman Mustafa isimli bir subayın da parmağı vardı [Yezid Y. Sayigh, Armed Struggle and the Search for State: The Palestinian National Movement, 1949–1993. Oxford: Oxford University Press, s. 603.]

[2] Sayigh, a.g.e., s. 603.

[3] al-Hurriya, 27 Aralık 1987: s. 41.

[4] al-Hadaf, 12 Ekim 1987: s. 37.

28 Ağustos 2021

, ,

Faşist Mücadelenin Yeni Yönleri


Neredeyse herkesin bildiği veya bildiğini sandığı üzere, faşizm gericiliktir. Fakat faşizm olgusunun o karmaşık gerçekliğini, ancak basit ve şematik bir tanımlama çabasıyla eksiksiz kavrayabiliriz. Rehberin kendisi de bir gericiliktir. Ne var ki rehberdeki gericiliği, faşizmdeki gericilik gibi incelemek mümkün değildir. Bu, İspanya başbakanı Primo de Rivera ile yardakçılarındaki o övüngen ve abartılı aptallık için de geçerlidir. Bunlar önemsiz isimlerdir ve tarihin akışında anlamlı bir yere sahip değildirler.

Gelgelelim gericilik olgusu, kendisini tüm gücüyle ortaya koyduğu, eskiden zinde görünen demokrasinin çöküşüne işaret ettiği, kapsamını genişletmiş ve derinlere kök almış devrim olgusunun etkisine karşı bir antitez hâline geldiğinde dikkate alınıp analiz edilmelidir.

İtalya’da gericilik, deneyim ve genel politik manzarayı anlama konusunda önemli bir imkân sunar. İtalyan faşizmi, karşı-devrimciliği ifade eder. Onun da tercih ettiği bir tabirle İtalyan faşizmi, “devrim karşıtı”dır. İtalya’da faşist saldırı, devrimci çekilme veya yenilginin bir sonucu olarak izah edilir ve kendisini böylesi bir durumda tam olarak ortaya koyar.

Neticede faşist rejimin rahmi, kumarhane değildir. O, bir kuşak boyunca şimdiki şekline kavuşmuştur. Faşizmi belirli bir toplumsal katmanın tutkuları ve döktüğü kan besleyip büyütmüştür.

Tıpkı ona can veren, kalabalıkları baştan çıkartan, komutası ve kontrolü altına alan lideri, o sezgileri güçlü, zeki ve capcanlı lideri gibi faşizm de polemiklerin içinden çıkmıştır. O, savaş için vardır. Lideri sosyalizm saflarında iken dışlanmış, başbuğ olmak istemiş, baş eğmez ve kindar bir isimdir. Sosyalizm düşmanı hâline gelince karşı-devrimci yürüyüşün başına geçmiştir. Savaşlarda gördüğümüz türden bir yüceltme girişimiyle göklere çıkartılmış, bizatihi gidip kendi devrimine önderlik etmiştir.

Faşist rejim, nihayet İtalya’da parlamenter ve demokratik rejimin yerini aldı. İspanya’daki General Primo de Rivera’nın rejimi kadar cılız ve kurgusal değil. Faşizmin tarihinde insanın dikkatini hemen o faal, çatlaksız ve savaşçı hâl çekiyor. Önermelerinin belirli bir bütünlüğü var. Devrim karşıtlığına ilişkin tüm romantik, maddi ve manevi öğeler, onda cem olmuş.

Faşizm, devrimin yüzünü gösterdiği bir ortamda meydana geldi. Bu ortama ajitasyon, şiddet, demagoji ve hezeyan hâkimdi. Savaşın fizikî ve ahlakî düzeyde yarattığı bir ortamdı bu. Onu Rus devriminin tetiklediği, savaş sonrası açığa çıkan kriz besledi.

Bu fırtınalı ortamdaki elektrik ve trajedi, kadrolarını birbirine bağladı. Faşizm, bu ortamda o kudrete, yüceliğe ve ruha kavuştu. Farklı unsurlar arasında yaşanan rekabet üzerinden faşizm, bugünün özgün din yayma hareketi olarak cisimleşti.

Süresi ve yaşadığı gelişimden bağımsız olarak faşizm deneyi, bugünün krizini derinleştirmeye, şiddetlendirmeye, burjuva toplumunun temellerini aşındırmaya ve savaş sonrası yaşanan karışıklığın devamını sağlamaya yazgılı.

Demokrasi, proleter devrime karşı eleştirinin, aklın ve şüphenin silâhlarını devreye sokuyor. Devrimin karşısına akıl çıkartılıyor, kültüre işaret ediliyor. Faşizm, bir yandan da devrimci mistisizmin karşısına gerici ve milliyetçi mistisizmi çıkartıyor.

Rus devrimini liberalizm düzleminde eleştirenler, bu devrimi medeniyet adına mahkûm ediyorlar. O liberallerin “şiddet kültü” dediği şeyi faşist reisler sahipleniyorlar ve her yerde o kültün kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Faşizmin teorisyenleri, savaştan önce burjuvazideki zenginlik ve çürümeyle ilgili tarihselci ve evrimci anlayışları reddettiler ve onlardan koptular. Bu tarihselci ve evrimci anlayışlar, savaştan sonra Wilson’ın demokrasi anlayışı, yeni özgürlük fikri ve diğer püriten yönelimler içerisinde varlığını sürdürmeye çalıştı.

Bir kez iktidara gelmiş olan gerici ve milliyetçi mistisizm, kapitalist düzeni korumak denilen o mütevazı işle yetinemez. Kapitalist düzen denilen şey, demokratik liberal bir uğraştır, reformla, dönüşümle ve meclisle alakalıdır. Ekonomi veya finans sahasında ise az çok beynelmilel bir meseledir. Her şeyin ötesinde o, eski siyasetle aynı özü paylaşan bir düzendir.

Ama gerici ve milliyetçi mistisizm, eskinin parlamenter ve demokratik siyasetindeki geri çekilmeci tarzla ya da nefret üzerinden işleyen üslupla bir araya gelemez. O eski düzen, neticede komünist tehlike ve sosyalist demagoji karşısında geri çekilmiş, ona karşı zafiyet göstermiş olduğu için suçludur. Fransız, Alman, hatta tüm ülkelerin sağı, sürekli bu söyleme başvurmuştur. Neticede iktidara gelmiş olan gericilik, düzeni koruma işine razı gelemez. O düzeni yeniden kurmak ister. Geçmişi inkâr eder, bu sebeple hiçbir şeyi koruyamaz, sürdüremez. O geçmişi yeniden kurgulamaya çalışmak zorundadır. Geçmiş, otorite ilkesi, hiyerarşik düzen, devlet dini gibi normlar üzerinden tanımlıdır.

Burjuvazi ve liberal devrimdir, bu normları yok eden. Çünkü bu ikisi, söz konusu normları kapitalist ekonominin gelişimi önündeki engeller olarak görmüştür. Tüm bunlar olurken gericilik, kendisini özgürlüğü defetme, devrimi bastırma işiyle sınırlı tutunca burjuvazi kendisini alkışlamıştır. Ama sonra gericilik, burjuvazinin iktidarının ve servetinin temellerine saldırmaya başlayınca burjuvazi, gericiliğin tuhaf savunucularını acilen tasfiye etme gereği duymuştur.

Bu açıdan İtalya deneyimi oldukça öğreticidir. İtalya’da burjuvazi, faşizmi kurtarıcı olarak görüp omuzlara almıştır. İtalya’nın sanayileşmiş kuzey bölgesi anlamında “Üçüncü İtalya”, Garibaldi’nin kızıl gömleğini Mussolini’nin kara gömleği ile değiştirmiştir. Faşist tugayları finanse edip silâhlandıran, sanayiciler ve toprak ağalarıdır. Faşist darbe, temsilciler meclisinin çoğunluğundan onay almıştır. Liberalizm, otorite ilkesi önünde eğilmiştir.

Duçe’nin gemisine az sayıda liberal ve demokrat binmeyi reddetmiştir. Nitti, Amendola ve Albertini gibi milletvekilleri ve Guglielmo Ferrero, Mario Missiroli gibi yazarlar, sürecin dışında durmuşlardır. Liberalizmin Salandra, Orlando, Giolitti gibi önde gelen liderleri, şu veya bu düzeyde, yeni diktatöre güvendiklerini beyan etmişlerdir. Aslında bu isimlerin gösterdikleri bağlılık veya güven dolu ifadeleri, faşizm için utanç verici bir şeydir. Bu destekler faşizmi kendi güçlerinden daha fazla güce ve imkâna sahip olanları içte soğurmak gibi bir işle baş başa bırakmıştır.

Faşist ruh, liberal ruhu sindirip soğurmadan özgürce hareket edemezdi. Faşizmin kendi ideolojisini geliştirmesi mümkün değildi. Kendisini içeren liberal ideolojiyi az çok seyrelterek benimseme riskiyle karşı karşıya kaldı.

Matteotti suikastının yol açtığı politik fırtına, bu soruna bir çözüm sundu. Liberalizm, bu gelişmeyle birlikte faşizmden ayrıştı. Giolitti, Orlando, Salandra, Il Giornale d'Italia [“İtalya’nın Gazetesi”] vs. muhalif bir tavır benimsedi. Bunlar, muhalefet bloğundaki geri çekilmeye dâhil olmadılar. Mecliste kaldılar. Milletvekili olarak bu isimlerin elinden başka bir şey gelmiyordu. Neticede faşizm tecrit edildi. Saflarında sadece milliyetçi liberaller ve bir kısım milliyetçi Katolik kaldı, yani eski partilerin en milliyetçi ve en muhafazakâr unsurları.

Muhalefet, faşizmi zorla iktidardan uzaklaştırmayı umuyordu. Etrafında oluşan boşluk üzerinden faşizmin doğal olarak devrileceğini düşündü. Komünistler, bu yanılsamaya karşı sürekli mücadele ettiler. Aventine muhalefetine kendi kürsüsünü kullanmasını önerdi.

Montecitorio’daki faşistlerin elinde olan temsilciler meclisinin karşısına Aventine’deki vekiller bloğu çıkartılıyordu. Meclis boykotu, nihai politik ve tarihsel sonuçlarına ulaşana dek devam ettirilmek zorundaydı. Ama neticede bu, devrime uzanan yolu ifade ediyordu.

Ne var ki Aventine bloğu devrimci değildi. Onun tek derdi, normalleşmeydi. Dolayısıyla komünistlerin daveti kabul edilmedi. Aventine bloğu, ahlâkî bir tutum takınarak, Matteotti suikastından sorumlu olanların, faşist hükümete bağlı isimlerin, adalet önüne çıkartılacağı güne kadar meclisi boykot edeceğini açıkladı.

Mussolini, bu açıklamaya uzlaşmaz bir tutum ve buna uygun bir politik manevrayla cevap verdi. Meclise seçim kanunu taslağı gönderdi. İtalya’da meclis pratiğinde bu usule başvurulması ardından seçim çağrısı yapılırdı. Aventine bloğunun seçimlere katılıp katılmayacağı bilinmiyordu. Blok, süreç içerisinde uzlaşmaz tavrını korudu. Ahlak temelli suçlamalarına devam etti. Bu dönemde muhalefet basını, Cessare Rossi’nin tutuklanmadan önce kaleme aldığı bir bildiriyi yayımladı. Bildiride Matteotti suikastının baş suçlusunun Mussolini olduğundan söz ediliyordu. Böylece suçlama belgelenmiş oldu. Ama muhalefetin tabi olduğu diyalektik, bir yanlış anlama üzerine kuruluydu. Ahlakî tutum politik tutuma galebe çalamadı. Tersi gerçekleşti. Ahlakî tutum öyle zayıftı ki faşizmin hükümet koltuğunu bırakması yönünde bir karar bile alamadı.

Mussolini, 3 Ocak günü mecliste yaptığı sert ifadelerle yüklü konuşmasında muhalefete bu gerçeği anımsattı. Konuşmanın başında Mussolini, İtalyan Anayasası’nın 47. Madde’sini okudu. Burada vekillere bahşedilen, kralın bakanlarını azletme ve onları yüce divanın huzuruna çıkartma hakkından bahsediliyordu. Konuşmasının bir yerinde Mussolini, vekillere dönüp “bu mecliste ve dışarıda bir yerde bu 47. Madde’deki haktan yararlanmak isteyen var mı?” diye sordu. Ardından da duygu yüklü bir tonlama ile faşizmin tüm sorumluluklarını üstlendiğini söyledi.

“Madem faşizm hintyağı ve sopadan başka bir şey değil, madem onun İtalya’nın en iyi gençlerindeki o mağrur tutkuyla bir alakası yok, o vakit beni suçlayın! Madem faşizmin işlenen kimi suçlarla bağı var, bu işin başı benim, o suçlardan da ben sorumluyum! Eğer tüm bu şiddet tarihsel, politik ve ahlakî iklimin bir sonucu ise peki tamam, o tarihsel, politik ve ahlakî iklimi ben yarattım, sorumluluk da bana aittir!”

Sonra kırk sekiz saat içerisinde durumun netliğe kavuşturulacağını söyledi. Ama sözünü tutmadı. Bu özelliğini herkes biliyordu. Neticede o, basın hürriyetini ortadan kaldıran kişiydi. Her daim sözünü söyleyecek mecradan mahrum kalmış olan muhalefet, kaba ve sert bir üslupla meclise davet edildi. Aventine bloğunda meclise dönüş hazırlıkları çoktan başlamıştı.

Gerarchia [“Hiyerarşi”] isimli dergide çıkan “Gregari’ye Övgü” başlıklı makalesinde Mussolini, mücadele sürecindeki iniş çıkışları askerî teori bağlamında ele almaktaydı. Makale, özünde muhalefete karşı yürütülen bir polemiğin parçasıydı. Yazıda askerî birliklerdeki disiplini yüceltiyordu. Ona göre faşizmdeki disiplin, gerçekte dine ait kimi yönlere sahip”ti. Bu disiplinde Mussolini, “siperlerde her şekilde ve her vakit tüm dinlerin kutsal sözüne göre hareket etmeyi öğrenmiş insanların ruhu”nu buluyordu. O söz o insanlara, “itaat et” diyordu. Faşizm, bu anlamda, eskinin tüm fikirlerinden ve zihniyetinden arınmış, tüm güçlerin sessizce koordine olmasıyla düzenin tesis edileceğine dair sezgiye göre hareket eden yeni İtalya’ya dair bir alametti.

Tecrit edilmesine, engellenmesine, boykot edilmesine rağmen faşizm daha da savaşçı, daha cedelci, daha inatçı bir yapı hâline geldi. Liberal ve demokratik muhalefet sayesinde faşizm, köklerine geri döndü. Gericilik, eskiden kendisini ketleyen, cesaretini kıran içteki köstekten kurtuldu ve varlığını bütün yönleriyle ortaya koyma imkânı buldu. Tarihsel deneyim olarak faşist mücadele, kendi dönemindeki hareketlerin hep ilgisini çekti.

Faşizm, esasen iki yıldır yeni bir olguydu. Savaş konseyi olarak faşizm, iktidara kapitalizmin jandarması olmayı kabul ettiği için gelmişti. Artık o, İtalyan anayasasını reforma tabi tutacak bir güçtü. Hareketin liderlerine ve basınına göre onun niyeti, faşist bir devlet kurmak yönündeydi. Faşist devrimi, İtalyan anayasasının bir parçası kılmak istiyordu. On sekiz faşist kanun koyucu, felsefeci Giovanni Gentile başkanlığında anayasa reformu süreci için gerekli hazırlıkları başlattı. Faşist hareketin uç kesimine liderlik eden Farinacci, parti genel sekreterliğine gidip faşizmin “iki buçuk yılını iktidarda heba ettiğini” söyledi.

Liberallerle kurulan ittifakın tüm yükünden kurtulmuş, eski siyasetin kalıntılarından arınmış bir yapı olarak faşizmin bu kayıp zamanı telafi etmesini öneren Farinacci gibi tüm reisler de her zamankinden daha fazla yüceltilmiş, daha mistik bir dil kullanmaya başladılar. Bu isimler, faşizmin bir din hâline gelmesini istiyorlardı.

Giovanni Gentile, “mevcut politik mücadelenin dinî özellikleri” ile ilgili bir makalesinde şu gözlemi yapıyordu: “Bugün İtalya’da faşizm sayesinde herkes, aile ve arkadaşlık bağlarının koptuğunu gördü.” Eskinin idealist felsefecisi nasılsa şiddetin felsefecisine dönüşmüştü. Gentile makalesinde İsa Mesih’in şu sözlerini anımsatıyordu: “Non veni pacem mitters, sed gladium. Ignem veni mittere in terrain” [Ben size barış değil kılıç getirmeye geldim. Ben yeryüzünü yangın yerine çevirmeye geldim.”] Gentile, bir yandan da ahlakî tutum konusunda şunu söylüyordu: “Faşist psikolojinin bu dinî dili, faşizm karşıtı psikolojide de benzer bir dilin oluşmasına yol açmıştır.”

Partisindeki coşkunun esiri hâline gelen Giovanni Gentile, aslında her şeyi abartan bir kişilikti. Çünkü faşizm karşısında toplaşmış olan Aventine bloğunda dinî kıvılcım tek bir ateşi bir tutuşturmamıştı.

Giolitti, Aventine bloğundaki demokratik liberal kesimin temsilcisiydi. Bu kesimin kültürü de ruhu da şüphecilikle, akılcılıkla ve eleştiriyle yoğrulmuştu. Hâlihazırda süren mücadelenin liberal ruha eskiden az çok sahip olduğu kavgacılığı ve gücü geri kazandıracağı kesin. Ama liberallerin imanı, tutkuyu ve dini kendi bünyelerinde yeniden diriltmeleri mümkün değil. Aventine bloğu ve Giolitti’nin programı, olağan ve bildik ölçütlere dayanıyor. Bu vasatlığı sebebiyle programın kitleleri sarsması, onları heyecanlandırması ve faşist rejime karşı o kitlelere öncülük etmesi mümkün değil.

Gentile’nin faşistlerdeki gerici mistisizmde bulduğu dinî özellikler, bir tek komünistlerdeki devrimci mistisizmde mevcut. Dolayısıyla faşizmle demokrasi arasındaki son kavga, henüz yaşanmadı.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

27 Ağustos 2021

,

Diyorlar ki


«Marksizm-Leninizm
Emperyalizmin ve burjuvazinin kafasını ezecek olan taştır.»

«Hayır, Marksizm-Leninizm
Taş atmak için kullandığımız sapandır.»

«Hayır hayır, Marksizm-Leninizm
o sapanın lastiğini geriye çektirip taşı attıran fikirdir.»

«Marksizm-Leninizm
Emperyalizmin ellerini kesen kılıçtır.»

«Ne alakası var! Marksizm-Leninizm
Emperyalizme manikür yaparken
Bir yandan da onun ellerini nasıl bağlayacağını hesaplayan bir teoridir.»

Peki ya ben
Hayatımı Marksizm-Leninizmi okumakla geçirdiysem
ve büyüyünce unuttuysam
Cebimin taşlarla dolu olduğunu
ve arka cebimdeki sapanı
ve pek tabii elime bir kılıç geçirebileceğimi
Fakat güzellik salonunda beş dakika geçirmeye dahi tahammül edemediğimi
Ne yapacağım o vakit?

Roque Dalton
Kaynak

,

Son Mesajım


İnsanın dostlarına ve sevdiklerine, bu hayatın aşina olduğu her şeye son kez “hoşça kal” demesi, pratiğe nazaran teoride daha zor aslında. Uzun, derin ve sonsuz bir uykuya dalacağım. Bu bir ceza değil, uzun yıllardır dört gözle sahip olmayı beklediğim bir imtiyaz.

Yaptığım işi sevdim; insanları, oyundaki rolümü de. Ama beni hep şu düşünce harekete geçirmiştir: “İyi yaptığım şeyler uzun yaşayacak ve hayatımı aklayacak. Ben dinlenirken, eksik bıraktığım işler veya kötü yaptıklarım, o bitmek bilmeyen günler boyunca tamama ersinler diye başkalarına bırakılacak ve beğenimi huzurlu hâlimle göstereceğim.”

Size tek bir görev veriyorum: Hayatınızı yaşayın ve ona inanın. İnsanlar, her daim daha muhteşem, daha hudutsuz, daha tam bir hayata doğru ilerleyeceklerdir. Ölümün tek olası biçimi, hayata inancımızı yitirdiğimizde gerçekleşendir. Çünkü bu harika son, aheste aheste gelip çalmaktadır kapıyı. Çünkü zaman, uzundur.

Hoşça kalın.

W. E. B. Du Bois
26 Haziran 1957

[“Dünyaya hitaben” yazılmış olan yukarıdaki mesaj, üzeri mühürlü bir mektup içinde eşi olarak tarafıma verildi, üstünde “ölümünden sonra açılacak” yazıyordu. W. E. B. Du Bois, 27 Ağustos 1963 günü Gana’nın başkenti Akra’da vefat etti. –Shirley Graham Du Bois]

26 Ağustos 2021

,

Lenin’e


Vatanımın köylüleri için
Lenin’in sesini istiyorum.
Vatanımın proleterleri için
Lenin’in ışığını istiyorum.
Vatanımın mazlumları için
Lenin’in huzurunu istiyorum.
Vatanımın gençliği için
Lenin’in umudunu istiyorum.
Vatanımın katilleri için
Vatanımın gardiyanları için
Lenin’in öfkesini
Lenin’in yumruğunu
Lenin’in barutunu istiyorum.

Roque Dalton
Kaynak

,

Aydınlar ve İşçiler


Aydınlar ve İşçiler Arası İlişkiler: Capri ve Bolonya Okulları

Bir grup Sosyal Demokrat Partili yazın emekçisi, Capri (1909) ve Bolonya’da parti okulları kurduklarında asıl amaçları, işçileri partili yazın emekçilerinin önemli ve hayatî olduğu bilgisiyle donatmaktı. Onların kanaatine göre bu tarz bir bilgi, Rus işçilerini devrime hazırlayacak ve devrimin zaferle taçlanması durumunda onların ulaşacakları başarıları perçinleyecekti.

Capri’de parti okulu kurma fikrini ortaya atanlar, sonrasında bu projeyi işçilerin rolü ve işlevine dair kendi kişisel görüşleri temelinde yürüttüler. Bu grubun içerisinde öne çıkan isimse Maksim Gorki’ydi. Capri Adası’nda yaşamakta olan Gorki, gelirinin belirli bir kısmını da okula veriyordu. Onlardaki parti okulu anlayışının ana ilham kaynağı, işçilerin arzu ve ihtiyaçları ile ilgili olarak bizzat yüzleştikleri somut sorunlar, bir yanıyla da bu aydınların işçilerle karşılaşma ânlarıydı. 1905 Devrimi’nden beri sürgünde olan söz konusu aydınlar, Rus gerçekliğiyle çok fazla temas kurma imkânı bulsalar da işçi hareketi temsilcileriyle nadiren bağ kurabiliyorlardı. Capri ve Bolonya’daki parti okulları, esas olarak kurucu aydınların kültürel-politik ve kültürel-felsefî düşüncelerine ait birer sonuçtu. Bu kurucuların hedefi ve bağlı kaldıkları ideal vizyon, “proleter kültür” denilen yeni kültürel dönemde “yeni insan”ı veya “yeni kişi”yi (novyi chelovek) yaratmaktı. Bu nedenle Capri Okulu’ndaki ilk derslere “Proleter Kültür” adını verdiler. Sunulan müfredatsa aydınların işçilerin maharetlerine dair anlayışlarını yansıtmaktaydı. Başka bir ifadeyle, parti okullarının ortaya koyduğu deneyim bize, en genel manada parti aydınları ile işçiler veya işçilerin kendilerine dair anlayışlarından çok, aydınların kendilerine dair anlayışları veya onlardaki işçi aydın imgesi konusunda daha fazla şey söylemektedir.

“Proleter kültür” düşüncesini üreten en önemli teorisyen olan Aleksandr Aleksandroviç Bogdanof’un toplum düşüncesinde işçilerin kendilerini nasıl takdim ettikleri veya nasıl algıladıklarına dair referanstan çok, aydınların işçileri nasıl değerlendirdikleri ve onlarla kurulan ilişkiyi nasıl tanımladıklarıyla ilgili referansa rastlamak mümkündür. Aynı tespit, Gorki, Anatoli Lunaçarski, V. A. Bazarof (Rudnef), Stanislav Volski, Leonid Krasin, Ivan Skvortsof (Stepanof), Grigor Aleksinski, Martyn Liadof ve Mihail Pokrovski gibi, doğrudan okullarla bağlantılı diğer parti aydınlarının yürüttükleri teorik tartışmalar için de geçerlidir. Aralık 1909’da Capri Okulu’nun aktif hayatına son vermesi üzerine bu adamlar birlikte “Vpered (İleri) adıyla anılan bir “yazın grubu” kurmuşlardır.

“Mikhail” (Nikifor Efremoviç Vilonof) adlı bir işçinin düşünceleri haricinde, Capri, Bolonya ve Longjumeau parti okulları ve sol Bolşeviklerin kültürel-politik teorileri ile ilgili önceki çalışmalarımın dayandığı kaynaklar, “okullar”da ders gören “işçi öğrenciler”in kendileriyle ilgili görüşleri ve entelijansiyaya yönelik yaklaşımları konusunda pek bir bilgi vermiyordu. Rus Parti Arşivleri’nin yakın zamanda açılması bu durumda önemli bir değişikliğe yol açmadı, bu gelişme, sadece parti aydınları hakkında şimdiye kadar erişilemeyen kaynaklara erişme imkânı sundu. “Yeni” belgeler, Columbia Üniversitesi’nin Bakhmeteff Arşivi ve Roma’daki Fondazione Basso Arşivi’ndeki koleksiyonları tamamlıyor, ancak Parti Okulları söz konusu olduğunda, işçilerin entelijensiyaya karşı tutumları hakkında yeni bilgiler vermiyor. Tam da bu sebeple burada, önceki açıklamalarımın ötesine geçen yeni sonuçlar veya yorumlar aktaramıyorum.[1] Dolayısıyla bu çalışma, esas olarak parti okullarının sol-Bolşevik entelijansiyanın kültürel-politik eğilimleri hakkında ortaya koyduğu hususların özetini sunmak gibi bir kısıtlamaya sahip. Bunu yaparken, önceki çalışmalarımın, yani kendi önceki yaklaşımlarımın konusu ve yöntemlerinin eleştirel bir analizini de sunuyorum.

Bu amaç doğrultusunda, yurtdışında parti okulları kurma fikrini başlatan entelijansiyanın işçilerle kendi ilişkisini nasıl kavramsallaştırdığına dair ayrıntılı bir bakışı aktararak başlayacağım. Daha sonra, bir işçinin, esasen bir işçi aydının entelijansiya ile ilişkisini aktarmak için Nikifor Vilonof (“Mikhail”) isimli bir işçiyi ele alacağım. Vilonof, Rusya'daki yerel kuruluşlarla doğrudan temas kurarak Capri okulunun planlarının pratiğe dökülmesini teşvik eden bir isim.

Aydınlar ve İşçiler Üzerine Sol Bolşevikler

RSDİP 1903’te Bolşevikler-Menşevikler bölündüğünde, Bogdanof ve Lunaçarski, Lenin’in başını çektiği Bolşevik tarafını seçti ve Lenin’in 1902’de kaleme aldığı Ne Yapmalı broşürünün kendileri gibi davalarına bağlı aydınlar için geçerli bir eylem programı sunduğunu söyledi. Aydınların programında işçilere sınıf bilinci kazanmaları konusunda yardımda bulunmak ve kendi işlerini kendileri hâlledene dek onların eğitilmelerini sağlamak yazılıydı.

1895-96'da Tula'da, gençken Bazarof ve Skvortsof ile birlikte bir işçi grubuna önderlik eden Bogdanof, gene Skvortsof ile bir Marksist politik ekonomi üzerine bir kitap kaleme almıştı (Moskova, 1897). Bogdanof’un işçi çevrelerindeki kültürel-eğitsel faaliyeti, aynı zamanda ilk felsefi çalışması olan Tarihsel Doğa Anlayışının Temel Unsurları’nı (St. Petersburg 1899) epey etkiledi. O zamandan beri Bogdanof, sürekli olarak işçi aydınların ihtiyaçlarına hitap edecek teorik çalışmalar kaleme almaktaydı.[2]. İlk yıllarında belirgin olan kültürel-eğitsel dürtü, hem parti içindeki faaliyetine ilham verdi hem de onun partiyi terk etmesine neden oldu, çünkü Bogdanof, başarı şansının en yüksek ihtimal olarak görüldüğü her yerde proleter bilincin oluşumuna katkıda bulunmak istiyordu.

1905 Devrimi’nden önce Lenin'in safına katılan Bogdanof, Bazarof, Lunaçarski ve diğer isimler, Aralık 1909'da Lenin’den kopup Vpered adını taşıyan sol Bolşevik hizbi oluşturdular. Bu adamların kendilerini Lenin’den ayrıştıkları nokta, bu isimlerin Lenin’den farklı biçimde kendilerini “aydın” olarak adlandırıyor olmalarıydı. Bilindiği üzere Lenin, aydın sınıfına horgörü ve küçümsemeyle yaklaşan bir isimdi. “Aydın” sözcüğünü hep olumsuz bir şey olarak kullanırdı. Lenin kendisini ve partilileri “profesyonel devrimci” olarak tanımlarken, parti üyesi aydınlar bu terimi pek kullanmıyorlardı. Bu isimler kendilerini “teorisyen” değil de “pratik parti emekçisi” olarak nitelemekten hep imtina ediyorlardı.

1905 Devrimi’nden sonra Bogdanof, siyasi ve ideolojik düzlemde başka bir yöne girdi. Bu gelişme dâhilinde Bogdanof, Lenin’den iyice uzaklaştı ve örgütlerdeki partili aydınların rolünü şiddetle eleştirmeye başladı. Bu eleştiriler, bilhassa Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm çalışmasındaki “mutlak hakikat” savunusuna ve seçkin bir ismin partiye liderlik etmesi üzerinde duran anlayışına yöneldi.[3]

Bolşevizmin “proletaryanın kültürel hegemonyası” ile ilgili önermesini ele alan Vperedcilerin temel arzusu, işçi sınıfının kendi bilincini işçilerin yaratıcı potansiyeli aracılığıyla geliştirmesine yardım etmek yönündeydi.

Bogdanof'un ifadesiyle, “şuan Bolşevizmin saflığı temelinde, mevcut toplum çerçevesinde zayıflayan burjuva sınıfının kültürüne kıyasla daha güçlü ve daha uyumlu bir büyük proleter kültürü yaratılmalı”ydı.[4] İşçi sınıfı, kendi sınıf hegemonyasını tesis etmek için, emek süreciyle bağlantılı olan kendi kültürünü kendi içinden üretme yetkisine sahip olmalıydı. Bu da aydınların didaktik ve pedagojik katılımına ihtiyaç duyan bir süreçti ama bu süreç, kesinlikle işçiler üzerinde bir “pedagojik diktatörlük” kurulmasıyla sonuçlanmamalıydı.[5]

Bunun yerine aydınlar, proleter bilincin gelişiminde bir tür ebe görevi görmeliydiler. Destekçilerinin de ifade ettiği üzere Bogdanof, Lenin gibi, işçiler adına eyleme geçilmesi gerektiğine inanmıyor, daha çok, işçilere yardım edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Partili aydınların görevlerini aktarırken Bogdanof, Gramsci’nin düşüncesini ondan çok önce dile getiriyor, işçilere kendi kültürlerini oluşturmaları konusunda katkıda bulunacak “organik aydınlar”dan söz ediyordu.

Bogdanof, bu organik aydın kimliğini hiç terk etmedi. Partiden ayrıldıktan sonra bile partili aydınların görevlerinden bahsetti. Bu, bilhassa Bolşevik Devrim sonrası dönem için de geçerli bir durumdu. Bu dönemde Bogdanof, Proleter Kültür türünden politik ve toplumsal örgütler içerisinde çalışmayı sürdürdü, ama hiçbir zaman Komünist Parti’ye üye olmadı.

Bogdanof’un proleter yönetime giden geçiş aşamasında ilerici bir unsur olarak teknik veya “örgütleyici aydınlara” atfettiği anlamı ayrıntılı olarak tartışmak, bizi meseleden uzaklaştırır. Esas olarak 1920’lerde geliştirdiği bu fikir, Capri ve Bolonya parti okullarındaki deneyimleriyle yakın bağlantılı olarak gelişmiştir. Bu okullardaki faaliyetlerinden kısa bir süre sonra, bu deneyimleri genel anlamda ilk kez detaylandırır. Bunu 1913’te temel bilimsel-teorik çalışması Organizasyon Bilimi: Tektoloji’de yapar. Ama Bogdanof, ilk büyük felsefi-epistemolojik çalışması Ampiriomonizm’de (1904–6), işçi hareketinde aydınların rolüne dolaylı da olsa çok önceden değinmiş bir isimdir. Bu çalışmasında Bogdanof, geleceğin kolektivist toplumunda deneyimin örgütlenmesini ve teknolojinin devam eden gelişimini tartışırken, bireysel olarak organize edilmiş ve sosyal olarak organize edilmiş deneyim arasındaki ayrımın ortadan kaybolacağını, bununla birlikte, işçilerin pratik işlevleri ile aydınların örgütlemeyle ilgili işlevleri arasındaki ayrımın da silineceğini söyler. Bu erken dönemde bile Bogdanof, işçilere entelektüel bir elit grubun dışarıdan bilinç empoze etmesi fikrine karşı çıkar. Ona göre aydınlar, proletaryanın kendi kültürel olgunluğuna ulaşmasına ve iktidarı ele geçirmesi için yeterince gelişmiş, entelijansiyanın bireysel bilincinden temelde farklı olacak bir kolektif bilinç düzeyine ulaşmasına yardımcı olmalıdırlar.

1905 Devrimi’nin yenilgisinin ardından işçi hareketinin geri çekilmesi ve aydınların RSDİP’ten uzaklaşması, Bogdanof’un ajitasyon ve propagandanın rolünü yeniden değerlendirmesine ve partinin örgütlenmesi ve parti liderlerinin rolü hakkındaki fikirlerini yeniden düşünmesine neden olur. Neticede Lenin’le arasındaki farklar daha da derinleşir. Bu noktada Bogdanof, parti okullarının “Rusya'daki yerel parti örgütlerinin liderliğini devrimden sonra partiyi terk eden ‘parti aydınları’ndan devralacak bir ‘işçi aydınları’ yetiştirilmesine katkı sunacağını” söyler. Sonrasında, Capri okulunun faaliyete geçmesinden iki ay önce, Haziran 1909’da Bolşevik hizipten kendisini ihraç eden Lenin’le yaşadığı çatışmanın da etkisiyle Bogdanof, resmi adı “Birinci İşçiler İçin Yüksek Sosyal Demokrat Ajitasyon ve Propaganda Okulu” olan ve ilk başta pragmatik bir hedefe hizmet eden girişim üzerinden Lenin’in “otoriter liderlik tarzı”na sert eleştiriler yöneltme imkânı bulur. Lunaçarski bu eleştirilere “aydın otoriterizmi” eleştirileriyle katkı sunar.

Bogdanof’a göre, parti meselelerindeki bireyci, otoriter davranış, kişisel küstahlık, bir kişilik kültüyle sonuçlanan kendini beğenmişlik ve yoldaşlarının eleştirilerine kendini teslim edememe, karakteristik özellikleriyle burjuvazinin doğasında bulunan özelliklerdir. Lenin ve Plehanof gibi isimlerdeki zihniyet, nitelik itibarıyla burjuvadır. Tek tek vakalar üzerinden bu liderlerin eleştirilmesi bir sonuç üretmeyecektir, çünkü bu kişiler, partili aydınların devşirildikleri burjuva ve küçük burjuva kesimlerin dünyasına bağlıdırlar.

Partili aydınlarda görülen, köklü burjuva kültürün etkisi ile sosyalistlerin idealleri arasındaki çelişki ancak şu koşulla aşılabilir: burada ve şimdi, kapitalizm ve burjuva kültürü koşullarında bu kültüre karşı yeni bir proleter kültür oluşturulmalı, bu kültür kitlelerin ürünü olmalı, ilerici sanayi proletaryasının pratikte kurduğu yoldaşlık üzerine kurulu kolektivist ve eşitlikçi ilişkileri temel almalıdır.

Bogdanof’a göre yalnızca “proleter kültür” temelli “tam bir sosyalist eğitim”, partinin örgütlenmesini temelden değiştirip yenileyebilir. İşçi Sınıfının Kültürel Görevleri adlı kitabında Bogdanof, işçilerin dünya görüşünü kendi görüşü kılan aydınların “beyaz kargalar kadar” nadir görülen bir şey olduğunu söyler.[6] Vpered’in programının ilk maddelerinden birinde tam da bu sebeple şu ifadeye yer verilir: “İşçilerin gerçek kurtuluşu bizatihi işçilerin kendilerinin yerine getireceği bir görev olmalıdır.”[7]

Parti okulları, daha sonra parti aydınlarının örgütsel egemenliğinin yerini alması beklenen işçi aydınlar eğitmeyi amaçlamaktadır. Aynı zamanda okullar, işçilere kendi kültürlerini nasıl ortaya çıkaracaklarını ve geliştireceklerini göstereceklerdir. Ancak okullar bu iki görevi aynı ölçüde ve yoğunlukta üstlenemezler. Özellikle Capri okulu varolduğu tüm süre boyunca (Ağustos-Aralık 1909) pek bir faaliyet ortaya koyamaz ve zaman zaman Lenin ile Bogdanof arasındaki siyasi çatışma nedeniyle dağılmanın eşiğine gelir. Bu çatışmaya hazırlıksız yakalanan, Rusya’dan gelip Capri’deki hayatın egzotik niteliğine yabancı kalan “işçi öğrenciler” yönlerini kaybederler. “İşçi filozof” Vilonof dışında elimizde kişisel ifadeleri bulunan öğrenciler, yaptıkları açıklamalarda aydınlarla ilişkileri değil, daha çok politik bağlamla ilişkileri üzerinde durmaktadırlar.

Bolşevik hizip içindeki siyasi çatışmanın acı sonuçları Bolonya okulunda da hissedilir (Kasım 1910-Mart 1911). Burada da, işçiler tarafından yapılan birkaç açıklamadan anlaşılacağı kadarıyla, asıl mesele, işçi aydınların ve işçi öğrencilerin Bogdanof ve Lenin yandaşı olarak bölünmüş olmalarıdır. Bogdanof’un proletaryanın politik bilincinin, yeni sınıfın kapsamlı ve geniş kültürünün, Capri ve Bolonya’da temellerinin atılmasını istediği o büyük kültürün yalnızca bir yönünü oluşturması gerektiğine ilişkin fikri, tarihin tuhaf bir cilvesi sonucu, kendi partisinin verdiği hâkimiyet mücadelesi denilen o acı gerçekle yüzleşir.

İşçi Felsefeci Vilonof ve Entelejansiyaya Yönelik Tavrı

Bogdanof’un proleter kültür teorisinin çıkış noktası, modern, mekanize, büyük makine yapım fabrikalarında üretim sürecindeki proleterleri karakterize eden “yoldaşlık temelli işbirliği” denilen yaklaşımdır. Ona göre, emek süreci ve insanlararası işbirliğinin örgütsel biçimine dair bu model, devrim mücadelesinde proleter sınıf dayanışmasının temelini teşkil etmektedir. Bu aynı zamanda proletaryanın, diğer bir deyişle proleter kültürün, yeni yaşam ve düşünce biçimlerinin temeli olacaktır.

İlgili anlayışa göre, işçilerin yoldaşlık ve kolektif ilişkilerinden “proleter sanat”, “proleter felsefe”, “proleter bilim” ve “proleter ahlak” doğmalıdır. Bogdanof’a göre proleter kültürün, geleneksel işçi kültürünün tersine, işçi sınıfının tüm yaşam deneyimi, “tüm praksisi” ve “tüm düşüncesi” tek bir sistem dâhilinde bütünleştirilmelidir. Gelgelelim bu hedefe eski burjuva aydınlarla, o “beyaz kargalar”la, burjuva dünyasının bekçileriyle ulaşılamaz. Sınıfın psikolojisinin iç birliği, kendi ifadesini ancak işçi aydınlar eliyle bulabilir.[8]

1908'in sonunda Rusya'nın Ural bölgesinden, gerçek adı Nikifor Efremoviç Vilonof, kod adı “Mikhail” veya “Mikhail Zavodski” (Metal İşçisi Mikhail) olan bir Bolşevik işçi Cenevre’de bulunan Bogdanof’u ziyaret eder. Vilonof, Bogdanof’un birkaç eserini Rusya’dayken okumuş, bu çalışmalarla ilgili olarak Bogdanof’la yazışmış bir isimdir. Kendi kendisini yetiştirmiş olan bu işçi, Bogdanof’un “yoldaşlık temelli işbirliği”nin makineleşmiş endüstride yeni oluşacak dünyanın temeli hâline gelebileceğine dair görüşünü heyecanla karşılamıştır. Vilonof’un niyeti, Bogdanof’un fikirlerini işçilerin anlayabileceği bir biçime ve dile aktarmak, kendi ifadesiyle, “Bogdanof’un fabrika, makine ve işçi üzerine kurulu felsefesini popüler kılmak”tır. Bogdanof bu öneri karşısında sadece gururlanmakla kalmaz, aynı zamanda Vilonof ile altı aydan fazla süren bir yazışmada “işçi öğrencisine” çeşitli önerilerle yardımcı olmaya çalışır. Örneğin Bogdanof, Vilonof'u “Felsefeden Ne Talep Ediyoruz?” başlıklı bir makale yazmaya teşvik eder. Dahası Bogdanof, Vilonof’u birinci Parti Okulu’nun organizasyonundaki pratik sorunları çözmeye yardımcı olacak doğru adam olarak görür. Vilonof, Rusya’daki yeraltı örgütleriyle temaslar ayarlayacak, Capri'ye Rusya'dan, parti işlerinde zaten deneyime sahip olan güvenilir işçilerin birkaç aylık eğitim ve ileri eğitim için getirilmesine yardımcı olacak kişidir. Bu amaçla, 1909’un başında Vilonof'u, Maksim Gorki'nin evine gönderir. Capri adasındaki bu evde sıcak karşılanır. Bogdanof Gorki’ye yazdığı mektupta şunları söylemektedir: “Bu işçi muhteşem bir adam, bizim emekçi kitlelerimiz işte böylesi aydınlar doğuruyor.”[9]

Sadece Gorki değil, eşiğinden içeri giren tüm sanatçılar ve aydınlar Vilonof karşısında büyülenirler. Yıllar sonra Lunaçarski, “gerçek Rus proleterlerini görme ve onlarla çalışma özlemleri”nden bahsedecektir.

Ama Capri’deyken Bogdanof’un Ampriomonizm çalışması temelinde kendi “işçi felsefesi”ni geliştirmeye çalışan Vilonof, bir işçi aydın olarak adadaki yazın emekçileriyle kurduğu temasın pek de huzurlu, dikensizbir düzlemde gerçekleşmediğini görür Aşina olmadığı, dolayısıyla şüpheli biriymiş gibi algılandığı ortamda derin bir güvensizlikle karşı karşıya kalır. Vilonof’un çalışkan ve hevesli bir lise öğrencisi edası ile kaleme alıp Bogdanof’a gönderdiği mektuplara, aynı zamanda Moskova’da kalan fabrika işçisi eşi Maria Zolina’ya yazdığı mektuplara içteki bu gerilim damga vurur.

Vilonof’un aydınlarla ilişkilerindeki gerilimi Gorki’nin Bogdanof’a yazdığı mektuplarda da tespit etmek mümkün. Bu mektuplarda Gorki, Vilonof’un “gelgitli” karakteriyle uzlaşmakta zorlandığını dile getirir, ondaki duygusal aşırılıkları çilesini çektiği verem hastalığının ileri safhalarında olmasına bağlar. Vilonof, Gorki’ye hayran olmasına rağmen onunla karşıtlık içerisindedir. İçinde bulunduğu aydın ve sanatçı ortamı ile arasındaki gerilim öylesine derindir ki o bu gerilimle başa çıkmayı bir türlü beceremez.

Vilonof, işçi aydın olmakla gururlanmasına, bir “işçi felsefeci” olarak, Gorki ve Bogdanof’un takdirini görmesine rağmen Capri’de içinde bulunduğu ortamın yol açtığı duygusal, toplumsal ve psikolojik çelişkiyle başa çıkamaz. O, bir yandan gerçek bir aydın olmak istemekte, bir yandan da Gorki’nin villasında gördüğü aydınların zihniyetinden rahatsız olmakta, onlara şüpheyle yaklaşmaktadır. Aydınlarda gördüğü bireyciliğe kızdıkça işçilerdeki kolektivizme o kadar çok değer verir. Üstelik bu, Bogdanof’un felsefesi üzerinden gerekçelendirilen bir yaklaşımdır. Gorki ise Vilonof’taki entelektüelizm karşıtlığını oldukça hassas bir barometre olarak gördüğünü, konuyla ilgili düşüncelerini ölçmek için bu barometreyi kullandığını söyler.[11]

Vilonof, Troçki’ye yazdığı bir mektupta, “toplumsal bir sınıf olarak proletaryanın kendi aydınlarına sahip olması gerektiği”nden bahseder, Troçki’den kendisinin kaleme aldığı, parti okullarıyla ilgili detaylı raporu Pravda’da yayımlamasını ister (Pravda, 1908'den beri Viyana'da Troçki tarafından çıkartılmaktadır).

Bu süreçte Gorki ve Bogdanof, ülkedeki parti örgütlerini parti okullarına onay vermeleri konusunda ikna etmek için Vilonof’u görevlendirmiştir. Zira bu dönemde Lenin ve ona bağlı Bolşevikler, söz konusu okulları “yeni bir hizbin merkezi” olarak görmekte, onları tanımamaktadır.[12]

Troçki’nin çıkarttığı Pravda gazetesini proleter kültürün amaçları doğrultusunda bir sözcü olarak kullanma fikri, Leninistlerin çıkarttığı Proletari dergisinin yayın kurulundan ayrıldığı günden beri kendi örgütüne hizmet edecek bir yayın arayan Bogdanof’a aittir. Oysa kendisini hizipler arasında konumlandıran ve parti birliği çağrısı yapan Troçki, makalesini yeni bir örgüte açma konusunda tereddüt içerisindedir.

Capri okulunu örgütleyen isimlere yazdığı, hiçbir yerde yayımlanmayan bir mektubunda Troçki, tüm RSDİP’e hizmet edecek bir parti okulu kurulmasını talep eder, bu amaç doğrultusunda ayrıntılı kimi didaktik ve metodik önerilerde bulunur. Daha sonra, genel olarak eğitim programına katılmasa bile, Bolonya’da ajitasyon ve propaganda konusunda birkaç ders vermeyi kabul eder.

Troçki’ye yazdığı ve işçi hareketi için çok önemli olan işçi liderlerinin ancak bir parti okulunda yaratılabileceğini söylediği mektubunda görüldüğü kadarıyla Vilonof, esasen kendisinin okul için ne kadar önemli olduğunun farkındadır. Troçki’ye yaptığı açıklamada dile getirdiği biçimiyle parti okulları, ancak “teorisyenlerin deneyimleri pratik işçilerin deneyimleriyle kaynaştırıldığı takdirde işlevsel olabilir. Aydınlar işçileri nasıl eğiteceklerini ancak işçilerden öğrenebilirler.”

Haziran 1909’da Capri okulu için “öğrenci” seçmek amacıyla gizlice Rusya’ya gittiğinde Vilonof, Bolşevikler bünyesinde gerçekleşmiş olan Leninist-Bogdanofist ayrışmasını da Rus topraklarına taşımış olur. İlk başta, bu durumun geniş kapsamlı siyasi sonuçlarını kavrayamayacak kadar saftır. O, Bogdanof’un Bolşevizmin en büyük filozofu, Lenin’in de onun en büyük organizatörü olduğunu düşünmektedir.

Peki Vilonof bu iki isim arasında neden bir uzlaşma sağlayamamıştır? Ona göre parti okulları Lenin ve Bogdanof’un uzlaşacağı en iyi ortamdır. Bu okullardan mezun olacak işçiler Rusya’ya gittiklerinde bu uzlaşmanın mümkün olduğunu parti örgütlerine göstereceklerdir.

Vilonof, Bogdanof’un projesinin amacının sadece basit anlamda partiye hizmet edecek işçilerin eğitilmesi olmadığını, ancak okulun faaliyetleri esnasında anlama imkânı bulur. Esasen Bogdanof’un işçi aydın anlayışında amaç, “parti liderleri” yetiştirmek değildir. Vilonof’un gözünde pratik işçi, işçi felsefeciden üstün bir yere sahiptir. Okul içerisinde çevrilen bir dizi dolap üzerinden Vilonof, Bogdanof’tan kopar, çünkü Vilonof, onun “eski Bolşevizm bayrağı altında, parti okulunu dar bir çevreyle ikame etmek, bunun yanı sıra pratik işçileri dışlamak derdindedir.” Bunun üzerine Vilonof, Lenin’in katı parti anlayışının işçilerin davası için çok daha fazlasını vaat ettiğini düşünmeye başlar.

Kasım 1909’da Vilonof, diğer beş öğrenciyle birlikte Capri okulundan ayrılır. Lenin'den Paris'e gelme davetini kabul eden bu işçiler bu şehirde sıcak karşılanırlar ve onlar için bir dizi konferans düzenlenir. Vilonof, ideolojik açıdan Bogdanofçu iken politik bir Leninist hâline gelir.

Sadece birkaç ay sonra, Mayıs 1910’da Vilonof henüz 27 yaşında iken Davos’taki sanatoryumda veremden ölür. Lenin, ölümünden kısa bir süre önce sanatoryum masraflarının parti tarafından karşılanmasını sağlamıştır.

Gorki, 1927’de Pravda için kaleme aldığı bir anma yazısında şunu söylemektedir: “Mikhail’e göre sınıfsal nefret, en güçlü yaratıcı güçtü. Bu güç onun için hakikatin ta kendisiydi.”[13]

1918’de Rusya’da ilk proleter üniversitesini açtığında Bogdanof, model olarak Capri ve Bolonya’daki okullara işaret eder, ama bilhassa “Rusya’da işçilerin eğitimi noktasında işçi filozof Vilonof’un yaptığı muazzam hizmetler” üzerinde durur.[14]

Vilonof’la ilk görüşmesi sonrası Lenin, 16 Kasım 1909’da Gorki’ye şunları yazar: “Mikhail Yoldaş, Rusya'da devrimci sosyal demokrasinin başarısının garantisidir.”[15] Lenin’e göre Vilonof, okulun ilerici işçileri o işçilerin gerçek hayatından devşirmektedir. Capri’deki aydınlar arasında cereyan eden tartışmaların pek bir önemi yoktur. Esasen Lenin, bu türden uzlaşmacı ifadelere Gorki’yle yaptığı, kesintiye uğramış yazışmalara kaldığı yerden devam etmek için başvurmaktadır.

Vilonof’un Capri’deki parti okulu ile bağlantılı olarak yürüttüğü faaliyetleri, belli ölçüde katalizör görevi görür. Sonuçta Capri, işçilerin parti liderlerine dönüştürülmesinden öte bir amaca sahiptir. Parti okulunun başta planladığının aksine “işçi aydın” terimi, “parti aydını” terimi ile eşanlamlı hâle gelmez.

Tıpkı Bolonya’daki okul gibi Capri okulunda da merkezî unsur, Bogdanof’un geliştirip uygulamaya koyduğu kültürel-politik programdır. Temelde Vpered grubuna ait olan bu Bolşevik program, Lenin’in programıyla doğrudan çatışma içerisindedir. Bogdanof’a göre proletaryanın politik bilinci, yeni oluşacak sınıfın kapsamlı ve uzun vadede somutlaşacak kültürünün yönlerinden sadece birisidir.

Capri parti okulunun sekreteri olarak Vilonof, partiye üye yazın emekçileri ve aydınların okulun iç sorunları ve siyasi çatışmalar ile ilgili olarak Bolşeviklerin merkeziyle, yani Lenin’le yürüttükleri tartışmalara katılan az sayıda işçiden biridir (hatta çoğu vakit bir tek o vardır). Ama öte yandan Vilonof, tam da bu süreçte kibirli değilse bile gururlu biri hâline gelir. Bir yandan da o, Capri’deki partili aydınlardan nefret etmeye ve Lenin’e hayranlık duymaya o tartışma sürecinde başlamıştır. O güne dek pek tanımadığı bir isim olan Lenin, Vilonof’un gözüne mevcut karışıklığı düzene sokmak için uzaktan müdahalelerde bulunan biriymiş gibi görünür.

Elimizde diğer işçilerin okullara yönelik yaklaşımları konusunda pek fazla bilgi yok. Ama şunu biliyoruz: 1917 sonrası Bogdanof, Proletkult isimli örgütü kurma süreci dâhilinde bu işçilerle tekrar karşı karşıya gelir. Sonrasında bu işçilerden ikisi, o dönem uygulanan politik baskıların gölgesi altında kaleme aldıkları anılarında esas olarak Lenin’in katkılarına odaklanır. Dolayısıyla bu tür çalışmalar da Capri konusunda önemli bir şey söylemememektedirler.

* * *

Bogdanof’un geleceğin toplumsal düzeni anlayışı, bireysel deneyimle kolektif deneyim, örgütleyenlerle örgütlenenler, yönetenlerle yönetilenler arasında her türlü farkın ortadan kalktığı, mutlak, herkesi kucaklayan, bütünsel hatta bütünleştirici bir toplumsal birlik fikrini temel alır.

İşçilerin hakiki manada inisiyatif almalarını talep eden Bogdanof, işçilerin belirli bir bilinç düzeyine erişmeleri ve kendi kültürlerini üretmelerini mümkün kılıp onların toplumun hegemonik sınıfı hâline gelmesini sağlayacak her şeyi kucaklayan bir dünya görüşüne vakıf olmaları için eğitilmesi gerektiğini söyler.

Bogdanof’a göre işçilerin nihayetinde muzaffer olacak ve geleceğin dünyasını tanımlayacak olan kolektif iradeleri, düşünce sahasında her türden çoğulculukla ve bireycilikle çelişir. Bogdanof’un ifadesiyle, kolektivist madde ve ruh arasındaki otoriter ikiliğin ortadan kalkması, aynı zamanda bağımsız bir toplumsal kategori olarak aydın sınıfının sonunu ifade eder.

Bogdanof’un çalışmalarının birçok yerinde okur, yazarın ideal durumlar dâhilinde işleyen ideal işçi tiplerinden söz ettiğine ilişkin bir izlenim edinir. Bu noktada zihinde Bogdanof’un gerçek işçileri tanıyıp tanımadığı, onlara ne ölçüde ihtiyaç duyduğu soruları belirir. Bazı yerlerde ise Bogdanof, sanki işçilere ihtiyaç duyuyormuş gibi görünür ama ona göre işçiler sadece aydınların yerini almak için var gibidir.

Elimizdeki çalışmaları dikkate alındığında Bogdanof, kendisinin idealize ettiği imajın ötesinde işçilerle pek ilgilenmemektedir. O işçilerin kim oldukları, ne yaptıkları onun umurunda değildir.

Bogdanof nezdinde Vilonof ideal işçi aydındır. En azından bu, ilk tanıştıkları dönem için geçerli olan bir değerlendirmedir. Ancak Vilonof süreç içerisinde Bogdanof’un zihnindeki ideal imajın aksi yönünde hareket edince Bogdanof yüzünü başka yöne çevirmiştir.

Jutta Scherrer

[Kaynak: “The Relationship between the Intelligentsia and Workers: The Case of the Party Schools in Capri and Bologna”, Workers and Intelligentsia in Late Imperial Russia: Realities, Representations, Reflections içinde, Yayına Hazırlayan: Reginald E. Zelnik, The Regents of the University of California, 1998, s. 172-185.]

Dipnotlar

[1] Bkz. Jutta Scherrer: “Les écoles du parti de Capri et de Bologne: La formation de l’intelligentsia du parti,” Cahiers du monde russe et soviétique 19, 3 (1978): s. 259–84; “Bogdanov e Lenin: Il bolschevismo al bivio,” Storia del marxismo içinde (Turin, 1979), cilt. 2, s. 493–546; “Culture prolétarienne et religion socialiste entre deux révolutions: Les ‘Bolcheviks de gauche,’” Europa 2, 2 (1979): s. 67–90; “’Proletarische Kultur’: Die Entstehung des Konzepts und seine Umsetzung in der Organisation des frühen ‘Proletkult,’” Arbeiterkulturen zwischen Alltag und Politik içinde, ed. Friedhelm Boll (Viyana, Münih, Zürih, 1986), s. 101–21; “Gor’kij-Bogdanov: Aperçu sur une correspondance non publiée,” Cahiers du monde russe et soviétique 29, 1 (1988): s. 41–52; “The Cultural Hegemony of the Proletariat: The Origins of Bogdanov’s Vision of  Proletarian Culture,” Studies in History 5, 2 (1989): s. 195–210; “Bogdanov e Capri,” L’Altra Rivoluzione içinde, ed. Vittorio Strada (Capri, 1994), s. 35–55.

[2] A. A. Bogdanov, “Programma kul’tury,” A. A. Bogdanov, Voprosy sotsializma içinde (Moskova, 1918), s. 72.

[3] 1905 sonrasında Bogdanof, Lenin’in tek, kişisel liderlik” için verdiği mücadeleyi eleştirdi (RTsKhIDNI, f. 259, op. 1, ed. khr. 48, 1. 44 ob); Aktaran: Daniela Steila’nın şu esere yazdığı takdim yazısı: A. A. Bogdanov, Desiatiletie otlucheniia ot marksizma (Moskova, 1995).

[4] A. A. Bogdanov, “Ne nado temnit’,” Ko vsem tovarishcham! içinde (Paris, n.d. [1910]), s. 4.

[5] Andrzej Walicki, “Alexander Bogdanov and the Problem of the Socialist Intelligentsia,” Russian Review 49, 3 (1990): s. 304.

[6] Bu, sansürün reddettiği asıl özgün başlıktır. Capri ve Bolonya okullarındaki deneyimlerin bir semeresi olan kitap şu isimle yayınlandı: Kul’turnye zadachi nashego vremeni (Moskova, 1911).

[7] A. A. Bogdanov (Maksimov), “Proletariat v bor’be za sotsializm,” Vpered 1 (1910).

[8] Bogdanov, Kul’turnye zadachi, s. 69.

[9] “Kakoi velikolepnyi paren’ etot rabochii, kakuiu intelligentsiiu obeshchaet vydvinut’ nasha rabochaia massa, esli sudit’ po etoi figure!”; Gorki’den yayıncı I. P. Ladyznikof’a mektup, Capri, Ocak 1909’un başları, Arkhiv A. M. Gor’kogo içinde (Moskova, 1959), cilt. 7, s. 186.

[10] A. V. Lunacharskii, Velikii perevorot (St. Petersburg, 1919), s. 45.

[11] Buradaki ve diğer yerlerdeki tüm alıntılar Gorki’ye ait. Vilonof ve Troçki’ye ait alıntılar ise yukarıda bahsedilen, New York kaynaklı arşiv materyallerinden alındı.

[12] Bkz. J. Scherrer, “Un ‘philosophe-ouvrier’ russe: N. E. Vilonov,” Le mouvement social 111 (1980): s. 165–88. Vilonof’un Capri’den Moskova’daki eşine yazdığı mektupla ilgili olarak bkz. Irina Revjakina, “Intersezione di destini: Maksim Gor’kij e Michail Vilonov,” Strada, ed., L’Altra Rivoluzione içinde, s. 111–37.

[13] M. Gorky, “Mikhail Vilonov,” M. Gorky, Sobranie sochinenii v tridsatykh tomakh içinde (Moskova, 1952), cilt. 17, s. 88–90.

[14] A. Bogdanov, “Proletarskii Universitet,” A. Bogdanov, O proletarskoi kul’ture içinde (Leningad, 1924), s. 242.

[15] V. I. Lenin i A. M. Gor’kii (Moskova, 1969), s. 45–49.