31 Mart 2025

, ,

Irak Semalarındaki Kızıl Yıldız


Saddam Hüseyin dönemi (1979–2003) öncesinde Irak Komünist Partisi, ülkedeki en önemli ve en etkili politik partilerden birisiydi. Bu dönemin belirli kesitlerinde parti, geniş bir kitleyi örgütlemeyi bildi, bu sayede kendi döneminde Arap dünyasında en büyük ve en önemli komünist partisi hâline geldi.

IKP, Irak siyasetinde etkili etkili bir parti olarak, öncelikle Komintern’in yardımlarıyla kurulan, ülkede dünya devrimine mevzi kazandırma amacıyla devrimci politikalar uygulamayı önüne koyan, “enternasyonalist” bir yapı iken zamanla “Iraklı” bir politik partiye dönüştü. Doğu Avrupa ve Üçüncü Dünya’daki diğer komünist partilerden farklı olarak IKP, hiçbir zaman SBKP’nin uydusu hâline gelmedi. Marksist-Leninist ideolojinin teşkil ettiği genel ideolojik çerçeve içerisinde hareket etse de süreç içerisinde çerçevenin sınırlarını genişletmeyi, hatta kimi zaman aşmayı bildi.

Parti, Irak topraklarında gelişen milliyetçiliğin oluşumunda etkili bir unsur olarak iş gördü. Bir yandan da panarabizmin ve Kürd milliyetçiliğinin gelişimine de katkıda bulundu. Bu milliyetçi ideolojilerin zihinsel ve politik düzeyde üretiminde ve formüle edilme sürecinde önemli bir rol üstlenen, bölgedeki ve ülkedeki gelişmelere cevap sunmayı, bu gelişmelerle ilişki kurmayı bilen parti, süreç içerisinde sol milliyetçi bir partiye dönüştü.

Partinin kurulduğu 31 Mart 1934 tarihi ile birlikte Irak siyaseti, yeni bir döneme girdi. Kırklı ve ellili yıllarda etnisite, kabile ve mezhep esası üzerine kurulu kitle hareketliliği, politik partilerin öncülük ettiği, belirli ideolojileri temel alan politik hareketliliğe galebe çaldı. Bu dönemin izini taşıyan ve yaşanan gelişmenin önemli bir örneği olarak karşımızda duran IKP, toplumun her kesiminin, Kürdlerin, Sünnilerin, Şiilerin, Yahudilerin, Hristiyanların vs. desteğine mazhar oldu. Zaten partinin kurucu üyelerinden olan, kırklarda partiye öncülük eden efsanevi lideri Yusuf Selman Yusuf (Fahad Yoldaş) Arap Keldanilerine mensup bir Hristiyan’dı. Yusuf Selman Yusuf’un yerini sonrasında Şii olan Hüseyin Ahmed Razi (Selam Adil) aldı. O da yerini Sünni Kürd olan Aziz Muhammed’e bıraktı. Parti süreç içerisinde farklı mezheplere, dinlere ve etnik gruplara mensup insanları örgütledi.

Parti, tabanı ve yönetim kademesiyle “Iraklı” bir partiydi. Belirli etnik yapıların ve mezhebî oluşumların çıkarlarını temsil etmekten uzak duran parti, herhangi bir gruba özel siyaset de gütmedi. Bu çeşitliliği kucaklayabilmesinin sebebini 1934’te Marksist-Leninist bir örgüt olarak kurulmuş olmasında ve 1958 devrimine dek uzanan süreçte gerçek manada “Iraklı” olan bir kitle partisine dönüşmesinde aramak gerekiyor.

Ama bu gelişimin bir bedeli de vardı: belirli ideolojik ilkelerine karşı gelmek zorunda kalan partinin üyeleri ve liderleri arasında kafa karışıklıklarına rastlanmaya başlandı. Bu kafa karışıklıkları, daha çok partinin Irak siyaseti içerisinde oynayacağı rolle ilgiliydi. Parti, süreç içerisinde “amacımız devrim için çalışıp proletarya diktatörlüğünü kurmak mı yoksa emperyalizmin kötülüklerine karşı ülkedeki ‘ilerici’ rejimleri desteklemek mi?” sorusuyla yüzleşti. Parti, ideolojik mücadelelerinde hep bu tür açmazlarla uğraşmak zorunda kaldı.

Başta İngiltere’nin başa geçirdiği ve koruduğu bir kralın olduğu 1958 Devrimi öncesi IKP’nin ana politikası, emperyalizmle mücadele ve rejime yönelik muhalefet üzerine kuruluydu. Krala, İngilizlere ve emperyalizme karşı çıkan politikası dâhilinde parti, bir yandan da demokrasiyi ve sosyal adaleti savundu. Bu sayede önemli bir kitleye sahip oldu. İngiliz nüfuzunun kırılması, krallık rejiminin yıkılması ve yaşanan 1958 Devrimi, IKP için önemli bir turnusol kâğıdı işlevi gördü.

Devrim sonrası illegalden legal alana geçen parti üyeleri, Irak devletine ait yapının içinde kendilerine yer buldular. Arap ve Kürd milliyetçilerinin siyasetinin ideolojik mücadelesiyle ve ülkenin Soğuk Savaş bataklığında debelendiği gerçeğiyle yüzleşen parti, önceden ilkesel yaklaştığı birçok hususta pratik bir konum almak zorunda kaldı. Bu anlamda, 1958 Devrimi’nden Saddam Hüseyin’in iktidara geldiği 1979 yılına dek uzanan dönem, parti açısından ideolojik ve politik düzlemde önemli bir dönemdi.

Saddam’ın iktidara gelişiyle birlikte ülkedeki ideoloji temelli politika dönemi de sona erdi. Dolayısıyla, IKP de Irak’taki siyaset sahnesinde önemli bir politik aktör olarak hareket etme imkânını yitirdi.

Johan Franzén

[Kaynak: Red Star Over Iraq: Iraqi Communism Before Saddam, Columbia University Press, 2011, s. 1-3.]

30 Mart 2025

,

Karanfilli Adam

Yunanlı komünist ve direniş lideri Nikos Beloyannis 1915’te doğdu. Otuzlarda iktidarda olan Ioannis Metaxas’ın milliyetçi rejimi tarafından tutuklandı ve Akronauplia Hapishanesi’nde (Nauplion) kaldı. 1941’de ülkeyi işgal eden Nazilere teslim edildi. 1943’te hapisten kaçıp Peleponez’de Yunan Halk Kurtuluş Ordusu’na (Ethnikos Laikos Apeleftherotikos Stratos -ELAS) katıldı. ELAS’ın büyük komutanı Aris Velouchiotis ile birlikte savaştı. Yunan İç Savaşı süresince Yunanistan Demokratik Ordusu’nun ideolojik ve politik çalışmalarından sorumlu yöneticisi olarak faaliyet yürüten Beloyannis, hareketin 1949’da yenilmesinden sonra ülkeyi terk etti.

1950 Haziran’ında illegale geçmiş olan Yunan Komünist Partisi’nin Atina örgütünü yeniden kurmak için ülkeye geri döndü. 20 Aralık 1950’de tutuklandı ve partiyi yasadışı kılan yasayı çiğnemek suçuyla askerî mahkemeye çıkartıldı ve SSCB’ye istihbarat sağladığı gerekçesiyle ihanet suçuyla yargılandı.

Beloyannis davası 19 Ekim 1951’de Atina’da başladı. Toplamda 94 kişi çeşitli suçlara çarptırıldı. Hâkimlerden biri 1967-74 arasında ülkeyi askerî diktatörlükle yöneten Georgios Papadopoulos’tu.

Beloyannis tüm suçlamaları reddetti ve Nazi karşıtı direniş (1941-1944), İngiliz İşgali (1944-1946) ve Yunan İç Savaşı (1946-1949) süresince ortaya koyduğu vatansever mücadeleye vurgu yaptı. Tüm dünyada “Karanfilli Adam” olarak bilinen Beloyannis adına ünlü ressam Pablo Picasso bir eskiz çalışması yaptı.

Özel af için ulusal ve uluslararası planda yapılan çağrılara rağmen mahkeme Beloyannis’i ve üç yoldaşını ölüme mahkûm etti. Tutsaklar, 30 Mart 1952 Pazar günü sabahı Kallithea Hapishanesi’nden alınıp Goudi Kampı’nda idam edildiler.

Beloyannis, Yunan solunun büyük kahramanlarından biri hâline geldi. İsmi İç Savaş’tan (1949) Papadopoulos cuntasının yıkılışına ve Yunanistan’da demokrasi yeniden tesis edilene dek (1974) geçen süre zarfında (1974) politik mültecilerin yaşadığı Macaristan’daki köye verildi (Beloiannisz Köyü).

● ● ●

Karanfilli Adam

Seher karanlığında,
Projektörlerin ışığında,
Kurşuna dizilen beyaz karanfilli adamın
Fotoğrafı
Duruyor üstünde masamın.
Sağ eli
Tutuyor karanfili
Bir ışık parçası gibi Yunan denizinden.
Karanfilli adam
Ağır kara kaşlarının altından
Bakıyor cesur çocuk gözleriyle,
Hilesiz bakıyor.
Türküler ancak böylesine hilesizdir
Ve ancak komünistler
And içer böylesine hilesiz.
Dişleri bembeyaz:
Gülüyor Beloyannis.
Ve elindeki karanfil,
Bu yiğit,
Bu rezil
Günlerde
Söylediği sözlerden biri gibi insanlara...

Nâzım Hikmet

“Karanfilli Adam” filminden bir sahne:


Nikos Beloyannis: Beyler, bu mahkeme ilkinin yeni bir versiyonundan, daha da geliştirilmiş, muhtemelen daha iyi organize edilmiş hâlinden başka bir şey değil. Ama birçokları için hâlen daha hayal kırıklığından başka bir anlamı yok. İlk mahkemede olduğu gibi bu mahkemede de hakikatten başka bir şey dökülmez dilimizden. Üzerini örtmeye yemin ettiğiniz o korkunç gerçekleri bugüne dek kimse bilmiyordu.

İhanet ve casuslukla suçluyorsunuz bizi. Komiksiniz.

Genç bir yoldaşımız da savunmasında hepimiz adına konuşabilirdi. Çünkü hepimizin anlatacağı hikâye aynı. Biz, kendimizi İtalyanlarla, Almanlarla, Bulgarlarla ve onlarla işbirliği yapanlarla savaşmaya adayanlarız. Şimdi bize “casus ve hain” diyorsunuz öyle mi!

Hâkim: Açıklamalarınızı sadece suçlamalarla sınırlı tutun.

Biz yurtseveriz. Öyleymiş gibi yapıyor değiliz. Bizi yargılayanlardan çok daha fazla seviyoruz ülkemizi.

Savcı: Subaylar Heyetine hakaret ediyor.

Ben kimseye hakaret etmedim. Komünist partiye hain denildi. Oysa onun adı yurtseverlikle birlikte anılmalı. Ondaki yurtseverlikten bahsedilmeli. Parti, ne kazandıysa kanıyla ve silahla kazandı.

Hâkim: Esas olarak da silahla…

Esas olarak kanıyla kazandı. Caisariani’de idam edilen 200 insanı, Kokkinia’daki 400 insanı, Kurnovo’daki 110 insanı anımsayın. Elektra’nın çilesini, kendisini Alman tanklarının önüne atan Statopulo’nun kahramanlığını unutmayın. İşte biz ülkemizi böyle seviyoruz, fedakârlıkla ve kanımız pahasına.

Yabancıların çıkarlarına hizmet eden hangi ajan, canını böylesine bencillikten uzak bir biçimde feda edebilir?

Bizim fedakârlıklarımız, ancak ilk dönem Hristiyanların fedakârlıklarıyla kıyaslanabilir. Gelgelelim, Hristiyanlar cennete gitmeyi umut ediyorlar. Komünistlerse canlarını keyfini çıkartamayacakları bir gelecek için feda ediyorlar. Yabancıların çıkarlarına hizmet eden hangi ajan böyle bir şey yapar?

Sürekli bizim hain ve casus olduğumuzu söyleyip duruyorsunuz. Hayır, biz, uyku ve dinlenmek nedir bilmeden güzel bir geleceğin şafağı söksün diye, yeni bir çağ kurulsun diye gayret eden Yunanlılarız.

Savcı: Savcı rolüne büründü bu. Bizim savcı, kendisinin davalı olduğunu unuttu.

Bu gerçeği hiçbir zaman unutmadım. Siz ne yaptığınızdan emin değilsiniz.

Savcı: Bu yaptığının bedelini ödeyeceksin. Bu da benim sözüm olsun.

Hâkim: Buraya kadar kendine yakıştırdığın şeylerden bahsedip durdun ama o işlediğin korkunç suçlara hiç değinmedin. Yunan kralına bağlı olan insanları öldürüp bir kuyuya atmışsın.

Burada iç savaşa da değineceğim. Ama önce bir bardak su istiyorum. Boğazım kurudu.

Hâkim: Burası kahve değil. Devam et!

İç savaş büyük bir felâket. Belki de bir milletin başına gelebilecek en büyük felâket. İki taraftan birine katılmak zorunda olan insanlar, hiç övünmeyecekleri şeyler yapmak durumunda kaldılar. Yanlışlar yaptığımızı inkâr edecek değilim. Bazı yanlışlar yaptık. Fakat bizi yargılayan rejim de masum olduğunu iddia etmesin. İç savaş, bizzat onun uyguladığı politikaların bir sonucuydu.

Partimiz, kurtuluş savaşı sonrası iktidarı alabilirdi, çünkü halkın büyük bir çoğunluğu bizim safımızdaydı. Biz, işgalin geride bıraktığı enkazı kaldırıp ülkemizi yeniden inşa etmek için demokratik usullere uymayı tercih ettik. Oligarşi, sağcılar ve dış güçlerse milleti bölmeyi, kan dökmeyi ve Yunanistan’ı harabeye çevirmeyi tercih etti. İç savaş, sağcıların işlediği büyük bir suçtu. İç savaşı tasarlayan, yöneten, parasını ödeyense sağcıların “müttefikler”iydi. Hep birlikte emperyalistlerin yoluna taş koyacak direniş hareketini ezmek istediler.

Yabancı dostlarınız sayesinde kazanan siz oldunuz. O elde ettiğiniz zaferle ne yaptınız? Kan döktünüz, insanları sürgün ettiniz, casusluk davalarıyla boğmaya çalıştınız. Tüm bunlar bizi nereye götürecek? Tabii ki o kaçınılmaz olan yeni bir felâkete.

Partimizin altıncı ve yedinci kongrelerinde asıl üzerinde durulan konu, halkımızın barışa, hürriyete ve ekmeğe olan ihtiyacıydı. Buraya da Yunanistan’a bu mesajı iletmek için geldim. Tüm onurlu Yunanlıları, tüm özgür insanları güçlerini bizimle birleştirmeye çağırıyorum. Dün Almanlara, bugünse Amerika’ya uşaklık eden kişilerin zafer kazanmasına izin vermemeliyiz. Ülkemizin işgaline mani olmalıyız. Yoldaşlarım ve ben bunun için dövüşüyoruz, bunun için öleceğiz.

Hürriyete ve barışa ölümcül bir darbe indiriyorsunuz.

Sizden merhamet dilenecek değilim. İdam mangasının karşısında tüm sakinliğimle dikileceğim. Beyler, başka söyleyecek bir şeyim yok.

Kaynak

29 Mart 2025

Avrupa Savaşa Giriyor


Kapitalizm, krizi savaşla karşılıyor. Avrupa Birliği, kendisini halkların çıkarları hilafına işleyen bir araca dönüştürüyor. Savaşla işçilerin yaşam koşullarına yönelik saldırı arasında aleni bir bağ mevcut. Bu düzlemde, kapitalizmin krizde olduğu aşamada işçileri bilinçlendirmek ve mücadeleyi bu aşamaya uygun sloganlarla derinleştirmek şart.

Onlarca yıldır kapitalizm, bir türlü kurtulamadığı derin bir krizle cebelleşiyor.

Görebildiğimiz kadarıyla kapitalizm, bu krize silahlanma süreci ve savaşla cevap sunmaya çalışıyor.

Kapitalistler, silahı sosyal yardımlara her zaman tercih ettiler. Bu tercihin bir dizi sebebi vardı:

a) Kamu ihaleleri şirketlere veriliyor, kamu sektörü bu süreçten hiçbir şekilde istifade edemiyor;

b) Sosyal yardımlar işçilere bir dizi güvence sunuyor, bu güvenceler sayesinde işten atma şantajı ağırlığını belli ölçüde yitiriyor. Ayrıca savaşın yol açtığı ortam toplumu disiplin altına alıyor, baskıcı politikalara zemin oluşturuyor;

c) Silahlanma süreci, emperyalist politikaların desteklenmesi konusunda gerekli desteğin oluşmasını sağlıyor.

Bugün ABD ve Avrupa’da bir yandan da finansal bir operasyona tanıklık ediyoruz. Yüksek teknoloji şirketlerine ait hisse senetlerinin yol açtığı balon patlamak üzere. Çin’in yapay zekâ alanında elde ettiği sağlam mevzi, bu balonu patlatacak iğneyi temin etti. Buna karşılık, kapitalizm başka bir balonu, silah endüstrisi balonunu şişirmeye karar verdi. Nitekim, bugün silah endüstrisi dâhilinde faal olan şirketlere ait hisse senetlerinin değeri hızla yükseliyor.

Avrupa, kendi endüstrisinden geriye kalmış olan her şeye el koyan, ABD’ye ait büyük finans şirketlerinin yönettiği kapitalizme tümüyle boyun eğdi. Bu teslimiyet, bir yanıyla Avrupa’nın kendi halklarına zarar veren politikalarını da izah eden ana unsur. Ancak öte yandan, söz konusu teslimiyet sayesinde ekonomik güce sahip, aynı zamanda politik iktidarı koşullama yetisini haiz yeni efendilerin kâr elde etmesini sağlıyor. Tabii başka sebepler de var. Örneğin Amerika, Avrupa toprakları üzerinde yüzlerce üsse sahip. Ayrıca Amerikan istihbaratı, Avrupa’nın her yerinde faal. Avrupa’daki emperyalist güçler arasında hâlen daha çelişkiler bulunsa da bu gerçeklik, Amerika ile çelişkilerin açığa çıkmasını ve derinleşmesini sağlamıyor.

Avrupa’nın farklı mekanizmalar eliyle elde ettiği birikim de bir şekilde ABD’nin finans kuruluşlarıyla askeri-endüstriyel kompleksine akıyor.

Gene de şu gerçeği vurgulamak gerekiyor: Amerika’nın o devasa gücü son dönemde epey azaldı, dünyadaki güç dengesi önemli ölçüde değişti. Örneğin, G7 ülkelerinin gayrisafi yurtiçi hâsılalarından daha düşük hâsılaya sahip olsa da BRICS ülkelerinin ekonomileri ciddi oranda büyüdü. Dolarsız işleyen ticaret kapasiteleri önemli ölçüde arttı, böylelikle ABD kendisine ait olmayan araçlardan yoksun halde yaşama imkânını bir miktar yitirdi.

Ukrayna’daki savaş öncesinde avro, ticaret ve rezervler düzleminde önemli bir ağırlığa sahipti. Sahip olduğu oran yüzde 30’u buluyordu. Çin parasının sahip olduğu oransa yüzde 10’du.

Ukrayna’daki savaş, aynı zamanda Avrupa ve avroya karşı açılmış bir savaştı. Boru hattına yönelik sabotaj yanında Rusya’ya uygulanan yaptırımlar, bu savaşın somut veçheleriydi. Bu tür adımlar sebebiyle Avrupa, ucuz hammaddeden ve enerji ürünlerinden mahrum kaldı. Ayrıca bu süreçte ABD sanayisini korumak adına Enflasyonu Düşürme Kanunu çıkartıldı. Bu kanun neticesinde Avrupa’daki endüstriyel faaliyetler kesintiye uğradı, Almanya resesyona girdi, enflasyon yükseldi.

İmparatorluğun Yeni Sınırları

Trump’ın başkanlık koltuğuna tekrar oturmasıyla birlikte birçok şey değişti ama ana hedefte en ufak bir değişiklik olmadı. Çin, Biden gibi onun da düşmanı. Sadece strateji değişti. Biden’ın niyeti, öncelikle Çin’in en güçlü müttefiki Rusya’yı yok etmek, Rusya ile Avrupa arasındaki bağları kesip Avrupa’yı zayıflatmaktı.

Bu stratejinin yanlış olduğunu gören Trump’ın aklında, bugün Rusya ile Çin arasındaki bağı kopartmak ve Avrupa’yı kıyıya köşeye atmak var.

Bir başka husus daha var. Birçok üçüncü dünya ülkesinin elde ettiği politik ve ekonomik özerklik karşısında ABD, artık çok fazla büyümüş olan imparatorlukta gerekli hâkimiyeti tesis edemiyor. Bu sebeple, ABD daha sınırlı ve daha kolay savunulabilecek bir imparatorluk inşa etmeye çalışıyor. Daha önce yeni sömürgecilikle geçinen, yani gelişmekte olan ülkelerdeki halkları sömüren, başına oturdukları ziyafet sofrasının kırıntılarını Batılı müttefiklerine veren ABD emperyalizmi, bugün doğrudan Avrupa halklarını sömürüyor.

Son dönemde sanayinin küçüldüğü, Almanya’nın resesyona girdiği, enerji ürünlerinin yüksek fiyatlara satıldığı koşullarda Avrupa’nın askeri harcamalarına kısıtlama getiriliyor. Amerika’daki askeri-endüstriyel komplekse tabi olan Avrupa en fazla 800 milyarlık üretim gerçekleştirebiliyor.

Yeniden Silahlanan Avrupa Aslında İntihar Ediyor

Rusya’yı yeneceği vehmine kapılıp Ukrayna’ya üç yıl boyunca askeri destek sunan, yaşanan çatışmayı sonlandıracak hiçbir politik ve diplomatik vaadi dillendirmeyen AB, bugün Avrupa projesini yeniden silahlandırmak için muazzam bir ekonomik gayret ortaya koyuyor. Yani AB, barıştan vazgeçip Rusya ile doğrudan savaşa gireceği yolda körü körüne ilerliyor.

Hayatı boyunca Rus düşmanlığı yapmış olan eski Ukrayna başbakanı Timoşenko’nun aktardığına göre Alman istihbaratı başkanı, “Rusya’nın zayıflamasını istiyorsak, savaşın 2030 yılına dek sürmesi gerek” demiş. Bu da demek oluyor ki kamusal kaynakların önemli bir kısmı silaha aktarılacak, borçlar artacak.

Oysa Avrupa’nın yüzleştiği asıl tehlike Rusya değil, kıtada eşitsizliklerin derinleştiği, emeğin değersizleştiği, sağlık hizmetlerinin fiili koşullarının giderek kötüleştiği, kamu hizmetlerinin iyice zayıfladığı süreç. Avrupa, tam da bu zayıflığı sebebiyle şovenist, aşırı sağcı ve antidemokratik yönelimlere kapı aralıyor. Sağ, tam da bu koşullarda her yana yayılıyor.

Çatışmayı müzakere yoluyla çözüme kavuşturma ihtimalinin gündeme gelmesine rağmen Avrupa, bu fırsatı Avrupa’da barışı tesis etmek için kullanmak yerine, ülkeleri silahlandırma, birçok faydalı işin yapılmasını sağlayacak 800 milyar avroluk bir parayı silaha aktarma, Zelenski’ye daha fazla silah ve para gönderme, böylelikle yüz binlerce insanın ölümünü, onca yıkımı, ekonomik çöküşü izleme yolunu seçti. Avrupa’da yönetimler, sağlık, emeklilik, eğitim ve sosyal hizmetler alanına daha az, silaha daha fazla para ayırıyorlar.

İtalya’da Meloni’nin “gizli plan”ı, Hollanda’nın otomotiv şirketi Stellantis gibi şirketlerle savaş araç-gereci üretimi için görüşmeler yapmayı içeriyor. Elektrikli araçlar ve çevrenin korunması ile ilgili adımlar, bir kez daha savaş ekonomisine entegre ediliyor. Silah üreten firmalar vergiden muaf tutuluyor.

İktisatçı Alessandro Volpi, bu dönüşümün enerji maliyetlerini artıracağını, yeni gaz ünitelerinin kurulmasını gerekli kılacağını söylüyor. Böylesi bir dönüşümle birlikte birçok önemli arazi orduya tahsis edilecek. Üretim zincirleri revizyondan geçirilecek. Askeri alanla bağlantılı mesleklerin tanımı değişecek. Epey pahalı hammaddelere ihtiyaç duyulacak. Ama bütün işler devlet eliyle yürütülecek.

Neticede askeriyenin borcunun ödenebilmesi için sosyal yardımlarda kesintiye gidilecek.

Silah şirketleriyle imzalanan sözleşmeler sayesinde bu şirketlerin hisse senetlerinin değerleri artacak. Refah devleti küçülecek, özelleştirmeler gündeme gelecek. Geçiminizi silaha bağlarsanız, sağlıktan ve emeklilerin maaşından kesintiye gitmek zorundasınız.

İtalya gibi bir ülkede borç yükünün artmasıyla birlikte başka alanlara yönelik mali alan daralacak. Neticede ülkeler iflasa sürüklenecek.

Hammadde maliyetlerinin ve enerji fiyatlarının arttığı, enflasyonun yükseldiği koşullarda ücretler her türlü korumadan muaf kalacak.

Bu noktada Trump’ın stratejisine karşı çıkmak gerekiyor. Avrupa’ya “silahlan ki ABD’den kopabilesin” diyen Trump.

Ascanio Bernardeschi
19 Mart 2025
Kaynak

27 Mart 2025

,

Tahrik, Tekfir, Tahrip


İştirakî’de “Ayrı ve Gayrı” başlığıyla, süreci değerlendiren bir yazı yayınlandı. Yazı, genel hatlarıyla stratejiye dönüşen kendiliğindenciliğe, taktik olarak CHP tabanına bel bağlamaya yönelik eleştirileri içeriyordu.

Kendiliğindenciliğin sola DY anlayışı olarak sinmesi karşısında bu çevrelerden tek sözcük açıklama gelmezken, Partizan çevresine yakın insanlar eleştirilere cevap vermek yerine “ayak çamuru, kesip atılan tırnak, çöp” gibi lümpen sokak dilinin argosuyla saldırdılar. Bunun nedeni ise yazıda görsel olarak, direğe tırmanan bir eylemcinin yüzünde Ekrem maskesi, elinde ilgili çevrenin flamasının bulunduğu bir fotoğrafın kullanılmasıydı. Saldırının diğer nedeni ise bir bütün olarak solun, sınırlarını CHP’nin çizdiği hareket alanına sıkışıp kalarak AB-TÜSİAD sermayesine kitlelerin yedeklenmesine ortak olmasıydı. Bu iki nedene yönelik açıklamalara geçmeden önce değinilmesi gereken noktalar var.

Öncelikle “Sizi hiçbir yerde görmedik” gibi laftan gayrısını bilmeyen “eylem için eylem” tapıncı, ideolojik zayıflığın işaretidir. Hiçbir sosyalist hareket alandakilere “Siz hangi çevredensiniz?” diye bir soru yöneltmez. Bu bağlamda, İştirakî için “provakatör” (yakıştırması çirkin bir saldırıdır, çünkü teşhiri-ifşayı alanlara giden, İştirakî’yi takip eden, ona katkı sağlayan birçok insana dayatmaktır. Bu durumda provokatör kimdir?

Başka bir saldırıda, “gencin hedef gösterildiği” ifade ediliyor. Bu, düpedüz beş duyu organından gözün işlevini hiçe sayıp metafizik bir kurguya savrulmaktır ki gencin (bu ne demekse, yüzü kapalı!) yüzünde maske vardır. Hedef gösterilen Ekrem maskesi, eleştirilen ise o maskeye takanın eline o flamayı veren çizgiyedir, eleştiri burayadır. Ayrıca şahsın “genç” olduğunun iddia edilmesi de malumun ilamı olarak iç provokasyon mudur yoksa kitleyi sınıftan soyut bir noktaya çekmek midir? Provokatör ve daha ötesinde savrulan ezber kalıp sözlerin gerçek hayattaki karşılığı için her çevre kendi iç tarihine bakabilir, bu da onların sorunudur.

Diğer yandan, öznel idealizme sarılıp “Bize saldıran (eleştirinin adı) burjuvaziye hizmet ediyordur!” demek, feodalizmle mücadele ettiğini iddia eden bir çevreyi bırakalım, sosyalist bir yapının cümlesi olamaz. Siz kutsal bir mekân mısınız ya da eleştiriden münezzeh misiniz? Bunu size kim atfetmiştir? Başlı başına feodal kırıntıların ve idealizmin dile yansıması bu ifadelerde saklıdır. İlginçtir ki saldıran şahıslar ilgili hareketin bölünen kolları. Acaba burjuvazi karşısında da yekpare olabiliyor musunuz?

Dil konusuna gelince, lümpenliğin ve alt kültür olarak kabadayı jargonunun eleştiriye yanıt olarak gelmesi tabanı oluşturan birkaç(!) gencin hatası olarak görülemez. Her kitle hareketi, kendi ideolojisiyle ve yarattığı alternatif kültürle kendini var eder. Burada birkaç kişiyi aşan bir durum var. Sosyal medya jargonu diye açıklanamaz, bir çarpıklıkla karşı karşıyayız.

Öncelikle Emrah Cilasun’dan Avrupa’da yaşayan, geçmişi olan insanlara kadar pespaye bir dille saldırı gerçekleşti. Şimdi “bu, birkaç taraftar gencin hatası mı?” demeliyiz? Buradan Emrah Cilasun ve şürekasına şunu diyoruz: Anlayıp da özümsediğiniz bir kültürün kitaplarını yazabilirsiniz. Siz oradan çok uzaksınız. O kitapların ardına sığındığınız maske düşünce alttan argo, çürümüşlük, falcılık çıkıyor. Âdeta fal bakarak İştirakî’yi bir yerde konumlandırıyor. Belgesiz tarih yazımı konusuna gelince, bilen bilir kimlerin ne olduğunu. Bir kez daha belirtmek gerekirse, sosyalist olduğunu iddia eden bir çevrenin insanı eleştiri karşısında küfre, hakarete sığınmaz.

İştirakî, neden bir panelde ve forumda yokmuş? Alanda flaması dövizi var mıymış? Solun kültür, sanat, yayın alanında güttüğü mülkiyetçiliği bilmeyen varsa başka bir ülkenin soludur ancak. Bırakın paneli, herhangi bir sitede, gazete, dergide yazmanız için hangi kanalların devreye konulduğunu biliyoruz. Kitle-taban konusuna gelince, bugün bir genel merkez delegesi bulunmayan çevrelerin yönetime nasıl girdiğini bilmek istiyorsanız, KESK kongrelerine bakabilirsiniz.

“Alanda döviziniz var mı?” diye soranlar, çatışma alanında sınıfsal pankartın olmayacağını, flamalarının bile sınıfsal olduğunu iddia edecek kadar Berkeley idealizmine savruluyor, gelişim psikolojisinin bir kavramı olan “ergen egosantrizmi” hatasıyla kendini ve kitleleri yanlış algılıyor.

Sol hareketin şeflerinin tuttuğu “dövizin” sahibi AB’dir. Birikim’in Lenin dosyasında yazan Londralı Aydın Çubukçu, Saraçhane kitlesine yön tayin edecek(!) paylaşımlarda bulunuyor. Tüm sol kendi içine dönüp baktığında, şu soruyu kendine sorsun: Ulrike-Meinhoff’lara yaşam hakkı tanımayan Almanya, neden sizlerin şeflerine ve mültecilerine ikamet hakkı versin?

AB-TÜSİAD hattının nereden geçtiğini daha yakın anlayabilirsiniz. Bu bağlamda İştirakî ve yazarları gerici yapılara sahip çıkıyormuş! Açıkça söyleyelim: Burada Hamas’tan söz ediliyor. Öncelikle Hamas’ı biz değil Corc Habaş’ın ardılları destekleyip birbirlerinin alınlarından öpüyor, Filistin halkı onları destekliyor. Hamas’ın neredeyse bütün yöneticileri savaşta katledildi. Solun şefleri ise o bir türlü bitmeyen Avrupa “sürgün”ünde yaşıyor. Misal bu soldan ne Allende ne de Sinvar çıkar.

Ülkemizde 60 yaş üstünde yaşamını yitirmiş bir şef yoktur. Aynı şekilde “Siz hapis yattınız mı?” retoriğiyle saldırıldı. Bu anlayışa göre siz, hapiste kalmayan Lenin’i kendinizden küçük görüyorsunuz.

İştirakî ve yazarları, hangi kitle hareketini yönlendirmiş? Bu çevrenin insanları şu soruyu hiç mi kendilerine sormaz: Biz neden KESK ve DİSK yönetimleri için sendikal hat açmak adına delege ve işyeri çalışması yapmayız? Siz, hangi grevi ördünüz? Döviz gösterme ve kitle yönlendirmeye gelince, ihraç günlerinde Ankara’nın ortasında seksen yaşında analar yerlerde sürüklenirken ve işi onuru için insanlar açlığı büyütürken siz ne yaptınız? Sizi o alanda gören oldu mu? Doğru ya kitle yoktu. İhraç yıllarında hangi emek ve direniş pratiğini ördünüz de kitleleri yönlendirdiniz?

Kitle ve anti-emperyalizm konusuna gelince, AB ve Batı yardımı yanlılarının Gürcistan’da başlattığı gösterilerde halk hareketi aramak, Filistin direnişine açıktan söylenmese de Hamas üzerinden uzak durmaktır. Halk ve kitle kavramı, Batılı ve Avrupamerkezci zihinle malûldür. Üç dünya teorisine yanaşmak kaygısıyla açıktan emperyalizm soyut ve belirsiz bir yapı olarak eleştirilmektedir. Emperyalizm, öznesiz ve kurgusal bir tartışma konusuna dönüştürülmüştür. İran’da, Gürcistan’da, Ukrayna’da halk hareketi aramak, kitle kuyrukçuluğudur. Saraçhane’deki durum da budur. Pazar günü sabah Newroz’a, on beş dakika yürüyünce akşam Saraçhane’ye gelmek kitleden kitleye salınmaktır.

“Pınar Aydınlar neden Kılıçdaroğlu'na oy çağrısı yaptı?” diye sorulduğunda, ortadan yanıtlar, daha sanatçının bile ideolojik açıdan etkilenemediğinin kanıtıdır. Hem sizden bilinsin kitlelerce hem de yeri gelince “O HDP’li ama bizi destekliyor” denilmesinin bir anlamı yoktur.

Kitlelere yön verildi mi? Hayır. Daha baştan CHP’nin çizdiği alanın dışına çıkılmadı. Öyle ki Saraçhane özelinde tüm Anadolu’daki durum budur. Bugün öğrenciler, Maçka Parkı’ndan Şişli Belediyesi’ne yürüdü. Nerede o yönü tayin edilen kitle? Ya siz yönlendiremiyorsunuz ya da siz kitle ve ideolojisi içinde eriyorsunuz.

Şimdi “kitleler Ekrem ve CHP özelinde AB-TÜSİAD sermayesine yedekleniyor” eleştirisi hâlen mi havada kalıyor ya da hakaret sayılıyor? Bir hafta geçti, ortada yönlendirilmiş bir kitle yok. Varsa da pusulası CHP’dir. CHP, eylemleri bitirme çağrısını yapmaya başladı. O kitle dağıldığında siz de bir hafta öncesine döneceksiniz. Kitle yönlendirmekten kasıt, CHP tabanından insan devşirmekse bunun adı kolaycılık ve günü kurtarmaktır ki o da kitle yönlendirmek değildir.

Kitle yönlendirme örneği verelim. Her kitle bir amaçla sokağa iner. Tokatköy halkını kim yönlendirdi! Tüm sınıfsal taleplerini o hiç uğranılmayan mahallenin halkı direnişle gösterdi. Siz neden orada yoktunuz? Sol tarihin önemli bir mahallesi olan Okmeydanı’nın duvarları ırkçılara, sokakları torbacılara bırakıldı. Şu kitle yönlendirici politikanız, neden oralarda kendini gösteremedi? Sizin güç tapınıcılığınızla beğenmediğiniz insanlar o yazıları duvarlardan sildi. O yazılar silinmezse gerisi Maraş, Çorum, Sivas olmasın diyeydi. Tarihe ve halka sahip çıkmak içindi.

Bu saldırılarınızı karşıt çevrelere yapabildiniz mi? Niye yapasınız ki sosyal medyada gösteri toplumunun parçası olacağınız ve altından kalkacağınız yük değil.

İştirakî halk düşmanı” bile denildi. Ekonomi-politik eleştirilere saldırıyla yanıt verip hedef göstermek, İbo’nun koptuğu Perinçek çizgisine sahip çıkmaktır. 

Bu gidilen yol, anarşizme, kendiliğindenciliğe ve DY durağına çıkar.

Biz açıkça diyoruz: CHP’nin sınırlarını çizdiği alan, bataklıktır. O bataklıkta debelenmek, sosyalist hareketin görevi değildir. Parçalı da olsa yükselen işçi-emekçi hareketlerinin üzerine bir çizgi çekilip “CHP” imzası sol tarafından, vekaleten atıldı.

Özgür Özel, CNN International’ın mülâkatına katıldı. Orada “NATO ile güçlü ittifakı destekliyoruz” diyor, Tayyip’in bu ittifaka engel teşkil ettiği şikâyetinde bulunuyordu. Emperyalizmin partisinin peşinden giderken, eylem için eylem hatasına düşmek, tüm sınıfsal dinamizmi bitirecektir.

Bir telefonunuz var, şarjı bitene kadar oyun oynuyorsunuz, sonra hastaneye gitmek için onu kullanamıyorsunuz. Varılacak yer burasıdır, varılacak yer, 27 Mayıs’ın açtığı alana bel bağlamaktır.

Tüm sol, politik tarihini UKKTH, en geri sendikada kalınması, kitlelere yön gösterme tezlerinin içini boşaltarak geçirdi. Ödenen bedellere duyduğumuz saygı dışında eleştirilmeyecek hiçbir ideolojik-politik çevre yoktur, her türlü eleştiriye de açığız. “Ayrı ve Gayrı” başlıklı yazıda hiç kimse tek sözcük hakaret gösteremez.

Ayrıca, Saraçhane özelinde gelişen dinamizmin popülizminden paye çıkarmak için harcanan enerji, en kitlesel olunulduğunun düşünüldüğü anın yenilgiye en yakın olunacak an için harcandığına işarettir.

Yolumuz işçi sınıfının yoludur. Bizi arayanlar, işçi-emekçi eylemlerinde, Siyonizm karşıtı gösterilerde, panellerde ve forumlarda, ırkçı faşist bir duvar yazısının silinmesinde bulabilir.

Turgut Uyar ve Nazım özelinde bir halkın şiirine “ırkçı faşist” derken Yeni Yaşam, bu saldırıya ilk yanıtı İştirakî verirken sizler bir cümle yanıt vermediniz. Çağrı dergisi, sizin geleneklerinize “Narodnik” derken sizden önce İştirakî yanıt verdi, sizden yine ses çıkmadı.

Hangi gelenek? Flamanın üstündeki sadece bir resimdir? Nerede olduğumuzun yanıtı yazılarımızda ve alanlardadır. Sizin için flama açmak varoluş göstergesine dönüştüğünden, ideolojik sağlamlığın tek kişi de kalınsa sürdürülmesi anarşizm sayılır. Tek kişi de kalınsa yapı da direnç de o insandır.

Biz, iki yıldır zincir marketleri boykot çağrısı yaparken soldan tek ses çıkmadı ama egemenler bile bu pahalılık karşısında marketlerin boykot edilebileceğini dillendirecek durumda kaldı. Bugün hazırlanan boykot listesi için bir sosyal medya kullanıcısı şunu yazıyor: “Bunlar, bizim yaşamımızı boykot sanıyor!” Bu tepki acıdır, yakıcıdır, keskindir. Listedeki şirketler ve işletmeler emekçi halkın insanların yakınından bile geçmeye gücünün yetmediği yerlerdir.

O liste CHP’nin listesidir. Kitlelere gösterilecek yönü tayin edemeyenler, Galatasaray Üniversitesi’nin akademisyeni için kampüs önüne öğrencileri toplayamayanlardır çünkü Ekrem’in kitlesi vardır, GS hocasının kitlesi yoktur. İlkesizlik burada başlıyor. Tek insan özelinde de olsa haksızlık, kendini halk üzerinde yeniden üreterek kartopu misali güçlenerek gelir. Halk çocuklarına gösterilecek yol ne Ekrem’den ne CHP’den ne de 1 Mayıs’ta aşılamamış Saraçhane’den geçer.

Partizancılar özelinde şu uyarıyı yapma gereği duyuyoruz: Küfür, argo, hakaret, provokatör ilan etmek, hedef göstermek, sosyalist hareketin kültürü değildir. Sol, bu geri pratiği terk etmek zorundadır. Yeni insan yaratmak için yola çıkanların dilinde küfür olmaz. Küfür edene bile küfür etmek acizliktir, kaldı ki ortada küfür yokken küfürle gelinmiştir.

Bugün CHP Saraçhanesi özelinde bir tartışmayı hatırlatalım: 2014’te Suriye’nin kuzeyinde (Yeni Yaşam’ın ifadesi) Marksist literatüre göre “ihtilal” olmadı diyenlere ağır bir linç saldırısı gerçekleşmişti. Açılan pankartlarda “Ha IŞİD ha siz” diye saldırılmıştı. IŞİD’i püskürten Suriye Kürtlerinin iradesi bugün işbirlikçi yönetimin eliyle Colani’ye bağlanmıştır. Şimdi, kitleleri CHP aracılığında AB-TÜSİAD sermayesine bağlama yönündeki eleştirimiz daha net anlaşılabilir.

Evet, o maske o flama özelinde sosyalist hareketi emperyalizme bağlar. Tarihin tekerrürünün yüklediği yükü kaldıramayacak halde olan emekçi halklarımızın CHP payandasına dönüştürülmesi karşısında sessiz kalmamız beklenemez.

S. Adalı
26 Mart 2025

26 Mart 2025

,

Şemsiye


Aslında mesele, CHP’nin sosyalist hareketin şeflerini tümüyle istihdam edecek kapasitesinin ve imkânının olmaması. Bugün bu şeflerden biri, “hegemonya mücadelesi böyle verilir” diyor. CHP’ye akıl veriyor. Onun şahsında düzenin üniversitesinden aldığı siyaset bilimi diploması konuşuyor.

Yüksek siyaset teorisyenleri, kitle güdüyorlar. Herkes, kendisini çoban zannediyor. Ucuz ve yavan siyaset malumatını, burjuva siyasete dair birikimini pazara çıkartıyor. CHP’li ağalarına ve patronlarına hizmet etmeye alışmışlar. Maraba, sürü olarak görülen halk kitlelerini herkes küçümsüyor.

Bugün “bu gençler Gezi’de dokuz yaşındaydı, ne ara öğrendiler sokağa çıkmayı” diyen TKP’li Yaşlı, bırakalım solcuyu, siyaset bilimci bile olamaz. Hakikati ve hayatı kendisinden başlatan, kör ve cahildir. 

Bu türden kategorizasyonlar ve tasnifler, yüksek siyaset ulemasının gevezeliklerinden ibaret. Herkes, CHP’ye akıl verme yarışında. Eksik ve yanlışı giderme işini sosyalistler üstleniyor. “CHP’ye nasıl hizmet ederiz?” sorusu, tüm örgütlerin ana gündemini oluşturuyor.

Oysa bu ülkede CHP varsa devrim de sosyalizm de yoktur. Mücadelesi hiç yoktur. Yüz yıldır CHP’yle düşünen, CHP’yle yürüyen, bir gün CHP ağası olma arzusuyla yanıp tutuşanların gerçek bir mücadeleyi örgütlemeleri mümkün değildir. 15-16 Haziran kıyamının ürünü olan DİSK’i; Fatsa’nın, Çorum’un ürünü olan direniş komitelerini tümüyle gidip CHP’nin kucağına bırakanlardan hiçbir şey beklenemez. Ama nedense bu teslimiyetçi irade, eleştiriden muaftır, eleştirenlerse AKP’lidir!

İmamoğlu eylemlerindeki bir görsel paylaşınca resimdeki flamanın sahibi olan, son dönemde Avrupa’dan esen liberal rüzgârla yelkenlerini şişirmeye karar veren örgütün üyesi, “İştiraki, bizim yoldaşımızı ifşa ettiii!” diye çığlık atıyor. Örgütün bir başka üyesiyse, “o flamayı taşıyan, partinin üyesi değil, sıradan yurttaş” diyor. Birbirlerinden haberi olmayanların, örgütlü olduğu iddia edilebilir mi? 

Bizi, sokakta ter ve kan döken kitleyle karşı karşıya getirmeye, tecrit etmeye çalışıyorlar. Oysa bilmiyorlar, tüm kulaklar sağır, tüm gözler kör de olsa buradaki akıl ve yürek, dertli ve öfkeli sesiyle konuşmayı sürdürecek. 

Gürcistan’da Avrupa’nın kışkırttığı turuncu isyanı da ona sahip çıkanı da illaki bir eleştiren çıkacak.

Bize karşı aynı yalnızlaştırma operasyonunu Gezi’de de yürütmüşlerdi. Biz, liberal Gezi ile devrimci Haziran Kıyamı’nı ayırdık diye saldırıya uğradık. Ayrılmasını hiç istemediler. Dertleri, ilkinin ekmeğini yemekti. Yediler. 

Örgütlerin halkın peşine takılmasını, onun ardından dökülen nalları toplamasını, sürecin sonunda seçim siyasetine ve CHP’ye bağlanmalarını eleştirdik. O zaman da birileri, tetikçilik yapıp bizi tecrit etmeye, susturmaya çalıştılar. Bu kişilerden birinin sonrasında İmamoğlu’nun danışmanı olduğunu öğrendik. Hiç şaşırmadık.

Gezi, esas olarak Bir Cuma günü başladı. Halk sokağa döküldü. Gece yarılarına kadar eylemler sürdü. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kitleler, meydanlara akın ettiler. Sol örgütler toplantı yaptılar. O toplantıdan ortak bir karar çıkmadı. Çoğu, “küçük burjuva bir tepki” diyerek eylemlilikten uzak durdu. Bazıları, kadrolarına siyaset sunmadı, onları serbest bıraktı. Örgütlerdeki evlatlarını sokağa çağırmak, halka düştü.

Cumartesi günü toplanan kitle görülünce bir toplantı daha alındı. O zaman Ankara’da Halkevleri, “Pazar günü Güvenpark’ta sahne kuralım, kitlesel bir konser düzenleyip eylemleri sonlandıralım” dedi. Gezi Parkı merdivenlerine çıkan solcu, Pazar günü akşam yaptığı konuşmada eylemi sonlandırdıklarını söyledi, kitlenin dağılmasını istedi. Bu solcu, sonrasında tabii ki vekil yapıldı. Bunlara kalsa eylemlilik süreci üç günde bitecekti.

Halkevleri’nin Ankara’daki önerisi rakip örgütlerce kabul görmeyince, Pazar günü Halkevleri, kadrolarını ön cepheden geriye çekti. 

Pazar günü o Kızılay meydanının orta yerinde, TKP’lilerin boşalttığı o alanda şunu söylüyorduk: “Asıl, Pazartesi önemli. İnsanlar işlerine gidecek. Eylemin ardındaki direncin ve öfkenin kırılmaması lazım. Genel grev ilan edilmeli.” Kitlelerin talebi sonrası, yalandan bir grev çağrısı yapıldı. Çağrı, ancak Çarşamba günü yapılabildi. Kızılay meydanına CHP otobüsü çekildi. Halkevleri gibi örgütlerin etkili olduğu birkaç sendika, yalandan çıkıp konuşma yaptı. Kitle, özellikle gençler, Ethem’in vurulduğu noktanın yakınında polisle gerilim yaşayınca, caddeyi işgal eden o gençleri yakalarından tutup kaldırıma atma, çatışmaya mani olma işini Halkevciler üstlendi.

Aradan bir hafta geçti. Ta pantolon kavgasından beri rekabet içerisinde olan, Gezi günlerinde mahallede alan kavgasına tutuşan Halkevciler ve SDP arasındaki gerilim, eylem kararlarına da yansıdı. Halkevcilerin tek önerisi, zaten bir polis parkı olarak kurulmuş olan, zamanla karakola dönüştürülen Güvenpark’ta kitap okuma eylemi yapmaktı. 

Bu noktada SDP, el artırmak zorunda kaldı. O da dedi ki “Gezi Parkı’ndaki gibi yapalım. Sakarya caddesine çadır kuralım. Orayı işgal edelim.” Biz de naçiz halimizle, “Ethem Sarısülük Partisi bayrağı altında yürüyelim” dedik. Ethem’in resminin olduğu büyük bir pankart hazırlandı. Sakarya’da nereye asılacağı tartışılırken biz, “yandaki Çankaya Belediyesi binasını işgal edelim, pankartı oraya asalım” önerisinde bulunduk. Bunun üzerine, kimseye haber vermeden, SDP’liler, birkaç kişi olarak gidip kendi pankartlarını astılar. Güvenlik, kapıları kapattı. Önerimiz, anlamını yitirdi. 

Bir saat sonra, “Güvenpark’ta kitap okuyalım” diyen, polisle çatışmaya sebep olacak adımlardan uzak duran Halkevciler, rekabet piyasasında el artırmak için, on kişiyle “korsan eylem” koyup Kızılay’a çıktı. Polis saldırdı, onu bahane ederek, Sakarya’ya da yöneldi. Çadırları söküp attı. Bu yapılanı ve sebebini kimse sorgulamadı.

Bu ve benzeri adımları, eylem kararlarını, apolitik duruşları, yüksek siyaset ulemasının gevezeliklerini, halkı görmeyen, halkı küçümseyen yaklaşımları eleştirdiğimiz için örgüt temsilcileri, bizi halk kitleleriyle karşı karşıya getirmeye, eleştirilerimizi bu şekilde savuşturmaya, böylelikle tabanlarını muhafaza etmeye çalıştılar. Örneğin, eleştirdiğimiz örgüt üyeleri Çayancı gelenekten geliyorsa karşımızda Çayan’ı bulduk. Oysa o örgütün de sahadaki kadroların da Çayan’la, örgütün Çayan’la az çok ilişkisi bulunan geçmişiyle de bir alakası kalmamıştı. 

Bugün aynı durum, Kaypakkaya ve geleneği için de geçerli. Bugün de karşımıza, önünde saygıyla eğildiğimiz değerleri çıkartıyorlar. Bugüne ait, bugüne dair, bugünle alakalı eleştirileri bu şekilde susturabileceklerini sanıyorlar. Anlaşılan herkes, mızraklarının ucuna Kur’an sayfası iliştirmeyi Ebu Süfyan’ın soyundan öğrenmiş!

Bugün de 27 Mayıs arayışında olan ulemayı, halk kitlelerini burjuva siyaseti içi pazarlıklara kurban edenleri, Batı sermayesinin kuyruğuna takanları, CHP şemsiyesi altında toplayanları, eylem için gelenleri miting dolgusu kılanları, sadece burjuvanın devrimci olabileceğine iman etmişleri eleştiriyoruz. Eleştirilerimizi işitenler, bizi sokakta kan ve ter dökenlerle karşı karşıya getirmeye çalışıyor, bu şekilde bizi yalnızlaştıracaklarını düşünüyor. Bu operasyonun kime, hangi sınıfa ait olduğunu çok iyi biliyoruz.

Bizi eleştirenler, Edip Akbayram’ı, ölümü ardından, “Cumhuriyet mitinglerine katıldı” diye eleştiriyor. Biz, devrimci bir iradeyle, örneğin “kuvvayı seyyare güçleri” olarak, o mitinge bile iştirak edilebileceğini, halk eylemliliğinin her anında ve her kesitinde olunması gerektiğini söylüyoruz. Burada İmamoğlu’nu, bu yeni Zübük sırf Avrupa sermayesinden icazet aldı diye destekleyenler, hayali CHP koltuklarından, o koltukların bağlı olduğu Avrupa STK’larının koridorlarından düşünüp konuşuyorlar. 

Gizli ellerin Almanya’da eline görevini içeren dosyayı ilettiği, o güçlerin emriyle kitap yazan isimlerin bize yönelttiği eleştirilerin hiçbir hükmü yok. Biz eylemlere katılırız, ama yeni liberal Tayyip için çalışmayız. Biri iki yapmak esastır.

Bugün sosyalistler, “aslında bu CHP’li teyze denilen tipleme, altmışların, yetmişlerin devrimcileri. Onlara sahip çıkmak lazım” diyorlar. Merdan Yanardağ, hazırladığı 68 belgeselinde zenginler için ilk yat kulübünü kuranın 68’li olması ile övünüyor. Bir başka TKP’li, kendi örgütüne üye bir kişinin bugün Erdoğan’ın sarayında olmasını bir maharetmiş gibi satıyor.

Kimse, bu teyze tiplemesinin ırkçı-faşist olduğunu görmüyor. Gezi’de olduğu gibi bugün de Kürt’le görüşme yapıldığı vakit eylemler baş gösterdi. Bir yıl önce İsmail Saymaz, “polise kalkan eller”i ağır bir dille eleştiriyordu. CHP Suriye konusunda MİT’ten brifing alıyor, Esad’a sallıyor, Suriye konusunda susuyordu. Bugün CHP vekilleri, Tayyip’in Esad ve Saddam’a dönüştüğünü söylüyor. Bu dili eleştirmeyelim mi?

Bu cumhuriyette iliğine, kemiğine dek Kürt ve Müslüman düşmanı olan bir tür solculuk imal edildi. Marksisti de liberali de bu solculuğa örgütlendi. Liberalin “birey”i ile sosyalistin “sınıf”ı arasındaki açı daraldı. İkisi de Kürt ve Müslüman’ın karşısına çıkartıldı. Birey ve sınıf, Kürt ve Müslüman düşmanlığına örgütlenmeye çalışıldı. Bugün birçok arınık solcu, Kürt ve Müslüman düşmanlığı kuvveden fiile geçince devrim olacak zannediyor. Siyasi hesaplarını, kişisel kariyer planlarını buna göre yapıyor.

"Müslüman sanılan AKP’nin Kürt’le anlaşması" karşısında Kürt’e ve Müslüman’a yönelik tiksintiyi ve nefreti bugün namlusuna süren, burjuvazidir. O silah, bugün kitlelere doğrultuluyor. Sömürülen-ezilen halk kitlelerinin gerçek dertleri, bu tiksintiyle ve nefretle boğuluyor. Yüksek siyaset uleması, bulutlar üzerinden, CHP makamlarından sokağı, halkı, kitleleri analiz edenler, döne dolaşa Kürt ve Müslüman düşmanlığı yapıyorlar. Buradan makam ve mevki sahibi olacaklarını sanıyorlar. Mevzileri dağıtıyorlar.

Bugün yenilgi döneminde olduğunu kabul eden küçük burjuva solcular, her kılığa girilebileceğini söylüyorlar. AKP ile CHP arasındaki görüşmeler dâhilinde eylemlerin bitirileceği günün önceden kararlaştırıldığı açık. Bizi eleştirenler, CHP’nin AKP’yle birlikte belirleyeceği, eylemlerin bitirileceği o günün ertesinde kitleleri sokağa, meydanlara çağırmaya devam edecekler mi? Öncülük faaliyetleri, sadece CHP ile mi tanımlı? Sınırlarını bu burjuva partisi mi tayin ediyor?

Bugün polis, Galata’da, Taksim civarında yürüyen kitleyi Saraçhane’ye yönlendiriyor. Gezi’de de polis, Kızılay’daki kitleyi Kuğulu’ya doğru itiyordu. Bu hamlenin sınıfsal-ideolojik anlamı sorgulanmalı. Sorgulamayanlar, sorgulanmasına izin vermeyenler, CHP’lidir. 

Bunlar, Ankara’da TOMA’ya su veren CHP belediyesini de “polis eylemcilere işkence ediyor” diyen genci “yok öyle bir şey!” diye tersleyen CHP vekilini de eleştiremez. O vekilin yirmi beş yıl önce üniversite öğrencisi iken 32. Gün programında dönemin belediye başkanı Erdoğan'a yönelttiği zarf soruyu ve sebebini sorgulayamaz. Bugün kitlelerin biri aslen AKP'li, diğeri aslen MHP'li olan iki adayın arkasına dizilmesinin, sosyalist hareketteki bu acziyetin ve zafiyetin hesabını kimse veremez. Herkes, sadece günü ve gerçeği kendi bencil çıkarı ve nefsine göre tartmakla meşgul.

Solcuların bize yönelik eleştirileri de özünde şunu söylüyor: “Biz CHP’ye meftunuz, medyunuz, mecburuz!”

Bugün TKP CEO’su, “tüm muhalefeti CHP şemsiyesi altında toplamaya çalışıyorlar. Biz gelmeyiz” buyuruyor. Yalan söylüyor. TKP, otuz yıldır o şemsiye altında yaşıyor, orada nefes alıyor, aklı ve zihni oraya ait. Kaçakları tutmakla görevli.

Solu CHP şemsiyesi altında toplama çabası, iç cephenin güçlendirilmesiyle alakalı. Eleştirimiz bu tespiti esas alıyor. Bireyci bir yerden salt Erdoğan'a kilitlenenler, gerçeğe körleşiyorlar, o körlüğü seviyorlar.

CHP, “Sivas Kongresi’nde Amerikan mandası isteriz” diyen çizgiye bağlandı. Bu mandacılık, eleştirilmeli. O Amerika, iç elemanlarıyla birlikte, 12 Eylül’den beri Amerika’daki iki partili yapıyı getirmenin derdinde. İçimizdeki “Demokrat Partililer”, eleştirilmeli. Trump’la korkutulup sıtmaya razı gelemeyiz.

Mao, halk kitlelerinin içine düşmanın sızdığını söyler. Kitlelerin diyalektik niteliğine vurgu yapar. Mao'dan az çok haberdar olmak, onun teorisine karşı sorumluluğu örtbas etmemelidir. Gerekenler yapılmalıdır. İçteki düşmanla dövüşülmesine mani olan, düşmanın safındadır. O iyi niyet taşları, sökülüp atılmalıdır. Gökkubbenin altı, sömürenler-ezenler için cehenneme dönmelidir.

Eren Balkır
25 Mart 2025

24 Mart 2025

,

Son Vaaz

Tanrı’nın kelâmını halkımızın toplumsal, siyasal ve ekonomik durumuna ışık tutmak için kullanıyoruz diye kimse bize gücenmesin. Asıl kullanmamak, Hristiyan olmamaktır. İsa, kendisini insanlıkla birleştirmeyi ister ki Tanrı’dan aldığı nur, eşhas ve milel için bir hayat hâlini alabilsin.

Biliyorum, pek çoğu bu duayı işitince çok şaşıracak ve bizi kutsal kitabı politikaya âlet etmekle suçlamak isteyecek. Ben bu suçlamayı reddediyorum. Ben, İkinci Vatikan Konsülü’nün ayrıca Medellin ve Puebla toplantılarının mesajlarını hayata geçirmeye çalışıyorum. Bu toplantıların belgeleri teorik çalışmanın konusu olarak kalmamalı. Bunlar hayata geçirilmeli ve halkımıza İsa’nın doktrinini vaaz etmek için gerçek bir mücadeleye dönüştürülmelidir.

Her hafta ülkeyi karış karış dolaşıyorum. Halkın çığlığından, onca işlenen suçun yol açtığı acıdan ve şiddet olaylarının çoğalmasıyla artan utançtan başka bir şey işitmiyorum. Her hafta Tanrı’dan insanları teselli etmek, eleştirmek ve onları pişmanlığa çağırmak için doğru sözcükleri bana vermesini diliyorum. Çölün orta yerinde bağırıp duran biri olsam dahi biliyorum ki Kilise görevini ifa etmek için uğraşıyor.

Her ülke kendi Exodus’unu yaşar, her ülke kendi kurtuluş yoluna sahiptir; bugün de El Salvador kendi Exodus’unu yaşıyor. Bugün elem ve ıstırabın bizi perişan ettiği, bedenlere karışmış bir çölde kurtuluşumuza doğru ilerliyoruz. Birçok insan, Musa ile birlikte yürümenin cazibesine kapılıp çile çekti ve geri dönmek istedi. Birlikte çalışmak istemedi. Aynı hikâyeyi yeniden yaşıyoruz. Tanrı ise yeni bir tarih yaparak halkı kurtarmak istiyor.

Tarih başarısız olmaz; Tanrı onu devam ettirir. Bu yüzdendir ki tarihsel projeler, Tanrı’nın ebedi planını yansıtmaya giriştiği ölçüde Tanrı’nın krallığını yansıtacaklardır. Bu girişim Kilise’nin işidir. Bu nedenle Kilise, yani Tanrı’nın tarihteki halkı, herhangi bir toplumsal sisteme, bir siyasal örgütlenmeye, herhangi bir partiye bağlı değildir. Kilise, bu güçlerden herhangi biriyle kendisini tanımlamaz; çünkü o, tarihin ebedi hac yolcusu olduğunu, Tanrı’nın krallığını yansıttığı ve yansıtmadığı her tarihsel momentte gösterir. O, Tanrı’nın krallığının hizmetkârıdır.

Hıristiyanların büyük görevi, Tanrı’nın krallığının ruhunu hazmetmek ve Tanrı’nın krallığı ile dolu ruhlarla tarihin projeleri üzerinde çalışmak olmalıdır. Halkın teşkil ettiği örgütlere dâhil olmakta bir sorun yok. Siyasal partiler oluşturmak, hükümette yer almakta da. Tanrı’nın krallığını yansıtmaya ve onu çalıştığınız yerde yerleştirmeye çalışan bir Hristiyan olduğunuz sürece, dünyevî hırslar için kullanılmadığınız sürece bunlar hayırlıdır. Bu, günümüz insanının en büyük görevidir.

Sevgili Hristiyanlar, size daima söyledim, gene söylüyorum: Halkımızın gerçek kurtarıcıları biz Hristiyanların, Tanrı’nın halkının içinden çıkmalı. Daha işin başında belirttiğimiz gibi, insanlığın onurunu, Tanrı sevgisini ve İsa Mesih’in halk içerisinde kuracağı hükümranlığı esas almayan her türden tarihsel plan gelip geçicidir. Oysa sizin projeniz ise Tanrı’nın ebedi tasarımını daha çok yansıttığı ölçüde istikrar içinde büyüyecektir. Bu, eğer halkın ihtiyacını karşılarsa, her zaman ortak iyilik için bir çözüm olacaktır. Şimdi sizleri her şeye, yeryüzünde Tanrı’nın krallığı olmak için çalışan ve ulusal durumumuzun gerçeklerini sıkça aydınlatması gereken Kilise’nin gözüyle bakmaya davet ediyorum.

Biz, son derece trajik bir hafta yaşadık. Öncesine dair bir şey söyleyemesem de bir hafta önce, 15 Mart Cumartesi günü, kırsal kesimde en geniş çaplı ve en üzücü askeri operasyonlardan biri gerçekleştirildi. Operasyondan etkilenen köyler La Laguna, Plan de Ocotes ve El Rosario idi. Operasyon bir trajediye yol açtı: Çok sayıda çiftlik ateşe verildi, yağmalamalar yaşandı ve kaçınılmaz olarak insanlar öldürüldü. La Laguna’da saldırganlar evli bir çifti, Ernesto Navas ve Audelia Mejia de Navas’ı, 13 ve 7 yaşlarındaki küçük çocukları Martin ve Hilda’yı ve 11 köylüyü öldürdüler.

Gelen haberlere göre başka insanlar da öldürüldüler. Fakat ölülerin adlarını bilmiyoruz. Plan de Ocotes’de 2 çocuk ve ikisi kadın 4 köylü öldürüldü, El Rosario’da 3 köylü öldürüldü. Bunlar sadece geçen Cumartesi olanlar.

Geçen Pazar, Arcatao’da ORDEN’in [Organización Democrática Nacionalista –“Demokratik Milliyetçi Örgüt”] dört üyesi tarafından öldürülen köylüler: Marcelino Serrano, 24 yaşındaki Vincente Ayala ve oğlu Freddy. Aynı gün, Galera de Jutiapa’da Hernandez Navarro adlı bir köylü askerlerden kaçtığı sırada öldürüldü.

Geçen Pazartesi, yani 17 Mart olağanüstü şiddet dolu bir gündü. Ülkenin iç kesimleri yanında başkentte de bombalar patladı. Tarım Bakanlığı binasındaki hasar çok büyüktü. Ulusal üniversitenin kampüsü akşam 7’ye kadar silâhlı kuşatma altında kaldı. Bütün gün üniversite çevresinden makineli tüfek sesleri geldi. Başpiskoposluk ofisi, çatışmaların ortasında kalanları korumak için müdahale etti.

Hacienda Colima’da en az 15’i köylü, 18 kişi öldürüldü. Çiftliğin yöneticisi ve manavı da öldürüldü. Silâhlı kuvvetler bir çatışma olduğunu doğruladı. Televizyonda olayların bir filmi gösterildi ve çoğu insan, durumun ilgi çekici boyutları üzerine analizler yaptı.

Bugün ciddi boyutlara ulaşan olaylarda en az 50 kişi yaşamını yitirdi: Başkentte, Colonia Santa Lucia’daki olaylarda 7 kişi, Tecnillantas’ın kenar mahallelerinde 5 kişi öldü. Ordunun boşalttığı bir alanda 5 işçinin cesedi bulundu. Suchitoto yolunun 38. kilometresindeki Montepeque’de 16 köylü öldürüldü. Aynı gün Orta Amerika Üniversitesi’nden 2 öğrenci, Mario Nelson ve Miguel Alberto Rodriguez Velado kardeşler Tecnillantas’ta kaçırıldı. Birincisi, dört günlük bir yasadışı gözaltından sonra bir avluya bırakıldı. Yaralanan kardeşi de hâlâ yasadışı olarak gözaltında tutuluyor. Onun adına bir Adli Yardım süreci başlatıldı.

Uluslararası Af Örgütü, özellikle Chalatenango‘daki köylülere yapılan baskıları tanıttığı bir basın bildirisi yayınladı. Hükümet yalanlasa da haftanın olayları bu haberi teyit etti. Kiliseye girdiğimde, “Uluslararası Af Örgütü’nün bugün [yani dün] El Salvador’daki insan hakları ihlallerinin diğer ülkelerde görülmemiş boyutlara ulaştığını teyit ettiği” haberi geldi. Bu, Uluslararası Af Örgütü’nün Orta Amerika İçin Acil Eylem Grubu sözcüsü Patricio Fuentes’in Managua’daki (Nikaragua) bir basın toplantısında söylediği şeydi.

Fuentes, El Salvador’da araştırmalar yürüttüğü iki hafta boyunca, 10-14 Mart arasında 83 siyasî cinayet işlendiğini tespit etme imkânı bulduğunu belirtti. Uluslararası Af Örgütü’nün 600 siyasî cinayetten sorumlu tuttuğu El Salvador hükümetini kınadığının da altını çizdi. Salvador hükümeti, iddiaların kanıtlanmamış varsayımlara dayandırıldığını ileri sürerek, suçlamalara karşı kendini savundu.

Fuentes, Af Örgütü’nün El Salvador’daki insan hakları ihlallerinin darbe sonrası Şili’deki baskılardan daha kötü bir düzeyde olduğunu tespit ettiğini de ifade etti. Hükümet de 600 kişinin ölümünün ordu birlikleriyle gerillalar arasındaki çatışmaların sonucu olduğunu söyledi. Fuentes ise El Salvador’da kaldığı sırada, kurbanlara öldürülmeden önce işkence edildiğini ve öldürüldükten sonra da cesetlerinin parçalandığını gördüğünü söyledi.

Uluslararası Af Örgütü sözcüsü, kurbanların bedenlerinin bilhassa başparmakları arkadan bağlanmış vaziyette bırakılmış olduğunu söyledi. Sözcünün ifadesine göre, akrabaları tarafından teşhis edilmelerini ve uluslararası kınamaları önlemek için kurbanların cesetlerine aşındırıcı sıvılar tatbik ediliyor. Cesetler gene de gömüldükleri yerden çıkarılıp teşhis edildi. Fuentes, Salvador ordusu tarafından uygulanan şiddetin, popüler örgütleri hem yerel hem de ulusal düzeydeki liderlerini öldürmek suretiyle dağıtmayı amaçladığını söyledi.

Uluslararası Af Örgütü sözcüsüne göre, en az 3.500 köylü, baskılardan kaçmak için evlerini terk edip başkente sığındı. Fuentes, “Londra ve İsveç’te, örgütlendikleri için katledilen genç çocuk ve kadınların tam bir listesine sahibiz…” dedi.

Burada, askerlerden ve özellikle Ulusal Muhafızlar’ın, polisin ve ordunun rütbelilerinden özel bir talepte bulunuyorum:

Kardeşlerim, siz bizzat halkımızın bağrından çıktınız. Herhangi bir öldürme emrinin “Öldürmeyeceksin” buyuran Tanrı’nın yasasına boyun eğmesi gerekirken, siz kendi kardeşleriniz olan köylüleri öldürüyorsunuz. Hiçbir asker, Tanrı’nın yasasına aykırı bir emre uymak zorunda değil. Hiç kimse, ahlâkî olmayan bir yasaya uymak zorunda da değil. Günahkâr bir emri dinlemektense, vicdanlarınızı toparlamanın ve vicdanlarınıza uymanın vaktidir. Tanrı’nın hukukunun, Tanrı’nın yasasının, insanlığın ve kişinin saygınlığının savunucusu olarak, Kilise böylesine bir kötülük karşısında sessiz kalamaz! Hükümetten, eğer çok fazla kan pahasına uygulanacaklarsa, reformların değersiz olduğu gerçeği ile yüzleşmesini istiyoruz.

Tanrı adına, her gün çığlıkları göklere yükselen, acı çeken bu halk adına, size yalvarıyorum, Tanrı adına size emrediyorum: Bu uyguladığınız baskıya son verin!

Bugün Kilise, kutsal kitabı okumak kadar kurtuluşu da vaaz ediyor. Bu kurtuluş ki her şeyin ötesinde kişilik onuruna saygı duyuyor, insanlığın ortak iyiliğinin tesis edilmesini umut ediyor, aşkınlık anlayışıyla her şeyi Tanrı’dan bekliyor, umudun ve kudretin kaynağının O olduğunu düşünüyor.

Başpiskopos Oscar Romero
14 Mart 1980
Kaynak

,

Ayrı ve Gayrı

İştiraki’nin ülkenin son günlerde gündeme yerleşen gelişmelere yönelik müdahalesi, eleştirilere neden oldu. Gelen eleştirilerde Marksizmin literatüründen yapılan alıntılar dikkat çekici. 

Âdeta seçilmiş alıntılarla eleştiriler sunuluyor. Ülkemizin küçük burjuvalar ülkesi, solun da küçük burjuva olduğu, İştiraki’nin zaten sol olmadığı, sosyalistlerin kitleyi yönlendirmek için Saraçhane’de bulunduğu, eleştirilerin içeriğini oluşturuyor.

Güncel mi, Taktik mi, Takiye mi?

Komünist Manifesto’nun en önemli ifadelerinden biri, komünistlerin gerçek niyetlerini gizlemedikleriyle ilgilidir. 

Komünistler, egemenlerin muhtemel ve müstakbel devrim karşısında korkuyla titremelerini sağlayan güçtür.

Öncelikle, bugünkü tablodan TÜSİAD rahatsız değildir. Geriye kalan yandaş sermaye rahatsızsa bu, sistem içi bir sorunun işaretidir. Burjuvazi, bu eylemlerden rahatsız değil. Seküler sermaye, belediyeler üzerinden geliştirdiği alan açma ve siyasete yön verme rolünün aldığı zarardan rahatsızdır ki hukuk kavramını bu süreçten birkaç hafta önce dillendirmeye başlanmıştı.

Semboller, sloganlar, pankartlar, ideolojik-politik mücadelenin özünü yansıtan somut verilerdir. Saraçhane’de kitleyi sınıfsal açıdan yönlendirecek bir pankart, slogan ya da afiş bulunmuyor.

Bir görselde, belirli bir politik çevreye mensup kişinin, yüzünde Ekrem İmamoğlu maskesi ile elindeki örgüt flamasını salladığı görülüyor. Kitleye kendi grubunu tanıtıyor. Bu çevre, ülke solu içinde en anti-Kemalist çevre olarak kendini var etti. İlgili hareketin ödediği bedeller ve ortaya koyduğu tezlerin aksine bir savruluş olarak bu görsel, eylemlerin özünü yansıtan bir geriliktir. Bu, görüldüğünde eleştirilmemeli mi? Kapitalizmin sola aşıladığı birey kurgusunun alameti olarak ilgili çarpıklık, kişinin hatası olarak kabul edilip bağlı olduğu çevre eleştiriden muaf mı tutulmalıdır? Bir çevre, eline flamasını verdiği insanın Ekrem maskesi takması sonucunda bunun açıklamasını yapmıyorsa sürece sessiz mi kalmalıyız? Her çevre, kendi insanını üretir; kendi kültürüyle var olur.

Başka bir takiye örneği de diploma sorunudur. Bu konuda ortaya atılan iddialar gündeme geldiği anda neden “kamuculuğu” savunan hiçbir kesim ses çıkarmadı? İki özel üniversite arasında bölüm değiştirip ardından bir kamu üniversitesine, yine bölüm değiştirerek gelen kişi, halkın ücretsiz eğitim hakkına ve liyakat diye dillendirilen ilkelere aykırı bir yerde durmuyor mu? Parası olan, bir özel üniversiteye yerleşip ardından bölümler değiştirip yurt dışından ülkedeki üniversitelere geçiş mi yapsın? İmamoğlu özelinde halk çocuklarına gösterilen eğitim modeli bu mudur? Elbette kitle bunun için sokağa çıkmıyor(!) Ne popüler yoz kültürün sözde sanatçılarına sahne verilmesine ne de otopark ve enerji giderleri konusunda yapılan zamlara hiçbir sol çevre eleştiri sundu.

Denilebilir ki komünistler belediyelerle mi uğraşmalı? Komünistler, halkın sorunlarını çözmek için ter dökerken sistemin bekçileri arasında tercih yapmamalıdır. Kentsel dönüşüme İmamoğlu öncesinde tepki verilirken şu an kentsel dönüşüm beklenmesi ve dönüştürülen yerler için sessiz kalınması da solun başka bir açmazı. Tarikatlara tahsis edildiği iddia edilen özel hastane arazileri de gündemde. Sorun bunlar da değilse o zaman CHP’den güzel günler beklendiği de inkâr edilmemelidir. Komünist hareket, net ve açık olmak, gerçeği eğip bükmemek zorundadır.

Kendiliğindenciliğe Bel Bağlanmalı mıdır?

Kendiliğindenciliğin en önemli “kazanımını” DY hareketi elde etmiştir. Öyle ki bu kazanım, bir Pirus Zaferi olarak 12 Eylül’de yenilginin en ağırıyla yüzleşince, mahkemelerde şefler tarafından hareketin dergi çevresi olduğu söylenirken hareketin tabanındaki insanları idam edilmiştir. Sonraki süreçte bu geleneğin tüm kolları kendiliğindenciliğe bel bağlamıştır. 

Bir üyesinin dediğine göre, bugün İmamoğlu ile ilgili hazırlanan dosyada adı geçen iş insanlarından biri, DY’cidir. Devlet ve sermayeyle ilişkili solculuğu kutsal bellemenin kime faydası var?

1 Mayıs örneğinde görüldüğü üzere, tüm fiziki direnme kapasitesi CHP müdahalesiyle tüketilmiştir. CHP, devlete ve sermayeye halel getirecek, zarar verecek bir şey yapamaz. Komünistlerin AKP’yi içeren burjuva düzenine karşıtlığı ile CHP’nin AKP’yle girdiği rekabeti ideolojik ve politik olarak ayrıştırması zaruridir. Lenin’in ifadesiyle, “tüm burjuva partileri, tek partidir.”

EMEP, “genel greve hazırlanmalı” derken, Gazete Yolculuk buna hazır olunmadığını söylüyor. Her iki çevre de bunu yapamayacaklarını söyleyip, yapılması gerekeni hazırlamadıkları için kendilerini sorumluluktan muaf tutuyor. 

Sol örgütlerin işçi temsilcisi olma iddiaları, boş ve yalandır. Amaçları, işçi sınıfını TÜSİAD, Avrupa sermayesi ve ideolojik aparatlarının temsilcisi olarak İmamoğlu’nun kuyruğuna bağlamaktır.

Gezi’de “sürece hazırlıksız yakalandık” diyenler de yalan söylemişlerdir. Gezi’nin birkaç yıl öncesine kadar 1 Mayıs alanının nasıl kazanıldığını biliyorlar. EMEP, o alandan o vakitler kaçıyordu. TKP, Taksim’den uzak bir yerde 1 Mayıs kutladığı için dönemin AKP valisinin teşekkürüne mazhar olmuştu.

Bu çevreler, kitle ve sınıf hareketlerinin sorumluluğunu alamazlar. Geçen 1 Mayıs’ta da direnen emekçilere “yurttaşlar” demişlerdi. Tarih bilinci olmadığı zaman güncele hapsolunup, tüm sınıf mücadelesinin enerjisi mekânda tüketilmektedir. Tarih bilinci, CHP için ve CHP adına silinmektedir. Çünkü CHP’den ayrı ve gayrı bir sınıfsal hafızamız, yolumuz ve yordamımız olsun istenmemektedir.

Tekrar sürece ve kendiliğindencilik sorununa dönecek olursak, eleştirilere rağmen Gezi’deki gibi mahallelere yayılan bir mücadele de yok grevler de yok, yedi yirmi dört direnişler de yok, talep de yok. “Gündüz işe, akşam direnişe” tipi sivil toplumcu Saraçhane eylemleri, kitleyi daha da CHP’lileştirir. Öyle ki Saraçhane, özünde Bozdoğan Kemeri ve İBB binası arasında sıkışmış bir yerdir. Bozdoğan Kemeri egemenlerin, İBB binası CHP’nin duvarıdır. Sosyalist hareket, bir iradeye sahipse Taksim ölçüsünde, ölçeğinde ve kerterizinde hareket edebiliyor olmalı, kendi hafızasına, yoluna, yordamına güvenebilmeliydi.

Geçen 1 Mayıs'ta görüldüğü gibi aşılamayan bir mekâna her akşam yapılan çağrı, “Gelin, öfkenizi ve enerjinizi deşarj edin!”den gayrı bir anlama sahip değildir. Aynı saatlerde Taksim’in barları oynanacak maça rağmen boştur. Mekân çalışanları, “İnsanlar Saraçhane'ye gitti demek ki” diye kendi aralarında konuşmaktadırlar. Evet, doğrudur. Saraçhane’de yönlendirilecek kitle, CHP tabanıdır!

Kendiliğindencilik Değilse Nedir?

Evet, her türlü protestoyu doğru kanalize etmek, komünist hareketin en temel görevidir. Bu yönüyle kitleyi “beğenmemek” gibi bir eleştiriyi kabul etmiyoruz. Peki hangi çevre kitleyi yönlendirecek? Hangi sendika ve meslek odaları bunu başarabilecek? Daha on ay önce Saraçhane’de yuhalananlar mı?

Kitle, metafizik bir olgu olarak ele alınamaz, merkeze konulamaz, akmaz kokmaz, havada asılı bir şey olarak görülemez. 

Örgütleyen örgütlenir, dönüştüren, dönüşür. Kitle kuyrukçuluğundaki idealizm, sorgulanmalıdır. 

“İleri kitle” derken, o ileri, sınıfsal-politik ve devrimci-politik analize tabi tutulmalıdır. Livaneli şarkısı biliyor diye bir kitle ilerici olamaz. Livaneli’deki veya CHP’lilerdeki liberalizme ilericilik yaftası yapıştıranlar, antikomünisttirler.

Şu an tüm politik özneler, CHP alanı terk etmiyor diye orada. CHP ne zaman alanı terk ederse emin olabilirsiniz ki sendikalar ve belirli partiler de orayı terk edecektir. Öyleyse bu yaşanan, kendiliğindencilik ve kitle kuyrukçuluğu değil de nedir? Bu kuyrukçuluk, bol Lenin alıntılarıyla gizlenebilir mi? Lenin, ne zaman bir burjuva siyasetçisinin maskesini takmıştır yüzüne? Yoksa o, tüm burjuva maskeleri yırtıp atan mıdır?

Gazi, Okmeydanı, Armutlu gibi yoksul ve politik tarihi olan mahalleler özelinde bir mücadeleye rastlanmıyor. Okmeydanı’nda toplanan halk, Şişli Belediyesi’nin önüne yürütülüyor. Aynı belediye, işçileri işten atan belediyedir. Hedef, CHP belediyesinin önü müdür? Kısa zaman önce belediye işçilerinin grevini kıran aynı İmamoğlu’nun ve CHP’nin genel greve onay vermesi mümkün müdür? 1 Mayıs’ta “polise kalkan eller”i eleştiren İsmail Saymaz ve partisinin kitleyi yönelteceği yer neresidir? Bugün bizi eleştirenler, o İmamoğlu maskelerini takanlar, o kitleyi nereye yönlendirmiştir? CHP’den ayrı ve gayrı ilerleyen bir hatları var mıdır, bir yol açtılar mı? CHP’den ayrı ve gayrı bir mevzileri var mı? CHP rüzgârının sınıfsal ve politik analizi yapılmadan şişirilen yelken kimin yelkeni, yürütülen kimin gemisidir? Eyleme iştirak etmek başka, eylemin sahibine kul köle olmak başka bir şeydir.

Tarihsel Bir Örnek

27 Mayıs’a giden süreçte önce üniversite öğrencileri meydandaydı, tahkikat komisyonları tarihe karıştı. CHP’nin bekası her şeyden önemliydi. O CHP ki gizliliği kaldırılan Mayıs 1960 tarihli bir CIA belgesinde “NATO’cu olduğu” gönül rahatlığıyla ifade edilen parti. 1960 darbesiyle soluk aldığına ikna edilmiş olan sosyalist sol, bugüne bir şey katabilir mi?

Bugün de CHP’nin bekası her şeyden önemlidir. O CHP kitlelere çağrı yapmazsa işinden-aşından edilen birkaç emekçiye açlık grevi yapmak, emeğin ve savunmanın hakkı için direnen avukatlara cezaevine girmek, ataması yapılmayan öğretmenlere intihar etmek, depremzedelere konteynerlerde ve çadırlarda yaşamak, öğrencilere aç kalmak bırakılır.

Tüm söz, yetki ve kararı CHP’ye devreden sosyalist hareket, tarihsel olarak suçludur. Bugün elindeki anti-Kemalist flamayla, yüzündeki Ekrem maskesiyle direğe tırmanan şahıs, sosyalist hareketin sembolüdür, özüdür, kimliğidir. Kendilerini var eden tarihe sırt dönmektir. “Feodal kırıntılar”la mücadeleyi programına alanlar, ancak feodalizme karşı bugünün burjuvazisini savunan kırıntı solculuk üretebilirler.

Milyonları temsil etme iradesini ortaya koymuş on iki bin insanla Kışlık Saray’ı kuşatan Lenin mi, milyonlarla sandıktan seçtirilecek İmamoğlu mu? Tüm ideolojik-politik mücadelenin özeti bu sorudadır.

İştirakî
24 Mart 2025