28 Kasım 2016
27 Kasım 2016
Hodbin
Kimlikçi siyaset, bir tür bencillik biçimi olarak
zuhur ediyor. Maddî ilişkileri dikine kesen dinamikler, bu sayede
etkisizleştiriliyorlar.
Fidel Castro’nun ölümünü takip eden bir gün içerisinde
onunla ilgili olarak edilen küfürlerde bir yandan eşcinsel edebiyatına, bir
yandan da Kürd edebiyatına sığınılıyor. Dolayısıyla, ABD rejimi ile Küba’daki
düzen arasındaki sınırlar kaldırılıyor. Castro’nun kendisi dışında, öznel
varlığı ötesinde kazandığı anlam ve bağlam, bu küçük burjuva siyaset şahsında
dağıtılmaya çalışılıyor.
Bugün bir bencillik biçimi olarak Müslüman olmakla,
Kürd olmak veya solcu olmak arasında yaşanan bir yarışa tanıklık ediliyor. Dikkatleri
başka yöne çekmek adına, başkaları eleştiriliyor. O eleştirilere bakarak, o
eleştirilerin sahiplerini eleştirmek mümkün. “Kürd”, bir tür bencil varlığın
ideolojik etiketi hâline geliyor. Bu, “kadın”, “sol” gibi etiketler için de
geçerli.
Düzenin ördüğü duvarları yıkmak zorunlu.
* * *
Almanya’daki Avakiancı hareketin şeflerinden Emrah
Cilasun, son dönemde bu hatta gerilediğini somut örneklerle kanıtlıyor. Artık
Tarafçı, liberal Ayşe Hür’ün çizgisine oturan Cilasun, Avakiancılığı sırf bu
bencilliğe fikrî gerekçe ve zemin sunduğu için benimsiyor. Tüm Amerikancı
troçkizmin savunucuları, Castro’ya küfrediyorlar. Cilasun da onlardan geri
kalmıyor. Çünkü Avakiancılığın o “büyük sentez”i, esasen Avrupa’nın kampüs
maoizmi ile Amerikan troçkizmi arasında gerçekleşiyor. Bu sentez, tarihte tepe
noktadaki şahısların “burjuva” ilân edilerek, kendi küçük burjuvalığını gizleme
amacını güdüyor. O liderleri şeytanlaştırıp taşlamak hiçbir sorunu halletmiyor,
sadece ameli bir olmazlığa fırlatıp atıyor.
Cilasun, Castro’yu burjuva kapitalist olmakla
eleştiriyor. Amerika’da çıkan burjuva dergilerden ilham alan bu yaklaşım,
Castro’yu dünyanın en zenginleri listesinde başa yazıyor. O dergiler,
toprakların ve fabrikaların sahibinin Castro olduğu tezviratını üretiyorlar.
Onlar ve Cilasun, özünde devrim öncesi hâkim olan pavyonların ve kumarhanelerin
sahipleri adına konuşuyorlar. Buna solcu kılıf bulmak ise ancak batı
aydınlanmacılığı övgüsü ile mümkün oluyor.
Cilasun, Maçoğlu’nu işte bu zeminde ateşe atıyor. Maçoğlu’nun
Bursa’daki bir CHP’li belediye başkanından plaket almasını eleştiriyor. Ama
kendisinin neden Enver Aysever’gille röportaj[1] yaptığına zerre izahat
getirmiyor. Çünkü Aysever’gillerin o belediye başkanından daha az Kemalist
olduğunu zannediyor. Böylelikle Said-i Nursi ile ilgili kitabını ona kimlerin
yazdırdığını, belgeleri kimlerin verdiğini örtbas etme imkânı buluyor. Ayrıca
Kaypakkaya’yı liberalizme bağlamaya çalışıyor. Kitabını basan yayınevinin
ardındaki zarfta Kemalist, mazrufta Fethullahçı olan eli sorgulamıyor. Bir tekinli
olarak, Tekin’sizlere saldırmayı iş belliyor.
* * *
Bob Avakian’ın tek esprisi, Maoizmin din hâline
geldiği tespiti.[2] Bunun üzerinden dine karşı savaş başlatıyor ve ABD
devletinin 11 Eylül sonrası açtığı savaşa bir biçimde eklemleniyor. Dile
dökülen allı pullu lafların hiçbir önemi bulunmuyor. Sentez, ancak bu zeminde
gerçekleşebiliyor.
Zannediyorlar ki 1968’in cinsellik, altkültür, kimlik
üzerine kurulu siyaseti, emperyalizme ve kapitalizme karşı geliştirilmiş. Oysa
o dönemin aktörleri, açıktan söylüyorlar, tek hedefin Sovyetler olduğunu. Bugün
o küfür edebiyatı, Castro’nun vefatı ile birlikte yeniden gündeme geliyor.
Çünkü efendiler, insanların kendileri dışında bir güç adına, kolektif bir
faaliyet içerisine girmesini istemiyorlar. Kendi özgürlük ve demokrasi
kurgusunun galebe çalması için uğraşıyorlar.
* * *
Sadece Kürd’ü gördüğünü söyleyen, Kürd’e kör. Salt
kadına bakan, kadına düşman. Yalnızca kendi sol fikirlerini yaldızlamakla
meşgul olan, sosyalizmin altını oyuyor. Dinimiz de dilimiz de, elimiz de
sömürülene ve ezilene göre biçimlenmeyi bekliyor. Efendilerin, “sadece
kendinizi düşünün” edebiyatına örgütlenenlerin bu ağır işi üstlenmeleri mümkün
değil.
Kendi bencil varlıklarını öne çıkartanlar, misal
Castro’yu da birey olarak değerlendiriyorlar. Raul’un Fidel’in kardeşi olduğu
için başa geçtiğini zannediyorlar, Raul’un devrim ordusunun komutanlarından
olduğunu görmek istemiyorlar. Castro’nun ahlaksızları, hırsızları, gaspçıları,
Batista uşaklarını cezalandırdığına kızıyorlar, üstelik sol adına.
* * *
AKP yanlısı Müslümanlar da benzer bir dili İran
üzerinden ediniyorlar. Suriye ve İran bağlamında, batıdan gelen tüm liberal
zırvaya kul oluyorlar. Ne emperyalizmle ne de kapitalizmle dertleri var. Bu
nedenle sol liberallerin Castro ile ilgili değerlendirmelerini paylaşıyorlar.
Kişinin dışındaki bir güce bağlanması, müşterek bir aidiyete örgütlenmesi ve
şiddetli bir dalga ile zulmün kalelerini dövmesi, ancak bu sayede önleniyor.
AKP, o dalgayı kırmak için var. Sol, her şeyi kendi üzerine alıyor!
Bugün Tayyip’in yerinde Alper Taş ya da Demirtaş ya da
Kemal Okuyan olsa, Tayyip’in yaptıklarına benzer şeyler yapmak zorunda. O
nedenle, kendilerinde gördükleri, laiklik, aydınlanma gibi vasıfları öne
çıkartıyorlar. İktidara gelseler, Syriza gibi olacaklarını biliyorlar. Bu
yüzden sadece biçimsel ayrımlara vurgu yapıyorlar. En özü, Avrupa solculuğuna
kaçıyorlar. AB savunuculuğu yapıyorlar.
“Bu ülkenin Syriza’sı benim” diye aralarında
yarışanlar, Syriza’ya yönelik saldırıyı protesto etmiyorlar, Syriza’nın halkına
yönelik saldırısına dair tek bir şey söylemiyorlar. Herkes, burjuva siyasetinin
prangalarından memnun. Sadece efendilerin kendilerini işaret edecekleri günü
bekliyorlar. Bu burjuva siyaset pazarında ihtiyaç yaratmak için uğraşıyorlar.
Solun önce kendi dalgakıranları ile uğraşması
gerekiyor. Kendine yeterli, kendinden menkul, kendi varlığını yücelten,
bencilliği solculuk zanneden yanını kesip atması şart.
Eren Balkır
27 Kasım 2016
Dipnotlar:
[1] Selnur Aysever, “Emrah Cilasun ile İbrahim Kaypakkaya Üzerine”, 30 Nisan
2017, Aykırı.
[2] Avakian ile ilgili bir eleştiri için bkz.: Pavel
Andreyev, “Bob Avakyan Eleştirisi”, 26 Ocak 2016, İştirakî.
Küba’yla Dayanışma
Fidel Castro’nun ölümü üzerine, Washington’daki
kanalizasyondan fışkıran ve oradan Miami’deki Küçük Havana’ya ve plütokrasiye
ait medya organlarına akan o acınası sevinç gösterilerini görünce hiç
şaşırmadım. Bu şebeke, Küba deneyiminden nefret etmeye her daim meyilli
olmuştu. Bu nefretin en önemli nedeni de kimilerinin pazarlık masasında sahip
oldukları servetlerini kaybetmiş olmalarıydı. ABD sahillerine yalnızca yüz elli
kilometre ötedeki bir deneyime bu nedenle düşmanca yaklaşıyorlardı.
Castro karşıtı ekibin içinde Gloria Estefan da var.
Castro’nun ölümünü kutluyor. Ama babası Leonardo García’nın diktatör
Batista’nın koruması olduğundan ve CIA’in Domuzlar Körfezi’ndeki başarısız
işgal girişiminde aktif olarak yer almış olmasından hiç söz etmiyor. Estefan,
babasının yaptıklarından dolayı suçlanamaz elbette, ama bu sevinç gösterisini
ve kendisini vareden genel bağlamı da gözden kaçırmamak gerekiyor.
Bu çevrelerin dayanışma içerisinde olmasını beklememiz
tabii ki mümkün değil. Bu insanlar, Küba’daki yönetimi devirmek ve
Batistacıların iktidarını yeniden tesis etmek için çok uğraştılar.
Benim Küba’yla dayanışma faaliyetlerim Hindistan’da
başladı. Küba Devrimi hakkında yazılanları okuduktan sonra dayanışma
faaliyetlerine katıldım. Bu süreçte Castro’nun 1983’te Bağımsızlar Hareketi’nin
Delhi’de yaptığı konuşmayı izleme fırsatı buldum.
Küba’nın özel bir dönemden geçtiği doksanlar boyunca
Hindistan Komünist Partisi (Marksist) ve Hindistan Komünist Partisi, on bin ton
buğday ve on bin ton pirinç yetiştirip Küba’ya gönderdi. Yoldaş Harkishan Singh
Surjeet, tüm Pencab’ı gezip çiftçilerden Küba’ya buğday bağışı yapmalarını rica
etti. Tüm mahsul Kalküta limanı üzerinden Havana’ya gitti. Her bir Kübalı,
böylelikle Hint ekmeğinden bir dilim tatma imkânı buldu. Bunun üzerine Castro,
Yoldaş Surjeet’e “Ekmek Adam” demeye başlamıştı. Surjeet, 2008’de vefat edince
Fidel, onu takdir eden yazısında bu ifadeyi tekrar kullandı.
On yıl önce Üçüncü Asya Pasifik Bölgesel Küba’yla
Dayanışma Konferansı’na katıldım. Aşağıdaki fotoğrafta kızım Zalia Maya ile
birlikte görünüyorum. Konferans sonrası tuttuğum günlüğü CounterPunch yayınladı. Konferans süresince
yaşanan en önemli olay Tomás Gutiérrez Alea’nın Azgelişmişliğin Hatıratı
(1968) isimli çalışmasını yayınlayan Sergio Corrieri Hernandez’de röportaj
yapma imkânı bulmamdı. Hernandez, o röportajda dayanışmanın körü körüne destek
demek olmadığını, devrimin hayatta kalıp başarılı olması için ne tür bir
yardımda bulunulması gerektiği konusunda Küba ile belirli bir sohbet içerisinde
olmak gerektiğini söylemiş ve şunları aktarmıştı: “Toplumumuzun, yaşadığımız
güçlüklerin ve yapılan hataların inceleneceği devasa bir proje hazırlanıyor.
Başında Fidel var. Proje, işyerlerinde, eğitim kurumlarında sürüyor ve tek
amacı toplumu ilerletmek.”
Castro ve Küba Devrimi ile ilgili olarak Batı
medyasında yapılan miyoplara has değerlendirmeler hiç umurumda değil. Bu
medyanın Castro ve Küba hakkında herhangi bir hükümde bulunabilecek zerre
birikimi yok.
Vijay Prashad
26 Kasım 2016
Devrimin İlhamı
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, 25 Kasım 2016 Cuma
günü Küba’nın eski başbakanı ve sonrasında cumhurbaşkanı olan, tarihsel
enternasyonal devrimci lider, Yoldaş Fidel Castro Ruz’un kaybı üzerine, Küba
halkına, Filistin halkına ve dünyadaki devrimci hareketlere başsağlığı
diliyoruz.
Kendisini 1959’da ABD emperyalizmine ve onun kuklası
Batista rejimine karşı elde ettiği devrimci zaferde ortaya koyan, emperyalizm
ve kapitalizmle mücadeleye dönük o enternasyonalist, devrimci bağlılığı
dâhilinde Castro her zaman emperyalizm, Siyonizm, ırkçılık ve kapitalizm
karşısında, dünyanın mazlum halklarının yanında yer almıştır. Ömrü boyunca
Fidel, Venezuela, Bolivya, Nikaragua, El Salvador’daki ve tüm kıtadaki devrimci
mücadeleyi desteklemiş ve bu mücadele için örnek teşkil etmiştir. Castro’nun enternasyonal
devrimci dayanışma ve mücadele üzerinden geride bıraktığı miras, Angola’dan
Güney Afrika’ya, Filistin’den Mozambik’e, Bolivya’dan El Salvador’a dünyanın
birçok ülkesinde sınırları aşıp devrime, demokrasiye ve sosyalizme uzanan bir
örnek olarak iş görmeye devam etmektedir.
Dünyanın
emperyalist güçlerin hâkimiyeti altında olduğu bir dönemde, ABD emperyalizmine
yaşattığı yenilgiler ve Küba devriminin gerçekliği ile mirasından öğrenmek, bu
mirası aziz tutmak gerekmektedir. Küba devriminin elde ettiği zafer, silâhlı
mücadelenin gerçekleştirdiği bir zaferdir. Bu zafer, tümüyle halka aittir.
Fidel ve yoldaşları, sadece 1959’daki zafer ânında değil, o devrimi takip eden
onlarca yıl boyunca, devrimin zaferini güvence altına almak adına, işçileri ve
köylüleri seferber etmiştir. Tüm çelişkilerine karşın Küba devrimi, üretimin
millîleştirilmesi, servetin bölüştürülmesi ve ücretsiz eğitim ve sağlık
sisteminin inşası konusunda önemli bir örnek ortaya koymuştur.
Castro’nun
hayatı ve tüm Küba devrimi tarihi boyunca Filistin halkının ulusal kurtuluş
hareketi ve Filistin devrimine verilen destek, dünyadaki ilerici güçler ve
mücadele içerisindeki halklar arasında devrimci ittifakların kurulması
meselesini merkeze alan anti-emperyalist yaklaşımın odağındaki yerini her zaman
korumuştur. Filistin halkı ve Küba halkı, Latin Amerika’da, Afrika’da ve Arap
dünyasında emperyalizm ve ona bağlı güçlere karşı koyma noktasında, her düzeyde
yan yana durmuştur. Üç kıtayı kucaklayan ittifak ve Bağlantısızlar Hareketi
dâhilinde Küba, uluslararası mücadelenin her yönünde, Filistin halkının ve onun
kurtuluş hareketinin yanında yer almış, emperyalizme, sömürgeciliğe ve onun
Filistin’deki tezahürü olan Siyonizme karşı gelişen kolektif hareket konusunda
devrimci bir ittifak kurmuştur. Siyonizm, ırkçı zulmün önemli bir silâhıdır. Bu
gerçeği Fidel Castro, Küba halkı ve devleti de kabul etmiştir. Söz konusu
birlik, yıllar içerisinde dağılmamıştır. Siyonizmin silâhları 2014’te Gazze’yi
vurduğunda, Castro Filistin halkını katleden bu “mide bulandırıcı faşizmi” ağır
bir dille eleştirmiştir. Ayrıca bugün Küba’da uzun süreli burs programları
sayesinde onlarca Filistinli öğrenci eğitim görmeye devam etmektedir.
Fidel Castro’nun vefatı ile onun yoldaşlarını, Che
Guevara, Celia Sanchez, Camilo Cienfuegos, Haydee Santamaria’yı ve yeni Küba’yı
kurmak, devrimci toplumu inşa etmek için mücadele etmiş olan onca insanı da
hatırlıyoruz. Bu, sadece yas tutacağımız ve geçmişi hatırlayacağımız bir ân
değil, aynı zamanda Filistin’de demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin zaferi
adına devrimci fikirlerimizin tekrar hayat bulmasını sağlamak için
uğraşacağımız bir zamandır.
Castro, “devrim, geçmişle gelecek arasında süren bir
ölüm kalım mücadelesidir” demektedir. Ömrü boyunca o, bu geleceğe can vermek,
varlık kazandırmak için bıkıp usanmaksızın mücadele etmiştir. İçinde olduğumuz
moment, Siyonizmi ve emperyalizmi yenmek için Filistin devrimine, Arap
devrimine ve uluslararası devrime odaklanmamızı, onları incelememizi ve
geliştirmemizi, aynı zamanda kurtuluşa, adalete, demokrasiye ve sosyalizme
kavuşacağımız o gelecek için mücadele etmemizi talep etmektedir.
FHKC
26 Kasım 2016
Kaynak
Filistin'den Küba'ya Selam
Samidoun Filistinli Tutsaklarla Dayanışma Ağı, 25
Kasım 2016 Cuma günü vefat eden Fidel Castro’nun ömrü boyunca verdiği
mücadeleyi ve devrimini selamlar. Castro, Küba halkı, Latin Amerika halkları ve
tüm dünya için devrimci mücadelenin bir sembolü ve uygulayıcısıdır.
Hukuk öğrencisi, sonrasında avukat olarak Fidel, Karayipler
ve tüm Latin Amerika’da ABD’nin, ayrıca onun destekleyip dayattığı sağcı
hükümetlerin oynadığı role karşı mücadeleye bağlı kalmış olan bir komünist ve
anti-emperyalisttir. Devrimci faaliyeti ve mücadelesi üzerinden Küba’da hapse
atılmış, serbest kaldıktan sonra 26 Temmuz Hareketi’ni kurmuştur. Örgüt,
sonrasında Küba Devrimi’ni inşa etmiş, ABD destekli diktatör Fulgencio
Batista’yı 1959’da mağlup etmiştir. Mahkemede yaptığı “Tarih Beni Aklayacak”
konuşmasında, halk devrimini tüm cüretiyle savunmuştur: “Ama ben hapishaneden
korkmuyorum, çünkü yetmiş yoldaşımın canını alan sefil bir zorbanın öfkesi beni
asla ürkütmüyor. Mahkûm edin beni. Önemi yok bunun. Tarih beni aklayacak.”
Castro, enternasyonalizm ilkesini ve bu yönde atılan
adımları sürekli destekler ve Filistin halkını da içerecek biçimde tüm Asya,
Afrika ve Latin Amerika’daki halkların sömürgecilik karşıtı, devrimci
mücadelelerine destek verip o mücadelelerle dayanışma içerisinde olur. Dünyanın
şaşkınlıkla izlediği, Filistin halkına yönelik süregiden soykırıma son
verilmesi için eyleme geçilmesini talep etmiştir. 1975’te Küba, Birleşmiş
Milletler’in 3379 sayılı kararının altına imza atmış, Siyonizmin ırkçı
niteliğini ortaya koymuştur. Küba’nın o dönemde aldığı konumu aktaran
bildirisinde dile geldiği biçimiyle, “Filistin’i işgal eden Siyonist İsrail
rejiminin emperyalist kökenleri ve ırkçı yapısı ile Güney Afrika’da siyahları
sömüren rejimin yapısı birdir.”
Castro, bu anlamda yalnız da değildir. O, Latin
Amerika’da Filistin’e yönelik sergilenen dayanışmanın önemli bir sembolüdür. Bu
dayanışma, kıta genelinde süren halk hareketleri ve Venezuela ile Bolivya gibi
ülkeler nezdinde devam etmiş, Latin Amerika genelinde Filistin halkının
mücadelesine yönelik destek ve İsrail devleti ile kurulan bağların
kopartılmasına dönük talep varlığını sürdürmüştür. Bu dayanışma, sadece
Filistin ile de sınırlı değildir. Castro ve başında olduğu Küba hükümeti,
Afrika’daki halk hareketlerinin ırk ayrımcılığı ve emperyalizme karşı
mücadelesiyle dayanışma içerisinde olmuş, bu kıtaya sağlık alanında önemli
destekler sunmuştur. Castro, aynı zamanda ABD’deki siyah devrimci hareketleri
de dâhil, emperyalist uluslarda varolan toplumsal hareketler ve ezilen
halklarla bağlar kurmaya çalışmıştır. Tüm ömrü boyunca, Küba devriminin lideri,
ardından Küba’nın başbakanı ve cumhurbaşkanı olarak mücadelenin bir sembolü
hâline gelen Castro, Küba’daki ve dünyadaki mücadeleci insanlarla birlikte, her
daim kapitalizme ve emperyalizme karşı çıkmıştır.
2014’te Castro, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısına
tepki olarak, tüm dünyada yankı bulan, yürekleri dağlayan bir mesaj yayınlamış
ve şunları söylemiştir:
“İnsanlık
tarihinde bugün, faşizmin yeni ve mide bulandırıcı bir biçimi, tüm o gücüyle
açığa çıkıyor. […] Bu İsrail hükümeti, dünyanın bugün Filistin halkının maruz
kaldığı dehşet verici soykırıma neden sessiz kalacağına inanıyor? O, ABD
imparatorluğunun bu utanç verici katliamın suç ortağı olduğu gerçeğini herkesin
göz ardı edeceğini mi umuyor?”
İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutsaklar,
bilhassa Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin solcu tutsakları, hapishanelerde
Fidel Castro’yu anacaklarını duyurdular ve onun devrimci mücadelesi ile
enternasyonalizme olan bağlılığına atıfta bulundular. Samidoun da kurtuluş
mücadelesinin o büyük insanının acı kaybının yasını tutan, onun ve Küba
halkının tarihsel başarılarını selamlayan, ayrıca zafer ve kurtuluş yolunda
yürümeye devam edeceğine söz veren bu tutsaklarla ve dünya üzerinde mücadele
eden halklarla birlikte olduğunu beyan eder.
Samidoun
26 Kasım 2016
Kaynak
Mandela ve Küba
Sizlerin ırkçılığın kökünün sistemli bir biçimde
kurutulması davasına gösterdiğiniz bağlılığın eşi benzeri yok.
Büyük bir alçak gönüllülükle geldik buraya.
Yüreğimizdeki o derin duyguyla buradayız. Küba halkına minnettarız, sırtımıza
yüklediği o büyük borcun farkındayız. Afrika ile kurulan ilişkilerde onun
sergilediği diğerkâmlığı başka hangi ülke gösterebilirdi ki? Küba’nın sağlık
emekçilerinden ve eğitimcilerinden dünyada kaç ülke istifade ediyor? Küba’nın
yardımını talep eden ama Küba’nın bu yardım talebini elinin tersiyle ittiğine
tanıklık eden tek bir ülke var mı? Emperyalizmin tehdit ettiği veya ulusal kurtuluş
mücadelesi verip de Küba’nın desteğini görmeyen tek bir ülke gösterebilir
misiniz?
Küba’nın teşkil ettiği uluslararası güçlerin Angola
halkına yardım ettiğini ilkin hapisteyken işittim. Angolalılar, 1975’te CIA’in
finanse ettiği Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi [FNLA], paralı askerler,
Angola’nın Tam Bağımsızlığı İçin Ulusal Birlik [UNITA] ve Zaireli askerlerin
saldırısına maruz kalınca, Küba Angola’ya herkesin inanmakta güçlük çekeceği
miktarlarda yardım etti.
Biz Afrikalılar, egemenliğimizi elimizden alan,
topraklarımızı işlemek isteyen ülkelerin kurbanları olmaya alışmışız. Afrika
tarihinde başka bir halkın bizi savunmak için ayağa kalkması pek görülen bir
durum değil.
Aynı zamanda bizler, bu desteğin Küba açısından zaten
alışıldık ve yaygın bir eylem biçimi olduğunu biliyoruz. Angola’da dövüşüp
ölenlerin, bu ülkeye gelen gönüllülerin küçük bir kısmını teşkil ettiğinin
farkındayız. Küba halkı için enternasyonalizm sırf basit bir sözden ibaret
değil…
Cuito Cuanavale’de [14 Ağustos 1987-23 Mart 1988]
Güney Afrika’ya bağlı o ırkçı ordunun aldığı yenilgi, tüm Afrika’nın zaferidir!
Irk ayrımcısı ordunun yenilgisi, Güney Afrika’da mücadele eden insanlar için
ilham kaynağıdır.
Onlar, Cuito Cuanavale’de yenilmemiş olsalardı,
örgütlerimiz üzerindeki yasak kalkmayacaktı! Cuito Cuanavale’deki ordunun
yaşadığı yenilgi, bugün benim burada olmamı mümkün kıldı! Cuito Cuanavale, ırk
ayrımcısı rejim denilen belâdan ülkemizi ve kıtamızı kurtarma mücadelemizde
önemli bir dönüm noktasıdır!
Cuito Cuanavale’de yaşanan nihai yenilgi sonucu
Pretoria rejiminin komşularını istikrarsızlaştırma kapasitesi önemli oranda
azaldı ve bölgedeki güçler dengesi değişti. Bu süreç, halkımızın ülke
içerisinde verdiği mücadelelerle birlikte Pretoria’nın [Güney Afrika’nın
başkenti] müzakere etmek zorunda olduğunu anlamasını sağladı.
Nelson Mandela
[Kaynak: Nelson Mandela ve Fidel Castro, How
Far We Slaves Have Come!, Pathfinder Press, New York, 1991, s. 9-10.]
Tarih Beni Aklayacak
[…] “Tarih beni aklayacak” dediğimde, bu cümleyi,
özünde en onurlu davayı ve en adil düşünceyi savunduğuma dair o güvenimle dile
getiriyordum.
Bu sözü ederken, esasında geleceğin o davayı ve
düşünceyi bir biçimde kabul edeceğini de söylemiş oluyordum. Çünkü gelecekte o
fikirler gerçeğe dönüşeceklerdi. Gelecekte insanlar olan biteni öğreneceklerdi.
Bizim ve düşmanlarımızın yaptıklarını, bizim ne uğruna dövüştüğümüzü,
düşmanlarımızın hedeflerini ve kimin haklı olduğunu göreceklerdi. Herkes, bizim
mi yoksa bizi yargılamakta olan, anayasa önünde ettikleri sadakat yeminini
ayaklar altına almış yargıçların mı haklı olduğunu anlayacaktı. O yargıçlar zorba
bir rejime hizmet ediyorlardı. Onlara meydan okudum. Bir gün vatanımızda
muzaffer olacak fikirleri savunduğuma kaniydim. Bu inanca ve kanaate hâlâ
sahibim. İnsanlığın meşru davası mevziler kazanacak ve er geç zafer muzaffer
olacaktır.
Fidel Castro
[Kaynak: Borge ve Castro, Face to Face with
Fidel Castro: A Conversation with Tomas Borge, Ocean Press, Melbourne,
1993, s. 13.]
Fidel
Hayatının ve karakterinin muhtelif özellikleri,
Fidel’i yoldaşlarından ve takipçilerinden büyük ölçüde ayırıyordu.
Fidel, hangi harekete iştirak ederse etsin, o
hareketin lideri olmasını sağlayacak muazzam bir şahsiyete sahipti.
Fidel yüreklilik, kuvvet, cesaret ve insanların
isteklerini kavrama konusunda olağanüstü bir anlayışa sahipti.
Onda verili bir durumu tüm bütünlüğü ile, tek bir
ayrıntıyı gözden kaçırmadan idrak etmek adına bilgi ve deneyimden istifade etme
becerisi mevcuttu.
Geleceğe sarsılmaz bir imanla bağlıydı.
Görme kabiliyetindeki genişlik sayesinde olayları
önceden görebiliyor, eylem içerisindeyken nelerin olabileceğini seziyor, her
daim daha da ötesini görüyor, her şeyi yoldaşlarının anladığından daha iyi
anlıyordu.
O, hareketi birleştirme, onu zayıflatacak ayrışmalara
direnme becerisine sahipti. Geleceğe olan imanı ve öngörü becerisi ile Fidel
Castro, bugün Küba Devrimi’nin kurduğu o müthiş yapıyı sıfırdan inşa etme
noktasında Küba’da herkesten fazla çaba sarfetti.
Che Guevara
Selam Yoldaşa
Gazeteci: Çelik yeleği her zaman giyiyor musunuz?
Castro: Ne yeleği?
Gazeteci: Herkes, sizin kurşungeçirmez yelek
giydiğinizi söylüyor.
Castro: Yok.
New York’a bu şekilde ineceğim.
Bendeki çelik yelek ahlakî. Daha güçlü üstelik. Beni
her zaman o yelek korudu.
* * *
1959’da “devrim, üzerine güller serpilmiş bir yatak
değil. O, geçmişle gelecek arasındaki mücadele” diyor Castro.
O, geçmişin geleceğe uzanan kavgası şimdi. Canı artık
gözümüzdeki fere, yumruğumuzdaki tere karıştı. Selam olsun yoldaşa, komutana,
vatanına… [İştirakî]
25 Kasım 2016
İsrail'in Yeşil Boyası
Filistinlilerin topraklarını müsadere eden ve
hükümetin bu toprakları “Yahudileştirmesi”ne katkı sunan, devlet destekli
İsrail kurumu JNF [Yahudi Ulusal Kurumu], yeşile boyama faaliyetlerinin hâkim
olduğu dönemde para kazanma yolu olarak ağaç dikimi işlerinden istifade
etmesine karşın, kendisini bir “çevre” grubu olarak pazarlamaya çalışıyor.
Kurumun internet sitesi, bugünlerde Filistinlilere ait
toprakların su, ormancılık ve ekoloji gibi başlıklar altında yeniden işlemekten
bahsediyor. JNF, Birleşik Krallık ve başka ülkelerden 2012’de “Yeşil Pazar” adı
altında fon temin etmesine karşılık, kendisine bağlı gönüllülerden “Negev’in
yeşil olması, yaşanabilir bir yer hâline gelmesi için her gün iki saatlerini
ayırmalarını” istiyor.
Orada yaşayan Filistinliler ve Bedeviler ise Negev’in
(Arapçada Nekeb) nesillerdir yaşadıkları bir yer olduğunu, İsrail’in
kendilerini oradan zorla çıkarttığını söylüyorlar. İşte JNF, devletle birlikte
buranın geri kalan kısmını, Yahudi olmadıkları için birçok haktan mahrum olan,
ama sözde İsrail vatandaşı kabul edilen Bedeviler için yaşanabilir hâle
getirmeye çalışıyor. Nekeb Bedevi Komitesi başkanı Usame Ukbi İsrail’in bu
bölgenin boş olduğu iddialarını alaya alarak, “bu büyük bir yalan” diyor.[1] Bu
yalan, Siyonistlerin Filistin’in “halksız topraklar” olduğuna dair o eski
yalanına benziyor. Bu yalan uyarınca ilk öncülerin gelip “çölü
yeşerttikleri”nden bahsediliyor. Yeşil Pazar, Birleşik Krallık’ta JNF’i Durdur
isimli grup adına çalışma yürütenlerin üzerinde durdukları bir mesele. Bu grup,
JNF’in sürmekte olan etnik temizliğin üzerini örten bir kılıf olarak iş
gördüğünü söylüyor. Anlaşıldığı kadarıyla, JNF, Bedevilerin yaşamak için
mücadele verdikleri ata topraklarına dikmek için ağaç satın almak amacıyla GOD
TV’den de para alıyor. İngiltere merkezli bu Hristiyan Siyonist kanalın
kurucusu, JNF ormanına Tanrı kendisine “Oğlumun dönüşü için toprağı hazırlayın”
talimatını verdikten sonra fon aktardığını söylüyor.[2]
Ağaçların dikileceği yer, Bedevi köyü Arakib
yakınlarındaki bölge. Köydeki insanlar, evlerini her yaptığında İsrail güçleri
gelip yıkmış. Bu, onlarca kez tekrarlanmış. Burası, JNF’in de yardımıyla
İsrail’in yıllardır el koyduğu, elli bin nüfusluk bir Bedevi köyü. Ama köy
“Bedevi” köyü olarak kabul edilmiyor. Bedeviler, 2013’te köyden çıkartılma
tehdidiyle yüzleşmişler. Bu tehdidin ana nedeni, devletin “Prawer Planı”nı
onaylaması. Planın amacı ise Negev’in doğu ve batı bölümlerini Araplardan
ayıracak bir dizi Yahudi yerleşiminin inşası için bölgedeki kırk bin insanı
zorla evlerinden çıkartmak.[3] İnsan Hakları Gözlemevi’nde çalışan araştırmacı
Noga Malkin’in tespitine göre, İsrail’in Negev’deki Bedevi topraklarını ele
geçirmek için başvurduğu taktikler, “onun Batı Şeria’da yürüttüğü yerleşim
politikaları”na benziyor. Yerleşimlere en azından şifahen karşı çıkan
uluslararası aktörler, “Negev’de yaşanan toprağa el koyma girişimlerinden
habersizler.” Malkin, bu noktada aralarında Almanya ve İspanya’nın da bulunduğu
kırk dokuz ülkeden gelen diplomatların 2005’te JNF’in Arakib köyüne ait
topraklar üzerine diktiği “Elçiler Ormanı”nın açılışına katılmasını örnek
veriyor.[4] Filistinlilere karşı işlenmiş suçların örtbas edilmesi için
dikilmiş bir ormanın kutlama olmadan açılması, tabii ki mümkün değil.
JNF’in bugünlerde “Ofer Ormanı” içerisinde kalan
İczim, Menara, Caba ve Ayn Hevd gibi Filistin köylerinin harabeleri etrafına
veya üzerine diktiği ağaçlar, çevresel felâketi daha da derinleştirdi. Burası,
2010’da kırk dört kişinin öldüğü, binlerce dönüm arazideki ABD’den gelen
bağışlarla dikilmiş ağaçların yok olduğu büyük yangının yaşandığı Hayfa’nın
güneyindeki bir bölge. Yangın sonrası İsrailli yetkililer bile, JNF’in yerele
ait olmayan çam ağaçlarını sık biçimde dikmeyi alışkanlık hâline getirdiğinden
yakındılar. Bu uygulama, ilk gelen Siyonist yerleşimcilerin gözlerinin önündeki
manzarayı geldikleri Doğu Avrupa’da aşina oldukları manzaraya benzetme amacını
güdüyordu. Ama süreç içerisinde bu toprağa yabancı olan ağaçlar, kuru Akdeniz
iklimi sebebiyle kolay yanabildiğinden, bölgenin yangınlara hassas bir yer
hâline gelmesine neden oldu.[5] Bu, JNF’in yanlış çevre yönetiminin yol açtığı
ilk felâket de değildi. Ellilerde kurum, Filistin’in kuzeyindeki Hula
Vadisi’nde bulunan, işe yaramayan “bataklık” gibi görünen, altmış dönüm doğal
sulak araziyi kurutup tarıma açtı, yollar yaptı ve buradan bataklık kömürü
çıkarttı. Sonuçta bir felâket yaşandı. Bataklık kömürünün yol açtığı nitrat ve
sülfat Tiberyas Gölü’ne sızdı ve suyun kalitesini düşürdü. “Kömürün açığa çıkartılmasıyla,
yanması kolay, verimsiz kara bir toza dönüştü. Vadide esen sert rüzgârlar toz
fırtınalarına yol açtı, bu fırtınalar da mahsule zarar verdi. Tüm bölgeyi üç
metre kalınlığında toz kapladı.”[6] Doksanlarda İsrail, bölgenin yaklaşık yüzde
onunu yeniden suyla doldurup hasarı azaltmaya çalıştı. Fakat artık çok geçti.
Tahminlere göre, yüz kadar hayvan türü yok oldu. “Tatlı suda yaşayan çok sayıda
bitki türünün soyu tükendi, birçok göçmen kuş sürüsü Afrika-Avrupa arası
kullandıkları güzergâhta başka konaklama yerleri buldu.”[7] Maalesef İsrail’in
yanlış yönetiminden kaynaklanan bu ölçekteki bir çevre felâketi, sadece
geçmişte yaşanan bir şey değil. Hâlihazırda yaşanan, belki de en büyük felâket
ise Ölü Deniz’in hızla buharlaşması. Bu da İsrail’in Ürdün Nehri’ne ait
subaşlarını “ulusal su kanalları” adıyla bölmesiyle alakalı bir gelişme.
Sonuçta Tel Aviv Üniversitesi çevre bilimi uzmanı profesör Marcelo Sternberg’in
tahminine göre, Hristiyanların İsa’yı vaftiz edildiğine inandıkları efsanevî
suyolu, “balık havuzlarından akan bir kanaldan ve çıkış suyundan” daha ufak bir
dereye dönüştü.
Ali Ebunima
[Kaynak: The Battle For Justice in Palestine,
Haymarket Books, 2014.]
Dipnotlar:
[1] Asa Winstanley, “Stop the JNF Campaign Makes Steady Gains as Israel Charity
Goes ‘On the Retreat’ in UK,” Electronic Intifada, 22 Şubat 2012.
[2] Jonathan Cook, “Christian Extremists Assist Israel
in Displacing Negev Bedouin,” Electronic Intifada, 28 Aralık 2010.
[3] Ali Abunimah, “Video: Bedouins Resist Israeli Plan
to Expel 40,000 and ‘Judaize’ their Land,” Electronic Intifada, 21 Temmuz 2013.
[4] Noga Malkin, “Erasing Links to the Land in the
Negev,” HRW, 11 Mart 2011.
[5] Joel Greenberg, “Forest Fire Fuels Review of
Israel’s Tree-Planting Tradition,” Washington Post, 26 Aralık 2010; Max
Blumenthal, “The Carmel Wildfire Is Burning All Illusions in Israel,” Electronic Intifada, 6 Aralık 2010.
[6] Tamara Zieve, “This Week in History: Swamps,
Birds, Water Wars,” Jerusalem Post, 28 Ekim 2012.
[7] A.g.e.
23 Kasım 2016
Fark Yaraları
“Kolektif siyasi eylemler söz konusu olduğunda
sistemin bilindik stratejisi, magazinleştirme, karikatürleştirme ve
kitschleştirmedir”[1] tespiti doğru ise yazar, özünde solun büyük bir kısmını,
en azından son beş yıldır, sistemin bir parçası olarak görüyor olmalıdır. Çünkü
sol, Gezi gibi kolektif siyasi eylemlere tam da yazarın dediğini yapmıştır. Bu
edimi hâlen sürmektedir. Kolektif siyasi eylemi magazinleştiren,
karikatürleştiren, kiçleştiren, solun bizatihi kendisidir.
* * *
Gezi’de şehid düşen Ali İsmail’in yaşından ve
gençliğinden bahsedildiğinde “vah yazık” sesleri yükseliyordu kitleden.
Sistemin örgütlediği ve örgütlendiği moment, burasıdır. Hayat bireysel
tercihlere kapatılmakta, politizasyon imkânları bu tercihlerdeki kısıtlanmada
aranmaktadır. Maalesef Vatansever de o allı pullu, akademik metninde aynı yerde
durmaktadır. AKP’yi “burjuva devrimi” olarak selamlayan bir dergide yazmak, bu
oluşa mecburdur.
Çünkü yazara göre “kişisel olan siyasidir” mottosu,
asli nirengi noktasıdır. Bu, yıllardır “siyasi olan kişisel olanı sınırlandırmasın”
yaygarasının bir sonucudur. Sinan Çetin’in Prenses filmini giderek
içselleştirenlerin bugün AKP’ye cevap üretmeleri zaten mümkün değildir.
Doksanlarda sohbetlerin, iç oda tartışmalarının ana
konusu, politizasyon meselesidir. Politikanın nerede arandığı, ne tür bağlara
ve bağlama sahip olduğu meselesi, kısıtlayıcı bulunduğu için o sohbetlerin ve
odaların eşiğinden içeri girememiştir.
Aslı Vatansever, yaranın farkındadır, ama farkındalığı
yaralı değildir. Tek çiziğe, kırışıklığa tahammül edemeyen, özünde burjuva
değerini görme derdinde olan bir kurumun, akademinin parçasıdır, politikaya
ancak onun sınırları dâhilinde, bir konu [subject] olarak yer
açabilmektedir. Demek ki “sınırlandırmasın” diyenler, kendi sınırlarının
mahkûmudurlar.
Yazarın tek yarası, politikanın fiilî ağırlığıdır.
Kişisel olanda aranan politika, ağırlığın azaltılması içindir. Had bilmemek ve
hesap vermemek derdiyle politika, kişiselin sınırlarına çekilir. Devlet, gene o
kişi dolayımıyla örgütlenir. Kişinin kolektifle ulaşacağı menzil ve ufuk, bu
tür düsturlarla karartılır. Sistem, o menzile ve ufka düşmandır. Tüm hamleleri
bunun içindir.
* * *
20 Kasım Kartal mitingi, Yeni Kapı’dır. Kürd hareketi
ile CHP arasında tampon olarak örgütlenebileceğini zanneden Haziran’ın bu
mitinginin ilk bir saati, HDP’li gençlerin sloganlarını susturmak, dövizlerini
indirmekle geçmiştir. Kemalizme coşkulu bir selam çakan Kemal Okuyan Jr.’ın
fazla şekle, üsluba boğulmuş konuşmasında, bir tek CHP’ye “niye gelmedin?” diye
kızılmıştır. Miting, genel mânâda beklenen coşkuya karşın, sönüktür. Demek ki
coşku bile CHP’ye endekslidir. CHP’lileri örgütleyeceklerini zanneden yüksek
siyaset, CHP’nin en alçak siyasetine gerilemiştir. CHP’nin haddi ve sorumluluğu
vardır; ondan insan kapmak isteyenler, farklarını ancak hadsizlik ve
sorumsuzluk üzerinden çekebilmektedirler.
Kronolojik açıdan 15 Temmuz ardından TBMM’de oluşan
mutabakat, CHP-Haziran’ın Taksim mitingi ile boyutlandırılmış, çerçeveyi ise
Tayyip Yenikapı’da çizmiştir. 20 Kasım’da HDP’nin “meclise geri döneceğiz”
açıklaması yapması, bu açıdan tesadüfî değildir. Her şey tutarlıdır. Kriz
momenti sürprizlere kapalıdır.
Politika, büyük ölçüde kişiselleşmiştir. Kişinin
dertleri, bir tek Tayyip sayesinde politikleşebilmektedir. O süreçte önceye ve
sonraya yer yoktur. Dalda pişmiş armutları uygun bir silkelemeyle sepetine
doldurabileceklerini düşünmektedirler. Kimsenin, tarihsel-toplumsal gerilimlere
ve oradan oluşan çatlaklarda yaşanan sınıflar mücadelesine örgütlenmek gibi bir
derdi yoktur. “Bu bazı gruplar” ifadesi de sorunludur. Soyut kavramları örtü
olarak kullanıp yaraları ve farkları silmek yanlıştır. Kendini dünyayı yerinden
oynatacak kudrette görenler, kudret bağlamında oluşan farkları ve ayrışmaları
da göremeyecek, elindeki çekici her çiviye sallayacaktır.
Bu bulanıklıkta sol, AKP’de kendi ayna aksini
görmektedir. Buradan politika çıkmaz, çıkmayacaktır. Sosyalist olmak bile
kimliğe indirgenmiştir. Kişisel olana kapatılmıştır. “Vatansızım, ne idüğü
belirsiz insanım, yüceyim, yücedeyim”den başka bir şey söylenmemektedir. Çöpe
atılan eski ezberlerin kıymeti artık bilinmelidir.
* * *
“Aktif tanıklar” derneğinin de politika üretmesi
mümkün değildir. O dernek, sadece ranttan beslenirken, vicdanını temize çekmek
isteyenleri yan yana getirir. Geçmişin “dayanışma” sözcüğü dahi bu süreçte
dönüşür. Eskiden “karşılıklı sorumluluğa, tekâfül-ü içtimaiye”ye denk düşen
dayanışma, bugün sorumsuzluğun alanı hâline gelmiştir.
Doksanların ÖDP’sinde “Özgürlük” sözcüğü Devyol’un; “Dayanışma”
eski TKP’lilerin önerdiği kelimelerdir. İki kelime de tepe kadrolar onların
içlerini boşalttıktan sonra “partilenebilmişlerdir”.
Eğer faşizm olmamış devrimin boşluğuna doğuyorsa,
antifaşist mücadele o boşluğun hesabını vermeyenlere karşı verilecek kavgayı da
içeriyor olmalıdır. Ayrım ve fark yaralamalıdır, yaralar kanamalıdır.
Bir sol siyasetler toplantısında Gezi konuşulurken bu
karalamanın sahibi fakir, ancak şunları söyleyebilmiştir: “Gezi’nin ilk
günlerinde İstiklal’den ara sokaklara kaçan kitlenin önündeki bir grup, yolun
ortasındaki çukura o karanlıkta insanlar düşmesin diye kenetlenip bir halka
oluşturmuşlardır. Gezi hiçbir şey değilse işte bu halkadır, cemdir.” O
toplantıda bahsi geçen parti ve emeğin partisi olduğunu söyleyenler, “biz
Gezi’yi başka şekilde anlıyoruz” demişlerdir. Mitingler, kitlesiz pankartlar,
inanılmayan kelimelerin yan yana dizildiği sloganlardan önce bu mesele
sorgulanmalıdır.
* * *
Ancak kendisi gibi olana tahammül eden, küçük
gettolarından gayet memnun olanlar, fark yaralarından, yaralarının fark
edilmesinden rahatsızdırlar. Bu yüzden kendi benzerlerini aramaktadırlar.
Kişisel olmayanın siyaset dışına atıldığı, siyasete lâyık görmediği mevcut
gerçeklikte, kişileri aşan dinamikler, kavgalar, iğdiş edilmek,
magazinleştirilmek, karikatürleştirilmek ve kitschleştirilmek zorundadır. Buna
karşı vereceğimiz cevap, “ben genel bütünü gören, ona aktif tanık olan, özel
bir hedefe, esasen evine dönmeye çalışan özel bir kişiyim” olamaz.
Siyasi olanın kişiselleştirilmesi, kişisel olanın
siyasileştirilmesiyle at başı ilerler. Devrimcilik, politika, her daim eksik
olanın namluya sürülmesidir. Fark yaralarının kanatılması, o kanla geriye
dönüşsüz ayrımlar çekilmesi, elzem olan budur.
Eren Balkır
23 Kasım 2016
Dipnot:
[1] Aslı Vatansever, “Siyasi Eylemden Kişisel Trajediye”, 22 Kasım 2016, Birikim.
19 Kasım 2016
SHÖH'ninTrump’ın Seçilmesiyle İlgili Bildirisi
Hakikatin bize verdiği emir değişmedi: örgütlenin ve
tüm siyahların hayatları önemli olana dek, devlet destekli tüm şiddet pratiğine
son verin.
Bu topraklara el konulduğu günden beri hakikat hiç
değişmedi: siyahlar ve kadınlar güçlenince beyazlar hemen öfkeleniyorlar. Geçen
hafta bu öfke kendisini, kendisini Amerikan hükümetinin en üst mevkiine
beyazların üstün olduğunu düşünen birinin seçilmesinde dışavurdu.
Siyahların Hayatları Önemlidir hareketinin
örgütlenmesinin üzerinden geçen üç yıl içerisinde biz daha fazla güvenlik talep
edip durduk. Bu konuda bir gıdım ilerleme sağlanmadı. Tek isteğimiz, siyah
karşıtı devlet şiddetinin son bulması. Biz beyazların kendi cemaatlerini
örgütlemelerini, dayanışmanın önemini idrak edip sevdiklerine cüretle yardım
etmelerini ve bizim için, kendileri için ve demokrasi için meydana çıkmalarını
istiyoruz.
Bu seçimi önceleyen aylar dâhilinde bizler, beyaz
üstüncülüğünün kökünü kurutma konusunda beyazlardan destek talep ettik. Oysa
bazıları bizi ırkçılık döneminin bittiğine ikna etmeye çalıştılar, bu tür
sözlerin sarf edildiği dönemde siyahların ve diğer beyaz olmayan kesimlerin
hakları ellerinden alınıyordu. Beyaz üstünlükçülüğü, bu seçimin sonuçlarındaki
en önemli değişkenler olan ırkçılığı ve cinsiyetçiliği ayaklar altına alma
kararımızın daha da pekişmesini sağladı.
Herkes politik açıdan aynı fikirde olmasa da biz gene
de kolektif insanlığımızın onay göreceği koşulları hak ettiğimizi düşünüyoruz.
Hayal kırıklığı veya öfkeden çok ihanete uğramış gibi hissediyoruz.
Donald Trump, herkese esasen daha fazla ölüm, hakların
çalınması ve sınırdışı etmeye dönük girişimler vaat etti. Görevdeyken devreye
sokacağı şiddet ve başkalarına şiddet uygulama konusunda vereceği izinler,
şimdiden ipuçlarını ortaya koymaya başladı bile.
Bu gerçeklik karşısında bizler aynı kararlılıktayız:
kendimizi ve cemaatlerimizi koruyacağız.
Ama gene de şu soruyu da sormayı ihmal etmiyoruz: bu
ülke için en hayırlı olana beyaz seçmenlerin yarısından fazlasının karar
verdiği bilgisi ile gelecek nesillerin refahı ile ilgili vizyonumuzu nasıl
uzlaştıracağız?
Örgütleniyoruz.
Tek bildiğimiz bu: halkın katılımı demokrasinin icrası
için yegâne yol. Hayatlarımız seçim sandıklarının etrafında dönmüyor. Gelecek
nesillerin güvenini kazanmaya, tüm halkın ekonomik, sosyal ve politik
iktidarını savunmaya mecburuz. Davaya bağlılığımıza dair zerre şüphemiz yok.
Halk iktidarı kurulacak, ülkenin siyahlar için güvenli bir yer hâline gelmesi
amacıyla örgütleneceğiz. Gözdağı ve korku üzerine kurulu düzen yıkılacak,
herkesi kucaklayan, adalete bağlı bir düzen tesis edilecek.
Bizim beyaz üstünlükçülüğü ve ona yönelik gizli
yönelimin kökünü kurutacak derinlikli bir stratejiye ihtiyacımız var. Bu
politik momente yol açan, Amerikan tarihindeki siyah düşmanlığı ile hesaplaşmak
zorundayız.
Gerçek özgürlüğe yönelik derin bir özlem duyuyor,
halkımıza olan sevdamız ile faaliyet yürütüyoruz. Çalışmamızın merkezinde en
çok kıyıya köşeye atılmış olanlar duruyor, onların liderliğini üstlenmeye
çalışıyoruz. Kolektif kurtuluşumuz için mücadele yürütüyoruz, çünkü bizler,
siyahlar özgür olana dek kimsenin özgür olamayacağını biliyoruz. Bu mücadele
içerisinde başkalarıyla kurulacak empatiye her daim bağlıyız. Ama varlığımız
konusunda bizden tavizde bulunmamızı isteyenlerle, faşistlerle ve ırkçılarla asla
müzakere etmeyiz, etmeyeceğiz.
Varlığımız tüm çıplaklığı ile ortada. Hayatta kalmak
ve yaşamak hakkımız. İnsanlığın kabul gördüğü ve onurlandırıldığı bir dünyada
yaşamak hakkımız. Bizler inançlarımızın saygı gördüğü, kimliklerimize hürmet
edildiği, ailelerimizin öncelikli kılındığı bir dünyanın somutluk kazanması
için örgütleniyoruz. Çocuklarımızın korunduğu, suyumuzun aziz olduğu,
kaderlerimiz konusunda karar verme hususunda adil imkâna sahip olduğumuz bir
dünyayı hak ediyoruz.
Kazanmak bizim görevimiz, bu yüzden mücadeleye devam
edeceğiz. Dün olduğu gibi bugün de tazminat, ekonomik adalet, siyahların
geleceğine dair taahhüt, ABD ile tüm dünya genelinde onlara karşı yürütülen
savaşın son bulmasını talep ediyoruz.
İşimiz ileride daha da zorlaşacak, ama o konuda hiçbir
şey değişmeyecek.
Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi
Küresel Ağı
17 Kasım 2016
Kaynak