31 Mayıs 2015

,

Derlenip Dürülmesin Bayraklar



Michel Foucault, bir kitap yazıp yayınevine götürüyor. Editör, “bu kitap, gayet anlaşılır olmuş, basmam” diyor. Genel manada, özellikle Fransa’da, anlaşılmaz metinlerin rağbet gördüğü iddia ediliyor. Bu metinleri, gerekli ve yeterli felsefî birikimi olmayan genç tercümanlar, dile ve metne hâkim olmaksızın, Türkçeye çeviriyorlar. O herkesçe anlaşılmaması için yazılmış kitaplar, daha da anlaşılmaz bir hâl alıyorlar. Bazı siyasetten ve devrimcilikten düşmüş isimler de bugünlerde o kitapları anladıklarını satmak, anladıklarına dair poz kesmek, akademide imza yaldızlamak için bol alıntılı yazılar yazıyorlar.

O yaldızlı cümleler, alıntılar silkelendiğinde, geriye sadece şu cümle kalıyor: “Sınıflar mücadelesi devri bitti, devrim olacaksa onu da orta sınıflar yapacak.” Tuhaf olan, bu kesimlerin, ezilen bir milletin önderi olmuş bir kişinin onca yazdığı içerisinden Delöz, Spinoza, Fuko, Negri, Bukşin vb.’ye benzeyen cümleler bulmaya çalışmaları. Anladıklarından değil, kafalarının içinde kurdukları özel dünyaya özel bir kitle bulduklarını sandıkları için bu gayret. Gerçekteki kitleye ise tepeden tırnağa düşmanlar.

Bugün sandıkları, sandığa kilitli. Özel orta sınıf âlemlerinden bu coğrafyanın çileli, dertli, öfkeli halklarını anlayabileceklerini sanıyorlar. Kendi hocaları, Avrupa’da mültecilere küfrediyor, fukaradan kaçıyor. Buradakiler de mazlumdan ve onun şiddetinden nasıl kurtuluruz hesabı yapanlara bağlanıyor. Kürd sevdası, ondan, o beladan kurtulmak için. Yoksa Ayşe Erdem niye HDP’ye başkan olsun?

Bildirgeleri, seçim konuşmalarını, reklâmları, tanıtım filmlerini onlar hazırlıyorlar.

Gezi günlerinde Samanyolu’na çıkan Ömer Laçiner, Mehmet Altan ekibi, “Bu Tayyip nobran, kaba. O gitsin, mevcut kurgu kalsın, demokratik burjuva devrimi devam etsin” diyordu. O günlerde AKP’li Muhsin Kızılkaya, “beni AKP’ye Birikimciler örgütledi” itirafında bulunuyordu. Bugün Gezi ile ilgili çekilmiş Cennetin Düşüşü belgeseli, nedense Ahmet İnsel ile açılış yapıyor. Oysa bu isimler, o günlerde AKP’yi korumaya alıp Tayyip’i çöpe atıyorlardı. Tüm meseleleri şahsîleştiriyorlardı. Bu dönem etlenmiş orta sınıf, kendisine yakışmayan gömleği çıkartıp onu yırtıp atmak istedi. Olan bu.

Söz konusu kesimin HDP adına yazdıkları metinlerde de hedef salt Tayyip olarak gösteriliyor. Tayyip’siz AKP içerisinde oluşacak çatlaklara göz kırpılıyor. Esasında herkes, Fethullahçılaşıyor. Gezi’nin tek bakiyesi bu.

Tayyip, şahıs olarak hedef alınınca tüm meseleler şahsîleştiriliyor, bu da belirli şahısların yıldızının parlatılması adına yapılıyor. Ama o meseleler, ortalık yerde duruyorlar. HDP seçim bildirgesi, öz itibarıyla, salt Tayyip’in altını oymak için kaleme alınıyor. Başka bir politik-ideolojik anlamı bulunmuyor.

Dolayısıyla Birikimci siyaset algısı, Fethullahçı taarruzla ortaklaşa, sol-sosyalist âlemi işgal ediyor. Eskiden MİT’e karşı hasbelkader devrimci istihbarat teşkilatı kurmuş koca koca örgütler, gıdasını Fuat Avni ve Fethullah basınından alır hâle geliyorlar.

Tüm bunlar, şu veya bu biçimde burjuvazinin düşürdüğü bayrağı kaldırdığını düşündükleri proletarya, halk ya da ezilenler adına yapılıyor. Yaşananların gerisinde burjuvazi ve devletin müdahaleleri, seyri asla görülmüyor. Meselelerin tek bir şahsa kapatılmasını ve o şahsa saldırılmasını emredenlerin asıl derdi, imkânları ve bağları yok etmek.

Temel ayrışma, çatışma, aidiyetle mülkiyet arasında. Orta sınıflar, aidiyet meselesine yönelik her türden saldırıya nefer oluyorlar. Mülk kavgasında aidiyet ve ortaklık meselesini tasfiye etmek istiyorlar. Tekillikten, tek tek bireylerin tek bir etkinin nedeni olmasından bu sebeple bahsediyorlar. Ancak bireylere seslenebiliyorlar. Onca bireyin nasıl olup da bir araya geldiğini anlamaya çalışmak için uğraşıyorlar. Burjuvazinin ideolojik âlemde kurguladığı bireye bakıyorlar. Bireyse ancak “mülk sahibi insan” olarak tarif ediliyor. O imkân ve ehliyet de sadece burjuvazide ve burjuvaziyle mümkün. Hâsılı, birey olmak, burjuvazinin eşiğine yüz sürmeden mümkün değil. Bunu çok iyi biliyorlar.

Her şeyi Tayyip’e kapatmak, onu günah keçisi yapıp uçurumdan aşağı atmayı istemek, eşiğe yüz sürmek için yapılan bir eylem. Birikimcilere, Fethullahçılara, efendilerine “Ben öyle olmayacağım” sözünü veriyorlar. Halkla, milletle, ezilenle, işçiyle hiç ilgilenmiyorlar.

Tarihi burjuvaziyle başlatanların bu eşikte boncuk misali dizilmelerinin, bunlara bir imame bulunup tespih yapılmasının manası yok. Süphan olana iman yoksa bu yan yanalık değersiz.

Kürdistan var diyedir birilerinin ellerini ovuşturarak baktığı kitle. Engels’in bir ifadesini yorumlarsak, “Avrupa gerçeğinde, ayakta, devlete karşı, mücadele içerisinde bir sınıf var diye var proletarya.” En alttaki, mazlum, o olduğu için biz proletarya dedik” diyor Engels. Bugün Kürd de böyle.

Sağ siyasetin meselesi, din, millet gibi ortak olan birikimi efendilerin hizmetine sunmaktır. Sol siyasetse, kendisini ortak olana düşmanlıkta kurar. En fazla, ortak olandaki kırılma, sıçrama ve dönüşüm momentine oturuyorsa, başarılı olur. Ortak olan, efendilerin dünyasına açılmak istiyorsa, sol vardır.

Bugün sol, tüm aczini, zafiyetini, çerini çöpünü gizlemek için bu Kürd denilen halıyı kullanmaktadır. Sol, New York Times’ın “ABD ve Türkiye'nin diğer NATO müttefikleri, onu [Türkiye’yi] bu yıkıcı yoldan geri döndürmeye çalışmalı” diyen yazısından medet umar hâlde. “NATO’yu da AKP’yi de yıkacağız” diyen yok!

Çünkü sadece kişisel olana, bireysele bakılıyor. Bakılması isteniyor. Kolektif, ortak olanın hükmü ortadan kalkıyor. Geçmişte proletaryayı burjuva Batı’nın sunağında kurban edenler, bugün Kürd’ü ortaklığa dair bir im, imge olması sebebiyle, katletmek derdindeler.

Kürd’ü taklid ederek yol alabileceklerini zannedenler, Afro-Amerikanların blues müziğini birey ölçüsünde deforme ederek rock müziğini icad eden İngiliz gençlerine benziyorlar. Pazar, bunu emrediyor. Pazar, parmakları, yüreği, derisi kara, nasırlı zenciyi görmeden, göstermeden, o mavi notaları satmak istiyor.

Dolayısıyla, bugün geçmişin Sünni bir fakihini gerçeğinden ayırıp sözlerini yaldızlamanın bir manası yok. Şeyh Bedreddin’deki komünizmi, örgütlerin ortasına pimi çekilmiş bir bomba gibi bırakmak gerekiyor. Meslekî ideolojilerinin ağırlığına, sakinliğine kapılmış, küçük burjuva dükkânlarını beklemekten başka bir şey yapmayan yapılar, ortaklığı ondan öğrenmeye mecburlar. “Yapraksız bir dalda sallanan şeyhin çırılçıplak eti”, bayrak olmalıdır.

Ortak olana bakmamak, buranın ortak olanını da görmemeye, sadece kendi öznelliğine bakılmasına mecbur eder. Bedreddin, bu nedenle bayrak değildir. O, sadece geri bir döneme, geri bir halka, geri ideolojiye yakıştırılmayan cümleleri kazara sarfetmiş, o cümleleri gasp edilmek zorunda olan bir gafildir.

Bedreddin, 1730’da İstanbul’u ve sarayı bir süreliğine ele geçirmiş Patrona’nın kızıl bayrağıyla birleştirilmeyi bekliyor. Şeyh, hançerini doğuya sallayan Osmanlı’ya karşı, Timur, Selçuklu, tarikatlar vs.’nin ortaklığına örgütleniyorsa, Patrona da Nevşehirli İbrahim Paşa liderliğinde sarayın doğuya saldırmasına, lalelerin gölgesinde süren zulme karşı tüm mazlumların ortak çığlığına dâhil oluyor.

Patrona, iktidarı döneminde, isyan esnasında kendisine yardımcı olmuş bir kasabı Boğdan’a voyvoda (vali) tayin ediyor. Adamlarından birkaçı halktan haraç kesmeye kalkınca, halka “sizden haraç alanı öldürün” emri veriyor. Birilerinin ortak olana, aidiyete olan öfkesini ve nefretini buralarda, solun uzaklaştığı, kaçtığı yerlerde aramak gerekiyor.

Eren Balkır
30 Mayıs 2015

29 Mayıs 2015

, ,

Sisi: Hamas'a Düşman, İsrail'e Dost


Mısır’da bir söz vardır: Hukukun verdiği karar hakikatin en yüce biçimidir ama bugün ülkedeki yalın hakikat, Abdulfettah Sisi liderliğindeki Mısır’ın Filistin’den çok İsrail’e yakın olduğu.

Salı günü Duruşmasız Yargılama Mahkemesi, İsrail’i terörizmle suçlayan bir davayı inceleyecek bir hukukî karar vermediğine hükmetti.

Çelişkili Resmî Kararlar

Bu karar, Hamas’ı kısa süre önce terörist bir örgüt ilân eden kararın ardından verildi. Ama görünüşte yargı, İsrail’i terörist bir devlet olarak görmeyi reddetti. Burada tek şaşırtıcı olan husus, bazılarının bu kararın alınmasını şaşırtıcı bulması.

İsrail, Mısır’daki Sisi iktidarının bir dostu. Darbeden hemen sonra İsrail, ABD’den Mısır’a vereceği 1,3 milyar dolarlık yıllık askerî yardımı dondurmamasını talep etmişti.

Kısa bir süre sonra İsrail Gazze’de Filistin halkına, Sisi’nin yeni rejimi de Sina halkına saldırdı.

Bu gelişme, Mısır siyaseti ile İsrail arasındaki sıkı ittifakın altını çizdi. Örneğin İsrail gazetesi Maariv, Hamas ile yapılan savaşın en önemli sonucunun bu savaşın Mısır’la İsrail’in stratejik ortaklığını pekiştirdiğini iddia etti.

Washington Yakın Doğu Siyaseti Enstitüsü’nden Eric Trager bu noktada “Sisi, Washington ve İsrail’in Hamas’ın terörist bir örgüt ve stratejik bir tehdit olduğuna ilişkin görüşünü paylaşıyor. Washington Hamas’ın tecrit edilmesi için Sisi’ye bir ortak olarak güvenebilir.” dedi.

Stratejik Yeniden Hizalanma

Mısır’daki darbe rejiminin Hamas’a yönelik nefretinin bir taktik olduğuna inananların baskı uygulama ve pazarlık amacıyla geliştirildiği düşüncesi tümüyle hatalı. Bu, esasında, Kahire ve Tel Aviv arasındaki stratejik ittifak üzerinden teyit edilen, yerleşik ve mutlak bir strateji.

Mısır rejimi, hayatta kalmasının tümüyle ABD ve İsrail’in verdiği onaya bağlı olduğunun farkında. Özellikle rejim, Arap-İsrail ilişkilerini yoluna koymaya ve bu ilişkileri İsrail’in güvenliği ile ilgili sınırlar dâhilinde tutmaya mecbur.

Mahkemenin son kararı rejimin doktriniyle tam anlamıyla uyumlu. Ancak esasında burada tuhaf olan, bilhassa gösterişe bayılan sahte solcularla bugüne dek değersizliklerini gizlemeyi bilmiş sahte milliyetçiler gibi seçkinlerin ortaya koydukları tepkiler ve bunların İsrail’i kınama noktasında despotik ve yozlaşmış rejimler lehine belirli önyargılara sahip olması.

Wael Kandil
28 Mayıs 2015
Kaynak

26 Mayıs 2015

,

Mursi’ye İdam Cezası


Tarihin Geri Dönüşü

“Sadece muhalefete karşı uygulanan baskı politikasının yoğunlaştığından söz edilebilir, yargı erki bu baskı politikasında ön plandaki güçtür.”[1]

İdam cezası, sadece Arap Baharı için verilmiş sade bir ölüm ilânı değil ayrıca onun için kesilmiş daha kapsamlı bir ölüm cezasının ifadesidir. Burada esasa ilişkin bir mesaj verilmektedir: Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki otoriter rejimlere karşı o coşkulu gösterilerin sonrasında oy kullanan herkes, korkunç bir saldırıyla karşılaşacaktır. Tüm muhalifler, köktenci artıklar ve gasıplar ya da liberal uşaklar olarak saldırıya uğrayacak, öte yandan eski muhafız desteklenip alkışlanacaktır.

16 Mayıs’ta Mursi ve 105 destekçisi, devrik lider Hüsnü Mübarek rejiminde meydana gelen kitlesel firar eyleminde rol oynadıkları sebebiyle, idam cezasına çarptırıldı. Baharda açan her tomurcuğu vuracak bir don yaşanacağına dair bir işaretti bu.

Bu sonuçtan memnun olmayanlar, Mursi’yi yargıçlara hakaret ettiği gerekçesiyle yeniden sanık sandalyesine oturttular. İntikam almak için yanıp tutuşan devlet yetkilileri Mısır’da çok şey yaptığından, Mursi suçlanma konusunda yalnız değil. Alâ Abdulfettah, her tür tanım veya renk belirlenimi üzerinden kendisini köktenci olarak adlandırmaya hevesli bir isim. Bir de insan hakları avukatı Emir Selim var. Bu isimlere bir de siyaset bilimci Amr Hamzavî’yi eklemek gerek.

Aralarında belli belirsiz de olsa ortak bir bağ var. Bunlar Mübarek rejimine muhalif isimler, tüm suçlamalar bununla ilgili. Ama meselenin kökleri daha da derine uzanıyor. Sisi, tarihe geçip kendisini temize çıkartmak istiyor. Düşman hiçbir anlatıya göz yumulmuyor.

Mursi’ye verilen ölüm cezasında belirgin bir ikiyüzlülük var. ABD hemen alarm verdi ve Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, alınan kararın “Mısır’ın uluslararası hukuka dair yükümlülükleri”ne uygun düşmediğini söyledi. “Eski cumhurbaşkanı Mursi dâhil 100’den fazla destekçisine kitlesel idam cezası verilmiş olması bizi derin bir endişeye sürüklüyor.”

Ancak Mursi’nin seçimle iktidara gelişi Washington tarafından hiç bu şekilde yorumlanmamıştı. Haziran 2012’de Mursi iktidara geldiğinde Obama yönetimi 1,3 milyar dolarlık yıllık askerî yardımı dondurarak Mursi’nin iktidara gelişini hiç onaylamadığını ifade etmiş oldu. Mısır halkı görüşünü ortaya koymuş olabilirdi ama bu görüş kötü yönlendirilmiş bir görüştü. General Mübarek belli ölçüde bir canavardı ama gene de iş yapılabilecek birisiydi. Bu köktenci cinin tekrar şişeye sokulması, Müslüman Kardeşler’in çanına ot tıkanması şarttı.

Hukukî görgü kuralları denilen o büyük maske, verilen mahkeme kararına tatbik edildi. Yargıçlar, tam da devletin istediğini söylediler ve yaptılar. Bu noktada Mısır’daki insan hakları savunucuları ikiye bölündü. Tartışmada insan denilen unsur gerilere düştü, onun yerini hukukun nasıl tatbik edileceğine dair taktiksel ve stratejik değerlendirmeler aldı.

Ulusal İnsan Hakları Konseyi başkanı Abdulgaffar Şükür’ün de bulunduğu kimi isimler, idam cezasının her şey soğuduğu vakit gerçekleştirileceğinden korkuyorlar ve Mursi’nin bugün öldürülmesinin mevcut iktidarı kasıp kavuracak ateşe odun atacağını, devrime açık bir davet niteliği taşıyacağını söylüyorlar.[2] Tarihi kendi önünüzde diz çöktürmeniz mümkün değil. O er ya da geç sizi boğmak için geri döner.

Mahmud Kubbeyş gibi başka isimlerse bu tespite şiddetle karşı çıkıyorlar. “Bu türden ifadeler”e yer olmadığını söylüyorlar. Buna göre, “bizim hukuk dairesi içerisinde çalışma yürütmemiz gerek. Yargının işlemesine mani olan bir şey yok.” Hukuka yüklenen bu hayalî itibara totem misali teslim olmak, hiç de olağan bir durum değil.

İdam cezasının ilânı birkaç ülkede gösteriler yapılmasına neden oldu. İslamî Hareket’in kuzey kolunun binlerce Arap takipçisi Kafr Sana Köyü’nde Cumartesi günü gösteri düzenledi. Şeyh Raid Salah, Mısır cumhurbaşkanını “Gazze Şeridi’ne karşı kuşatmayı güçlendirme noktasında, İsrail ve Amerikan işgal güçleri gibi hareket etmek”le suçladı. (Jerusalem Post, 23 Mayıs).

Muhtelif STK’lar Türkiye’de gösteriler düzenlediler. Türk Hizbullah’ının uzantısı kabul edilen İslamcı Hüda-Par üyeleri ve diğer gösterilerin sonunda yirmi kişi gözaltına alındı (AFP, 23 Mayıs). On birinin Kürdlerin çoğunluğu teşkil ettiği güneydoğu şehri Diyarbakır’daki çatışmalarda yaralandığı ifade edildi. Türk Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bile “Mısır’ın gerisin geri antik Mısır’a dönüştüğünü” söyledi.

Paris’te Place de la Republique’te yapılan gösteride kitle “Adalet İstiyoruz” ve “Sessizlik Öldürür” gibi sloganlar attı. Sudan’ın başkenti Hartum’da yapılan gösteride de benzer duygular hâkimdi.

Tüm bunların Mursi’ye faydası yok. O hâlâ Baş Müftü’nün elinde olan idam cezasının onaylanmasını bekliyor. Her ne kadar ufak bir ihtimal olsa da hâlâ temyiz imkânı mevcut.

İdam cezası, kanlı egemenliğin bir ifadesi olarak her şeyden daha caydırıcı bir silâh. Bu cezayı alanlar, iktidarda olsalar cezanın kullanılmasını isteyecek destekçilerinden uzaklaşacak. Her ilmiğin ucunda “önemli olan tek şey, intikam duygusunun hâkim olduğu orman kanunudur” yazan bir kâğıt asılı.

Binoy Kampmark
25 Mayıs 2015
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Şadi Hamid, Brookings Ortadoğu Siyaseti Merkezi, YNet, 23 Mayıs 2015.

[2] “Protests Held Worldwide against Morsi Death Sentence”, 25 Mayıs 2015, MEE.

25 Mayıs 2015

Dindar Bir İnsan Komünist Partiye İştirak Edebilir mi?


Bu soruya şöyle yeri göğü inletecek bir “hayır” ile cevap verilmesi beklenir. Marksizm, dinin mistifiye edici etkilerine ya da esasında gerici dinî kurumlara asla zerre zaman ayırmayan, materyalist bir felsefe ve politik bir hareket değil miydi? Tuhaf olan şu ki, dünya genelinde komünist partiler, bugün fiiliyatta dindar insanların partiye iştirak etmelerine ve üye olmalarına izin veriyorlar.

Geri dönüp Birinci Enternasyonal’e bir bakalım. Enternasyonal gerici sağ, hatta eski yoldaşlarınca, üyelerinin ateist olmasını gerekli kılan bir yapı olmakla suçlandı. Diğer yandan anarşistler, Enternasyonal’in kendisinin ateist olduğunu deklare etmesini, inançları ortadan kaldırmasını ve imanın yerine bilimi koymasını talep ettiler. Peki, Marx ve Engels’in bu taleplere cevabı ne oldu? Her ne kadar kendisini ateist olarak ifade etse de[1] Marx Enternasyonal’in ateizmi üyelik önkoşulu hâline getirmemesi gerektiğini söyledi: “Sanki bir fermanla inancı ilga edebileceklerini zannediyorlar.”[2] Engels de Enternasyonal’in “ateizmi mecburi kılmasını” tavsiye edenlerin yalan türünden bir suç işlediklerini söylüyordu.[3]

Marx ve Engels neden böylesi bir konum aldı? Bunun ilk nedeni, ikilinin dini yabancılaşmış sosyo-ekonomik koşullardan doğan ikincil bir olgu olarak görmesiydi. Dine doğrudan yapılacak her türden saldırı, hareketi ana görevinden saptıracaktı. İkinci neden ise ateizmin “sadece dine atıfta bulunup salt onun inkârı olmakla onsuz yapamayacak olması, bu sebeple ateizmin de başka bir din olması idi.”[4] Üçüncü neden de Marx ve Engels’in ateizmin burjuvazinin din karşıtı programını kopyaladığını düşünmesi, dördüncü neden olarak da söz konusu kopyalamanın sosyo-ekonomik zulmün alt edilmesi denilen o asli görevden işçileri kopartacak olması idi.

İkinci Enternasyonal, bu noktada görece daha açık bir konum aldı. O, Alman Sosyal Demokratların 1891 tarihli Erfurt Programı’nı takip etti: “Dinin özel bir mesele olduğuna dair beyanat [Erklärung der Religion zur Privatsache]”.[5] O dönemde tartışılan kilit soru şu idi: Bir rahip ya da papaz partiye iştirak edebilir mi edemez mi? Bu soruya “evet” cevabı verildi ama eğer papaz parti programını kendi aldığı konumlarla çatışmalı bulursa, o vakit ayrışıp ayrışmama meselesi kendisine kalmış bir meseleydi.

Almanya’daki aşırı sol olarak bilinen Spartaküs Grubu bile bu konumu aldı. Örneğin Rosa Luxemburg 1905’te “Sosyalizm ve Kiliseler” isimli makalesinde şunları ifade etti:

“Dünyada da ülkemizde de Sosyal Demokratlar din ve vicdan özgürlüğünü kutsal sayarlar. Herkes kendisine mutluluk vereceğini düşündüğü inancı ve görüşü benimseyebilir. Kimsenin başkasının dini görüşünü yargılamak veya inancına saldırmak gibi bir hakkı yoktur. Sosyal Demokratlar böyle söyler.”[6]

Lenin ve Bolşevikler bize parti üyelerinden ateizm talep etme noktasında net bir örnek sunmaktadırlar. Burada, bizi hayal kırıklığına uğratacak biçimde Lenin, iyi bir Erfurtçu olarak, Erfurt Programı’ndaki konumu alır.[7] Şüphesiz Lenin, kilise ve devletin ayrışması üzerinde durmakta, partinin de dini kendi konumunu genişletmek için yalnız bırakmaması gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla din alabildiğine bir kamusal meseledir. Ama gene de Lenin, buradan yola çıkarak parti üyeliği başvurularının din ve ateizmle ilgili bir soru içermesi gerektiğine ilişkin bir teklifte bulunmaz. Bir sosyalist, dini Ortaçağ’a ait bir küf olarak gören bir materyalist dünya görüşünü benimsese de, parti, kiliseye karşı engel mengel tanımayan, kamusal bir eğitim programı yürütse de ve genel manada tarihsel materyalist konum, tüm hakikatinin peşinde koşsa da, parti, gene de ateizmi üyelik için gerekli bir önkoşul olarak belirlemez. Dahası dinî inancı var diye bir insan parti üyeliğinden çıkartılmaz. Lenin’in güçlü bir ifadeyle dillendirdiği üzere, RSDİP’e ait örgütler, üyelerini dine göre ayırmamış, asla onlara dinleri ile ilgili bir şey sormamıştır, bundan sonra da asla sormayacaktır.”[8]

Küba Komünist Partisi’nin üyelerine dini yasakladığı bilinen bir şeydir. Parti ilk günlerinde bu kararı alır ama birçok üyesi ateizmi savunurken evde dinî kurallara uymayı sürdürür. Bu nedenle 1991’deki dördüncü kongresinde parti, üye olma noktasında kişilerin karşısına çıkartılan, dinî inançlarla ilgili “engel”i kaldırır. Esasında 2011’deki altıncı kongreye sunulan Merkez Komite Raporu da şu tespiti yapmaktadır: “Devrimci öğreti ile dinî inanç arasındaki uyumun kökleri ulusun temellerinde yatmaktadır.” Bu tespiti desteklemek amacıyla Fidel Castro’nun 1971 tarihli cümlesine bakılır:

“Hıristiyanlıkla komünizm arasında, Hıristiyanlıkla kapitalizm arasında bulunan çakışmadan on bin kat daha fazla çakışma bulunduğunu söyleyebilirim sizlere.”[9]

Çin Komünist Partisi’ne gelinceye dek, üyelik koşulu olarak ateizmi öne süren parti bulmak güçtür. Nihayet artık partiye üye olmak isteyenler arasında dinî inançların mevcudiyetini resmen yasaklayan bir parti mevcuttur. Esasında üye olma sürecinde adaya dinî inancı olup olmadığı sorulmaktadır. Olduğunu söyleyenlerden bu inançlardan kurtulması istenmektedir. ÇKP Merkez Komitesi Parti Okulu’ndan Profesör Li Yunlong’a göre, “parti üyelerinin herhangi bir dine girmeleri yasaklanmıştır. Parti üyesi olmak için temel şart, komünizme ve ateizme inanmaktır.”[10] Nihayet bir dine girme arzusunda olmayı yasaklayan ve kendisini alenen ateist ilân eden bir komünist partimiz var artık.

Oysa gene de ortada Çin’e has bir sapma yaşanmaktadır. Bir insan partiye girerken ateist olmak zorundadır ama çok azı sonradan dindarlaşmaktadır, en azından bu inançlarını mütevazı ölçülerde muhafaza etmekte, resmen kabul edilmiş kimi yollardan uygulama imkânı bulmaktadır.

Roland Boer
1 Mayıs 2015
Kaynak

Dipnotlar:
[1] ‘Record of Marx’s Interview with The World Correspondent’, 1871, MECW 22, s. 605.

[2] Marx, ‘Remarks on the Programme and Rules of the International Alliance of Socialist Democracy’, 1868, MECW 21, s. 208.

[3] Engels, ‘Account of Engels’s Speech on Mazzini’s Attitude Towards the International’, 1871, MECW, s. 608.

[4] Engels, ‘Engels to Eduard Bernstein in Zurich’, Londra, Temmuz 1884. 1884, MECW 47, s. 173.

[5] Sozialdemokratische Partei Deutschlands, Erfurt Program. In German History in Documents and Images: Wilhelmine Germany and the First World War, 1890–1918. PDF

[6] Rosa Luxemburg, Rosa Luxemburg Speaks, Yayına Hz.: Mary-Alice Walters, New York: Pathfinder, 1970, p. 132. [Türkçe Çevirisi: İştirakî dergisi, Sayı: 5-6, s. 53, Çev.: Fatma Büşra Helvacıoğlu.]

[7] Lenin, ‘The Attitude of the Workers’ Party towards Religion’, Collected Works 15, s. 404.

[8] Lenin, ‘Does the Jewish Proletariat Need an “Independent Political Party”?’ 1993, Collected Works 6, s. 331.

[9] Bkz.: cuba.dk.

[10] "Zhejiang CPC bans", 2 Şubat 2015, en.people.cn.

Fransız Emperyalizmi ve Haiti

12 Mayıs tarihinde Haiti halkı, Fransız Cumhurbaşkanı François Hollande’ı “Yaşasın Dessalines! Kahrolsun Hollande!” sloganları ile karşıladı. Jean-Jacques Dessalines, Fransız köle sahiplerine karşı muzaffer olan Haiti Devrimi’ne uzanan nihai mücadeleye önderlik eden ve 1 Ocak 1804’te Haiti’nin bağımsızlığını ilân eden radikal Haitili generaldir.

Başında Cumhurbaşkanı Michel Martelly ve Başbakan Evans Paul’un bulunduğu mevcut hükümet, başkent Port-au-Prince’teki havalimanında Hollande ile bir araya geldi.

300 kişilik bir heyetle Haiti’ye gelmezden önce Hollande, eskiden Fransızların elinde bulunan Karayip sömürgeleri, Martinik ve Guadeloupe’u da ziyaret etti. Fransız şirketleri için iş fırsatları peşinde koşmak için kısa bir süre Küba’ya gitti. Burada Başkan Raúl Castro ve eski başkan Fidel Castro’yu ziyaret etti.

10 Mayıs’ta Guadeloupe’ta yaptığı konuşmada Hollande, silâhın gücüyle köleliğe son veren ilk ulusun bir temsilcisi olarak Martelly’yi selamladı. 1825’te Fransa’nın Haiti’ye dayattığı ve ülkenin “yitirilen” malların tazminatı olarak 150 milyon altın frankı ödemeye mecbur eden anlaşmayı kınadı. Bu noktada 1804 öncesi sömürgeci ülke eliyle zorbalıkla köleleştirilmiş Haiti halkına atıfta bulundu.

Bu parayı “bağımsızlık fidyesi” olarak adlandıran Hollande, aldığı alkış karşısında “Haiti’ye geldiğimde ülkeye olan borcumuzu ödeyeceğim” dedi. (Haïti Liberté, 13-19 Mayıs)

Bu meblağ hiç de az değil. 2003’te eski Haiti Cumhurbaşkanı Jean-Bertrand Aristide’in hükümeti Fransa’dan bu meblağı faiziyle geri ödemesini istedi. Bu da toplam 21,6 milyar dolar tutuyor. Elbette emperyalist Fransız hükümeti bu isteği geri çevirdi. Bugün söz konusu meblağ faiziyle birlikte yaklaşık 26,7 milyar dolar.

Ancak daha Haiti’ye gelmeden Hollande sözünden döndü. Sadece ülkesinin kölelikle ilgili “ahlakî” borcu olduğunu, Haiti halkından “fidye” alındığını kabul etti. 11 Mayıs’ta David McFadden’ın yazdığı üzere, “Fransız devlet yetkilileri, Hollande’ın finansal değil, ‘ahlakî bir borç’tan bahsettiği üzerinde durdular.” (Associated Press)

İlerici bir Haitili yazar olan Norluck Dorange da bu noktada bir insanın “ahlakî bir borcu” nasıl ödeyeceği sorusunu sordu.

Başkentin Champ de Mars Meydanı’ndaki resmi konuşmalar için kurulan kürsünün önünde binlerce öfkeli gösterici toplandı. Bu insanlar, Hollande’ın gerçek borcu “ahlakî bir borca” çevirmesine çok kızmışlardı. Bedelini halkının kanı ve teriyle ödeyen Haiti, finansal yükümlülüğünü ancak 1947’de tam manasıyla yerine getirebildi.

Göstericilerin öfkeli olmasının bir diğer nedeni de Martelly ve Hollande’ın Nisan 1803’te bir Fransız hapishanesinde ölen Haitili lider Toussaint Louverture’ün anıtına çelenk koyması ama Fransızları yenip Haiti’nin bağımsızlığını ilân etmiş olan Dessalines’in anıtını atlamış olmasıydı.

Bazı üniversite öğrencileri, köleleştirilmiş Haitilerin Fransız sömürge idaresi altında yaşadıkları dönemde olduğu gibi giyinip birbirlerini zincirlediler. Bir kişi tıpkı Dessalines gibi giyinmiş, aynı o büyük lider gibi at binmişti.

Kalabalık, “yaşasın tazminat! Yaşasın istirdat! Kahrolsun işgal!” diye bağırdı. Halk, 2004’ten beri Haiti’nin Birleşmiş Milletler Minustah askerî gücü eliyle işgal altında oluşuna da itiraz etti.

Çekilen videoların da gösterdiği üzere, göstericiler militan kişilerdi, polis tomalar ve göz yaşartıcı gazla saldırana dek asla geri çekilmediler. Polis, göstericileri Hollande gelmeden evvel kürsüden uzaklaştırdı.

Martelly’nin umudu, yaklaşan seçimler için mevcut sicilini temize çıkartmaktı ama umutları halkın direnişi ile suya düştü.

G. Dunkel
21 Mayıs 2015
Kaynak

23 Mayıs 2015

,

Kaymak Tabakası


Evde tereyağı yapmak mümkün. Sütün ya da yoğurdun kaymağı kullanılıyor. Burada kullanılan yöntem, solun kitleyle ilişkisini andırmıyor değil. Sol, kitleyle ilişkisinde kaymak tabakasına sesleniyor. Kaymağı topluyor. Tereyağını yapıyor, ekmeğine sürüp yiyor.

Bugün özellikle belirli örgütler, bu tereyağı yapımı konusunda ciddi bir rekabet içerisindeler. Biriken kaymağı kim kapacak yarışını siyaset zannediyorlar. Kitlenin nereden geldiği, nereye gittiği, ne hâlde olduğu, ne yaptığı, kimsenin umurunda değil. Tereyağı tezgâhlarının sahipleri, tereyağı tüccarları başka yerlere bakıyorlar. Dertsiz ve öfkesiz olanlar, dertten ve öfkeden kaçıyorlar.

Teori-ideoloji, kaymak tabakasının belirlenmesi için önemli sadece. Kitleler sokaklara dökülüyor, hemen dişe dokunur olanlar bir heybeye dolduruluyor. Kaymak tabakasını ayıran ölçüler, şeflerin ihtiyaçlarına göre belirleniyor. Tabaka buna göre toplanıyor. Sonra kadroları özel olduklarına dair yalana inandırmak için türlü taklalar atılıyor. Devrimcilik, gerisin geri Fransız Devrimi’ne, burjuva siyasetine, onun öznelliğine kapanıyor.

Dükkân kafası, esnaf-zanaatkâr ideolojisi, sol örgütlerin pratiğini ve zihnini belirliyor. Örneğin geçmişte DSİP çizgisine aleni küfreden yapılar, birer-ikişer bu çizgiye örgütleniyorlar. Daha düne kadar DSİP’in yazdıklarına ve yaptıklarına alaycı bir tavırla yaklaşanlar, bugün onun sözlerini tekrarlıyorlar, yaptıklarını yapıyorlar. Kaymak tabakasına bakıldıkça, DSİP güçleniyor. Zira DSİP, kaymak tabakasını ideolojik olarak örgütlemeyi, ona örgütlenmeyi ifade ediyor. Şeytan ön kapıdan kovuluyor, arka kapıdan içeri alınıyor.

Bu yönelimi eldeki silâh da gizleyemiyor. Silâh, internet köşelerinde kesilen pozun bir aksesuarına dönüşüyor. “İşçilere elli yıllık, sabırlı bir mücadeleyi öğütlemek lazım” diyen Marx, “Terör kitlelerle devrimci örgütlerin bağını kopartır. Oysa bizim başarımızın biricik teminatı bu bağdır” diyen Lenin, “Savaş başlamadan bütün mücadele ve örgüt biçimleri savaşı başlatmak içindir; savaş başladıktan sonra ise bütün mücadele ve örgüt biçimleri savaşın geliştirilip güçlendirilmesi içindir” diyen Mao, kendinden menkul, özel bir kurgu adına bir bir kurban ediliyor. Bu isimler, sadece kaymak tabakasını toplamak için birer kepçeden ibarettir artık.

* * *

Bugün anlı şanlı iki örgüt, salt kendi başlattıklarını tanıyor, bu başlama anı konusunda kendi aralarında rekabet yürütüyor. Batı’dan kurgulanmış ve bu topraklara yedirilmeye çalışılan teori ve ideoloji de rekabetin konusudur. Ortada kalmış bir örgüt vardır, ideolojik-politik bir ayrışma yaşamıştır. Rekabet hâlindeki iki büyük örgüt bugün, bu küçük örgütü kaymak tabakası olarak gördüğünden, bir parçasını kendisine almaya çalışıyor. Ama burada içeri alınan örgütün tarihi, birikimi, yanlışları ve doğruları önemsizdir. Mesele, sadece kortejlerin ve başka alanlardaki faaliyetin iri görünmesidir. Dert, vitrini zengin göstermektir.

Bu iki örgütün elinde sihirli değnek olsa ve bugün tüm solcuları kendi örgüt mekanizmasına katsa, değişen bir şey olmayacaktır. Ne iki örgüt dönüşmektedir ne de tüm o solcular fikrî ve pratik bir dönüşüme tabidirler. Mesele, sadece kaymakların torbada toplanıp tereyağı yapılmasıdır.

* * *

İyi bir tereyağı için sütün saf olması gerekir. Örgütten ayrılanlar, sırf bu saflığı bozdukları için kötüdürler ve bu sebeple cezalandırılmalıdırlar. Bugün kendisinden ayrılanları sokak köşelerinde cezalandıranlar, başına kurşun sıkanlar, bu anlayışlarından vazgeçmiş değillerdir.

Her şeyi kendisinde başlatıp kendisinde bitiren örgüt, ayrışanı tehlikeli görür. Adsız-adressiz, uçsuz-bucaksız bir mücadeleye ait olamadıkları sürece bu türden gerilimler varlığını sürdürecektir.

Ülkede zaten bir avuç olan faal solcunun kendisinde toplanması için çalışmak, aslında hiçbir şey yapmamaktır. Faal solcunun gelip dayandığı sınırlar aşılmadan, düşmana karşı yeni ortak sınırlar çekilmeden, bu toplama işleminin bir getirisi olmayacaktır.

Zımnen bahis konusu edilen iki örgüt, solun duvarları ötesine geçmeye çalışan mütevazı çalışmaları bozmak, ele geçirmek, mülk edinmek veya boşa düşürmek için çalışmaktan başka bir şey yapmamaktadır. İşin kötüsü, Kürd’ü de böyle okumaktadır. Kürd’ün bunlara bırakacağı pabucu olmadığı açıktır. Kürd’ün de kaymağını toplayacağını zannedenler, fena yanılmaktadırlar.

Dolayısıyla kitlelerin mücadelesinden korkan, sadece kendisi gibi özel insanlara açık olan örgütlerin öncülükten, mücadeleden ve devrimden anladığı da sorunludur. Sokağa sadece kendisi gibi olanları toplamak için çıkan örgütlerin örgütlenmeden ne anladığı sorgulanmalıdır.

* * *

Yukarıdaki Marx’ın tespitine atfen: özellikle bu iki örgüt, kısa vadeli, tüketici, geçici bir yönelim içerisindedir. Proletaryayı “gerici” görmelerinin sebebi de buradadır. Günlük kazanımlara kilitlenmek, ana karakteri vermektedir. Bu, uzun soluklu bir kavganın militanlarını bir bir tüketmektedir.

Lenin’in sözüne atfen: “devrimci şiddet” diye allayıp pulladıkları pratiğin hiçbir yerinde kitleler ve kitle bağları yoktur. Sadece kendilerini tanımaktadırlar. Kendileri dışındaki dünya gerçek dışıdır. Kitlelerin yönelimleri, gerilimleri onlar için önemsizdir.

Mao’nun sözüne atfen: sadece kendi başlattıklarını düşündükleri savaşı savaş kabul etmektedirler. Dolayısıyla Mao veya başka devrimci isimlerin pratikleri, ancak bu kendince başlattıkları “savaş olmayan savaş”ın aksesuarı olabilmektedir.

* * *

Küçük burjuvalık, kişilerin gündelik hayatları değil, politik-ideolojik-teorik ağırlığı ile ilgili bir meseledir. Söz konusu ağırlık, meslek odaları, sendikalar gibi mevkiler üzerinden hissedilmektedir. Kitleler içerisinden gerekli kaymak tabakası, bu mevkiler merkeze alınarak görülmekte, değerlendirilmektedir. Dolayısıyla dün devrimcilik konusunda burnundan kıl aldırmayanlar çizgiyi-hattı değiştirmekte, devrimciliği kendi varlıklarına kapattıklarından, oralarda olmakla mevkilerin kıymetli olduğunu düşünmektedirler.

Oysa ki bu mevkiler, devrimci hareketin kitleyle arasındaki bağların kurulduğu değil, koptuğu yerlerdir. Çünkü ilgili mevkiler, hâkim burjuva siyasetin merdivenlerinden başka bir şey değildirler.

Genel algı ve bilgiye göre, silâh ve savaş, başlangıç noktasıdır. Esas olarak da son varılacak olan noktaya işaret etmektedir. Birçok sorunun sadeleştiği, geri plana itildiği ânı anlatmaktadır. Dolayısıyla silâhı tutan, başlangıca ve sona ipotek koyarak rakiplerini geçmek derdindedir. Bunun dışında bir anlamı yoktur.

Kürd’ün sola yönelik eleştirisi, başı ve sonu tutan özne tarafından böylelikle savuşturulmuş olur. İşgal altında, sömürge bir ülkeye dair tespit, oradaki bütün tartışmaları sona erdirmiştir. Kürd’den öğrenilen sadece bu şeklî tespittir: tartışmaların bitirilmesi, suyun başının tutulması, rakiplerin bertaraf edilmesi ve tüm imkânların bir bir istismar edilmesi. Sonuçta bugün öğrenilenlerin, hele ki Gezi’den sonra, hiçbir anlamı ve karşılığı olmadığı görülmüştür.

* * *

HDP, barajı geçsin ya da geçmesin, geçmişte ÖDP’nin yaptığı gibi, mevcut bağları da kopartma yönünde ciddi bir risk taşımaktadır. Geçmişte DSİP çizgisinin yapamadığını yapmak, bu suretle irileştiğini zannetmek, ciddi bir yanılgıdır. Kitleyle şeklî bir bağ kurmuş olmak, hakiki bağların erimesine neden olacaktır.

Küçük burjuva, başı-sonu kendisiyle tanımlamakta, herkesi kendisine mecbur etmeye çalışmaktadır. HDP’ye ondan önce/sonra veya sandıktan önce/sonra ne tür politik-ideolojik-teorik anlamlar yüklenirse yüklenilsin önemli olan, bu anlamların ardındaki akıl ve pratiktir. Herkesin ağzındaki DSİP düdüğü ve Kürd’ün şekle, maskeye indirgenmiş hâli kimseyi aldatmamalıdır.

Eren Balkır
23 Mayıs 2015

, ,

Türkiye'de İşçi Hareketi

Hayranlığı hak edecek bir cüret ve ruh ile Türkler, o iğrenç Sevr Anlaşması’nı paramparça edip bağımsızlığını yeniden elde ettiler. Türkler, emperyalizmin fesadını mağlup edip sultanların tahtını devirdiler. Yorgun, dağınık, ayaklar altında ezilen milleti birleşik ve güçlü bir cumhuriyete dönüştürdüler. Artık kendi devrimine sahipler. Ama tıpkı diğer tüm burjuva devrimleri gibi Türk devrimi de sadece tek bir sınıfa, zengin sınıfa yarar sağladı.

Milli bağımsızlık mücadelesine muazzam bir katkı sunmuş olan Türk proletaryası, bugün başka bir mücadeleyi, sınıf mücadelesini benimsemeye mecburdur.

Bu mücadelede Türk işçi sınıfı birçok engelle karşılaşmaktadır. Türkiye’de Batı’da varolana benzer sendikalar bulunmamaktadır. Orada sadece dernekler ya da arkadaş gruplarına dayalı, aynı kasabada aynı işi yapan işçi çevreleri mevcuttur. Aynı kasabada yaşayan farklı iş kollarına mensup işçiler ya da farklı kasabalarda yaşayıp aynı iş kollarında çalışan işçiler arasında herhangi bir bağ mevcut değildir. Bu da etkili bir ortak eyleme mani olmaktadır.

Bu durumdan bağımsız olarak, yeni sona eren yıl içerisinde işçilerin yol açtığı birçok huzursuzluğa tanık olunmuştur. Konstantinopol, Haliç, Aydın gibi birçok yerde bir dizi grev gerçekleştirilmiştir. Matbaacılar, demiryolu işçileri, gemi işçileri ve bira fabrikalarında çalışan işçiler greve gitmişlerdir. On bin işçi harekete katılmıştır. Bu deneyimi müteakip Türk işçiler, örgütün ve disiplinin zafer kazanmak için gerekli olduğunu anlamışlardır.

Konstantinopol Kongresi Birlik Kuruyor

Son günlerde Konstantinopol’de [İstanbul’da] İşçi Kongresi toplandı. Kongrede iki yüz elli delege vardı. Bu delegeler 19.000 Konstantinopol işçisini, 15.000 Zonguldak kömür madeni işçisini ve [Balıkesir’in Balya İlçesindeki, 1908’de ilk işçi grevine tanık olan] Balya-Karaaydın’daki kurşun madeninden 10.000 işçiyi temsil ediyordu.

Kongrede mevcut 34 derneğin birlik ya da federasyon çatısı altında birleştirilmesine karar verildi. Bu cüretkâr karar, birliği tanımayı reddeden hükümetin gözünü korkuttu. Burada şu hususu not etmek gerek: Hükümetin işçilere yönelik tavrı, savaşın sona ermesinden beri önemli ölçüde değişti. Hükümet, yabancıların ülkeden kovulması meselesi söz konusu olduğunda işçilerin yanındaydı ama işçilerin örgütlenmesi bir mesele hâlini alınca o, tüm diğer kapitalist hükümetler gibi, gerici olduğunu gösterdi. Dolayısıyla hükümetin işçilerin birliğine karşı çıkışı kimseyi şaşırtmıyor. Ayrıca herkes Lozan vak’asından beri Türk kapitalizminin yabancı sermaye ile flört ettiğini, Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi noktasında herhangi bir başarı kazanmaksızın binlerce fukara Rum’un ve Türk’ün ölümüne sebep olan bu yabancı sermayenin bugün Hilâl Ülkesi’ne barışçıl yollardan nüfuz ettiğini biliyor. Hükümetin birliği tanımayı reddetmesi, beşte üçü Fransız olan, ülkedeki yabancı sermayeye atılmış zarif bir gülücükten farksız.

Ama Türk proletaryası ilk adımını attı artık. Bu yola devam edecektir.

Ho Chi Minh
l'Humanité
1 Ocak 1924
Kaynak

14 Mayıs 2015

,

İbrahimî


I

Bilhassa köy sosyolojisi üzerine uzman olan Behice Boran, Türkiye İşçi Partisi’nin başında iken gençler gelirler ve köylüler arasında çalışma yapılmasını isterler. Basit bir oy toplama talebinin ötesine işaret eden bu soruya, Boran şu cevabı verir: “Bize köylülerden dayak mı yedirteceksiniz?”

Köylülerden korkan, salt Boran değil, altmış darbesiyle açılan sol burjuva siyaset alanıdır. On yıl içerisinde bu alanın tıkandığını, mücadeleyi sınırlandırdığını anlamak, o köylerden gelen gençlere düşer. Sol burjuva siyaset ise intikamını, köylüyü köylülüğe, genci gençliğe, işçiyi işçiliğe politik-ideolojik olarak kapatmakla almıştır. Tıkanan tıkamış, sınırlanan sınırlamıştır. Kendi içerisine aldığı dinamikleri, özel bireylere bölüp parçalamış, o gençlerin çığlığını o özel bireylerin özel sancılarına kapatmıştır. Sol, bu batılı burjuva siyaset alanına sırtını dayadığı ölçüde, dağılıp parçalanmıştır.

Altmışların sonu itibarıyla belirli bir siyasî-ideolojik tıkanmanın yaşandığı aşikârdır. Bu anlamda, esasen Deniz Gezmiş’te zinde kuvvetler-askerdeki; Mahir Çayan’ın devrimci gençlikteki; Kaypakkaya’da işçi-köylüdeki tıkanmanın aşılma iradesinin dil bulduğu söylenebilir. Üçünde de aşma pratiği, doğuya doğrudur.

Umut filmini çekerken yaşadığı güçlüklere karşı, öfkeyle, “bu ülkenin sadece Ankara-İstanbul’dan ibaret olmadığını öğreteceğim onlara” diyen Yılmaz Güney’in çığlığı da bu aşma pratiğine dâhildir. Bu nedenle, üç aşma pratiğinde de Kürd’ün varlığı ve eylemliliği önemli bir rol oynar. Ama bugün tarihsel açıdan bir kapanma yaşanmakta, elli yıllık süreç içerisinde devrim olmadığı için, üç ismin aştığı yere doğru yönelme (HDP başlığı altında) fiilîleşmektedir. Umut, gene Ankara-İstanbul hattına bağlanmıştır.

Söz konusu tıkanmayı giderme girişimleri arasında da geçişmeler yaşanır. Mahir’lerin Maltepe Cezaevi’nden kaçtıklarını gazeteden okuyan Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan) “keşke buraya gelseler, birlikte mücadele ederdik” der. Orası Güney Kürdistan’dır. Şahıslardan bağımsız olarak, burjuva siyasetinin genişletilmesi ile ona karşı konumlanma arasında fiilî bir gerilim söz konusudur.

İbrahim’se Kürecik Raporu’nda Sinan Cemgil’den ve arkadaşlarından bahseder. Buradan onun Deniz’lerin aşıp ilerlediği yoldan yürüdüğü görülür. İbrahim ilerledikçe, o yol da ilerler. Onların “burjuva subaylarının darbesine ve burjuva reformculuğuna bel bağladıklarını, halktan uzak durduklarını” söyler.[1] Bu noktada Kaypakkaya, özellikle silâhlı mücadele konusunda, çobanların ayak izlerine bakar. Onda perspektif de paradigma da değişmiştir.

II

Örgütler, kaleme aldıkları geçmiş değerlendirmelerinde hikâye anlatıyorlar, tarih değil. Hikâye ile tarih arasında ciddi bir fark var. Örgütlerin kendi hikâyelerini anlattıkları çalışmalarda Marksizm yok. Sadece özel insanların özel hikâyeleri, toplantıları, eylemleri anlatılıyor. Bu hikâyelerin ve pratiğin bağlamı irdelenmiyor. Dinamikler, süreçler, dip dalga yok orada. Dolayısıyla örgüt-lenme meselesi, o hikâyeye ikna olanların toplanması olarak algılanıyor. Hangi bağlama girildiğinin, geçmişe dair hattın neresinde olunduğunun, temel dinamiklerle nerede buluşulduğunun anlaşılması geçersizleşiyor. İbrahim, bu noktada da ayrıksı bir yerde duruyor. Mustafa Suphi ve ilgili dönemi kavramaya çalışmasını buradan anlamak gerekiyor.

Üç ismin aşma pratiğinin alameti olduğu doğru ise, onların öncelikle burjuva siyasete dair bileşenleri eleştiriye tabi tuttukları görülmelidir. İbrahim, “işçi-köylü”yle aşar, somut işçi ve köylüye gider. Burjuva siyasetinin sınırlarını zorlayıp aştıkça, dolaylı olarak, girdiği bilinmez coğrafyada ilerleyebilmek için, önceki devrimcilerin adımlarını izler. Bu hikâyeyi kendi öznel hikâyesiyle aynılaştıran, onu mülk edinen yaklaşım, burada bilinmeze yürüme iradesini boşa düşürür. Deniz, Mahir ve İbrahim, küçük burjuva ideolojisinin müdahalesiyle, gerisin geri, sınırın öte tarafına fırlatıp atılır. Onlar, bazı şeyleri eksik bilmektedirler, bazı adımları doğal olarak yanlıştır. Üç önder göndere çekilir, böylece burjuva siyaseti alanından yaşanan huruc anlamsızlaştırılır. Her ne kadar İbrahim, “köylü partisi”nin küçük burjuva bir parti olacağını söylese de[2], takipçileri, hareketi bu çizgiye çekerler.

Niceliğin, hikâye anlatımının, belirli özel şahısların başlatıp bitirdiklerinin merkeze oturduğu yerde aritmetikten başka bir şey hâkim olmayacaktır. Merkezdeki üç-beş özel insanın bir araya geldiği toplam, sonuçta başkalarına ihtiyaç duymayacaktır. Her şey onda bittiği için, ihtiyaç ortaya çıkmayacak, zorunluluklar görülmeyecek, ihtiyaç duymayınca örgütlemeyecek, başka süreçlere ve dinamiklere örgütlenmeyecektir. Oluşan dinamikler ve hareketler, o KP’nin hücreleri hâline gelmeyecektir. Her şeyi kendisine kapatanın başkasına, başkasının sözüne ve eylemine ihtiyaç duyması, mümkün değildir. O, ancak kendi suretinde, kendisine benzer bir yapı inşa edebilir.

Örgütlerin hikâyesinden KP tarihine geçmek zorunludur. Örgütler, özel kişilerin özel toplantılarını, özel eylemlerini anlatıp durmaktadırlar; teorik, nesnel, kolektif olanın içerisinde neler yaptığından bahsedilmemektedir. Bu noktada etiket, kariyer, imza, vitrin vb. belirleyici hâle gelmektedir.

Çetin Altan, Dr. Şivan’a, “siz dağa çıkın, biz sizi buradan destekleyecek yazılar yazarız” der. Şivan da şu anlamlı cevabı verir: “Biz yazı yazmasını da dağa çıkmasını da biliriz.” Altan, seksenlerde “Dersim’de, Munzur kıyısında tenis oynanıp vals yapıldığı günlerin hayalini kurduğunu" söyler. İbrahim’in hurucu iptal edildiğinde, o gerisin geri, Altan’ın hayaline ait bir figürana dönüştürülür. Hurucun ricata dönüştüğü momentte, birileri bunu görür ve bataklıktan kurtulmak için çeşitli çabalar ortaya koyar, ama sırtlar başta belirtilen batılı burjuva siyasetine dayandırıldığı için, bu çabalar sonuç vermez. Niteliksel ve niceliksel manada Doğu’ya dönmemek, İbrahimî geleneği de o düzleme eklemleyerek ilerleyecektir. İlerleme de burjuva bir yanılsamadır.

III

Parlamentarizme yönelik itiraz, burjuva siyasetinin çektiği sınırlara dönük bir itirazdır. Bu itiraz, sırtını Batı’ya vermiş bir tür solculuğun reddini ifade eder, o böyle kavranmalıdır. Deniz’in, Mahir’in ve İbrahim’in sonrasında “takipçileri” tarafından gene Batılı ve Batıcı bir tarza kapatılmak istenmesi, eleştiriyi beklemektedir. Bu üç ismin Batı’ya ait ve dair birer “ajan”a indirgenmesi, onun gene burjuva zihniyet dairesinde, putlaştırılmasını, en iyi hâliyle, peygamberleştirilmesini getirmiştir.

Her şeyin başı ve sonu olmaya mecbur olan küçük burjuva, İbrahim’i de hikâyenin başı olarak kodladığında yol alabileceğini düşünür. Oysa onun gerekli, zorunlu devrimci dönüşümleri gerçekleştirdiği tarihsel bağlama ait kılınması ve dönüşümlerin her momentte güncellenmesi gerekir. İbrahim’in yanında olmak, onun eleştirilerinden azade olmanın, ama gene onun eleştirdiği konuları yapmanın kılıfı hâline gelir.

Bugün İbrahim’i yeterince Maoist bulmayıp öz Maoizme geri dönenler, başka bir örgütün yürüttüğü devrimci savaşı “intihar eylemi” olarak nitelemektedirler. Oysa bilinmektedir ki “intihar eylemi”, Batılı liberallerin zihinlere nakşettiği bir kavramdır. Bu zihniyete göre, o koşullarda İbrahim şahsında, Dersim’e huruc gerçekleştirmek de bir tür “intihar eylemi”dir. Ondan uzaklaşmanın gerekçesi de burada aranmalıdır.

Bugün İbrahim’i “peygamber” ilân edenler, küçük burjuva dünyalarına politik bir boya çalma derdindedirler. Her şeyin başı ve sonu kendileri olduğu için, onun peygamber ilân edilmesi şarttır. Duruma göre başlangıç noktası değiştirilmektedir. Eskiden İbrahim iken, şimdi laikleşildiği ölçüde, Deniz Gezmiş’lerin idamı hikâyenin başladığı an olarak kodlanmaktadır. Başkalarını küçük burjuva siyaset aklına sahip olmakla eleştirenlerin ortaya attıkları “Bütünsel Marksizm” kurgusu ve etiketinin de bir “mühendislik procesi” olduğunu görmeleri gerekir.

IV

Öcalan dâhil belirli isimlerin hayat hikâyeleri, sadece küçük burjuva şeflik, mühendislik ve yöneticilik düzeyinde istismar edilecek şekilde okunuyor. Oradaki bağlamın, kişilerin ait oldukları ilişkilerin, mücadelelerin hiçbir önemi yok. Önemli olan, o kişiden bugüne dair, yöneticilik ve şeflik için notlar çıkartmaktır. Burada da tarih bilinci değil, hikâye anlatıcılığı vardır.

Dolayısıyla, İbrahim’deki Kemalizm eleştirisi, bağlamından çıkartılmakta, bu eleştiri, ülkenin üst siyasetine dair söz söyleme imkânı olarak istismar edilmektedir. Kemalizm, belirli özel şahısların hikâyesi olarak algılanmakta, ona gene benzer hikâyelerle karşılık üretilmektedir.

“[…] Emperyalizm feodalizmi tasfiye etsin, biz de sosyalist devrimi yapalım, tam bir Menşevik mantığı odur.”[3] Burjuva siyaset, örgütlerin yuvarlandığı bataklıktır. İlerlemeci kurgu ile tıpkı İbrahim’in ifadesi ile, “kapitalizm bizim karşımızdaki engelleri kaldırsın” denilmektedir. “İlerlemeyi burjuvazi sağlasın, biz de sosyalist devrimi zihnimizde canlı tutalım” devrimcilik değildir.

Böylesi bir yaklaşım, işin, davanın ve kavganın ortaklaşmasına asla bakmayacaktır. Batıcılık, burjuva siyasetine kul olma ve ilerlemecilik, mevcut işi, davayı ve kavgayı her daim kötü, yanlış ve eksik görecektir.

Çelik kendisine verilen suyu unutmayacaksa, bu, işin, davanın ve kavganın ortaklaşmasını gerektirir. Hafıza ve unutmamak, beyindeki nöronların belirli bağlar kurması ile ilgili ise, o vakit halkın mücadelesinin çelikleşmesi ve aldığı suyu inkâr etmemesi, ancak ortaklaşmayla, kurulan bağların örülmesiyle, örgütlenmeyle mümkündür. Özel insanların özel hikâyeleri merkezde durdukça, genelin ihtiyacı ve zorunluluğu görülmeyecektir.

Elli yıl önce huruc edilen zemin, nicelikselcilik, parlamentarizm ve genel burjuva siyasetidir. Bu hurucun kendisine kapanma, özelleşme tehlikesi mevcuttur. İbrahim’in “eğer bir gün partinin çıkarları ile halkın çıkarları karşı karşıya gelirse, tavrımız halkın çıkarlarından yanadır” sözü bu özelleşmeye karşı bir direnç gibidir.

Elli yıl önce Türkiye İşçi Partisi’nden huruc edilmiştir. Bugünse sol, toplamda ana rahmine geri dönme eğilimindedir. Yeni bir elli yılın başında, solun bu yönelimi, doğunun kurduğu işçi partisinin dişlerini söküp buraya uyarlanmış bir hâle sokma yönündedir. Bu anlamda İbrahimî gelenek, gene doğululaşmalı, seçimde oy verse de halkın çıkarlarına ters olan bu yönelime kalbini ve aklını vermemelidir. Akıl ve kalb, devrime ve kıyama aittir.

Eren Balkır
14 Mayıs 2015

Dipnotlar:
[1] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., Ocak 1992, s. 22.

[2] Kaypakkaya, a.g.e., s. 55.

[3] A.g.e., s. 61.

,

Naci Ali Karikatürleri ve Hanzala

1938'de Kuzey Filistin'de eş-Şecere isimli bir köyde doğar Naci Ali. 10 yıl sonra İsrail Devleti'nin kurulmasıyla Ortadoğu için felaket günleri başlar. 

Ali ve onun gibi birçok Filistinli, vatanından göç etmek zorunda kalır. Ayn'el Hilva mülteci kamplarında büyüyen ve Sabra ve Şetilla katliamlarına bizzat tanıklık eden Ali'nin tüm hayatı, aslında orada inşa ettiği "acı"nın resmini önce duvarlara sonra kâğıtlara ve ardından insanlığın şuurlarına kazımak olmuştur. 

Aktif bir politik hayata sahip olan Ali, Beyrut'tayken Lübnan Ulusal Hareket'ine dâhil olur ve politik faaliyetleri neticesinde hapse girer. Bu sırada eğitim ve yayın hayatına devam etmektedir. Kendisi çizerlik dışında muhtelif işlerde bulunmuşsa da çizmek onun için adeta tutku olmuştur. 

Kuveyt ve Lübnan'da Sefir, Tali'a gibi gazetelerde yer almış ve 1979 yılında Arap Karikatüristler Birliği Başkanı olmuştur. FHKC'nin kurucularından Gassân Kenefani ile çalışan Naci Ali, yaptığı çizimlerle Filistin mücadelesinin kalemi olmuştur. Bu mücadelesi Siyonist oluşumların hoşuna gitmeyecek ve 1989 yılında Londra'da İsrailli ajanların saldırısına uğrayacak ve yaklaşık 5 hafta komada kaldıktan sonra yaşamını kaybedecektir.

Naci Ali'nin çizimleri tamamen politik amaçlar taşımakta ve bu çizimleri hepsi basit, minimalist ve mesajı net anlaşılır niteliktedir. Bu çizimlerde Filistin'de yapılan işgali, Ortadoğu'daki zulümleri, Arap dünyasında hürriyet ve demokrasi yetersizliğini bizlere göstermektedir.

Naci Ali'nin çizimlerinde kullandığı karakterler hayali olup özellikleri ise sabittir: Hanzala, ez-Zeleme (İyi Adam), Fatıma (İyi Kadın) ve Kötü Adam. Diğer karakterleri kısaca tanıyıp konumuz olan Hanzala'ya geçelim. Fatıma (İyi Kadın), bir eş, bir anne ve bir özgürlük savaşçısı karakterlerini haizdir. Fatıma; vatanın, halkların ve mülteci kamplarının simgesi olduğu halde, eşini, oğlunu, kardeşini şehit vermiş bir mahzun kadın ve aşkın, fedakârlığın, mücadelenin ve acının sembolüdür.[1]

İyi Adam, Ali'nin bir diğer karakteri olup zayıf, yalınayak ve yamalı elbisesiyle fakir görünümdedir. Birçok millet ve dini kimlikle çizimlerde yer bulan bu karakter, Ali'nin deyimiyle, “sadece Arap” kimliğine sahip bazen İsrail işgaline karşı camide vaaz veren Muhammed adlı bir imam, İsrail'in kendisini Müslüman Araplar üzerinde kullanmasına izin vermeyen Marunî Hıristiyan, bazen İsrail politikalarına karşı çıkan Ebu İlyas adlı Lübnanlı bir Hıristiyan, bazen Sovyet yoldaşlarına verdikleri votka için müteşekkir olan ancak Afganistan’ın işgalini de eleştiren Ebu Hamad, bazen de zindanda gördüğü işkencelerden kurtulmak için Müslüman Kardeşler’den olduğunu itiraf etmek zorunda kalan Mısırlı Hıristiyan olarak görülmektedir. Ama Ali, bu karakterin ismi için Filistin ağzında "adam" anlamına gelen ez-Zeleme'yi kullanmıştır.[2] İyi Adam, bazı karikatürlerde İyi Kadın'la beraber kötülüğe karşı mücadele edilirken resmedilmiştir.

Kötü Adam, Ali'nin kötülüğü canlandırdığı karakteridir. Çirkinliği, aptallığı, tembelliği, haksızlığı, ihaneti, zulmü, serveti temsil eder. Ali bu karakteri, arkasında popüler desteğin olmadığını göstermek amacıyla boyun, bacak veya vücudu ayakta tutan şeylerden yoksun çizmiştir.[3] Yobaz güçleri, Arap rejimlerini, otoriteleri, fırsatçı ve hainleri ve demokrasi karşıtlarını sembolize etmiştir.

Hanzala

Ortadoğu'nun tipik karakteristiğini yukarıda bahsedilen dört karakterde betimlemeyi başaran Naci Ali'nin kendisiyle özgünleşen ve hafızalardan silinmeyen başkarakteri ise Hanzala'dır (حنظلة). Hanzala, Ortadoğu'yu kan ve kum sahasına çeviren emperyalizme karşı, Arab mücadelesinin sembolüdür. 40 yıldır Filistin'in çığlığı, acının resmi ve insanlığın sessizliğidir. İki yüz yıldır dünya tarihinin kanlı trajedisinin yazıldığı bu coğrafyanın zihinlere kazınan en güçlü resmidir Hanzala. Ali'nin ifadesiyle, “acının sembolü”dür.

1969 yılında Kuveyt'te es-Siyase gazetesinde okurlarla tanışır Hanzala. Yalınayak, yamalı elbiseli, az saçlı ve her zaman 10 yaşında olan bu çocuk, Ali'yle bütünleşecek ve karikatürlerindeki imzası olacaktır. Hanzala ismi, kökü derinlerde olan ve dallarının kesilmesine rağmen büyümeye devam eden Arapça Hanzal isimli bir bitkiden gelir. İlk çıktığında “yalnızca bir Arap” kimliğini haiz ve Filistin'in özgürlüğü yolunda hiçbir şey yapmayanlara karşı tenkitlerini sürdüreceğini dillendirir. Hanzala, Nekbe’nin (1948 İsrail'in kuruluşu felaketi) acısını yaşayan kuşağın temsilcisi ve özgürlüğün ifadesidir. Ali, Hanzala sayesinde Filistin davasında hep mücadele içinde olmuş ve ondan cesaret bulmuştur.

“Hanzala, besili ve şımarık bir çocuk değildir. O diğer mülteci kampı çocukları gibi çıplak ayaktır. O beni yanlışa ve düzensizliğe düşmekten koruyan bir ikondur... Ona zarar vermeye niyetlenen her kişiyi öldürmeye hazırım. O, ellerini arkasında birbirine kavuşturmuştur. Çünkü ABD ve ‘Sistem’in bu bölge için maruz bıraktığı çözüm(!) önerilerini reddetmenin işaretidir.”[4]

H. Kissinger'ın Ortadoğu'da 1973 yılında Ekim Savaşı'nda arabuluculuk niyetiyle Araplara yönelik adil olmayan çözüm önerileri sunacağını tahmin eden Ali, Hanzala'nın sırtını okurlara döndürmüştür. Hanzala'nın yüzünü ne zaman döneceği sorularına ise Ali: “Ne zaman Araplara itibarı geri verilirse ve ne zaman Araplar, kendi hürriyet ve insanlığını kazanırsa” cevabını vermiştir.

Mülteci kampında yaşayan fakir bir Arap çocuğu tiplemesinde çizilmiş Hanzala, 10 yaşındadır. Bunun sebebi de Naci Ali'nin şu ifadesinde:

“Hanzala 10 yaşında doğdu ve hep 10 yaşında olacak. Çünkü bu yaşta ben vatanımı terk ettim. O ne zaman vatanına dönerse on yaşından itibaren büyümeye başlayacak. Doğa kanunları ona hitap etmeyecek. O eşsizdir. Her şey o vatanına dönünce normalleşecek.”[5]

Hanzala, bu yönüyle aslında Naci Ali'nin kendisidir.

Hanzala, sadece Filistinli mülteci çocuk değildir. İsrail işgaline karşı çıkan Filistinli olduğu kadar Filistinli yöneticilerin ikiyüzlü politikalarına ve Arap diktatörlerine karşı duran demokrasi ve insan hakları savunucusu bir Arap çocuktur. Naci Ali'nin deyimiyle, “Hanzala'nın bakışında tüm yoksullar Filistinlidir. Tüm mazlumlar, ezilenler, kuşatılanlar, gelecek ve devrim… Hepsi Filistinlidir. Sadece coğrafi adlandırma olarak Filistin değil, insani anlamda bir Filistin. Nerede olursa olsun, Mısır'da, Vietnam'da ya da Güney Afrika'da, bir amaçtır.” Naci Ali'nin çizimlerinde bazen sadece olayları izleyen, bazen elinde bayrak, silah, çiçek gibi sembolleri tutan, bazen kötülüğe taş atan, bazen yaralı insanlara ve özellikle annelere sarılan, bazen şehitlerin mezarlarına çiçek bırakan bir çocuktur. Ama genellikle elleri arkada olayları seyreder. Çünkü başta Arapların ve dünyanın Ortadoğu'ya yapılan haksızlıklara sessiz kalmasına tepkidir bu.

Yaşamının sonlarına doğru Hanzala'nın susturulmak istendiğini fark eden Naci Ali, son çizimlerinde kendisi öldükten sonra Hanzala'nın yaşamaya devam edeceğini ve onun ebedi olduğunu belirtirken kendisinin de onunla beraber yaşamaya devam edeceğini vurgular. Hanzala ölmeyecek çünkü o bu çağda yapılanların şahididir. Ve gerçekten de Ali'nin ölümünden sonra Hanzala aynı kimliğiyle yaşamaya devam eder. Mazlumların, işgale karşı direnişin ve boykotun en temel ifadesi olur. Emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadele veren Filistinlilerin adeta bayrağı olur. Her Filistinli Hanzala'yı tanır, sahiplenir ve onun gibi yaşar. Naci Ali'nin kaleminden çıkıp bugün savaşan binlerce, on binlerce Hanzala vardır. Yazıyı Naci Ali'nin sözleriyle tamamlayalım:

“Öncelikle o (Hanzala) Filistinli bir çocuktur ancak onun şuuru kendi milletinden öte tüm insanlığı kapsayacak kadar gelişmiştir. Fakat o, sade bir çocuk olduğu gibi bu yüzden insanlar onu kendilerince benimser ve onun kendi şuurlarını yansıttığını hissederler.”[6]

Osman Süreyya
İştirakî
dergisi
Sayı: 3-4

Dipnotlar:
[1] Fayeq Oweis, "Handala and the Cartoons of Naji al-Ali”, Oweis, s. 5.

[2] Oweis, A.g.m., s. 6.

[3] Oweis, A.g.m., s. 7.

[4] Naji al-Ali, “My Signature, Hanthala: The Symbol of The Child by Naji al-Ali”, Kanan48.

[5] Handala.

[6] Handala.