15 Şubat 2017
Hilâl ve Yıldız
15 Şubat 2017
“Halkın öfkesi devrimin ruhudur.”
Sosyalist hareket, önümüzdeki süreçte muhtemelen şu
tarz makaleler kaleme alacaktır:
“Ekmek, Toprak, Barış” mı “Hak Hukuk Adalet” mi?
Bolşevikler İktidara Yürürken: İmamoğlu’nda İktidar
Stratejisi.
Bir Proleterleşme Süreci ve Öncü Olarak Koç Ailesi.
Kurtarılmış Bölgeler Teorisinde Diyalektik Sıçrama:
Kadıköy.
Bu örnekler daha da çoğaltılabilir elbette. Mevcut
dimağ ve teorik birikimle sosyalist hareket, bu tür makaleleri yazmayı her daim
görev bilecektir. Nasılsa, bunların neden yazıldığını sorgulamayan bir
sosyalist kitle var ortada. O, başkalarına “koyun sürüsü” derken, kendisinin
nereye sürüldüğünün farkında değildir.
* * *
Misal:
Hiç adım atmadığı ülkesine Gezi zamanı “kurtarıcı
önder” olarak gelir. İsmi Taylan Kulaçoğlu’dur. Popülerliği silindiği vakit bir
bar çıkışı faşistlerin saldırısına uğradığı yalanını sosyal medyaya yayar.
Çünkü daha önce isimlerini hiç işitmediğimiz bu tür kişiler, onları piyasaya
sürenler, milyonlarca insanın işinde gücünde olduğunu, memleket meseleleriyle
aktif olarak, her an uğraşamayacağını bilirler. Bu nedenle suyun başının
tutulması, o milyonların yönlendirilmesi gerekir. O milyonlar, sosyal medyada
Kulaçoğlu’nu takip eyler. Onun yıldızı parlatılır. Sonra aldığı gazla ve o kendisine
kazandırılan popülerlikle bu zat, özel şoför tutar, memleketi gezer, bir iki
gaz cümle yazar Twitter’ına. Utanmadan, o tuttuğu şoförü, yaptığı geziyi sosyal
medyasında, kibirle anlatır. Kimse sorgulamaz, değirmenin suyunun nereden
geldiğini. İşten atılan, parasız kalmış bir kişinin nasıl kafe açtığını
sorgulayacak vakti de yoktur o kitlenin. Suyun başı tutulmuştur, tutulmaya
mecburdur. Manipülasyon, devletin asli işidir.
* * *
Bugünlerde CHP kitlesinin önüne yeniden Fuat Avni
haberleri servis ediliyorsa demek ki (işimiz kehanet değil ama) Haziran’daki
seçimde “AKP” kazanacaktır. O kitlenin bu sonuca şimdiden alıştırılması
gerekir. Her seferinde bu olmuştur. Birileri, Fuat Avni ismiyle yalanların
yayılmasını sağlamış, zihinler bu şekilde kontrol altına alınmıştır.
Savaş taktiğidir: sıkıştırılan, kuşatılan bir kitleye
kaçacak bir yer bırakılmalıdır. Bırakılmadığı vakit, o, köşeye sıkışmış yavru
kedi gibi, tehlikeli olabilir. Devletler, bunu göze alamazlar. CHP, kaçış
yolumuzdur.
Demek ki o CHP, İstanbul konusunda “valla istemem”
demiş, YSK’daki üyelerini geri çekmiş, yedek üyelerle operasyon yapılmış,
sonuçta seçim yenilenmiştir.[1] Beşiktaş, Kadıköy sokaklarını inleten sosyalist
örgütlerin şefleri de bunu iyi bilmektedirler. Kendilerinin nasıl bir oyunun
parçası olduklarının bilincindedirler. Değirmenin suyu, bu sayede akmaktadır.
Sorgulanacak bir şey değildir, bireyin nasıl geçindiği, zevkleri, fikirleri. Çünkü
yeni tanrı, Birey’dir.
* * *
Peki Fuat Avni, Ahmet Nesin olabilir mi? Her kritik
momentte Ahmet Nesin, çıkıp “Tayyip gidici” türküsünü mırıldanıyor.[2] Her
seferinde babasının anlattığı hikâyelerdeki tiplere dönüşüyor. Babasının
mirasını layıkıyla muhafaza ediyor.
Babası da derinlerle bağlantılı bir isimdi. Ajanlık
misyonunu Tan Matbaası saldırısı sonrası mı üstlendi, bilinmiyor. O günlere
tanık olan komünistler, Aziz Nesin konusunda şüphe uyandıracak ifadelere
başvuruyorlar.
O matbaaya saldırı sonrası Aziz Nesin şunları yazıyor:
“Ey
faşist yumurcakları! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi bütün bu yapılanları
kâfi görmeden, vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu
vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta, Halk Partisi’nin
anbarlarında mevcuttur.”
Aziz Nesin ve oğulları da bu anbardan hiç çıkmamıştır.
Atatürk’ün ağzından yazdığı “anti-faşist” bildiri, bunun delilidir. Perinçek
ile yürüttüğü operasyon, otel dolusu insanın ateşe verilmesiyle neticelenmiştir
ve bu, hiç komik değildir!
* * *
Suyun başı tutulmalıdır. Alevi derneklerinin
kurulmasını devlet emretmiş, örneğin Hacı Bektaş derneklerinin kurulmasını
Demirel istemiş, bunların başına Perinçek ekibi çöreklenmiş, otel yanmış,
sonrasında Perinçek “Alevicilik yanlıştır” deyip kenara çekilmiştir. Operasyon bu
şekilde tamamlanmıştır.
Perinçek açısından sömürgecilik döve döve,
Yalçın Küçük ve TKP açısından söve söve, İrfan Aktan, Veli Saçılık gibi
isimler açısından seve seve yürütülmesi gereken bir pratiktir. Bu
devlet, üç yönteme de muhtaçtır. Üç K gibi bu üç yöntem de devletin bilincinde
ve bilinçaltında kazılıdır.
“Ben bir liraya aldığım makarnayla karnımı doyuruyorum,
bu adamlar o parayı nereden buluyor” sorusunu bile soramayacak durumda olan
kitleler için birilerinin siyaset denilen işle ilgileniyor olması, hayırlı bir
durumdur. Karşılıklı bir anlaşma söz konusudur. Müslüman kesimde “zaten
münafık, kâfir gibi yaşıyoruz, bu imamın, âlimin veya şeyhin elini öpeyim de
Müslüman görüneyim” düşüncesi baskındır. Aynı durum sol kitle için de
geçerlidir.
Suyun başına oturanlar, egemenlerin cümlelerini üç
farklı şekilde dillendirecek, kitleler de “her şey yolunda” veya “her şey güzel
olacak” diye düşünecektir. Ak troller varsa al troller de vardır ve hepsi
paralıdır.
* * *
Erol Mütercimler’in anlattığına göre 1999’da bir
toplantı olmuş, Edirne’deki toplantıda önemli isimlerden oluşan bir topluluk,
“başbakan Erdoğan olacak” demiştir. Hatta kendisine danışmanlık teklif edilmiş,
etrafı Fethullahçılar tarafından sarıldığı için bu mümkün olamamıştır. İşte
sol, o toplantının El-Kaide, İran İslam Devleti, Hizbullah ve Hamas tarafından,
birlikte tertiplendiğini düşünmektedir. O toplantıdaki isimlere bakıp İslam’a
küfredenler, kimlere mesaj ve selam verdiklerini iyi bilmektedirler.
Fethullah bir röportajında, “demokrasi, insan hakları,
özgürlük ve NATO” demektedir. Kendisinin bunlara bağlı olduğunu söylemektedir.
Esasen ilk üç kavram dördüncüsüne bağlıdır.
Sosyalist hareket de aynı şekilde, bağlıdır. O nedenle
Veli Saçılık, “İran’a NATO müdahale etsin” diyen saha görevlisi Nevşin
Mengü’nün önerisine destek sunmaktadır. Bu isimlerin hepsi yan yanadır. Her yol
Roma’ya çıkmalıdır. Herkes, kitlelerin olmadığı devrimlere, emperyalizmin ve
üretim güçlerinin ilerleyişine iman ettirilmiştir.
* * *
Mütercimler, konuşmasında “ben sol kemalistim” demekte,
ama bir yandan da ikinci adamlık yapabileceğini, Erdoğan’a danışman
olabileceğini imalı olarak ifade etmektedir. Yani sanki Erdoğan nötr, her kabın
şeklini alan bir şeymiş gibi tasavvur edilmektedir.
Bu önfikir HDP’de de vardır: Onun tek siyaseti,
“MHP’yle değil benimle anlaş”tan ibarettir. Bir başka açıdan Taner Timur da
“MHP iyidir, en azından dinci değil” demektedir. Veysi Sarısözen de “ver Apo’yu
al Rojava’yı” önerisini dillendirmektedir. Ufuk Uras, onun piyasaya sunduğu bir
isimdir. Suyun başı, boş kalmamalıdır.
* * *
Yüksek siyaset koridorlarındaki gezintilerin sosyalist
harekete ne tür zararlar verdiği üzerinde düşünene hiç rastlanmamaktadır.
Vaktiyle bu devletin çıkarlarına uygun, dişleri sökülmüş, bir köşeye oturtulmuş
olan sosyalist siyasetten herkes memnundur. O siyasette AB ve ABD’nin izi
bulunmak zorundadır, çünkü o siyaset, o koltuğa onların izniyle ve önerisiyle
oturtulmuştur. Burada sosyalist hareket, AB ve ABD’deki sosyalist hareket kadar
sosyalist olabilir. Başkasına, fazlasına asla izin verilmez. O anbardan asla
çıkamaz. Çünkü işçiden nefret etmeyi, köylüden tiksinmeyi iyice öğrenmiştir.
Erol Mütercimler konuşmasında, “ben ikinci adam olarak
yetiştirildim” demektedir. İşte sol, bu eğitimi ve hâli sevmektedir. Demek ki
başkaları da ikinci adam olarak yetiştirilmiştir, yetiştirilmektedir. Siyaset,
özel insanlara has, özel insanların yapabileceği, özel insanlara bahşedilmiş
bir haktır. Burjuva terbiyesi ve devlet disiplini, solun belkemiğidir.
Eğer baştaki söz doğruysa, halkın öfkesi devrimin
ruhu ise demek ki bugün İmamoğlu gibi özel isimlerle ruhsuz devrimlere
yelken açılmaktadır. Sol eskiden de böyleydi, şimdi bu vasfını açık etme
imkânına kavuşmuştur: o, kitleden nefret etmenin, ruhsuz devrimlere bağlanmanın
adıdır. Özel isimlere o öfkeden kaçmak için sarılmaktadır.
Eren Balkır
14 Mayıs 2019
Dipnotlar:
[1] İnci Hekimoğlu, “CHP Yönetimi ile Her Şey Güzel Olamaz”, 9 Mayıs 2019, Artı Gerçek.
[2] Ahmet Nesin, “Erdoğan Askerler Gibi Yargılanmama Garantisi İstiyor”, 13 Mayıs 2019, AG.
Erol Mütercimler, “AKP’yi iktidara getiren adamın adı
Çevik Bir’dir” diyor.[1] Orgeneral Bir, 28 Şubat’ın mimarı olarak kabul
ediliyor. Öte yandan, Kadir Mısıroğlu öldüğü vakit tozlu raflardan Uğur
Mumcu’nun kitabındaki bölüm paylaşıma sokuluyor. Orada “Piyade Er” Mumcu, Kadir
Mısıroğlu ile 12 Mart darbesi sıkıyönetim komutanı Faik Türün’ün ilişkisinden
bahsediyor.[2]
İşte sosyalist hareket mensubu bazı alıklar, bu
gerçeklik üzerinden, hâlen daha “Siyasal İslam”dan ve “İslamî Faşizm”den
bahsediyorlar. Bu ordunun İslamcı faşistlerce kurulduğu imasında bulunuyorlar.
Bu alıkların hepsi, esasen o genelkurmaya ve MİT’e çalışıyor.
Nafile yumruklar savurduklarını onlar da biliyorlar.
Hepsi de sosyal medya başından kimse ayrılmasın diye viral hâle getirilen,
dolaşıma sokulan robot, hayvan, zanaatkâr vs. videoları türünden bir iş
görüyor. Herkesi iş yapıyormuş hissine boğuyorlar, ekran başından ayrılmamaya
ikna ediyorlar. Asıl, bu emri kimin verdiğini sorgulamak gerekiyor.
* * *
Zelve, kağnıda öküzün başı boyunduruktan çıkmasın diye
boynun iki yanından boyunduruğa geçirilen çubuğu ifade ediyor.[3] Ona “sami”
diyen de var “sambağı” da.
Uğur Mumcu ve birçok sosyalist açısından, 12 Mart
sonrası Ecevit’in çıkarttığı genel af, bu türden bir zelve.[4] Hâlen daha
teorik planda o zelveye bağlı olarak düşünülüyor. Sosyalist örgütlerin şefleri,
hâlen daha o diyeti ödüyorlar. Bunlara Rahşan affını da eklemek gerekiyor. Bu
afların çıkarttığı sosyalistlerden uzak durulmalı.
O sosyalistler, bir tür zelve işlevi görüyorlar, bu
işlevi yerine getirmeyi içlerine sindirebiliyorlar. O yüzden, üç kuruşluk çıkar
için, düne kadar üniversitede devrimcileri copla kovalayanla yan yana
gelebiliyorlar.
Bu düzlemde sosyalistler, CHP’nin mevcut zemini
üzerinden hareket ediyorlar, saha elemanı olarak faaliyet yürütüyorlar, bu
partiye kitle devşiriyorlar. Devletin Canan Kaftancıoğlu’nu yaldızlamasına o
yüzden seviniyorlar. Onda kendi başarılarını, küçük burjuva kariyerlerini
görüyorlar.
Ama ekrana kilitlenme, onun başından ayrılmama hâli,
doğası gereği, iradeyi ve inisiyatifi bu tür imajlara terk etmeye sebebiyet
veriyor. Seçimin iptali konusunda gösterilen reflekste dile dökülebilen tek bir
sosyalist taktiğe ve stratejiye rastlanmıyor.
Çünkü teori ve pratik, taktik-strateji dolayımı
olmaksızın, özneden, öznenin çıkarlarından gerçeğe doğru teşkil ediliyor.
Öznenin ne ve kim tarafından kurulduğuna hiç bakılmıyor. Onu varedenler ve
sahip olduğu çıkarlar, asıl kabul ediliyor.
Bu noktada taktik ve strateji, egemenlere layık ve has
bir teoriyi ve pratiği bozacağı düşüncesiyle çöpe atılıyor,
değersizleştiriliyor. Saf bir teori, dolayımsız, kırılmadan saf pratiğe yol
veriyor, o yol da egemenlerin dünyasına örgütleniyor. Ezilenlerin, yoksulların
kirlettiği teori; devrimin ve devrimci mücadelenin kirlettiği pratik,
arıtılıyor.
Evet, birileri kongre tertipliyor, ama bu kongreler,
yeni döneme uyum sağlamanın kılıfını örmek ve arınmak için teşkil ediliyorlar.
Çünkü, teori de pratik de efendilerle kurulmuş olan kölelik ilişkileri
üzerinden biçimleniyor. Kongre, teorinin ve pratiğin saflaştırıldığı,
arıtıldığı yer olarak tahayyül ediliyor ve bu teori ile pratiğin satıldığı
stand hâline getiriliyor.
* * *
28 Şubat’ı yapmış paşanın AKP ile ilişkisine bakmadan
“Siyasal İslam” diyenler, sıkıyönetim komutanıyla Kadir Mısıroğlu’nun
ilişkisini görmeden “İslamî Faşiiizm” diye bağıranlar, bilinsin ki, devletin
ajanıdırlar, devlet adına konuşuyorlar.
Bugün ol devlete “onu alma beni al” diye işmar
etmenin, yalvarmanın anlamı yoktur. 9 Mart geleneğinin, Uğur Mumcu’nun bundan
başka bir şey söylemesi mümkün değildir. O gelenek, 12 Mart’ın bir parçasıdır.
Darbe süreci, o çok solcularca meşru bir zemin kazanmıştır.
Attila İlhan’ın ağzından döküldüğü biçimiyle bu sol,
“ulan Ankara ben senin oğlun değil miyim?”[5] diye serzenişte bulunup durur,
arada mızmızlanıp sosyalistmiş gibi yapar, bu, babasını kızdırmak, bir yanıyla,
ilgi, şefkat görmek isteyen çocuğa has bir tavırdır. O “hergele”nin adamdan
sayılma arzusu, devrimci bir anlama sahip değil.
Batı’daki İslam düşmanı liberallerin uydurdukları
“İslamî faşizm” terimini buraya tercüme etmelerinin sebebi burada. Hatta “AKP
mafyadır” lafı bile Bill Maher çevirisinden alınmış gibi. Maher, “İslam mafya
gibi hareket eden tek dindir” diyor.[6]
Böylelikle orta sınıflara yönelik korkuların
kaynatıldığı kazana kepçe sallayabileceklerini düşünüyorlar. Ama döne dolaşa
devletin ve iktidarın yeniden tesis ve teşkil edildiği momente figüran
oluyorlar. O süreci perçinliyorlar. İngiliz tüccarın yanına ilişiyorlar, onun
korkularına tercüman oluyorlar, İngiliz tüccarın “yaş tahtaya
basmayacağını" kendi ticari faaliyetlerinden biliyorlar, bu faaliyetleri
devrimcilik olarak yutturmaya çalışıyorlar.
O kazan ve içindekinin devrimci anlamda kırılması,
bölünmesi, dönüşmesi, başka bir düzleme geçmesi, en son istedikleri şey. Devlet
içi sandalye kapma oyununda kendilerine yer bulabileceklerini zannediyorlar.
Onlar, devrimdeki kitleyi ve kitledeki devrimi oyalamak için varlar.
* * *
Seçimin yenilenmesi de Öcalan’ın açıklamasına izin
verilmesi de Kuzey Suriye ile ilgili tartışmalar da ne İslam’la ne liberal bir
faşizm edebiyatıyla alakalı, doğrudan sıkıyönetimin ve komutanlığın bir
sonucudur. Sıkıyönetim ve komutanlık, sosyal medyada milleti oyalasınlar diye
sanatçıları, onların önüne takılan sosyalistleri görevlendirmiştir.
Youtuber’larla sosyalistleri yan yana düşüren, içtima alanına toplayan, aynı
komuttur. Komut, bir yanıyla, rengârenk saçlı genç kızla başörtülü kızı yan
yana aynı sofraya oturtan içecek firmasına aittir. Seçim, artık meşrudur.
O firmalar, uzun zamandır bürokratik örgütlenme
modelinin katılım ve demokrasi ile birlikte anakronik bir hâl aldığını
söylüyorlar. Dolayısıyla, o bürokrasinin yerini, herkesin kendisini kontrol
ettiği, herkesin eşit sorumluluk üstlendiği (collegial control)
profesyonel modelin alması gerekiyor. Bu model, farklı bir siyaset öneriyor,
solcular da bu siyaseti devrimci ve ilerici diye yutturmaya çalışıyorlar.
“Ulan Ankara”nın oğlu olmak, artık başka bir yola ve
seçeneğe sahiptir. Sonuçta bu liberal ve özgürlükçü dönüşümün sosyalistleri de
türemelidir. Gerici, muhafazakâr, yobaza karşı “beni seç” diye yalvaran küçük
burjuva, bir süre, “bak sosyalist olurum ha!” tehdidinde bulunur, öyleymiş gibi
görünür de. Egemenler, suyun başını tutacak birilerine her zaman ihtiyaç
duyarlar.
Ankara’ya beğendirilecek bir siyasi çizginin
yoksullarla, emekçilerle bir alakası olamaz. Devletteki dönüşüme bürokrat değil
de profesyonel olarak dâhil olma arzusu, siyaseti tayin edemez. “Nasıl olsa
profesyonel devrimciydik” deyip, bu “devrimcilik”, şirket yöneticiliğine,
şirket danışmanlığına ve yuppie’liğe bağlanamaz.
* * *
Kadıköy, Kızılay gibi yerlerde mekân açmanın,
açabilmenin devletle rabıtası sorgulanmalıdır. “Ankara” denilen mecaza
yaranmanın, bunun için ödenen diyetin ardı arkasına bakılmalıdır. Sonuçta
sosyalist hareketin Kadıköy ve Çankaya hassasiyetlerine doğru kapanması, devlet
için fazlasıyla hayırlıdır. O, artık Türkiye’nin hassasiyetlerini her daim
gözetmek zorundadır. O hassasiyetler, her yaşananı “işte AKP’nin sonu geldi,
sonun başlangıcı bu” diye karşılayacak, milleti bu şekilde oyalayacaktır.
Türkiye’nin hassasiyetlerinin emekçiyle, yoksulla bir
alakası yoktur. Asıl tuzak, burasıdır. “Her şey”, devlet ve sermaye için “çok
güzel olacak”tır. Kendisini devletle ve/veya sermayeyle tanımlı ve var kılan
bir sosyalist hareketin kimseye hayrı olmayacaktır.
Başka bir şairin ağzından çıktığı biçimiyle, sol
“köylüleri öldürelim”dir[7], o sol, bugün “işçileri öldürelim” demektedir. “Ne
adına?” ve “kim için?” soruları, dün olduğu gibi bugün de yakıcıdır. İşçi ve
köylü düşmanı bu şairler, zengin semtlerdeki mekânlarda akşama dek tavla
oynayıp, geceleri rakılarını yudumlarlar. İşçi ve köylü, işte tam da bunun için
öldürülmelidir. Zaten teorik olarak ölmüştür. Çünkü artık “Yaşasın İmamoğlu ve
temsil ettiği değerler!” diye haykırmanın vaktidir.
Eren Balkır
7 Mayıs 2019
Dipnotlar:
[1] Erol Mütercimler, Youtube.
[2] “Uğur Mumcu’nun Kaleminden”, 6 Mayıs 2019, Cumhuriyet.
[3] “Kağnı”, Burhan Oğuz.
[4] “Eren Balkır, “Sadak ve Eldiven”, 11 Şubat 2017, İştirakî.
[5] Attila İlhan, “İlk Kelepçe”, Behramoğlu.
[6] Luke Savage, “Yeni Ateizm, Yeni İmparatorluk”, 19
Aralık 2014, İştirakî. Savage, yeni ateizm konusunda şu
tespiti yapıyor: “Yeni Ateizm, imparatorluğun fikrî savunusundan ve küresel
kapitalizmin adaletsizliklerini örtbas eden bir duman perdesinden başka bir şey
değildir.”
[7] Şükrü Erbaş, “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz”, Nihayet.
Önder Babat. 2004’te katledildi. Sonra başka bir
örgüt, bir MİT görevlisini sorgulayıp onun katilini ortaya çıkardığını söyledi.
Babat’ın örgütü, buna karşı çıktı.
Aradan geçen onca zamanın ardından, bu yıl içerisinde,
anma etkinlikleri için Babat’ın bir resmini çizdiler. (Aynı el, aynı şekilde
Deniz Gezmiş de çizmişti.) Karakteristik bir burnu vardı Babat’ın, ama o
resimde burun yoktu. Sadece sürmeli bir çift gözdü gördüğümüz.
Ölümü estetize etmek, onun ağırlığını ve sancısını
hafifletmiyor maalesef. Yalnız o resimdeki sürmeyi, solda giderek moda hâlini
alan LGBT merakıyla ilişkilendirmek, onunla birlikte ele almak gerekiyor. Oradaki mesaj, görülmeli. LGBT kimlikçiliği için alınan fonlar, siyaseti estetize etmek, botokslamak için kullanılıyor.
Aynı durum, türkülerin Cem Adrian’a söylettirilmesinde
de söz konusu. Çünkü artık translar, üstlerini çıkartıp, sokak ortasında polise
karşı salladıkları maket bıçaklarını ve jiletleri etlerine vurmuyorlar. Onlar
da çeşitli kurumlar, dernekler, örgütler aracılığıyla rehabilite ve estetize
edildiler, topluma kazandırıldılar.
Avrupa Birliği menşeli çalışmalarla bu şiddet eylemi,
yerini daha estetize görüntülere, çıplak Nişantaşı danslarına, disko şovlarına
ve Kerimcan'a bıraktı. AKP döneminde sol, estetize edildi, Batı’nın dişine
uygun bir içerik ve biçim kazandı. Asıl sorun, bunu kendisinin talep etmiş
olmasıydı.
Hindistan için üretilen projelerin daha mikro ölçekli
hâlleri, Ortadoğu’ya pazarlanıyor. Sol, bu standların sahibi olmak istiyor.
Hindistan, teni beyazlaştıran kremlerin en fazla satıldığı ülke. “Burada
evlilik siteleri ve Bollywood yıldızları, açık tenli olmanın daha hayırlı
olduğunu söyleyip bu yönde propaganda faaliyeti yürütüyorlar.”[1]
Fanon, bu ezilenin ezene benzeme tavrını çifte deri
metaforu ile anlatıyor. Bir yanık sonrası vücut, derinin üzerini ince bir
deriyle kapatıyor. Siyah, beyazlayarak efendisine yaranabileceğini düşünüyor. “Epidermalizasyon”
kavramına başvuran Fanon, bu kavramı “Sosyo-ekonomik adaletsizlikler üzerinden
aşağılık kompleksinin içselleştirilip ırkı beyazlaştırma arzusu” olarak
tanımlıyor.[2]
Dolayısıyla, mücadelenin kolektif salahiyeti için bugün
en fazla sola vurmak gerekiyor. Çünkü o çifte deri, en çok, onun eliyle
oluşuyor. Boyna mor fularlar bağlayan “tersane işçisi”, böyle yaranacağını
düşünüyor. Bir vakitler “Ostim’in fakir işçisi”, özde sosyolog, nasıl girdiğini bilmediğimiz bakanlıktaki
işini kaybedince, bu sayede şehrin göbeğinde kendisine kafe açabileceğini
biliyor. Sol, deri değiştiriyor.
Çifte deriyi Erol Katırcıoğlu’yu önder belirlemiş
örgütler teşkil ediyorlar.
Onlar, işçinin eylem günü olarak 1 Mayıs’a bile
tahammül edemiyorlar. Bu nedenle Katırcıoğlu’nun yönettiği örgütler, sosyal
medyalarında en fazla kampüs cadıları resimleri paylaşıyorlar. Hiçbir resimde
tek bir işçiye yer verilmiyor. Çünkü işçi çirkin, gözleri sürmesiz, burnu
iğreti, elleri nasırlıdır. O, eşikten içeri alınmamalıdır.
Kürt de öyledir. Sol, ancak Amerika, Kürtleri bölgede
kendisine “yoldaş” belirlediği noktada onların yanına ilişebilmiştir. Eskiden şovenizmden, milliyetçilikten, şiddet düşkünlüğünden, küçük burjuva sapmadan söz eden örgütler, bu sayede Kürt ile yan yana gelebilmiştir. AB ve
ABD’nin Kürt merakı ile solun merakı, bağlaşıktır. Ona bir zamanlar “küçük
burjuva milliyetçiliği” diyenler, bugün “devriminin yolundayız, bize başka yol
yok, devrim senden sorulur” demektedirler. O yol da devrim de yalandır!
Aksu Bora’nın Heinrich Böll Vakfı ile Amed’de kadın
emeğinin görünürlüğü üzerine konferans vermesi, sömürgeci projenin bir
gereğidir. Kagider’in ve devletin görünür kılmak istediği kadın emeği ile
Bora’nın bahsini ettiği emek, aynıdır. Bora, bir devlet projesi dâhilinde
bölgeye çıkartma yapmaktadır. Tanıl Bora da aynı bağlamda “Kürt kimliğini
tanıyan bir resmi görüş” inşası derdinde olan devletin uzantısıdır.[3]
Eskiden Semra Özal’ın Papatyaları, Türkan Saylan’ın
kızları, Koç menşeli doğum kontrol kampanyaları, “Kürtler fazla ürüyor” diyen
komutanlar vardı. Bugün bunların yerini Kürt hareketinin yetiştirdiği isimler
ve Aksu Bora almıştır. Devlet, eski işlerini yeni şahıslara yaptırmaktadır.
Çocuk evliliği, kızların okula gönderilmesi, nüfus kontrolü gibi konular, artık
Kürtlere taşere edilmektedir. Bunlar, hep çift derili oluşun bir sonucudur. AKP
ise en önemli kitle tabanı olan Müslüman Kürtleri kaybedecek adımlar atmakta,
bu bağlamda önemli medreseleri birer kültür derneğine dönüştürüp batıya
yollamaktadır.
Bu zemine uygun hareket eden, ona göre kendisini
formatlayan sol, derinin oluşumuna katkı sunduğu ölçüde varolabileceğini görmüştür.
O, önderi Erol Katırcıoğlu’nun kapitalizme karşı olduğu yanılsaması
içerisindedir. Onun asıl karşı olduğu, sosyalist harekettir. Varlık sebebi, bu
karşıtlıktır. Çünkü Katırcıoğlu’nun kasti önermesinin aksine, işçi sınıfı “mağdur”
değil, “mezar kazıcı”dır. Bu tür isimler, işçiyi mağdur derekesine düşürmek,
ondaki devrimci imkânı silmek için vardırlar. Sol örgütler, basit birer
think-tank kuruluşuna, sıradan birer derneğe bu bağlamda dönüştürülmüşlerdir.
Hepsi HDP-CHP projesinin alt bileşeni, sahada faal derneğidir.
Solun elini attığı her iş, bu tür bir içeriğe
sahiptir. Sol, translardaki veya kadınlardaki şiddeti silmek için bir süre AB
fonları üzerinden kimlikçi siyaset yaparak varolabileceğini düşünmektedir.
Sol, bu sene 1 Mayıs’ı, Erol başkanlarının emriyle,
“mağdur kimliklerin bayramı” hâline getirmeyi bilmiştir. O, artık sevgililer
günü ve her türden resmi tüketim bayramı derekesindedir. Liberal iyi niyetli
taşlar, faşizmin cehennemi için döşenmektedir.
O yol dâhilinde, adını bir işçi direnişinden alan,
türedi “yazarlar”dan Kavel Alpaslan, İmamoğlu’nun 1 Mayıs mitinginde kısa
konuşmasına üzülmektedir.[4] Göze çekilen sürmenin farkında olması mümkün
değildir. Çünkü o, bir yerlerden tırtıkladığı cümleleri, başka yazılardan
çevirip alt alta dizdiği paragrafları yazı diye satmakla meşguldür.
Mesele, Kavel veya bir şahıs değildir. Solun teorik
faaliyeti bu düzeydedir. Herkes, CHP-HDP bağlamında devrimin değil, ekmeğinin
peşindedir. Her mesele, buradan karşılanmaktadır.
Avrupa’daki örgütlerin pratiklerine bakılacak olursa,
Mahir’in ve İbrahim’in de burunları yakında silinecek, gözlere sürme
çekilecektir. Bu mağdur edebiyatı, “çok eziliyorum, lütfen iltica başvurumu
kabul edin” yalvarışının bir sonucudur. Dik duran bir devrimcilik, bugün fazla
erildir, derhal törpülenmelidir.
Geçmişte Gaffar Okkan’ın ölümüyle ilgili olarak
Diyarbekir’de bir futbol maçı düzenlenir. Bir takımın hocası Reha Muhtar,
diğeri Mehmet Ali Birand’dır. Teröre karşı mücadelenin parçası olarak
gerçekleştirilen maçta karşımıza, daha çok müzik şirketi Prestij ailesinin
üyeleri çıkmaktadır. Şöhretler maçının yedek kadrosu arasında kısa süre önce
Almanya’ya giden Ferhat Tunç da vardır.[5] Bu örnek, sömürgecilik, devletin
kitle siyaseti ve dönüştürme pratiği bağlamında akılda tutulmalıdır.
Batı’nın “sınırsız-sınıfsız” sokaklarından buraya
bakanlar, ancak bu tür projelerde yer alabileceklerini görebilmektedirler.
Devrimci siyaset, yerini fonlanmış proje faaliyetlerine bırakmıştır. O
faaliyetler, devrimci değil, birer mağdur birey olarak işçiye alan açarlar.
Onların kapitalizmle bir dertleri yoktur.
[2] Wael Omar, “Frantz Fanon’un Gözüyle Filistin II”,
30 Ekim 2015, İştirakî.
[3] “Kürdü Tanımayan Resmi Görüşün Artık Geçerliliği
Yok”, 18 Şubat 2015, DİHA.
[4] Kavel Alpaslan, “İmamoğlu Konuşurken 1 Mayıs
Meydanı”, 1 Mayıs 2019, Duvar.
[5] Diyarbakır Ünlüler Maçı, Youtube.