“Yeni Ateistler”in ilgi görmelerinin nedeni, onların
Batı emperyalizmine gerekli entelektüel kılıfı sunuyor olmalarıdır.
Kendisinin radikal bir polemikçiden neokonservatif bir
şahine dönüşümünü izah ederken Christopher Hitchens, politikasının hiç
değişmediği hususunda ısrarcı. Ona göre, Vietnam Savaşı’na karşı çıkmakla
Irak’ın işgalini zerre pişmanlık duymadan desteklemiş olmak, gayet tutarlı.
Aynı şekilde, Noam Chomsky ve Edward Said gibi isimlerin bulunduğu kardeşlik
derneğini terk etmek ve Paul Wolfowitz’in misafiri olarak Beyaz Saray’da
şampanya yudumlamak da gayet tutarlı.
Hitchens, geçmişte aldığı tüm konumları birbirine
bağlayan tek bir entelektüel bağ olduğunu iddia etmekten hoşlanan bir isim:
“Totalitarizm”. “Bana göre düşman, totaliter olandır. Sadece eylemlerinizi ve
verdiğiniz vergileri değil, kafanızın içini de kontrol etmek isteyen, katıksız
bir totaliterdir.”
Ama çıkardığı tüm bu emperyalizm yanlısı kuru gürültü
karşısında o, nihayetinde uluslararası şöhretini dine dönük saldırısı üzerinden
elde etti. Onun iddiasına göre, dine saldırıları da temelde “totaliter olana
karşı” girişilen eylemlerdi ve bu, Kuzey Kore’ye ya da Joseph Stalin’e karşı
koymaya benziyordu. “Yeni Ateist” hareketin parlak bir lideri olan bu eski
sosyalist, son on yılını dine karşı savaşmakla ve emperyalizmle barışmakla
geçirdi.
Richard Seymour’ın Unhitched isimli kitabında
tespit ettiği üzere, Hitchens’ın dönüşümü, kitabî bir nitelik arz etmese de,
esasen eşi benzeri görülmemiş bir dönüşüm de değil:
“Hitchens’ın
anti-teizminin gördüğü işlev, yapısal açıdan Irving Howe’un Stalinofobi olarak
nitelediği şeye benzer. […] ‘Stalinizm’ denilen umacı ve günah keçisi, sağla
kurulan yeni ittifakı meşrulaştırdı, insanları kapitalist toplumdaki kalıcı
adaletsizlere karşı kayıtsızlaştırdı ve ‘Özgür Dünya’ adına yapılan baskıcı
uygulamalara hoşgörüyle yaklaşıldı. Aynı kaba biçim dâhilinde, Hitchens’ın dine
yönelik meşguliyeti, kapitalizmin ve imparatorluğun adaletsizliklerine karşı
gözleri kör etmekle kalmadı, ayrıca onlara dönük arsız bir savunuya yol açtı.”
Hitchens’ın Tanrı Büyük Değildir gibi
polemikleri üzerinden “Yeni Ateizm” yaygın bir ilgi gördü. Hitchens’ın yanı
sıra, hareketin diğer iki önde gelen şakirdi, Sam Harris (İnancın Sonu)
ve Richard Dawkins (Tanrı Yanılgısı), dinî isimlerle kamuoyu önünde
sayısız tartışma içine girdi, bu polemikler söz konusu isimleri, internet
ünlüleri ve anti-teizmi popülarize eden kişiler kadar etkili insanlar hâline
getirdi.
Göründüğü gibi ve onun ortaya koyduğu anlayış
üzerinden bakıldığında Yeni Ateizm, Bacon ve Descartes gibi düşünürlerin
eserlerinde bulunan Aydınlanma bilimciliğinin yeniden canlandırılmış bir
tecessümüdür: bu bilimcilik, dinî metinleri ve gelenekleri empirik soruşturma
yoluyla rasyonel bir incelemeye tabi tutan ve taşralılığa ait güçlere karşı
evrensel aklı savunan, eleştirel bir söylemdir.
Pratikte Yeni Ateizm, popülerliğini ve ticarî
başarısını, neredeyse tümüyle “teröre karşı savaş”a, işe yararlılığını
emperyalist jeopolitikanın entelektüel aracı olmaya borçlu olan kaba,
indirgemeci ve alabildiğine seçici bir eleştiridir.
İlk dönem ateist geleneklerin bazıları, şiddeti
reddedip Sol’un sahip çıktığı davaların savunuculuğunu yapmışsa da (örneğin
Bertrand Russell hem sosyalisttir hem de tek taraflılıkçıdır), bugün Hitchens,
Dawkins ve Harris’in temsil ettiği ateist damar, saldırgan savaş, devlet
şiddeti, temel insan haklarının kısıtlanması, işkence, hatta işkence
bağlamında, Arap uluslarına karşı jenoside benzer, önleyici nükleer
saldırıların yapılmasını savunmakta, bu tür fikirleri benimseyip lehte olacak
şekilde kafa patlatmaktadır.
Bu ateizmin önde gelen taraftarları, birbirinden
farklı ideolojik kılıklara bürünseler de benimsedikleri politika, sağ
liberallerden Avrupa aşırı sağının proto-faşist demagoglarına uzanan bir
aralıkta seyretmektedir.
İslamî İstisnacılık
Hitchens’ın çok satan kitabı, bize Yeni Ateist
hareketin öncelikleri ve odak noktası hakkında bir şeyler söylemektedir (Tanrı
Büyük Değildir ismi, yaygın bir Arapça ifade olan Allahu Ekber’in
patavatsız biçimde ters yüz edilmesini amaçlamaktadır. Allahu Ekber “Allah
Büyüktür” demektir. Şüphesiz yazar, bu ismi eğlenceli ve put kırıcı bulmuştur.)
İstisnasız, İslam’la meşgul olan herkes, dine dönük, objektif bir bilimsel
eleştiri ortaya koysa da, tüm bu söylemi bir biçimde telkin edecektir.
Esasında Sam Harris’in çokça tartışılan, Ekim ayındaki
Real Time programına Bill Maher’la birlikte çıkışı ve birçok Müslüman’ı
“cihadist”, “İslamcı veya “muhafazakâr” olarak sınıflandıran ham bir yaklaşım
sergilemesi, Yeni Ateist hareketin önde gelen simaları gibi, onun elindeki
İslam’ı şeytanlaştırmaya yarayan epey zengin arşivi tamamlayan cinstendir.
Yazar, İnancın Sonu isimli çalışmasının sonunda
şunları söylemektedir: “İslam, insanların uydurdukları diğer tüm dinlerden daha
fazla olmak üzere, ölüme tapınmanın en mükemmel özelliklerine sahip olan bir
dindir.” Başka bir yerde ise şu tespiti yapar: “Diğer büyük dinler, hoşgörüsüzlüğün
bereketli birer kaynağı ise de, şurası açık ki İslam öğretisi, küresel
medeniyetin zuhuru aleyhine özgül kimi sorunlara yol açmaktadır.” Ayrıca bir de
Irak Savaşı’nı insanî ve medenileştirici bir misyon olarak savunurken, şunu
söyler: “Biz terörizmle savaşmıyoruz. Biz, İslam’la savaşıyoruz.”
Şüphesiz ki Harris’in görüşleri oldukça keskindir ama
bu görüşler, Hitchens ve Dawkins’in görüşleriyle örtüşen görüşlerdir. 2007’de
verdiği bir röportajda Hitchens şunu söyler: “Eğer bana ‘İslam’ın sorunu ne?’
diye sorarsanız, onun, diğer dinlerle aynı sorunu paylaştığını söylerim. Ancak
İslam’ın, düzeltilmesi mümkün olmayan başka bir sorunu daha vardır. Hep
liberallerden ‘keşke İslam da bir reform sürecinden geçmiş olsaydı’ lafını
duyarsınız, iyi ama bu, imkânsızdır. İslam’ın reform yaşaması mümkün değildir.
O, bu nedenle alabildiğine tehlikeli bir dindir.”
Sahip olduğu bariz şovenizme ek olarak bu ifade, doğru
bir tarihsel iddia olmaktan epey uzaktır ve tam da kendi tespiti üzerinden,
ikiyüzlüdür. Kimsenin bir kurgu olduğuna inanmadığı İslamî köktencilik, bazı
kemikleşmiş ortaçağ geleneklerine bağlılığından değil, aksine, modernist
dinamizmi etkin bir biçimde ve şevkle benimsemesinden ötürü sinsi bir
yönelimdir.
Bu noktada altta kalmamak için Richard Dawkins,
İslam’ın “bugüne dek görülmüş en kötü güç” olduğunu söyler (ama öte yandan da
eğlenceli biçimde, Kur’an’ı okuma zahmetinde bulunmadığını da belirtir). Başka
zamanlarda, Twitter âleminde Dawkins daha kaba olabilen bir isimdir: “Bana
göre, Hitler’in yarattığı dehşet, müritlerinin koyunlar kadar aptal olmasının
verdiği şaşkınlığın bir ürünüydü. Aynı şeyi İslamcılık için de düşünüyorum,
buna göre, o vakitler yeni devlet adamı olmuş makale yazarı Mehdi Hassan vasıfsız
bir gazeteciydi çünkü o aynı zamanda bir Müslüman’dı.” Başka bir örnek olarak
şunu aktarmak mümkün: “Tüm dünya Müslümanları Cambridge Trinity College’dan
daha az Nobel ödülü almış. Ortaçağ’da büyük işler yaptılar ama!”
Yeni Ateistlere göre tüm dinler aynı ölçüde kötüdür
ama İslam daha da kötüdür.
İmparatorluğun Cariyeleri
Batı toplumlarında Müslüman karşıtı hisler veya
neokonservatif jeopolitika 11 Eylül sonrası dünyada yükselişe geçmeseydi, Yeni
Ateist projenin ticarî ve entelektüel başarı kazanması imkânsızdı. Bu proje,
“teröre karşı savaş” fonuna uygundu, şiddete ve yıkıcılığa işaret eden
maceracılığıyla İslam’ı monolitik bir kötülük olarak tarif etti ve bu anlayış,
itibarlı liberallerin egemenliğindeki mahfillerde epey taraftar buldu.
Real Time denilen
programda hem Harris hem de Maher, o bilindik argümanı dile getirdi ve
başkalarının korku, çekingenlik veya muhtemelen görecilik yüzünden seçerek
tatbik ettikleri “liberal ilkeler”i savunduklarını söylediler. Maher şu
iddiadaydı:
“Liberaller,
liberal ilkeler için ayağa kalkmalıdırlar. […] Konuşma özgürlüğü, dinini
özgürce ve korkmadan yaşama özgürlüğü, eşcinseller dâhil tüm azınlıklara
eşitlik. […] Bunlar liberallerin de alkışlayacağı liberal değerler, iyi ama
‘Müslüman dünyada bu nitelikler eksik’ dediğinizde, onlar sadece üzülmekle
yetiniyorlar. […] İslam, Mafya gibi hareket eden tek dindir.”
Harris, bu sözlerini sonradan teyit etti ve daha da
ileri götürdü:
“Liberaller,
teokrasi konusunda gerçekten çuvalladılar. Onlar, beyazların teokrasisini
eleştiriyorlar, Hristiyanları eleştiriyorlar. […] 1984’te yaşanan kürtaj
kliniğinin bombalanması eylemi konusunda ajitasyon yapıp duruyorlar. […] Bize
bu ‘İslamofobi’ memi, masalı çok anlatıldı. Bu masala göre, İslam öğretisine
yönelik her eleştiri, halk olarak Müslümanlara dönük dar kafalılıkla ilgilidir.
[…] bizim tüm kötü fikirleri eleştirmemiz gerek… […] İslam da bugün kötü
fikirlerin şahdamarıdır.”
Bu tespitlerle ilgili söyleyecek çok şey var ama önce
pratikte şu “liberal ilkelerin asil ve cüretkâr savunusu”nun nasıl bir şey
olduğuna bir bakmak gerekecek.
Yeni Ateist harekete mensup düşünürlerin siyaseti tek
biçimli değil. Örneğin Dawkins, 2003 Irak işgaline karşı çıktı, Hitchens ise bu
savaşın en önemli savunucularından biriydi. Harris, “teröre karşı savaş”
dâhilinde işkence yapılmasını etik bir zorunluluk olarak savundu, bile isteye
basınçlı su işkencesine maruz kalan Hitchens ise işkenceye karşı çıktı. Hem
Hitchens hem de Harris şiddete, kana susamış bir retoriğe dayalı çıkışlar
yapmaya hep eğilimli olmuşsa bu, Dawkins için pek geçerli değildir.
Gene de hepsinin de ortak birkaç fikrî bağla
birbirlerine bağlı olduğunu görmek gerekmektedir. Her bir isim, barbar, tekçi
ve gerici Doğu’ya karşı, medeni, kozmopolitan ve ilerici Batı’nın safında olan,
çift taraflı bir dünya görüşüne sahiptir. Farklı politik konumlar üzerinden
Harris, Hitchens ve Dawkins, Sağ ile belirli zamanlarda kamuoyu önünde
cilveleşmiş, onun en pespaye, en itibarsız unsurlarını coşkuyla desteklemiş,
onlara dönük sempatilerini ifade etmiştir.
Üç isim de görünüşte kültürel liberaldir. Esas olarak
liberal seyirciye seslenirler. Sean Hannity veya Rush Limbaugh’nun asla
seslenemeyeceği yollardan, Demokrat Parti’nin kentli ve “itibarlı”
taraftarlarına bakarlar. Öte yandan da terimin yaygın olarak anlaşılan biçimine
göre, alabildiğine liberal olmayan konumlar alırlar ve kimi eylemler içerisine
girerler.
Entelektüel süsü püsü kazınıp bakıldığında tüm Yeni
Ateist metinler, Darwin, Newton ve Galile’ye dönük bir yığın cıvık atıfla
doludur. Burada karşımıza, geçmişteki imparatorlukların dilini incelemiş
herkese aşina gelecek bir dünya görüşü çıkmaktadır: kültürel açıdan üstünlükçü,
yabancıyı özselleştirip ötekileştiren, denk kısımları himaye eden, pederşahi
davranıştan yana, kendi amaçları doğrultusunda uygulanmış şiddeti meşrulaştıran
bir dildir bu.
İnancın Sonu isimli
çalışmasında Harris’in yaptığı tespite göre, İslam ile medeniyet arasında
yaşanan ve herkesin gözünün önünde cereyan eden çatışma daha da yoğunlaşırsa,
nükleer saldırılara ihtiyaç duyulabilir:
“Ya
İslamcı bir rejim cennet bahsi üzerinden iyice bönleşir de uzun menzilli bir
nükleer silâha sahip olursa ne olur? […] Muhtemelen hayatta kalmamızı
sağlayacak yegâne şey, nükleer saldırıyı ilkin bizim gerçekleştirmemizdir.”
Irak Savaşı’nı meşrulaştıran önemli gerekçelerden
birini tasdik ederken Harris, bu savaşı medeni Batı’nın İslamî barbarlığı
yenmek için yapılması gereken asil ve özgeci bir haçlı seferi olarak tarif
etmiştir. Harris, 2004’ün sonunda Washington Post’a şunu yazar:
“Medeni
insanlık [Batılılar], bugün kendileri için oldukça maliyetli olacak bir yoldan,
Irak halkının hayatını iyileştirmeye çalışıyor.”
İnancın Sonu’nun
başka bir yerinde ise şu iddiada bulunur:
“Sivil
zayiatla ilgili vicdanî rahatsızlığımızın bizi felç etmesine izin veremeyiz,
çünkü düşmanlarımız, bu türden bir vicdanî rahatsızlık nedir bilmiyorlar.
Onlar, savaşa ‘önce çocukları öldürün’ yaklaşımı üzerinden bakıyorlar, bizse,
onların şiddeti ile bizimki arasındaki temel farkı görmezden geliyoruz.
Silâhların dünyamızda yayıldığı koşullarda, bizim bu savaşı kılıçlarla yapma
şansımız yok. Şurası kesin ki her türden sivil zayiat, önümüzdeki yıllarda
hayatımızın bir parçası olacak.”
Kitap, Arap milletlerini gerici olarak kodlayıp
Müslümanları da ilkel, pederşahi, himayeci bir vesayete muhtaç varlıklar olarak
göstererek devam ediyor. “Artık tüm kültürlerin aynı ahlâkî gelişme aşamasında
olmadığını kabul etme zamanıdır.” Devamında da sanki on dokuzuncu yüzyıl
buduncusu konuşuyor gibidir: “Tarihlerinin bu aşamasında Müslümanların çoğuna
oy kullanma özgürlüğü verin, bakın göreceksiniz, politik özgürlüklerini
kökünden söküp atma lehine özgürce oy kullanacaklardır.”
Yazara göre gerekli olan, “şefkatli” bir zorbalığın
onlara dayatılmasıdır:
“Belli
bir tür şefkatli diktatörlük, genel manada gerekli olacaktır. […] Ama şefkat
önemli bir husustur, eğer devletin içerisinden zuhur etmezse, dışarıdan
dayatılması gerekir. Bu dayatmanın araçları ister istemez kaba olacaktır: bu da
ekonomik tecrit, (açık ya da gizli) askerî müdahale veya her ikisinin bir
bileşkesinden oluşacaktır.”
“Teröre karşı savaş”ın önde gelen propagandacısı
olmaya gönüllü olarak soyunan Hitchens ise şiddete dayalı militarizmin
retoriğini görece daha büyük bir şevkle benimsemektedir. Bu noktada onun
1969’da Kamboçya’nın bombalanmasında oynadığı rolden ötürü Henry Kissinger’ı
epey eleştirmiş bir isim olduğunu hatırlamak gerekmektedir.
2004’te Amerika’nın Amerika karşıtı isyancılarca işgal
edilmiş olan Irak’ın Felluce kentine yaptığı saldırıdan bahsederken Hitchens,
“ölü sayısı yeterince yüksek değildi, çok sayıda cihadist kurtuldu” demiştir.
(Felluce Savaşı’ndaki sivil ölü sayısı ihtilaflıdır ama sahadaki yardım
grupları, yaşananın “insanî bir felâket” olduğunu söylemişlerdir. Kentte bugün
yaşayanlar, yüksek doğum kusuru ve kanser oranlarıyla yüzleşmektedirler.
Muhtemelen bu, fosfor ve diğer kimyasal silâhların kullanılması ile ilgilidir.
Lösemi vakalarındaki artış, Hiroşima’nın 1945’te bombalanmasından sonra
ulaşılan rakamları aşmıştır.)
Ayrıca Hitchens, Afganistan’da parça tesirli
bombaların kullanımını da över:
“Çok
iyi, çünkü bu çelik saçmalar, insanın içini delip geçecek, sonra da bir
başkasını öldürecek. Eğer bunlar kalplerinin üzerinde Kur’an taşıyorsa, bu
saçmalar onu da delip geçecek.”
Cihadistler konusunda ise şunları söyler:
“Bu
insanları öldürmek, hem bir tür zevk hem de görevdir.” Başka bir yerde de,
yaklaşık 80 milyon nüfusu olan İran’la ilgili olarak, Wisconsin, Madison’da
kendisini beğenen seyircileri bile şoke eden, şu sözleri sarf eder. “Bu kara
cahil ülkenin yeryüzünden yok edilmesi hâlinde tek bir damla gözyaşı dökmem.”
Hitchens ve Harris’in retoriğindeki ana eğilim,
kendisinin seçtiği düşmanların uyguladığı şiddete karşı nefret kusmak ama öte
yandan da herhangi bir emperyalist ya da sömürgeci ideolojinin asli parçasını
göreceleştirip meşrulaştırmaktır.
İslamofobi ve Irk
Önde gelen Yeni Ateistlerin diğer bir meşguliyeti,
Avrupa’daki neofaşist sağın bir dizi temasını yankılamaktadır.
En fesat hâliyle Harris, Avrupalı Müslümanların doğum
oranlarına kafa patlatır ve onların çok doğurgan olduklarını söyler. Oysa
Avrupa’da Müslümanların yarattığı demografik tehdit, empirik açıdan kolayca
boşa düşürülebilecek bir iddiadır.
Demek ki mesele bu değildir. Harris’in aşırı sağcı
isimlerin yaklaşımını onaylayan açıklamalarının altında, tüm rezilliğiyle açığa
çıkan alt metne bakılırsa, Müslümanlar demografik açıdan kimi tehlikelere yol
açmaktadırlar. Hristiyan Milletine Mektup’ta Harris, aşırı sağcılara
dönük beğenisini açığa vurur ve şunu söyler:
“Birkaç
istisna olmakla birlikte, bugün İslam’ın Avrupalı toplumların yüzleştikleri bir
tehdit olduğunu dürüstçe söyleme cesaretini bir tek faşistler göstermektedir.”
Bu noktada Harris, Mark Steyn gibi neokonservatiflerle
aynı arazide at koşturmaktadır. Steyn’e göre, “40 yaşındaki, hadi şunu 75
değilse de 60 yapalım, her Avrupalının, ömrünün son günlerini İslamlaşmış bir
Avrupa’da geçirmesi artık kesindir.”
Steyn’in Yalnız Amerika: Bildiğimiz Dünyanın Sonu çalışmasını
olumlu eleştiriye tabi tutan Hitchens, Harris’in faşist yanlısı hislerini
paylaşmadığını dile getirir ama şu “demografik tehdit” meselesinde de ona
itiraz etmez. Hitchens de yakın dostu, romancı Martin Amis’i savunan bir
isimdir zira: Amis ise Times dergisindeki şu sözlerin sahibidir:
“Ortalıkta
‘Müslüman toplum kendi düzenli evini elde edene kadar çile çekmesi gerekecek’
diyen bir anlayış var, duymuyor musunuz? Bu neyin çilesi? Seyahat etmelerine
izin verilmiyor. Sınır dışı ediliyorlar. Özgürlükleri kısıtlanıyor. Ortadoğulu
ya da Pakistanlıya benzeyen insanlarca çırılçıplak soyuluyorlar. […] Ayrımcılık
tüm toplumu yaralıyor, onlar da çocuklarına karşı sertleşiyorlar.”
Harris’in Müslümanları özgül bir demografik ve
güvenlik riski olarak görmesi, onu, ırkçı fişleme yöntemlerini savunmasına ve
(İkiz Kuleler’in bulunduğu yerin yakınına kurulması düşünülen) Sıfır Noktası
Camii ile ilgili kendince bir tavır takınan Fox News’in ve Sarah Palin
gibilerin safına atmaktadır.
Dawkins, Kur’an’ı Hitler’in Kavgam’ı ile eş
tutan, camilerin ve Kur’an’ın yasaklanması, Müslüman ülkelerden yaşanan göçün
engellenmesi gerektiğini savunan aşırı sağcı Hollandalı siyasetçi Geert
Wilders’i coşkuyla destekler. 2009’da Wilders, içinde üzerine saatli bomba
iliştirilmiş Muhammed’in başına ait ırkçı imajlarla dolu 2008 tarihli Fitne
isimli filmi ve yaptığı konuşma yüzünden, nefret suçu suçlaması ile yargılanır.
Dawkins, bunun üzerine şu tarz bir tavır alır:
“Tek
başına Fitne filminin gücü bile, benim o korkunç düşmana karşı koyma
cüretini göstermiş bu cesur adamı [Wilders’i] selamlamama yeter.”
Harris, Hitchens ve Dawkins, bu türden ifadelerde
ırkçı bir yan olmadığını söyler ve buna “iyi de Müslümanlar ırk değil ki” diye
tepki verirler. Bu söz, Yeni Ateistlerin retoriğe dayalı repertuarının önemli
bir parçasıdır. Harris ve Hitchens da, kendi argümanlarını geçersizleştirmek
için kullanılan “İslamofobi” terimini reddederler. Hitchens’a göre:
“İslamofobi
denilen bu aptal terim, İslam’ın yanılmaz ‘mesaj’ıyla ilgili her türden vehmin
arkasına saklanan ve tedavüle sokulmaya çalışılan aptalca bir önyargıdan başka
bir şey değildir.”
“Irk”ın tümüyle toplumsal bir kurgu olması ve muhtelif
ulusal, etnik ve dinî azınlığın sistematik olarak ırksallaştırılmasını içeren
bir tarih üzerinden söylenebilir ki bu savunu tümüyle dayanaksızdır. İslam’ın
monolitik ve istisnai biçimde kötü olduğuna odaklanmak, onun müritlerinin
demokratik toplumlardaki haklara kavuşmamasına yol açtığını söylemek ve kendi
ülkelerinde Batı’nın öncülük ettiği bir medeniyet sürecine tabi tutulduğunu
iddia eden bir tespit, ırkçılık dışında bir şeyle nitelendirilemez.
Darkafalı Evrenselciler
Eğer Yeni Ateizmde emperyalizm ve ırkçılık yeterli
düzeyde değilse, o vakit bu hareketin entelektüel temelleri olabildiğince zayıf
kalacaktır. İster Katolikliğe ister paganizme ister İslam’a tatbik edilsin, bu
harekete ait, tüm dinlerin doğası gereği “irrasyonel” olduklarını ifşa etmek
için devreye sokulan yöntem, dinî söylemleri, inançları ve pratikleri yanlış
anlamaktadır (belki de yanlış takdim etmektedir.).
Yeni Ateist metinler, dinlerin kışkırttıkları
toplumsal ve teolojik tartışmalara asla dikkat etmeksizin, hatta bunların
farkında bile olmaksızın, dinî mitleri incelemeye kalkmaktadırlar. Bu
metinlerde din müfessirlerinin varsaydıkları çok sayıda ideolojik kılıfa veya
onların nüfuz etmelerine katkı sundukları seküler inanç sistemlerine dönük
zerre atıf yapılmaz.
Dahası, Tanrı Yanılgısı, Tanrı Büyük
Değildir ve İnancın Sonu gibi kitapların söylemsel çekirdeğini
meydana getiren ana iddia şudur: tüm dinî metinler, statik fikirler içeren, düz
anlamlarıyla okunması gereken, tek tip uygulamalar dayatan metinlerdir. Bu
metinleri doğuran ne gerçekte varolan dindir ne de toplumsal ve ideolojik
açıdan heterojen olan olgular olarak sahip olduğu tarihsel gerçekliktir. Terry
Eagleton’ın da Tanrı Büyük Değildir’e dair yürüttüğü tartışmada dile
getirdiği biçimiyle:
“Hitchens’ın
ısrarla iddia ettiği üzere, Tekvin Kitabı keseli hayvanlardan bahsetmemektedir;
Eski Ahit Yahudileri, kırk yıl çölde dolaşmamışlardır; Bashan Kralı Og’un büyük
karyolasının ele geçirilmesi hiç yaşanmamış bir olaydır vs. Oysa bu sözler,
okurun hararetle ikna edilmeye çalışılmasından başka bir şey değildir. Burada
mimari ve zoolojik detaya dönük bir müşkülpesendin tavrı söz konusudur. Bu tip
bir kişiye göre, King Kong’un Empire State binasına tırmanarak çıkması mümkün
değildir çünkü onun ağırlığından bina çökecektir.”
Rasyonel bilimciliğin kaba epistemolojisinin aksine
dinler, toplumsal veya maddi bağlamlarından bağımsız olarak, müritlerinin daima
aynı tarzda itaat ettikleri katı “öğretiler” değildirler. Seymour’ın da yazdığı
biçimiyle:
“Din
bir yorum, faillerinin kendi hayat koşulları için yeterli anlamlar
çıkarttıkları sembolik ve ideolojik bir üretim işidir. Diğer başka şeylerin
yanında, dinî metinlerin saf belirsizliği, metinlerde tutarlı ve düz bir
anlamın bulunmasını bir biçimde imkânsızlaştırmaktadır. Tefsir, yorum, metnin
ayrılmaz bir parçasıdır.”
Bu, bilhassa, Yeni Ateistlerin “İslam öğretisi”
dedikleri şeye dönük suçlamalarıyla bağlantılı olarak önemli bir husustur, zira
söz konusu yoruma dönük vurgu, Yeni Ateistlerdeki dinin ontolojisine ilişkin
yanlış yaklaşımı açığa vurmaktadır. Onlara göre, şu veya bu şekilde
köktencilik, toplumsal ve maddî koşullardan çok, kötü fikirlerin bir ürünüdür.
Töre cinayetleri, intihar bombacıları, kadınların veya
eşcinsellerin sistematik biçimde zulüm görmeleri gibi, köktencilerin icra
ettikleri her türden şiddetin eleştirisi, bu tip olgular belirli bir monolitik
kitabîliğe yanlışlıkla atfedildiğinde, muhtemelen ne tutarlı ne de etkili
olacaktır.
Yeni Ateizm, emperyalizme çok farklı yönlerden hizmet
etmektedir. O, devlet gözetimi gibi baskıcı tedbirlere dönük ihtiyacı ve
Irak’ın işgal edilmesi gibi teşebbüsleri meşrulaştırmak için kullanılan
“medeniyetler çatışması” anlatısını desteklemektedir. Dahası, kendisini aklın
objektif savunusu olarak sunarken söz konusu hareket, politik ya da kültürel
sağdan gelen yorumcuların elinde itibarsızlaşmış kimi argümanlara
başvurmaktadır. Nihayetinde bu hareket, odak noktasını adil olmayan ekonomik
düzenlemelerin biçimlendirdikleri toplumsal hastalıklardan, “din” denilen
dışsal bir tekilliğe kaydırmaktadır.
O hâlde sahip olduğu yüzeysel rasyonalizmin altında
Yeni Ateizm, imparatorluğun fikrî savunusundan ve küresel kapitalizmin
adaletsizliklerini örtbas eden bir duman perdesinden başka bir şey değildir. O,
sıradan gerçeklere derin görüş elbisesi giydirip, emperyalist projeleri teşvik
eden ve aynı zamanda eldeki önyargılar için gerekli kanalları açan ama öte
yandan da mevcut gücünü put kırıcı, muhalif ve objektifmiş gibi görünmesinden
alan, darkafalı bir evrenselciliktir.
Hitchens, Harris ve Dawkins, kendilerini liberal
politikanın yavan hoşgörüsüne karşı mücadele yürüten birer entelektüel asi
olarak gösterebilir. Ama onlar, nihayetinde en zararlı eğilimlerden bir
kısmının savunucularından başka bir şey değildirler.
Luke Savage
2 Aralık 2014
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder