19 Aralık 2014

,

Yeni Ateizm, Eski İmparatorluk


“Yeni Ateistler”in ilgi görmelerinin nedeni, onların Batı emperyalizmine gerekli entelektüel kılıfı sunuyor olmalarıdır.

Kendisinin radikal bir polemikçiden neokonservatif bir şahine dönüşümünü izah ederken Christopher Hitchens, politikasının hiç değişmediği hususunda ısrarcı. Ona göre, Vietnam Savaşı’na karşı çıkmakla Irak’ın işgalini zerre pişmanlık duymadan desteklemiş olmak, gayet tutarlı. Aynı şekilde, Noam Chomsky ve Edward Said gibi isimlerin bulunduğu kardeşlik derneğini terk etmek ve Paul Wolfowitz’in misafiri olarak Beyaz Saray’da şampanya yudumlamak da gayet tutarlı.

Hitchens, geçmişte aldığı tüm konumları birbirine bağlayan tek bir entelektüel bağ olduğunu iddia etmekten hoşlanan bir isim: “Totalitarizm”. “Bana göre düşman, totaliter olandır. Sadece eylemlerinizi ve verdiğiniz vergileri değil, kafanızın içini de kontrol etmek isteyen, katıksız bir totaliterdir.”

Ama çıkardığı tüm bu emperyalizm yanlısı kuru gürültü karşısında o, nihayetinde uluslararası şöhretini dine dönük saldırısı üzerinden elde etti. Onun iddiasına göre, dine saldırıları da temelde “totaliter olana karşı” girişilen eylemlerdi ve bu, Kuzey Kore’ye ya da Joseph Stalin’e karşı koymaya benziyordu. “Yeni Ateist” hareketin parlak bir lideri olan bu eski sosyalist, son on yılını dine karşı savaşmakla ve emperyalizmle barışmakla geçirdi.

Richard Seymour’ın Unhitched isimli kitabında tespit ettiği üzere, Hitchens’ın dönüşümü, kitabî bir nitelik arz etmese de, esasen eşi benzeri görülmemiş bir dönüşüm de değil:

“Hitchens’ın anti-teizminin gördüğü işlev, yapısal açıdan Irving Howe’un Stalinofobi olarak nitelediği şeye benzer. […] ‘Stalinizm’ denilen umacı ve günah keçisi, sağla kurulan yeni ittifakı meşrulaştırdı, insanları kapitalist toplumdaki kalıcı adaletsizlere karşı kayıtsızlaştırdı ve ‘Özgür Dünya’ adına yapılan baskıcı uygulamalara hoşgörüyle yaklaşıldı. Aynı kaba biçim dâhilinde, Hitchens’ın dine yönelik meşguliyeti, kapitalizmin ve imparatorluğun adaletsizliklerine karşı gözleri kör etmekle kalmadı, ayrıca onlara dönük arsız bir savunuya yol açtı.”

Hitchens’ın Tanrı Büyük Değildir gibi polemikleri üzerinden “Yeni Ateizm” yaygın bir ilgi gördü. Hitchens’ın yanı sıra, hareketin diğer iki önde gelen şakirdi, Sam Harris (İnancın Sonu) ve Richard Dawkins (Tanrı Yanılgısı), dinî isimlerle kamuoyu önünde sayısız tartışma içine girdi, bu polemikler söz konusu isimleri, internet ünlüleri ve anti-teizmi popülarize eden kişiler kadar etkili insanlar hâline getirdi.

Göründüğü gibi ve onun ortaya koyduğu anlayış üzerinden bakıldığında Yeni Ateizm, Bacon ve Descartes gibi düşünürlerin eserlerinde bulunan Aydınlanma bilimciliğinin yeniden canlandırılmış bir tecessümüdür: bu bilimcilik, dinî metinleri ve gelenekleri empirik soruşturma yoluyla rasyonel bir incelemeye tabi tutan ve taşralılığa ait güçlere karşı evrensel aklı savunan, eleştirel bir söylemdir.

Pratikte Yeni Ateizm, popülerliğini ve ticarî başarısını, neredeyse tümüyle “teröre karşı savaş”a, işe yararlılığını emperyalist jeopolitikanın entelektüel aracı olmaya borçlu olan kaba, indirgemeci ve alabildiğine seçici bir eleştiridir.

İlk dönem ateist geleneklerin bazıları, şiddeti reddedip Sol’un sahip çıktığı davaların savunuculuğunu yapmışsa da (örneğin Bertrand Russell hem sosyalisttir hem de tek taraflılıkçıdır), bugün Hitchens, Dawkins ve Harris’in temsil ettiği ateist damar, saldırgan savaş, devlet şiddeti, temel insan haklarının kısıtlanması, işkence, hatta işkence bağlamında, Arap uluslarına karşı jenoside benzer, önleyici nükleer saldırıların yapılmasını savunmakta, bu tür fikirleri benimseyip lehte olacak şekilde kafa patlatmaktadır.

Bu ateizmin önde gelen taraftarları, birbirinden farklı ideolojik kılıklara bürünseler de benimsedikleri politika, sağ liberallerden Avrupa aşırı sağının proto-faşist demagoglarına uzanan bir aralıkta seyretmektedir.


İslamî İstisnacılık

Hitchens’ın çok satan kitabı, bize Yeni Ateist hareketin öncelikleri ve odak noktası hakkında bir şeyler söylemektedir (Tanrı Büyük Değildir ismi, yaygın bir Arapça ifade olan Allahu Ekber’in patavatsız biçimde ters yüz edilmesini amaçlamaktadır. Allahu Ekber “Allah Büyüktür” demektir. Şüphesiz yazar, bu ismi eğlenceli ve put kırıcı bulmuştur.) İstisnasız, İslam’la meşgul olan herkes, dine dönük, objektif bir bilimsel eleştiri ortaya koysa da, tüm bu söylemi bir biçimde telkin edecektir.

Esasında Sam Harris’in çokça tartışılan, Ekim ayındaki Real Time programına Bill Maher’la birlikte çıkışı ve birçok Müslüman’ı “cihadist”, “İslamcı veya “muhafazakâr” olarak sınıflandıran ham bir yaklaşım sergilemesi, Yeni Ateist hareketin önde gelen simaları gibi, onun elindeki İslam’ı şeytanlaştırmaya yarayan epey zengin arşivi tamamlayan cinstendir.

Yazar, İnancın Sonu isimli çalışmasının sonunda şunları söylemektedir: “İslam, insanların uydurdukları diğer tüm dinlerden daha fazla olmak üzere, ölüme tapınmanın en mükemmel özelliklerine sahip olan bir dindir.” Başka bir yerde ise şu tespiti yapar: “Diğer büyük dinler, hoşgörüsüzlüğün bereketli birer kaynağı ise de, şurası açık ki İslam öğretisi, küresel medeniyetin zuhuru aleyhine özgül kimi sorunlara yol açmaktadır.” Ayrıca bir de Irak Savaşı’nı insanî ve medenileştirici bir misyon olarak savunurken, şunu söyler: “Biz terörizmle savaşmıyoruz. Biz, İslam’la savaşıyoruz.”

Şüphesiz ki Harris’in görüşleri oldukça keskindir ama bu görüşler, Hitchens ve Dawkins’in görüşleriyle örtüşen görüşlerdir. 2007’de verdiği bir röportajda Hitchens şunu söyler: “Eğer bana ‘İslam’ın sorunu ne?’ diye sorarsanız, onun, diğer dinlerle aynı sorunu paylaştığını söylerim. Ancak İslam’ın, düzeltilmesi mümkün olmayan başka bir sorunu daha vardır. Hep liberallerden ‘keşke İslam da bir reform sürecinden geçmiş olsaydı’ lafını duyarsınız, iyi ama bu, imkânsızdır. İslam’ın reform yaşaması mümkün değildir. O, bu nedenle alabildiğine tehlikeli bir dindir.”

Sahip olduğu bariz şovenizme ek olarak bu ifade, doğru bir tarihsel iddia olmaktan epey uzaktır ve tam da kendi tespiti üzerinden, ikiyüzlüdür. Kimsenin bir kurgu olduğuna inanmadığı İslamî köktencilik, bazı kemikleşmiş ortaçağ geleneklerine bağlılığından değil, aksine, modernist dinamizmi etkin bir biçimde ve şevkle benimsemesinden ötürü sinsi bir yönelimdir.

Bu noktada altta kalmamak için Richard Dawkins, İslam’ın “bugüne dek görülmüş en kötü güç” olduğunu söyler (ama öte yandan da eğlenceli biçimde, Kur’an’ı okuma zahmetinde bulunmadığını da belirtir). Başka zamanlarda, Twitter âleminde Dawkins daha kaba olabilen bir isimdir: “Bana göre, Hitler’in yarattığı dehşet, müritlerinin koyunlar kadar aptal olmasının verdiği şaşkınlığın bir ürünüydü. Aynı şeyi İslamcılık için de düşünüyorum, buna göre, o vakitler yeni devlet adamı olmuş makale yazarı Mehdi Hassan vasıfsız bir gazeteciydi çünkü o aynı zamanda bir Müslüman’dı.” Başka bir örnek olarak şunu aktarmak mümkün: “Tüm dünya Müslümanları Cambridge Trinity College’dan daha az Nobel ödülü almış. Ortaçağ’da büyük işler yaptılar ama!”

Yeni Ateistlere göre tüm dinler aynı ölçüde kötüdür ama İslam daha da kötüdür.


İmparatorluğun Cariyeleri

Batı toplumlarında Müslüman karşıtı hisler veya neokonservatif jeopolitika 11 Eylül sonrası dünyada yükselişe geçmeseydi, Yeni Ateist projenin ticarî ve entelektüel başarı kazanması imkânsızdı. Bu proje, “teröre karşı savaş” fonuna uygundu, şiddete ve yıkıcılığa işaret eden maceracılığıyla İslam’ı monolitik bir kötülük olarak tarif etti ve bu anlayış, itibarlı liberallerin egemenliğindeki mahfillerde epey taraftar buldu.

Real Time denilen programda hem Harris hem de Maher, o bilindik argümanı dile getirdi ve başkalarının korku, çekingenlik veya muhtemelen görecilik yüzünden seçerek tatbik ettikleri “liberal ilkeler”i savunduklarını söylediler. Maher şu iddiadaydı:

“Liberaller, liberal ilkeler için ayağa kalkmalıdırlar. […] Konuşma özgürlüğü, dinini özgürce ve korkmadan yaşama özgürlüğü, eşcinseller dâhil tüm azınlıklara eşitlik. […] Bunlar liberallerin de alkışlayacağı liberal değerler, iyi ama ‘Müslüman dünyada bu nitelikler eksik’ dediğinizde, onlar sadece üzülmekle yetiniyorlar. […] İslam, Mafya gibi hareket eden tek dindir.”

Harris, bu sözlerini sonradan teyit etti ve daha da ileri götürdü:

“Liberaller, teokrasi konusunda gerçekten çuvalladılar. Onlar, beyazların teokrasisini eleştiriyorlar, Hristiyanları eleştiriyorlar. […] 1984’te yaşanan kürtaj kliniğinin bombalanması eylemi konusunda ajitasyon yapıp duruyorlar. […] Bize bu ‘İslamofobi’ memi, masalı çok anlatıldı. Bu masala göre, İslam öğretisine yönelik her eleştiri, halk olarak Müslümanlara dönük dar kafalılıkla ilgilidir. […] bizim tüm kötü fikirleri eleştirmemiz gerek… […] İslam da bugün kötü fikirlerin şahdamarıdır.”

Bu tespitlerle ilgili söyleyecek çok şey var ama önce pratikte şu “liberal ilkelerin asil ve cüretkâr savunusu”nun nasıl bir şey olduğuna bir bakmak gerekecek.

Yeni Ateist harekete mensup düşünürlerin siyaseti tek biçimli değil. Örneğin Dawkins, 2003 Irak işgaline karşı çıktı, Hitchens ise bu savaşın en önemli savunucularından biriydi. Harris, “teröre karşı savaş” dâhilinde işkence yapılmasını etik bir zorunluluk olarak savundu, bile isteye basınçlı su işkencesine maruz kalan Hitchens ise işkenceye karşı çıktı. Hem Hitchens hem de Harris şiddete, kana susamış bir retoriğe dayalı çıkışlar yapmaya hep eğilimli olmuşsa bu, Dawkins için pek geçerli değildir.

Gene de hepsinin de ortak birkaç fikrî bağla birbirlerine bağlı olduğunu görmek gerekmektedir. Her bir isim, barbar, tekçi ve gerici Doğu’ya karşı, medeni, kozmopolitan ve ilerici Batı’nın safında olan, çift taraflı bir dünya görüşüne sahiptir. Farklı politik konumlar üzerinden Harris, Hitchens ve Dawkins, Sağ ile belirli zamanlarda kamuoyu önünde cilveleşmiş, onun en pespaye, en itibarsız unsurlarını coşkuyla desteklemiş, onlara dönük sempatilerini ifade etmiştir.

Üç isim de görünüşte kültürel liberaldir. Esas olarak liberal seyirciye seslenirler. Sean Hannity veya Rush Limbaugh’nun asla seslenemeyeceği yollardan, Demokrat Parti’nin kentli ve “itibarlı” taraftarlarına bakarlar. Öte yandan da terimin yaygın olarak anlaşılan biçimine göre, alabildiğine liberal olmayan konumlar alırlar ve kimi eylemler içerisine girerler.

Entelektüel süsü püsü kazınıp bakıldığında tüm Yeni Ateist metinler, Darwin, Newton ve Galile’ye dönük bir yığın cıvık atıfla doludur. Burada karşımıza, geçmişteki imparatorlukların dilini incelemiş herkese aşina gelecek bir dünya görüşü çıkmaktadır: kültürel açıdan üstünlükçü, yabancıyı özselleştirip ötekileştiren, denk kısımları himaye eden, pederşahi davranıştan yana, kendi amaçları doğrultusunda uygulanmış şiddeti meşrulaştıran bir dildir bu.

İnancın Sonu isimli çalışmasında Harris’in yaptığı tespite göre, İslam ile medeniyet arasında yaşanan ve herkesin gözünün önünde cereyan eden çatışma daha da yoğunlaşırsa, nükleer saldırılara ihtiyaç duyulabilir:

“Ya İslamcı bir rejim cennet bahsi üzerinden iyice bönleşir de uzun menzilli bir nükleer silâha sahip olursa ne olur? […] Muhtemelen hayatta kalmamızı sağlayacak yegâne şey, nükleer saldırıyı ilkin bizim gerçekleştirmemizdir.”

Irak Savaşı’nı meşrulaştıran önemli gerekçelerden birini tasdik ederken Harris, bu savaşı medeni Batı’nın İslamî barbarlığı yenmek için yapılması gereken asil ve özgeci bir haçlı seferi olarak tarif etmiştir. Harris, 2004’ün sonunda Washington Post’a şunu yazar:

“Medeni insanlık [Batılılar], bugün kendileri için oldukça maliyetli olacak bir yoldan, Irak halkının hayatını iyileştirmeye çalışıyor.”

İnancın Sonu’nun başka bir yerinde ise şu iddiada bulunur:

“Sivil zayiatla ilgili vicdanî rahatsızlığımızın bizi felç etmesine izin veremeyiz, çünkü düşmanlarımız, bu türden bir vicdanî rahatsızlık nedir bilmiyorlar. Onlar, savaşa ‘önce çocukları öldürün’ yaklaşımı üzerinden bakıyorlar, bizse, onların şiddeti ile bizimki arasındaki temel farkı görmezden geliyoruz. Silâhların dünyamızda yayıldığı koşullarda, bizim bu savaşı kılıçlarla yapma şansımız yok. Şurası kesin ki her türden sivil zayiat, önümüzdeki yıllarda hayatımızın bir parçası olacak.”

Kitap, Arap milletlerini gerici olarak kodlayıp Müslümanları da ilkel, pederşahi, himayeci bir vesayete muhtaç varlıklar olarak göstererek devam ediyor. “Artık tüm kültürlerin aynı ahlâkî gelişme aşamasında olmadığını kabul etme zamanıdır.” Devamında da sanki on dokuzuncu yüzyıl buduncusu konuşuyor gibidir: “Tarihlerinin bu aşamasında Müslümanların çoğuna oy kullanma özgürlüğü verin, bakın göreceksiniz, politik özgürlüklerini kökünden söküp atma lehine özgürce oy kullanacaklardır.”

Yazara göre gerekli olan, “şefkatli” bir zorbalığın onlara dayatılmasıdır:

“Belli bir tür şefkatli diktatörlük, genel manada gerekli olacaktır. […] Ama şefkat önemli bir husustur, eğer devletin içerisinden zuhur etmezse, dışarıdan dayatılması gerekir. Bu dayatmanın araçları ister istemez kaba olacaktır: bu da ekonomik tecrit, (açık ya da gizli) askerî müdahale veya her ikisinin bir bileşkesinden oluşacaktır.”

“Teröre karşı savaş”ın önde gelen propagandacısı olmaya gönüllü olarak soyunan Hitchens ise şiddete dayalı militarizmin retoriğini görece daha büyük bir şevkle benimsemektedir. Bu noktada onun 1969’da Kamboçya’nın bombalanmasında oynadığı rolden ötürü Henry Kissinger’ı epey eleştirmiş bir isim olduğunu hatırlamak gerekmektedir.

2004’te Amerika’nın Amerika karşıtı isyancılarca işgal edilmiş olan Irak’ın Felluce kentine yaptığı saldırıdan bahsederken Hitchens, “ölü sayısı yeterince yüksek değildi, çok sayıda cihadist kurtuldu” demiştir. (Felluce Savaşı’ndaki sivil ölü sayısı ihtilaflıdır ama sahadaki yardım grupları, yaşananın “insanî bir felâket” olduğunu söylemişlerdir. Kentte bugün yaşayanlar, yüksek doğum kusuru ve kanser oranlarıyla yüzleşmektedirler. Muhtemelen bu, fosfor ve diğer kimyasal silâhların kullanılması ile ilgilidir. Lösemi vakalarındaki artış, Hiroşima’nın 1945’te bombalanmasından sonra ulaşılan rakamları aşmıştır.)

Ayrıca Hitchens, Afganistan’da parça tesirli bombaların kullanımını da över:

“Çok iyi, çünkü bu çelik saçmalar, insanın içini delip geçecek, sonra da bir başkasını öldürecek. Eğer bunlar kalplerinin üzerinde Kur’an taşıyorsa, bu saçmalar onu da delip geçecek.”

Cihadistler konusunda ise şunları söyler:

“Bu insanları öldürmek, hem bir tür zevk hem de görevdir.” Başka bir yerde de, yaklaşık 80 milyon nüfusu olan İran’la ilgili olarak, Wisconsin, Madison’da kendisini beğenen seyircileri bile şoke eden, şu sözleri sarf eder. “Bu kara cahil ülkenin yeryüzünden yok edilmesi hâlinde tek bir damla gözyaşı dökmem.”

Hitchens ve Harris’in retoriğindeki ana eğilim, kendisinin seçtiği düşmanların uyguladığı şiddete karşı nefret kusmak ama öte yandan da herhangi bir emperyalist ya da sömürgeci ideolojinin asli parçasını göreceleştirip meşrulaştırmaktır.

İslamofobi ve Irk

Önde gelen Yeni Ateistlerin diğer bir meşguliyeti, Avrupa’daki neofaşist sağın bir dizi temasını yankılamaktadır.

En fesat hâliyle Harris, Avrupalı Müslümanların doğum oranlarına kafa patlatır ve onların çok doğurgan olduklarını söyler. Oysa Avrupa’da Müslümanların yarattığı demografik tehdit, empirik açıdan kolayca boşa düşürülebilecek bir iddiadır.

Demek ki mesele bu değildir. Harris’in aşırı sağcı isimlerin yaklaşımını onaylayan açıklamalarının altında, tüm rezilliğiyle açığa çıkan alt metne bakılırsa, Müslümanlar demografik açıdan kimi tehlikelere yol açmaktadırlar. Hristiyan Milletine Mektup’ta Harris, aşırı sağcılara dönük beğenisini açığa vurur ve şunu söyler:

“Birkaç istisna olmakla birlikte, bugün İslam’ın Avrupalı toplumların yüzleştikleri bir tehdit olduğunu dürüstçe söyleme cesaretini bir tek faşistler göstermektedir.”

Bu noktada Harris, Mark Steyn gibi neokonservatiflerle aynı arazide at koşturmaktadır. Steyn’e göre, “40 yaşındaki, hadi şunu 75 değilse de 60 yapalım, her Avrupalının, ömrünün son günlerini İslamlaşmış bir Avrupa’da geçirmesi artık kesindir.”

Steyn’in Yalnız Amerika: Bildiğimiz Dünyanın Sonu çalışmasını olumlu eleştiriye tabi tutan Hitchens, Harris’in faşist yanlısı hislerini paylaşmadığını dile getirir ama şu “demografik tehdit” meselesinde de ona itiraz etmez. Hitchens de yakın dostu, romancı Martin Amis’i savunan bir isimdir zira: Amis ise Times dergisindeki şu sözlerin sahibidir:

“Ortalıkta ‘Müslüman toplum kendi düzenli evini elde edene kadar çile çekmesi gerekecek’ diyen bir anlayış var, duymuyor musunuz? Bu neyin çilesi? Seyahat etmelerine izin verilmiyor. Sınır dışı ediliyorlar. Özgürlükleri kısıtlanıyor. Ortadoğulu ya da Pakistanlıya benzeyen insanlarca çırılçıplak soyuluyorlar. […] Ayrımcılık tüm toplumu yaralıyor, onlar da çocuklarına karşı sertleşiyorlar.”

Harris’in Müslümanları özgül bir demografik ve güvenlik riski olarak görmesi, onu, ırkçı fişleme yöntemlerini savunmasına ve (İkiz Kuleler’in bulunduğu yerin yakınına kurulması düşünülen) Sıfır Noktası Camii ile ilgili kendince bir tavır takınan Fox News’in ve Sarah Palin gibilerin safına atmaktadır.

Dawkins, Kur’an’ı Hitler’in Kavgam’ı ile eş tutan, camilerin ve Kur’an’ın yasaklanması, Müslüman ülkelerden yaşanan göçün engellenmesi gerektiğini savunan aşırı sağcı Hollandalı siyasetçi Geert Wilders’i coşkuyla destekler. 2009’da Wilders, içinde üzerine saatli bomba iliştirilmiş Muhammed’in başına ait ırkçı imajlarla dolu 2008 tarihli Fitne isimli filmi ve yaptığı konuşma yüzünden, nefret suçu suçlaması ile yargılanır. Dawkins, bunun üzerine şu tarz bir tavır alır:

“Tek başına Fitne filminin gücü bile, benim o korkunç düşmana karşı koyma cüretini göstermiş bu cesur adamı [Wilders’i] selamlamama yeter.”

Harris, Hitchens ve Dawkins, bu türden ifadelerde ırkçı bir yan olmadığını söyler ve buna “iyi de Müslümanlar ırk değil ki” diye tepki verirler. Bu söz, Yeni Ateistlerin retoriğe dayalı repertuarının önemli bir parçasıdır. Harris ve Hitchens da, kendi argümanlarını geçersizleştirmek için kullanılan “İslamofobi” terimini reddederler. Hitchens’a göre:

“İslamofobi denilen bu aptal terim, İslam’ın yanılmaz ‘mesaj’ıyla ilgili her türden vehmin arkasına saklanan ve tedavüle sokulmaya çalışılan aptalca bir önyargıdan başka bir şey değildir.”

“Irk”ın tümüyle toplumsal bir kurgu olması ve muhtelif ulusal, etnik ve dinî azınlığın sistematik olarak ırksallaştırılmasını içeren bir tarih üzerinden söylenebilir ki bu savunu tümüyle dayanaksızdır. İslam’ın monolitik ve istisnai biçimde kötü olduğuna odaklanmak, onun müritlerinin demokratik toplumlardaki haklara kavuşmamasına yol açtığını söylemek ve kendi ülkelerinde Batı’nın öncülük ettiği bir medeniyet sürecine tabi tutulduğunu iddia eden bir tespit, ırkçılık dışında bir şeyle nitelendirilemez.

Darkafalı Evrenselciler

Eğer Yeni Ateizmde emperyalizm ve ırkçılık yeterli düzeyde değilse, o vakit bu hareketin entelektüel temelleri olabildiğince zayıf kalacaktır. İster Katolikliğe ister paganizme ister İslam’a tatbik edilsin, bu harekete ait, tüm dinlerin doğası gereği “irrasyonel” olduklarını ifşa etmek için devreye sokulan yöntem, dinî söylemleri, inançları ve pratikleri yanlış anlamaktadır (belki de yanlış takdim etmektedir.).

Yeni Ateist metinler, dinlerin kışkırttıkları toplumsal ve teolojik tartışmalara asla dikkat etmeksizin, hatta bunların farkında bile olmaksızın, dinî mitleri incelemeye kalkmaktadırlar. Bu metinlerde din müfessirlerinin varsaydıkları çok sayıda ideolojik kılıfa veya onların nüfuz etmelerine katkı sundukları seküler inanç sistemlerine dönük zerre atıf yapılmaz.

Dahası, Tanrı Yanılgısı, Tanrı Büyük Değildir ve İnancın Sonu gibi kitapların söylemsel çekirdeğini meydana getiren ana iddia şudur: tüm dinî metinler, statik fikirler içeren, düz anlamlarıyla okunması gereken, tek tip uygulamalar dayatan metinlerdir. Bu metinleri doğuran ne gerçekte varolan dindir ne de toplumsal ve ideolojik açıdan heterojen olan olgular olarak sahip olduğu tarihsel gerçekliktir. Terry Eagleton’ın da Tanrı Büyük Değildir’e dair yürüttüğü tartışmada dile getirdiği biçimiyle:

“Hitchens’ın ısrarla iddia ettiği üzere, Tekvin Kitabı keseli hayvanlardan bahsetmemektedir; Eski Ahit Yahudileri, kırk yıl çölde dolaşmamışlardır; Bashan Kralı Og’un büyük karyolasının ele geçirilmesi hiç yaşanmamış bir olaydır vs. Oysa bu sözler, okurun hararetle ikna edilmeye çalışılmasından başka bir şey değildir. Burada mimari ve zoolojik detaya dönük bir müşkülpesendin tavrı söz konusudur. Bu tip bir kişiye göre, King Kong’un Empire State binasına tırmanarak çıkması mümkün değildir çünkü onun ağırlığından bina çökecektir.”

Rasyonel bilimciliğin kaba epistemolojisinin aksine dinler, toplumsal veya maddi bağlamlarından bağımsız olarak, müritlerinin daima aynı tarzda itaat ettikleri katı “öğretiler” değildirler. Seymour’ın da yazdığı biçimiyle:

“Din bir yorum, faillerinin kendi hayat koşulları için yeterli anlamlar çıkarttıkları sembolik ve ideolojik bir üretim işidir. Diğer başka şeylerin yanında, dinî metinlerin saf belirsizliği, metinlerde tutarlı ve düz bir anlamın bulunmasını bir biçimde imkânsızlaştırmaktadır. Tefsir, yorum, metnin ayrılmaz bir parçasıdır.”

Bu, bilhassa, Yeni Ateistlerin “İslam öğretisi” dedikleri şeye dönük suçlamalarıyla bağlantılı olarak önemli bir husustur, zira söz konusu yoruma dönük vurgu, Yeni Ateistlerdeki dinin ontolojisine ilişkin yanlış yaklaşımı açığa vurmaktadır. Onlara göre, şu veya bu şekilde köktencilik, toplumsal ve maddî koşullardan çok, kötü fikirlerin bir ürünüdür.

Töre cinayetleri, intihar bombacıları, kadınların veya eşcinsellerin sistematik biçimde zulüm görmeleri gibi, köktencilerin icra ettikleri her türden şiddetin eleştirisi, bu tip olgular belirli bir monolitik kitabîliğe yanlışlıkla atfedildiğinde, muhtemelen ne tutarlı ne de etkili olacaktır.

Yeni Ateizm, emperyalizme çok farklı yönlerden hizmet etmektedir. O, devlet gözetimi gibi baskıcı tedbirlere dönük ihtiyacı ve Irak’ın işgal edilmesi gibi teşebbüsleri meşrulaştırmak için kullanılan “medeniyetler çatışması” anlatısını desteklemektedir. Dahası, kendisini aklın objektif savunusu olarak sunarken söz konusu hareket, politik ya da kültürel sağdan gelen yorumcuların elinde itibarsızlaşmış kimi argümanlara başvurmaktadır. Nihayetinde bu hareket, odak noktasını adil olmayan ekonomik düzenlemelerin biçimlendirdikleri toplumsal hastalıklardan, “din” denilen dışsal bir tekilliğe kaydırmaktadır.

O hâlde sahip olduğu yüzeysel rasyonalizmin altında Yeni Ateizm, imparatorluğun fikrî savunusundan ve küresel kapitalizmin adaletsizliklerini örtbas eden bir duman perdesinden başka bir şey değildir. O, sıradan gerçeklere derin görüş elbisesi giydirip, emperyalist projeleri teşvik eden ve aynı zamanda eldeki önyargılar için gerekli kanalları açan ama öte yandan da mevcut gücünü put kırıcı, muhalif ve objektifmiş gibi görünmesinden alan, darkafalı bir evrenselciliktir.

Hitchens, Harris ve Dawkins, kendilerini liberal politikanın yavan hoşgörüsüne karşı mücadele yürüten birer entelektüel asi olarak gösterebilir. Ama onlar, nihayetinde en zararlı eğilimlerden bir kısmının savunucularından başka bir şey değildirler.

Luke Savage
2 Aralık 2014
Kaynak

0 Yorum: