28 Şubat 2021

,

İstikrar İçin Formül: Türkiye Artı İsrail



Doksanlı yıllar, Ortadoğu için kayıp bir on yılmış gibi görünüyor. Arap-İsrail “barış süreci” olarak bilinen, o özenle inşa edilmiş iskambil ev, artık yerle yeksan olmuş durumda. Saddam Hüseyin, komşularını ve bölgeyi hâlâ tehdit ediyor. Bölgenin petrol haricinde ihraç ettiği başlıca kalemlerden biri olan, köktenciliğin beslediği terör, son performansı ile Manhattan’daki şehrin en yüksek binalarını siluetten silip attı. İstikrarla ilgili bilançoda doksanlar, Ortadoğu’nun kana bulanmasıyla neticelendi. Bilançonun artı hanesinin en tepesinde ise kimsenin itiraz edemeyeceği bir başarı yazılı: İsrail-Türkiye ilişkileri.

ABD’li siyasetçiler, mevcut harabenin üzerinde bir düzen tesis etmek istiyorlarsa, İsrail-Türkiye ilişkilerini göz önünde bulundurmalılar. Bu iki ülke arasındaki demokratik, Batı yanlısı, Araplar haricinde kurulmuş bağlar Ortadoğu’ya, şu anda Batı’nın hayli çıkarına olan, istikrar sağlayıcı ve dengeleyici bir unsuru temin edebilirler.

Ne var ki İsrail-Türkiye ilişkileri, karmaşık bir tarihe sahip. Bu ilişki, muazzam bir potansiyele sahipse de kurulması için ortaklığın son derece dikkatli bir şekilde geliştirilip yönetilmesini gerektiriyor.

Aşağıda, ilişkinin Türk mimarlarından birinin ilişkiyi destekleyen İsrailli bir isimle birlikte yaptığı, geçmişi, bugünü ve geleceği ele alan değerlendirmeye yer verilmektedir.

Başlangıç Aşaması

Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkide anlaşılması gereken ilk husus şudur: İsrail, bu ilişkiyi çok uzun bir süredir geliştirmek istemekte, Türkiye bu konuda suskun kalmaktadır. İsrail, gönülsüz bir Türkiye’ye talip olmuştur.

1949’da Türkiye, dünyanın İsrail’i tanıyan ilk Müslüman milletiydi ve otuz yıl boyunca bunu yapan tek ülke olarak kaldı. İsrail ile resmi bağların kurulması, Türkiye’nin uluslararası yönelimi ve kendisini Batı ile uyumlu hâle getirme arzusu hakkında güçlü bir mesaj veriyordu. Diplomatik misyonlar, 1950’de elçilik düzeyinde açıldı. Ancak doksanlara dek ilişkiler, somut değil, sembolik düzeydeydi. Türkiye, ilk kırk yıl boyunca, Arapların İsrail ile diplomatik bağları kesmesine yönelik yaptıkları diplomatik ve ekonomik baskılara direndi. Ancak bu bağlar süreç içerisinde gelişmedi.

Bu konuda İsrail’in herhangi bir çaba ortaya koymadığından söz edilemezdi. İsrail’in bağımsızlığının ilk yıllarında ilk başbakanı David Ben-Gurion, Türkiye ile yakın bir bağ kurmak için titizlikle çalıştı. Gençken Osmanlı İstanbul’unda hukuk okumuş olan Ben-Gurion, Türkiye’nin o etkileyici jeofizik, malzeme ve insan kaynakları konusunda sahip olduğu niteliğin sunabileceği faydaların farkındaydı. Ankara ile ilişkiler, o zamanlar İsrail’in dış politikasının temel direği olan “çevre devletler” doktrini ile de uyumluydu. İsrail, yakın Arap komşularının dayattığı diplomatik ve ekonomik izolasyonu, düşmanlık çemberi üzerinde “sıçrayarak” ve Arap olmayan daha uzak komşularla bağlar kurarak, telafi etmeye çalıştı.

İsrail diplomasisi, özellikle İran, Etiyopya ve Türkiye ile bağları geliştirmek için büyük çaba harcadı. Üçü arasında en önemlisi, Türkiye oldu. Birkaç on yıl boyunca İran, İslam devrimine kadar benzer bir öneme sahipti. Daha sonra İran, İsrail için önemli bir tehdit kaynağı hâline geldi. İsrail, Kızıldeniz’de konuşlanmış olan Etiyopya ile de bağlarını güçlendirdi. Ancak ülke, yavaş yavaş iç savaş ve kıtlıktan harap oldu ve Eritre’nin ayrılması ülkenin stratejik önemini azalttı. Buna karşın Türkiye, İsrail’in varolduğu süre boyunca nispeten istikrarlı, Batı yanlısı ve müreffeh bir ülke olarak varlığını sürdürdü. İsrail, en başından beri, Batı’ya bağlı, Müslüman nüfuslu bir devlet olan Türkiye ile bağların Arap-İsrail çatışmasındaki din unsurunun etkisini kıracağını, hatta stratejik bir ilişkiye dönüşerek, İsrail’in NATO ve Avrupa ile bağlarını güçlendireceğini umuyordu.

Buna karşın Türkiye, İsrail ile stratejik bir ilişki kurma meselesine pek fazla ilgi göstermiyordu. Soğuk Savaş dönemi boyunca Ankara, Ortadoğu’dan çok Batı’da müttefik aramayı tercih etti ve bölgede herhangi bir gruplaşmaya dâhil olmama politikasını benimsedi. Türkiye’nin Ortadoğulu komşularından bazılarının kitle imha silahları ve balistik dağıtım sistemleri almaya başladığı yetmişli yıllarda bile Ankara, bölgeye açıktan sırtını döndü. İttifakın amacı Varşova Paktı’na karşı koymak olduğu için, Türkiye'nin NATO’ya dönük özel güveniyle birlikte önemli bir risk açığa çıktı. NATO, Türkiye Ortadoğu’dan saldırıya uğradığında onun savunulması için yardıma koşmalı mıydı? Kâğıt üzerinde, 1949 tarihli Washington Anlaşması bu soruya “hayır” cevabını veriyordu.[1]

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte nihayet Türkiye, İsrail’le bağlarını tekrar değerlendirme noktasına ulaştı.[2] Varşova Paktı’nın dağılmasıyla NATO’nun geleceği belirsizleşti. Avrupa Birliği'nin (AB) doğuya doğru genişlemesi, AB merkezli güvenlik ve savunma planlarının verdiği bıkkınlık, Avrupa’da hızlı tepki gücü kurma hamleleri, Ankara için durumu iyice belirsizleştirdi. NATO ittifakının kıyısında ve AB dışında yer alan Türkiye, yerleşik stratejik güvenlik doktrinlerinin hâlâ geçerli olup olmadığını ve herhangi bir “kolektif şemsiye” altında bir yeri olup olmadığını merak etmek için haklı nedenlere sahipti.[3]

Aynı zamanda, Ortadoğu kaynaklı Türkiye’ye yönelik potansiyel tehditler, endişe verici bir hızla artmaya başladı. Çeşitli zamanlarda Suriye, Irak ve İran, kimyasal ve biyolojik silahların yanı sıra uzun menzilli atış sistemlerine yönelik programları hızlandırdı. Ve çeşitli zamanlarda Türkiye, bu üç devletten bir veya daha fazlasından yardım alan terörist grupların tehditleriyle karşı karşıya kaldı. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanıp hapse atılmasından bu yana bu sorun hafiflese de tamamen ortadan kaldırılmadı. Dahası, devlet destekli maddi katkı, operasyonel yardım ve manevi rehberlikle beslenen radikal İslam tehlikesi, Türk devletinin laik, Batı yönelimli dokusunu tehdit etmeyi sürdürdü.

Doksanlarda açığa çıkan iki eğilim, İsrail ile Türkiye’nin bir araya gelmesini sağladı: Arap ülkelerinde demokratikleşmenin başarısızlığı ve Avrupa’nın birleşmesi.

Türkiye ve İsrail, kendisini açıktan Batı yanlısı ilân etmiş, laik-demokratik tercihlere sahip iki ülke. Bu gerçek, onların Arap Ortadoğusu’na yabancı kılıyor. Önde gelen analizcilerden biri, Türkiye ve İsrail’in bölgeye hâkim, demokratik olmayan Arap rejimleri karşısında öteki olma hususunda ortaklaştığından bahsediyor.[4] Bu ötekilik hissi, Arap Ortadoğusu’nun Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da tecrübe edilen demokratik geçiş sürecini yaşayamadığı doksanlı yıllar boyunca, daha da derinleşti.

Gene doksanlı yıllarda Avrupa’nın birleşme pratiği, Türkiye ve İsrail’deki marjinallik hissini derinleştirdi. Her iki ülke de Avrupa kulübüne üye olmayı arzuluyordu. Ancak Avrupa başkentlerindeki iki ülkeye hasım olan insan hakları ve siyaset lobileri tarafından sistematik olarak saldırıya uğrayan Türkiye ve İsrail, Avrupa Birliği’ne dâhil edilmelerine “evet” diyecek bir konsensüse güvenemezdi. Avrupa’nın birlik süreci hızlandıkça Türkiye de İsrail de marjinal ve bölgeden kopuk oluşlarının giderek tehlikeli bir hâl aldığını, aralarında kuracakları ortaklığın en uygun sığınak olacağını düşündü.

Ancak, Ankara ile Kudüs arasındaki irtibat, sadece tecrit edilmişler için bir kulüp olsaydı, fazla ileri gitmezdi. Her iki tarafın da diğeri tarafından karşılanabilecek çok somut ihtiyaçları vardı. Türkiye için İsrail, diğer Batılı kaynaklar tarafından reddedilen teknolojik olarak gelişmiş askerî teçhizatın fazlasıyla ihtiyaç duyduğu bir kaynağı temsil ediyordu. Türkiye ise dar karasal boyutları ile İsrail için jeostratejik derinlik sunuyordu.

Özetle doksanlar, yeni ilişkiler kurmaları konusunda İsrail ve Türkiye’yi önemli ölçüde teşvik etti. İki ülke de fırsatı kaçırmadı.

Isınma Turları

İsrail-Türkiye ilişkilerindeki değişim, Türkiye’nin ilişkileri tam büyükelçilik statüsüne yükseltmek için harekete geçtiği Madrid barış konferansının ardından, 1991 yılında başladı. Ancak asıl atılım, Türkiye Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in İsrail’i ziyaret ettiği Kasım 1993’te gerçekleşti. Çetin, ziyaret sırasında, İsrailli mevkidaşı ile işbirliği konusunda karşılıklı anlayış ve ilkeler üzerine bir mutabakat imzaladı.[5] Döndükten sonra Çetin, Türk-İsrail ilişkilerinin her alanda daha da ilerleyeceğini duyurdu ve iki devletin “Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında” işbirliği yapacağını ekledi.[6] Üst düzey temaslar dâhilinde, 1994’te Türkiye Başbakanı Tansu Çiller ve 1996’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel İsrail’i ziyaret etti. İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann bu ziyaretlere karşılık verdi.

1996'nın başlarına kadar Ankara, askeri işbirliğinden çok İsrail ile ekonomik, teknik ve kültürel bağlardan yana görünüyordu.[7] Ancak 1996’da iki ülke geniş kapsamlı bir askeri koordinasyon anlaşması imzaladı. Anlaşma, diğer şeylerin yanı sıra, İsrail hava kuvvetleri uçaklarının Türk hava sahasını eğitim amaçlı kullanmasını sağladı. Aynı yılın Ağustos ayında iki hükümet, teknik bilgi ve uzmanlık alışverişi için ek bir anlaşma imzaladı ve İsrail’in Türk hava kuvvetlerine ait elliden fazla F-4 Fantom uçağının yenilemesinin yolunu açtı.

1996 anlaşmalarını, her ülkenin ilişkiye verdiği geniş kapsamlı öneme dair karşılıklı açıklamalar ve alelacele gerçekleştirilmiş ziyaretler izledi. Türk ordusu genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 1997 başlarında İsrail’i ziyaret etti. Bunu, İsrail Dışişleri Bakanı David Levi’nin Ankara ziyareti izledi. Daha sonra Türkiye Savunma Bakanı Turhan Tayan ve (bu makalenin yazarlarından biri olan) Çevik Bir, Mayıs 1997 başında İsrail’e gitti. Aynı yılın Ekim ayında İsrail Genelkurmay Başkanı Amnon Lipkin-Şahak Türkiye’yi ziyaret etti. Her iki durumda da, bu ziyaretçiler yanlarında kalabalık bir ekiple geldiler, bu sayede 1997’nin ikinci yarısında her iki ordudan önemli sayıda komutan, birbiriyle tanışma imkânı buldu.[8]

En yüksek kademelerden gelen siyasi açıklamalar, ilişkinin stratejik önemini açıkça vurguladı. Örneğin Ağustos 1997’de Başbakan Mesut Yılmaz, Türk-İsrail işbirliğinin bölgede “güç dengesi için gerekli” olduğunu belirtti.[9] 1998’de İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu, benzer şekilde, ilişkinin “istikrarsızlığın hüküm sürdüğü yerde istikrarı tetikleyeceğini” söyledi.[10] O dönem İsrail’in savunma bakanı olan İzak Mordeçay, bağların önemini şu terimlerle tasvir ediyordu: “Ellerimizi birbirine kenetlediğimizde güçlü bir yumruk oluşturuyoruz. […] İlişkimiz, stratejik bir ilişkidir.”[11]

İki ülke arasındaki bağın kurulmasında karşılıklı ticari ilişkiler de önemli bir rol oynadı. On yıl önce neredeyse ihmal edilebilir düzeyde olan İsrail-Türkiye ticareti, doksanlarda istikrarlı bir şekilde arttı ve 1999'da neredeyse bir milyar dolara ulaştı. Bugün İsrail, Türkiye’nin Ortadoğu’daki en önemli ihracat pazarıdır. Turistik, akademik, profesyonel, sportif ve kültürel ilişkilerin alanı da önemli oranda genişledi, Türkiye, doksanlarda İsrail’in en popüler turizm destinasyonlarından biri hâline geldi.

Yeni bağlar birçok zorlu sınavı atlattı, bunlardan en önemlisi de 1996’da İsrail karşıtı ve İslamcı Refah Partisi genel başkanı Necmettin Erbakan’ın iktidara gelmesiydi. Göreve başladığı ilk günden itibaren Erbakan, hem iç hem de dış siyaset düzleminde, İslami bir ajandayı yürürlüğe koydu. Bu ajanda, eğitim sistemini İslamileştirme arzusunu, Türkiye’yi Arap dünyasına yakınlaştırma vaadini ve İslam devletlerinin “NATO benzeri” bir ittifakı kurmasıyla ilgili vizyonunu içeriyordu. Erbakan’ın İsrail karşıtı söylemi, geleneksel Yahudi karşıtı motifler ve efsanelerle doluydu. Onun için İsrail, “ebedi bir düşman” ve “Arap ve Müslüman dünyasının kalbindeki kanser” idi. İsrail’i İslam inancını zayıflatmakla suçluyor, Nil’den Fırat’a uzanan “büyük İsrail” hayali konusunda uyarıda bulunuyor, Türkiye’nin ekonomik zorluklarından “Siyonist komplo”nun sorumlu olduğunu iddia ediyordu.[12] Erbakan seçilmeden önce, Ankara’nın İsrail ile ilişkilerini dondurma ve iki ülke arasındaki ikili anlaşmaları iptal etme sözü verdi. Bazı analizciler, Erbakan’ın seçilmesinin ilişkiye ölümcül bir darbe indirdiğini düşünüyorlardı.

Ama öyle olmadı. Türkiye’nin anayasal sistemine ait hükümlere uygun olarak ordu, modern Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün laik cumhuriyetçi mirasını korumakla görevlidir. Ordu, boş boş oturup Türkiye’nin İslam’a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan’a söyledi. Hem askeri hem de siyasi liderlerden oluşan güçlü Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) genel sekreteri, laikliğin yüce değer olduğunu yeniden teyit ederek, Türkiye’deki laik toplumun ve eğitim sisteminin, ülkenin ulusal güvenliğinin temel ilkelerini oluşturduğunu ilân etti. Erbakan kontrol altına alındı. Türkiye ve İsrail, Erbakan’ın MGK’nın baskısıyla istifasını sunduğu Haziran 1997’de sona eren görev süresi boyunca en önemli askeri işbirliği anlaşmalarını imzaladı.

Diğer bir sınavsa, kendilerini Türkiye veya İsrail’in (veya her ikisinin) hasmı (veya potansiyel hasmı) olarak görenlerin eleştirilerinin şiddeti ile ilgiliydi. Örneğin, İsrail-Türkiye ortaklığından belki de en çok etkilenen ülke olan Suriye’nin başkan yardımcısı Abdülhalim Haddam, bu ortaklığın “1948’den beri Araplar için en büyük tehdit” olduğu konusunda uyarıda bulundu ve “ABD-Türkiye-İsrail arasında kurulan ittifakın, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri tanık olunan en tehlikeli ittifak olduğunu” söyledi.[13] Irak Dışişleri Bakanı Muhammed Said Sahaf, Ocak 1998’de ortak deniz manevralarını “kışkırtıcı bir eylem” olarak nitelendirdi.[14] İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ise Türk-İsrail anlaşmasının “İslam dünyasının duygularını tahrik ettiğini” söyledi.[15] Mısır, eli kolu ABD’ye dönük güveni üzerinden bağlı olmasına karşın, İsrail-Türk ortaklığını eleştirdi. Cumhurbaşkanlığı danışmanı Usame Baz, Ankara ile Kudüs arasındaki askerî işbirliğinin “Ortadoğu’da istikrarsızlığa ve muhtemelen savaşa yol açacağı” ve “Arap devletlerinin çıkarlarını tehdit ettiği” uyarısında bulundu.[16] Mısır’ın anlaşmaya karşı husumeti vardı. O günden sonra Mısır’ın anlaşmaya yönelik düşmanlığı azalsa da Kahire, hâlen daha Ankara-Kudüs anlaşmasını bölgesel liderlik hedeflerinin önünde büyük bir engel olarak görüyor.

Özellikle Arap mahallelerinden gelen eleştirilerin çoğu, Türkiye’yi ilişkiden çekilmeye ikna etmeyi amaçlıyordu. Bu tarz girişimler de başarısız oldu.

Eylül 2000’den bu yana Türkiye-İsrail ilişkileri başka bir sınavla karşı karşıya. İsrail ve Filistinliler arasındaki yıpratma savaşı, Türkiye de dâhil olmak üzere Müslüman dünyanın büyük bir kısmında yankı buldu. İsrail politikalarını eleştiren kimi Türklerin sesleri işitilmeye başlandı.[17] Ortalığı bir kez daha, anlaşmaların askıya alınabileceği veya iptal edilebileceği konusunda tahminler kapladı. Buna rağmen anlaşmalara halel gelmedi.

Kuşkusuz, son iki yılda yaşanan olaylar, İsrail-Türkiye ilişkileri konusunda gündeme getirilen abartılı yaklaşımların bir kısmını ortadan kaldırdı. Zaten ortaklık, İsrail-Filistin arasında işleyen “barış süreci”nin bir sonucu değildi ve sürecin bitmesiyle işbirliği de bitmedi. Aslında son zamanlarda İsrail’e yönelik eleştiriler, Türkiye’deki birçok kişiye İsrail-Türkiye ilişkilerinin Ankara’nın kendi ulusal çıkarları açısından yaşamsal önemini yeniden teyit etme fırsatı sağladı.

Doksanlı yıllardaki gelişmelerin bir sonucu olarak İsrail-Türkiye ilişkileri, dönüşüme uğradı. Eskiden İsrail’de görülen ilişki kurma hevesi ile Türkiye’deki suskunluk yerini, genişleyen işbirliği alanlarında eşit olarak çalışan, karşılıklı çıkarlara bağlı iki ortaktan oluşan, daha olgun bir modele bıraktı. Ancak ilişkinin henüz gerçekleştirilmemiş bir potansiyeli var ve bu potansiyel, en fazla stratejik düzeyde mevcut. Peki ortaklık, şu ana kadar stratejik açıdan ne başardı? Hangi yönlerde gelişmeli?

Stratejik İçerik

“Stratejik” kelimesi, ağızdan kolay çıkan bir kelime. İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkilerle birlikte çok daha fazla kullanıldığına hiç şüphe yok. Ünlü bir uzmanın ifadesiyle, “İsrail-Türkiye arasında sıkı ilişkilerin kurulması, Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da tanık olunan en önemli stratejik gelişmelerden biri.”[18] Önde gelen bir gazeteci, “ittifakın petrol zengini Ortadoğu’da stratejik güç dengesini değiştirdiğinden” bahsediyor.[19] Başka bir analizci, “[İsrail ile Türkiye arasında] gelişen yeni ilişki, İsrail-Mısır yakınlaşmasından bu yana İsrail dış politikasındaki belki de en önemli gelişmedir” diyor.[20] Bir başkası, bunu Ortadoğu’nun en önemli askeri ilişkisi” olarak tanımlıyor. [21] Bu tanımlamalardan herhangi birini kabul etmeden önce, ilişkinin ne olduğunu ve ne olmadığını tanımlamak gerekiyor.

Tanımlanmış gelecek senaryolarında iki ülke arasında karşılıklı savunma veya askeri işbirliği için resmi bir taahhüt olmadığı ölçüde, Ankara ile Kudüs arasındaki anlaşmanın geleneksel anlamda askeri bir ittifak olmadığı açıktır. Her iki devlet de diğerinin kendi savaşını vermesi beklentisi için değil, ayrıca ikisi de hayati ulusal çıkarlarını doğrudan etkilemeyen krizlere karışma konusunda temkinli davranıyor. İsrail ve Türkiye arasında kurulan ilişkide, bir ülkenin diğer ülke adına askerî harekâtta bulunacağı durum veya durumları tanımlayan bir hüküm belirtilmemiş.

Gene de iki ülke arasındaki ilişki, hâlen daha stratejik bir ortaklık olarak görülebilir, zira bu ilişki, nitelik itibarıyla hem bölgesel hem de küresel olan meseleler konusunda geliştirilen fikirlerin temelde birbirlerine yakınlaşmasından kaynaklanıyor. Her iki ülkenin lideri de ilişkinin özellikle belirli bir üçüncü tarafı hedef almadığını ısrarla dile getiriyor, ayrıca İsrail ve Türkiye, Suriye, kitle imha silahlarının yayılması, İslamî radikalizm tehlikesi, İran ve Irak kaynaklı potansiyel tehditler ve Orta Asya’nın jeopolitik kaderi gibi konularda ortak endişelere sahip.

Türkiye ile İsrail arasındaki stratejik ortaklık, klasik bir güç dengesi oyunu değil. İki ülke birlikte, askerî açıdan, bölgedeki tüm hasımlarından veya olası düşman ittifaklarından daha güçlü. Bu daha ziyade, ortak tehditleri önlemek için kaynakları bir araya getiren ve esas olarak bölgedeki hâkim jeopolitik koşulların zorla kesintiye uğramasını önlemekle ilgilenen iki “statükocu güç” arasındaki bir ilişki. Ne İsrail ne de Türkiye, mevcut sınırlarının ötesinde herhangi bir aktif toprak talebine veya görevdeki bölgesel rejimleri devirmek gibi bir emele sahip. Ancak her ikisi de Suriye, Irak ve İran gibi bölgesel emelleri olan veyahut da ya bölgedeki rejimleri istedikleri gibi kontrol etmek ya da değiştirmek isteyen “revizyonist” düşmanlarla karşı karşıya. (Nitekim Şam ile Ankara arasında Haziran 2002’de imzalanan son güvenlik koordinasyon anlaşması, İsrail-Türkiye ilişkisini harekete geçiren temel jeopolitik parametrelerde çok az değişikliğe yol açtı. Suriye ve Türkiye arasında su konusunda açığa çıkan gerilim ile Suriye’nin Hatay iddiası, alttan alta kaynayan meseleler).[22]

Ortaklığın stratejik tarafı, yapısal düzlemde belirli bir resmiyete kavuşturulmamış olsa da, ortak tatbikatlar, personelden personele koordinasyon, istihbarat paylaşımı ve karşılıklı ziyaretler gibi askeri işbirliğin mevcut seviyesine ait olan unsurlar, gelecekte olası ortak eylem için bir altyapı oluşturmuştur. Bu, her iki ülkenin de bazen üst düzey stratejik diyaloglarını duyurmasıyla birlikte, caydırıcılık ve zorlayıcı diplomasi potansiyellerini artırmıştır. Uluslararası ilişkilerin ağırlıklı olarak güç siyaseti şeklinde icra edildiği ve askeri gücün ulusal gücün temel bileşeni olarak algılandığı bir bölgede, gayri resmi ittifaklar, genellikle resmi, açık koalisyonlar kadar önemlidir. Üstelik diğer Ortadoğu devletlerinin çoğu, İsrail-Türkiye ilişkilerindeki askeri bileşene takıntılı hâle geldiğinden, her iki ülke de, sırf potansiyel hasımları onları müttefik olarak algıladıkları için, çoktan stratejik kazanç elde ettiler bile.

Her iki ülkenin de ilişkilerinden bugüne kadar elde ettiği stratejik faydalar aşağıdaki başlıklar altında gruplanabilir:

Artırılmış Caydırıcılık. İsrail-Türkiye arasında kurulan askeri işbirliği, kuşkusuz her iki tarafın da caydırıcılık gücünü artırmış, bu da ikisinin birbirine karşı şiddet uygulama şansını azaltmıştır. Türkiye veya İsrail’e karşı güç kullanmayı düşünen devletler, iki ülkenin birleşik güçlerini göz önünde bulundurmak zorundadırlar. İlişki, herhangi bir olası düşman için potansiyel riskleri artırır. İsrail-Türkiye anlaşmasındaki karşılıklı yükümlülüğün kesin parametreleri belirsiz olsa da, bu belirsizlik, her iki ülke için de meydan okuyanları caydırma konusunda anlamlı bir değer oluşturuyor.

Baskı Gücü Artırılmış Diplomasi. Baskı gücü artırılmış diplomasi, caydırıcılıkla aynı unsurları kullanma konusunda ortaklaşsa da, bir düşmanı istenmeyen bir eylemde bulunmaktan caydırmak yerine, düşmanı istenen bir eylemi yapmaya zorlar.

Türkiye’nin baskı gücü artırılmış diplomasisi, İsrail ile olan ilişkisinden zaten faydalanıyor. 1998'de Şam, PKK başkanı Abdullah Öcalan’ı sınır dışı etme ve terörist faaliyetleri on binlerce Türk vatandaşının hayatına mal olan örgütünün desteğini sonlandırması konusunda Türkiye’nin yaptığı baskılara boyun eğdi. İsrail-Türkiye ilişkilerinin savunucuları arasında, Suriye'nin Ankara’nın taleplerine uymasının, Suriyeli liderler arasında birleşik bir Türkiye-İsrail tehdidiyle başa çıkmak zorunda kalabilecekleri algısı nedeniyle küçük bir ölçüde teşvik edildiği konusunda genel bir fikir birliği var. Aslında, bu görüş, ilişkinin muhalifleri tarafından bile savunuluyor. Nitekim, İsrail-Türk anlaşmasının ateşli bir eleştirmeni olan Nebil Keylani'ye göre, “Türkiye, İsrail ile ittifakı olmasaydı, Suriye’ye bu kadar saldırgan bir biçimde karşı koyamazdı.”[23] Esasen bazı isimler, Suriye ile Türkiye arasında kısa süre önce imzalanan güvenlik koordinasyon anlaşmasının, Türkiye-İsrail anlaşmasının bir sonucu olarak, Ankara’ya ek bir fayda sağladığını söylüyorlar. Türkiye-İsrail anlaşması, Şam’ı Ortadoğu’da oluşan yeni güç denklemine boyun eğmeye, en azından Türkiye’ye yönelik düşmanlığını askıya almaya zorluyor. Suriyelilerin Türkiye’yi İsrail ile ilişkilerini kesmeye ikna etmeye çalışmaması, bu görüşü destekliyor.[24]

Washington’ın Gözündeki Saygınlığın Artması. Türkiye ve İsrail arasındaki işbirliği, iki ülkenin ABD nezdinde sahip olduğu önemi artıran bir sinerji yaratıyor. Bu, özellikle İsrail-Türkiye anlaşmasının, ABD çıkarlarına fazlasıyla düşman olan bir bölgenin sınırlarını tayin ettiğini ortaya koyan 11 Eylül 2001 olaylarının ardından geçerlilik kazanan bir tespittir. Her iki ülke birlikte, istikrar için ABD’nin çıkarlarını tamamlayan müthiş bir güç oluşturuyor.

Daniel Pipes, ABD’nin gelişen İsrail-Türkiye ortaklığına olan ilgisi konusunda şu yorumu yapıyor:

“Türk-İsrail ortaklığı, ABD’ye pek çok avantaj sağlıyor. Büyük bir istekle uygulamaya konulacak olursa, Washington’ın elli yıldır sırtını yasladığı otoriter yöneticilerin aksine, demokratik müttefiklerden oluşan Amerikan merkezli bölgesel bir ortaklığın çekirdeğini temin edebilir. Eisenhower’ın Bağdat Paktı, Nixon’ın hem Suudi Arabistan’ı hem İran’ı temel alan ‘ikiz sütun’ siyaseti ve Reagan’ın ‘stratejik konsensüs’ü, (Irak’ın zayıf Haşimileri, İran’ın gösterişçi şahı, o kötülük abidesi Suudiler türünden) çoğunlukla şüpheyle karşılanan hükümdarlara ve (bugün Mısır’daki Mübarek rejimi türünden) çirkin otoriter isimlere dayanıyordu. Ancak Türkiye-İsrail arasındaki uyum, ilk kez, Avrupa’da olduğu gibi, Amerikan yanlısı demokrasiler arasında bir ittifak geliştirme olasılığını ortaya çıkartıyor. Dikkatli bir şekilde geliştirilecek olursa bu ittifaka başkaları da katılabilir. […] Nihayetinde de tüm hedeflerin en zoru olan barışçıl Ortadoğu hedefine ulaşılabilir.”[25]

Kimi kritik noktalarda ABD, Türkiye-İsrail ilişkilerini hem destekledi hem de teşvik etti. Bu desteğin ve teşvikin belki de en somut tezahürü, iki ülkenin sürekli değişen Ortadoğu gerçekliğinde tartışma götürmez bir askeri üstünlüğü güvence altına almak için iki taraf arasında ve iki ülkeye yönelik, savunmayla bağlantılı teknolojilerin transferine gösterilen hoşgörülü tutumdur.

Bir Sonraki Aşama

Uluslararası terörizm ve radikal İslamcılık tehdidinin liberal demokrasilere yönelik şiddetini reddedilemez bir şekilde ortaya koymuş olan 11 Eylül’deki dramatik olaylar, uluslararası sistem için bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Sadece sloganlardan ibaret olan “demokratik barış” ve “teröre sıfır tolerans” gibi kavramlar, artık yeni bir anlama kavuşmuşlardır. Önümüzdeki aşamada dünya düzenini, benzer askeri ve terörist tehditlerle karşı karşıya kalan demokrasilerin bir araya gelme becerisi tayin edecektir.

Ortadoğu, bu tehditlerin ana üreticisi olma yolunda hızla ilerliyor. Bu gelişme, radikal güçlerin tehdidine karşı bir denge olarak İsrail-Türkiye ilişkilerine yeni ufuklar açıyor. Anlaşma süreci, iki ülkenin çıkarlarının yakınlaşmasıyla başladı. Şimdi bu anlaşma, Ortadoğu için, teokratik aşırıcılığı ve askeri despotizmi kontrol altında tutma amacıyla Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa tarafından teşvik edilen daha geniş bir güvenlik mimarisinin ana sütunu hâline pekâlâ gelebilir.

Anlaşma, bölgeye ve ötesine şu dört temel mesajı iletmelidir:

* Anlaşmanın amacı, Ortadoğu ve ötesinde güvenlik ve istikrarın artırılmasıdır.

* Demokratik rejimlerin hem ahlaki hem de politik erdemlerini ortaya koyar, iki ülke arasındaki işbirliğinin etkin bir biçimde pekiştirilmesi sayesinde birçok faydada bulunur.

* Saldırgan herhangi bir kurgu ile harekete geçmez ve asla üçüncü taraflara yönelik değildir.

* İttifak, gayri resmi yapısı ve saldırgan olmayan hedefleri sayesinde, benzer düşünen diğer bölgesel aktörlere açıktır.

Bu ittifak nihayetinde, Ortadoğu'yu yeniden inşa etmekten başka bir gayesi olmayan “terörle mücadele” başlığı altında kurulan bağların oluşturduğu ağla kurulacak ilişkiyi kolaylaştıracaktır.

İsrail-Türkiye ortaklığının, her iki devlet için değerinin ötesine geçtiği ve karanlıkta kalmış olan bölgeye iyimserlik konusunda bir ışık kaynağı olarak hizmet ettiği nokta, tam da burasıdır. Bu ilişkinin önde gelen otoritelerinden Efraim İnbar'ın da gözlemlediği gibi:

“Toplumlarının Ortadoğu’daki diğer herhangi bir ülkeden çok daha fazla özgürlük ve refaha ulaşmada gösterdikleri başarı, demokrasinin yalnızca Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da bulunan bir özellik olmadığını sürekli hatırlatan bir olgudur. Bu, böyle bir deneyimin komşuları tarafından taklit edilebileceği umudunu besliyor.”[26]

Bu umudun gerçekçi olup olmadığı görülecek. Bu arada, Türkiye-İsrail ilişkileri, istikrarlı ve demokratik bir Ortadoğu’da çıkarları olan herkes tarafından beslenmeyi ve ödüllendirilmeyi hak ediyor. İsrail ve Türkiye, ittifakı açık uçlu bir yapı olarak kabul etmeli, ana öncülleri paylaşan herkesi kucaklamalıdır. Düzensizlikten beslenen güçlerin giderek daha karmaşık ağlar ördüğü bir Ortadoğu’da, istikrarı savunanların daha azını yapma lüksü bulunmamaktadır.

Çevik Bir
Martin Sherman

Güz 2002
Kaynak

[Çevik Bir, 1995-1998 yılları arasında Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı ve çok sayıda önemli Türk-İsrail askeri anlaşmasını imzaladı. Martin Sherman, Herzilya’daki Disiplinlerarası Merkezdeki Politika ve Strateji Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacıdır ve Tel Aviv Üniversitesi'nde siyaset bilimi dersleri vermektedir.]

Dipnotlar:
[1] Mustafa Kibaroglu, “Turkey and Israel Strategize”, Middle East Quarterly, Kış 2001, s. 62. Beşinci maddeye göre NATO üyeleri “Avrupa veya Kuzey Amerika’daki üye devletlerden birine veya birkaçına yapılacak silâhlı saldırıyı herkese yapılmış saldırı kabul ederler.” [vurgu yazarlara ait].

[2] Meltem Müftüler Baç, “Turkey and Israel: An Evolving Partnership”, Ariel Center for Policy Research, Policy Paper Sayı. 47, 1998, sinopsis, Acpr.

[3] Kibaroglu, “Turkey and Israel Strategize,” s. 63.

[4] Daniel Pipes, “A New Axis: The Emerging Turkish-Israeli Entente,” The National Interest, Kış 1997-98, DP.

[5] Ayşegül Sever, “Turkey and the Syrian-Israeli Peace Talks in the 1990s,” Eylül 2001, Biu.

[6] Efraim Inbar, “Regional Implications of the Israeli-Turkish Strategic Partnership,” MERIA, Haziran 2001, Biu.

[7] Sever, “Turkey and the Syrian-Israeli Peace Talks.”

[8] Pipes, “A New Axis.”

[9] Inbar, “Regional Implications.”

[10] A.g.e.

[11] A.g.e.

[12] Pipes, “A New Axis”; Alan M. Schneider, “Turkey and Israel: Shared Enemies, Shared Interests”, The Jerusalem Journal, Bnaibrith.

[13] Ha’aretz, 30 Nisan 1996 ve 3 Haziran 1997.

[14] Aktaran: Inbar, “Regional Implications.”

[15] Aktaran: A.g.e.

[16] Aktaran: A.g.e.

[17] British Broadcasting Corporation, BBC.

[18] Alan Makovsky’den aktaran: “Special Policy Forum Report, The Turkish-Israeli-Syrian Triangle” Peacewatch, Sayı. 249, 15 Mart 2000, WI.

[19] Sami Kohen’den aktaran: Pipes, “A New Axis.”

[20] Efraim Inbar, “The Israeli-Turkish Connection,” Massachusetts Institute of Technology Security Studies Program Seminar Series, Bahar 1999, 3 Şubat 1999, Mit.

[21] Sabri Sayari’den aktaran: Pipes, “A New Axis.”

[22] The Syria Report, SR.

[23] Nabil Kaylani, “Israeli-Turkish Alliance May Prove to Be New Destabilizing Factor in Middle East”, The Washingon Report on Middle East Affairs, Ocak/Şubat 1999, s. 47, 94.

[24] Haziran 2002’de Suriye ve Türkiye arasında imzalanan güvenlik koordinasyonu anlaşması Ankara’nın İsrail’le bağlarını kopartması konusunda Şam kaynaklı hiçbir talebi içermiyordu. Türk yetkililere göre bu, “Suriye’nin Ortadoğu’daki gerçeği ve Türkiye-İsrail ilişkilerini makul bir yaklaşımla kabul ettiğini gösteriyordu.” [Ha’aretz, 3 Temmuz 2002.]

[25] Pipes, “A New Axis.”

[26] Inbar, “Regional Implications.”

Başörtüsü Yasağı

1.

Bir gün tüm o sevimlilikleriyle bir avuç cumhuriyetçi, çıkıp kızların başındaki her türden örtüyü yasak eden bir kanunun gerekli olduğunu söyledi. Onlara göre bu yasak, önce okullarda, mümkünse başka yerlerde yürürlüğe girmeliydi. Burada mesele, tek başına bir kanun çıkartmak değildi. Bu sebeple meselenin arka planına bakmak gerekiyor.

Cumhurbaşkanı (Jacques Chirac), her zaman suyun üzerinde kalmayı bilen, ama yetenekleri sınırlı bir siyasetçi. Seçmenlerin yüzde 82’sinin oyunu aldı. Üstelik sosyalistler de ona oy verdiler. Oy verenler arasında bizim bu sevimli cumhuriyetçiler de vardı. Cumhurbaşkanı, bahsini ettiğimiz talebe onay verdi ve başlarına örtü geçiren bin kadar genç kız aleyhine kanun çıkartacağını söyledi. Neticede bu çocuklar, arsız ve iğrenç yaratıklardı! Sedan ve Pétain’in teslim edilmesinde, Cezayir Savaşı’nda, Mitterand’ın çektiği numaralarda, göçmen işçilere karşı çıkartılan rezil kanunlarda olduğu gibi Fransa, bu sefer de dünyayı hayretler içinde bırakmayı bildi. Onca trajediyi gene bir komedi takip etti.

2.

Evet, Fransa nihayet çapına uygun bir sorun bulmuştu: bir avuç kızın başındaki örtü. Böylece bu ülkedeki çürüme sürecinin nihayet sona erdiğini söyleyebilirdik. Le Pen’in uzun zamandır teşhis ettiği o Müslüman işgali, bugün eşi benzeri bulunmayan aydınlarımız tarafından teyit edilmişti. Le Pen, konuşacak birilerini bulduğu için mutlu olmuş olmalıydı. (1356’daki yüzyıl savaşlarında İngiltere ve Fransa arasında cereyan eden –çn) Poitiers Muharebesi, lafı edilecek bir mesele bile değildi, (sekizinci yüzyılda Fransa’yı kral vekili olarak yönetmiş –çn) Charles Martel’in bu sürecin yanında esamisi bile okunmazdı. Neticede Chirac, sosyalistler, feministler ve İslam düşmanı Aydınlanmacı aydınlar, başörtüsü muharebesini kazanmışlardı. Poitiers Muharebesi’nden bugünün başörtüsü muharebesine dek uzanan süreç, hayırla ve önemli bir ilerleme ile neticelenmişti.

3.

O büyük dava, yeni argümanlara muhtaç. Örneğin “erkeğin (babanın ve ağabeyin) genç kızlar ve kadınlar üzerinde tesis ettiği iktidara ait bir gösterge olarak başörtüsü, yasaklanmalı. Bu sebeple, “ısrarla başörtüsü takanları dışlayacağız.” Hâsılı: “bu kızlar ve kadınlar eziliyorlar. Dolayısıyla cezalandırılacaklar.” Bu, şunu söylemek gibi bir şey: “Bu kadın tecavüze uğradı, onu hapse atalım.” Oysa başörtüsü öyle önemli bir olgu ki yeni önermelerin eşlik ettiği bir mantığı hak ediyor.

4.

Veya yasağı savunanlar şunu söylüyorlar: “Başörtüsünü özgürce takmak isteyenler, başıbozuk serseriler! Dolayısıyla bu insanlar cezalandırılacaklar.” İyi de hani bu, erkek zulmüne ait bir simge idi? Baba ile ağabeyin bu işle bir alakası yok mu yani? Peki o vakit bu yasak niye var? “Çünkü bu kişi, dindarlığını göstere göstere yaşıyor. Bu serseriler, inançlarını göze sokuyorlar. Yürüyüşümüze herkes katılsın!”

5.

Ya da baba ve ağabey veya o başörtüsü sökülüp atılmalı. İnancını yaşayan kız defedilmeli, aksi takdirde laiklikten eser kalmayacak. “İyi başörtüsü” diye bir şey yok. Herkesin başı çıplak olmalı! Eskiden Müslüman olmayanların bile dediği gibi: “Herkesin başındaki takke düşsün, kel görünsün.”

6.

Bugün cumhuriyet şunu söylüyor: “Şapkalar yere çalınsın!”

7.

Şu görülmeli: O kızın babası ve ağabeyi, sadece suç ortağı değil. Her zaman dediğimiz gibi: baba aptal bir işçi, köyden göç etmiş, gelip Renault’da montaj hattının başına geçmiş bir yoksul. Eski kafalı. Salak. Ağabeyse torbacı. Modern. Ama ahlâksız. Tekinsiz mahallelerin insanı. Tehlikeli sınıfın mensubu.

8.

İslam dini, diğer dinlerdeki kusurlar yanında, oldukça ciddi bir hakikate sahiptir: Bu ülkede İslam, yoksulların dinidir.

9.

Bu açıdan bakıldığında başörtüsü, yoksulun Allah’ına inanan yoksulun başka bir yoksulu ezmesidir. Küçük burjuva, onu “mide bulandırıcı” bulur. Küçük burjuvazinin sahip olduğu servet bile onun tek başına hayatta kalabileceğine inanmaz.

10.

Burada ettiğim laflarda kendisini hemen tanıyacak, bir vakitler bu başörtüsü meselesini tartıştığım kişi, bana şunu söylemişti: “Yani sen, şimdi saçın belirli amaçlar doğrultusunda gizlenen bir cinsel simge olmasını mı istiyorsun?” Oysa ben, bir şey istiyor değilim. Ama aklıma Baudelaire’in şiirini getirmeden de edemiyorum: “Yapağından farksız saçlar/ Bukle bukle inip omuzlarının kıyısında kıvrılıyor/ İnsanı mahmur eden parfümünün kokusu sinmiş/ Ne büyük bir lütuf! Eşarbını oraya buraya çekiştirmek/ Saçlarında süzülen hatıraları seyre dalmak/ Karanlık ve loş fakirhanemi o hatıralarla doldurmak/ İblis gibi hayallerime sızan o Müslümana sarılmak.”

11.

Hatırlıyorum o kadını, saçlarının örgüsünü çözmüş, o saçlar sessizce omuzlarına dökülmüştü. Böylece aşk dolu olduğunun bilinmesini sağlamıştı. Peki bu kadın, laikliğe edilmiş bir küfür müydü? Kadınlık, onda dört duvar arasına mı hapsedilmişti? Belki de öyledir.

12.

Gözünüzün önüne bir lise müdürü gelsin. Yanında, ellerinde mezura, makas ve ceza kanunu ile ilgili kitaplarla yürüyen müfettişler olsun. Bu insanlar, okula girip başörtülerinin, kippaların ve diğer türden şapkaların fazla gösterişçi olup olmadığını incelesinler. Topuza iliştirilmiş o büyük başörtüsü de kafanın üzerinde iki avroluk demir para büyüklüğündeki takke de şüpheli şeyler. Hatta küçük olan, büyük olana kıyasla daha gösterişçi bulunacaktır. Ama o da ne? Silindir şapka mı o? Eyvah! Oysa tam da Mallarmé’nin dediği gibi, “Böyle bir şeyi kafasına geçiren, onu bir daha asla çıkartamaz. Dünya yıkılır ama o şapka yerinde kalır.” Silindir şapka, sonsuza dek süren bir gösteriş değil de nedir?

13.

Peki laiklik nedir? Paslanmaz bir ilkedir! Otuz-kırk yıl önce okullarda sınıflarda sadece kız veya sadece erkek öğrencilerin bulunması yasaktı, kızların pantolon giymesine izin yoktu, herkes, rahip misali, ilmihale göre hareket ediyordu. Ekmek-şarap ayini, devlet eliyle emredilmiş bir uygulama idi. Ayine erkek çocuklar kırmızı şeritler takarak katılır, yüzlerine tül örtüler geçirirlerdi. Sadece başörtüsü de değil, gerçek örtülerdi bunlar. Peki bu başörtüsünü takmanın suç olduğunu söyleyebilir miyiz? Onu ilerlemeye ayak uydurmamanın, geçmişi hatırlatıp durmanın, geçici bir engelin işareti olarak görebilir miyiz? Ne yani, bugün burada aramızda dolaşan o genç bayanları sürgün mü edelim? Emir şu değil miydi? İlerleyin ki kapitalist makine sonsuza dek devinsin. Gelenlere gidenlere, pişmanlıklara, uzak diyarlardan gelen işçilere aldırış etmeyen kapitalizm, dinlerin ölü tanrılarının yerine emtianın tanrısını ikame ediyor nasılsa.

14.

Bugün gerçek büyük din, ticaret mi yoksa? Bu dinlerine bağlı Müslümanlar, sofu bir azınlık olarak arzı endam etmiyorlar mı sizce? Bu aşağılık görülen dinin gösterişçi sembolleri, Nike, Chevignon, Lacoste gibi etiketlere sahip pantolonlarda, tişörtlerde ve ayakkabılarda karşımıza çıkmıyor mu? Okulda “herkesle yatan bir kadın” olmak, Tanrı’ya inanmaktan daha değersiz bir şey mi? Eğer hedefi on ikiden vurmak zorunda isek, büyük düşünmeye mecbursak, bize neyin gerekli olduğunu bilmemiz şart: marka karşıtı bir kanun. Hadi Chirac, işbaşına! Sermaye’nin o gösterişçi tabelalarını yasakla ve elini asla korkak alıştırma.

15.

Ne yani? Kadının görevi, soyunmak mı? O kalçalar görünecek diye bir kaide mi var? Memeler fora edilmek zorunda mı? Göbek deliklerindeki pirsing ille de görünmeli mi yani? Taşradaki bir kasabada yüzme havuzu, belirli zamanlar sadece kadınlara tahsis ediliyor. Burada dindar kadınlar duş alıyorlar, attıkları kahkahalar duvarlarda çınlıyor. Belediye başkanı, şunu söyleyerek bu duruma son veriyor: “Kadın bedeni gözden ırak olmamalı. Kadınlar çıplak olmalı, ama bunu zarafetle yapmalı!”

16.

Şu hususu biri çıkıp açıklasın. Farklı zamanlarda ve yerlerde bedenin nerelerinin gösterileceğine, nerelerinin gösterilmeyeceğine dair o feminist ve cumhuriyetçi aklı tanımlayan ne? Bildiğim kadarıyla bugün bile okullar dâhil hiçbir yerde meme, kasık kılı veya penis gösterilmiyor. Ne yani, bunlar gözden ırak tutuluyor, saklanıyor diye kızmalı mıyım? O kocalardan, âşıklardan ve ağabeylerden mi şüphe etmeliyim? Yıllar önce Fransa köylerinde, hatta bugün Sicilya gibi yerlerde dul kadınlar, siyah çarşaf, siyah uzun çorap ve başörtüsü giyiyorlar. Bunu yapmak için bir kişinin Müslüman bir teröristin dul eşi olmasına gerek yok.

17.

Bir eğilim olarak yasaklamanın çıplaklıkla ilgili olduğunu anlıyorum. Libération gazetesi, totalitarizm türlerinin yıkılışının bir işareti olarak mini etekleri her daim övmüş bir yayın organı. Ortalıkta çokça mini etek varsa, demek ki insan hakları revaçta. Bu anlamda bedeni aşırı ölçüde örten her şeye şüpheyle yaklaşılmalı. Sahillerde çıplak meme için verilen savaş, nihayet zaferle sonuçlandı. Artık kimse, arabaları, kafes kuşlarını, beton mikserlerini veya bigudilerini çıplak kadın resmi olmadan satamıyor. Yirmi yıl önce “Porno” isimli şarkısında “Pornonun da pornosuyum, şarkıdaki muziplik” diyen Georges Brassens, bugün bir kilise faresinden bile daha bağnaz geliyor insanlara. Üstelik o fareler bile bugün, her biri birinden daha fazla yaygara kopartmak suretiyle, rahipleri için eşcinsel evliliği hakkı talep ediyorlar.

18.

Eskiden feministler “benim bedenim bana ait” diye slogan atarlardı, bugünse fahişelerin sloganını atıyorlar: “Bedenim herkese ait”. İlk slogandaki mülkiyetçilik, ikinci slogandaki o sakat tavsiyeye yol açıyor. Kendilerini mülk olarak görenler, bedenlerini mezada çıkartıyorlar. Ortaya da harika bir sonuç çıkıyor.

19.

Gerçekten tuhaf değil mi? Örneğin Elle dergisi türünden mahfillerde kalem oynatan ve başörtülü bir avuç kıza öfke kusan birçok feminist, işi öyle bir yere vardırdı ki sonrasında Sovyetler’de örneğine rastladığımız türden bir seçimde o zavallı ihtiyar Chirac’ın yüzde 82 oy almasını sağladı, sonra da ondan, o kızları hukuk adına ezmesini istedi. Bunlar olurken kadın bedeni fahişeleşti, her yerde kadını aşağılayan porno ürünleri satıldı, gençlik dergilerinin sayfalarını bedenin cinsel açıdan teşhir edilmesi tavsiyesinde bulunan yazılar süsledi.

20.

Bunun basit bir açıklaması var: Bir kız, satmak zorunda olduğu şeyi göstermeye mecbur. O, piyasaya sunacağı şeyi teşhir etmeli. Bundan sonra bu kız, kadınların piyasadaki dolaşımının, kısıtlanmış bir ekonomiye değil, genelleştirilmiş bir modele itaat etmesi gerektiğini anlamalı. Dolayısıyla sakallı babalara ve ağabeylere küfredilmeli! Yaşasın dünya piyasası! Neticede genelleştirilmiş model, en yüce model.

21.

Bir kadının kendi seçtiği kişi karşısında soyunma konusunda kimsenin ihlal edemeyeceği bir hakka sahip olduğunu, artık herkes kanıksamış durumda. Fakat hayır. Bugün imalı yollardan soyunma meselesine her daim işaret etmek, sürekli bir soyunma hâlinde olmak, zaruri. Kim üstünü başını, piyasada sahip olduğu şeyin üzerini örtüyorsa, piyasaya sadık bir iş kadını olarak görülmüyor.

22.

Peki sakal için edilen laflara ne diyeceğiz? Bizim tüysüz eğitim bakanımız Luc Ferry, beylerde sakalın yasaklanması gibi bir harika hayale sahipti. Eşitlikçilik açısından bakıldığında bu, aslında adil bir yaklaşım: madem kızlar saçlarını göstermeye zorlanıyor, o vakit delikanlıların sakallarını kesmesi neden zorunlu olmasın? Kılın devlet meselesi hâline geldiği andan itibaren mevcut birliğin durumdan istifade ettiğini kimse görmezden gelemez. Oluşan tümüyle yeni hiyerarşi dâhilinde okul berberleri sınıfların içine yerleşti, artık her okulda tıraş kremi mevcut. Aslında kızların örtüsünü kaldırıp atmanın kimseye vaat ettiği cazip ve anlamlı bir şey yok. Elimizde sadece örtü yırtıcılar, soyunup duranlar, striptizciler birliği kaldı. Yazık, doğrusu çok yazık.

23.

Biz, oldukça ilginç olduğunu düşündüğümüz, şu türden bir tespit üzerinde duruyoruz: başörtüsü kanunu, saf anlamda kapitalist bir kanundur. Bu kanun, kadınlığın teşhir edilmesini salık veriyor. Başka bir ifadeyle, kadın bedeninin mevcut dolaşımının zorunlu olarak piyasa paradigmasıyla örtüşmesi gerektiği üzerinde duruyor. Kanun, kadın bedenini saklama meselesini herkese yasak ediyor; yetişkinleri, tüm öznel âlemin duygusal zemininden kopartıyor.

24.

Ünlü bir yönetmen, bir süredir yaptığı açıklamalarda ve çektiği filmlerde yoğun cinsel kayıtsızlığa ve cenaze levazımatçısına has püritenizme yönelik nefretini kusuyor. Tüm bu kılıf altında yönetmenimiz, bugünlerde kaynatılan provokasyon kazanına odun taşıyor. Başörtüsüyle mücadeleyi görev bellemiş olan bu yönetmen, bize şundan başka bir şey söylemiyor: “Demek ki biz, kulak memesini yeni erojen bölge hâline getireceğiz!” İyi de neden, sevgili seks yönetmenimiz? Yeni erojen bölge yaratan veya yeniden oluşturan yönetmen sayesinde ülkemizdeki seks manyakları, nihayet iyi bir haber almış olmalılar!

25.

Bugün her yerde “çarşaf”ın, kadın cinselliği üzerindeki kontrolün asla hoş görülemeyecek sembolü olduğuna dair sözler işitiliyor. Yani siz, kadın cinselliğinin günümüzde ve tüm çağ boyunca ait olduğumuz toplumlarda kontrol altında tutulmadığını mı düşünüyorsunuz? Bu çocuksu yaklaşımı duysa, muhtemelen Foucault gülme krizine girerdi. Sanki kadın cinselliği, kılı kırk yararak incelenmiyormuş, birçok uzman bu konuda tavsiyelerde bulunmuyormuş, o iyi ve kötü kullanımlar arasında yapılan ince ayrımlara tabi tutulmuyormuş gibi konuşuyorlar. Zevk denilen meselenin, tüm netameli hâliyle, yükümlülük hâline geldiğini görmüyorlar. Heyecan verici bulunan şeylerin herkese teşhir edilmesi, Kant’ın ahlak ilkesinden daha katı bir nitelik arz eden bir tür görev hâlini almış durumda. Bir süre önce Lacan, “kendi zevkinize bakın kadınlar” lafıyla büyükannelerinizin “zevkten uzak durun” lafının biçimde aynı olduğunu söylüyordu. Piyasanın kontrolü, patriarkal kontrolden hep daha kesintisiz, kesin ve büyüktür. Zorluklarla yüklü olan, aile eliyle eve hapsedilme denilen şey, fahişeliğin dolaşımından daha yavaş ve daha tekinsiz bir süreç olarak işlemektedir. Yunan komedisinden Moliére’ye uzanan çizgi, bu hapsetme pratiğini hep alaya almış, yüzlerce yıldır insanları güldürmüştür.

26.

Göçebeliği esas alan dünya anlayışıyla bakıldığında insan, bedenlerin kesintisiz dolaşımından ve değiş tokuş edilmesinden keyif alıyor. Oysa bir para da dünyanın en özgür şeyi zannediyor kendisini. Çünkü en fazla o, dolaşıma sokuluyor.

27.

Anne ve fahişe. Bazı yüzyıllarda anne lehine ve fahişe aleyhine olan gerici kanunlar çıkarıldı; bazılarında ise fahişe lehine ve anne aleyhine olan ilerici kanunlar yürürlüğe girdi. Oysa mesele, ikisi arasında seçim yapmaya karşı çıkmaktı.

28.

Meselemiz “ne o, ne o” demek değil. Zira bu yaklaşım, itiraz noktasında savunulan (tıpkı [son seçimde cumhurbaşkanı adayı olan –çn] François Bayrou’nun merkezde durup takındığı tavırda görüldüğü üzere) tarafsızmış gibi görünen zemini idame ettirmekten başka bir işe yaramaz. “Ne anneden ne de fahişeden yana olalım” yaklaşımı, zavallı bir yaklaşımdır. Aynı şekilde, “ne fahişeden ne de yıkıcı olandan yana olalım” tavrı da tümüyle saçmadır, çünkü “fahişe”, genel anlamda yıkıcı bir olgu değildir, onun haklı olması da mümkündür. Geçmişte Fransa’da fahişeler saygın kişiler (les respectueuses) olarak anılırlardı. Asıl mesele, demek ki kamusal yıkıcılardır. “Yıkıcılık” konusunda belki de sadece “paralı fahişeler”e bakılabilir.

29.

Mesele, dönüp dolaşır, gelip şu gerçeğe dayanır: Bugün düşüncenin asıl düşmanı, mülkiyettir. Düşman, inanç değil, ticaret ve ruh türünden şeylerdir. Bugün asıl eksik olan, (politik) inançtır. “Dinî köktencilik”, Batılıların korkuya kapılıp kendi elleriyle akla karşı yürüttükleri yıkım süreci karşısında titremelerine neden olan aynadır. Neticede dinî köktencilik, Batılıların her yerde, ya önemini yitirmiş demokrasiler ya da insanî yardım için sağa sola silâh sıkmak adına iniş yapan paraşütçü birlikleri kılıfı altında örgütlemeye çalıştığı, politik düşünceye yönelik yıkım pratiklerinin neticesidir. Bu tür koşullar altında, farklı bilgi biçimlerinin hizmetinde olduğunu iddia eden laiklik, rekabete saygı gösteren, Batılı normlara göre verilecek eğitim işini üstlenen ve her türden inanca düşmanlık eden, âlimler eliyle işleyen düzenden başka bir şey değildir. Laiklik, havalı tüketicilerin, budala patronların, özgür mülk sahiplerinin ve hayal kırıklığına uğrayacak seçmenlerin yetiştirildiği okuldur.

30.

Tanrı’nın ölümünden beri dinler, öyle güçsüzleştiler ki eskiden (aşkınlık düzleminde aynı seviyeye getirildiklerinde öfkelenen) tanrılarına itaat eden dinler, bugün birbirlerini yeryüzünden silmeye çalışmak yerine, birbirlerine yardım etmek zorunda kalıyorlar. Bir camiyi boş görmek, piskoposun hoşuna gitmiyor artık. İmam, vaiz ve rahip, hüzün yüklü istişarelerde bulunuyor kendi aralarında. Hatta haham ve papa bile birbiriyle temas kuruyor. Ben, iktidarın ve petrodolarların gerçeği gizleyen fesadıyla alakalı hayal oyunları anlamında dinler savaşından veya medeniyetler çatışmasından çok, ölmekte olan inançların Enternasyonal’ine inanıyorum.

31.

Dolayısıyla, bugün İslam karşıtı olduğu aşikâr olan başörtüsü yasağı, ellerine geçirdikleri papaz ödeneklerinin belirli bir kısmını merkezden uzak şehirlerdeki Katolik seçmenlere borçlu olan vekilleri epey rahatsız ediyor. Hedef şaşırtmak adına bu vekiller, gösterişçi politik sembollerin yasaklanması gerektiğine ilişkin hikâyeler uyduruyorlar. Gerçekten de bu türden semboller var mı? Olabileceğine inanan var mı, en uzak köyde, korku verici varoşlarda, karşımıza çıkan orak-çekiçler de bu türden birer sembol mü mesela? Üzerinde Stalin’in, o büyük serdümenin resmi bulunan başörtüler de öyle midir? Ben, öğle aralarında orasına burasına bu türden semboller iliştirmiş insanlarla karşılaşılması gerektiğine inananlardanım. Tüm kalbimle söyleyebilirim ki böylesi insanlarla karşılaşmıyor oluşumuz, beni üzüyor, ama ne yapalım, gerçek bu. Bazen seminerlerimde kitlenin karşısına, üzerinde büyük Lenin’in, bazen de sevgili Mao’nun resmi bulunan rozetlerle çıkıyorum. Ama kimse, bu konuda tek bir yorumda bile bulunmuyor!

32.

Kimse, bireyci feminizmin yörüngesine girdiğinde kendinden geçmez, aklı başından uçmaz. Özgür kadın için verdiği kavga ile bireyci feminizm, bugün özgürlüğün zorunlu olduğunu ve onun sırf kıyafetlerine bir aksesuar iliştirdi diye kızların (ama erkeklerin değil!) okuldan atılmasını gerekli kıldığını söylüyor. Bu tespit karşısında şaşkına dönmemek elde değil!

33.

Cumhuriyetçilerin “Cemaat”le alakalı geliştirdiği tüm jargon ve cemaatçiliğe karşı yürüttüğü, metafizik olduğu kadar öfke yüklü olan cengi, saçmalıktan başka bir şey değil. Bırakın insanlar diledikleri gibi yaşasın, eskiden beri yedikleri şeyleri yesin, türban kullansın, kıyafetlerini giysin, başörtülerini taksın, mini etek giysin, step dansı ayakkabılarını geçirsin ayaklarına. Zaten miadını doldurmuş olan tanrıları huzurunda secdeye varsın, eğilirken kalkarken birileri resimlerini çeksin, rengârenk kelimelerle konuşuversin. Pek de önemli olmayan, bu türden “farklılıklar”, ne düşünceyi engeller ne de ona destek olurlar. Dolayısıyla bu farklılıklara saygı göstermenin de, onları kötülemenin de bir anlamı yoktur. Levinas’ın, sağduyulu teoloji konusunda amatör olan isimlerin ve her yerde karşımıza çıkıp ahlaktan dem vuranların döne dolaşa atıfta bulundukları sözüne atfen, “Öteki, bir miktar farklı yaşayandır” ki bu, esasen öyle üzerine kafa yormamızı gerektiren, fazla çabaya ihtiyaç duyan bir gözlem de değildir.

34.

Aslında geleneklerdeki ve inançlardaki çeşitlilik, insan denilen hayvandaki çeşitliliğin bugüne miras kalmış kanıtıdır. Tıpkı mavi papağanlar veya balinalar gibi hayatın o çok farklı biçimler alan kuvveti de merakımızı celbeder ve bizi büyüler.

35.

İnsan denilen hayvan, kökenlerine göre gruplaşır. Bu, örneğin Fransa’ya gelirken, yüzleşilen kötü koşulların doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Saint-Ouen-l'Aumône komünündeki bir pansiyonda sizi sadece bir kuzen veya köylünüz karşılar. Çinlilerin hâlihazırda başka Çinlilerin bulunduğu yerlere gitmesine kızanlar, muhakkak ki anlayışsız kimselerdir. Bu anlayışsızlığı, otuz yıl önce Fransız Komünist Partisi de göstermiştir. Parti, verdiği talimatlarda, göçmen yükünün varoşlardaki komünlere (mahalli idarelere) eşit olarak dağıtılmasını talep etmişti. Yani partiye göre solun ve sağın ayrı komünleri olmalıydı. Buna göre sola “proleter ve enternasyonalist” Araplar düştü. Tüm Arapları bugün de bizim konseylere gönderiyorlar.

36.

Bugün cemaatçiliği zapturapt altına alıp Müslümanların asimile olmasını bekleyenlerin, geçmişte FKP’nin cüret edip attığı adımların ötesine geçmeleri gerekiyor. Şehirdeki her bir büyük kümede biri kalabalık olan en fazla iki Faslı aile, bir mütevazı Malili aile, bir bekâr Türk, bir da yarı Tamil bulunuyor.

37.

Söz konusu kültürel “farklılıklar”daki tek sorun, onların toplumsal varlığı, doğal çevresi, yaptıkları iş, aile hayatı veya okul hayatı değildir. Mesele, sanat, bilim, aşk veya bilhassa siyaset olduğunda, bu farklılıkların aldığı isimlerin de bir anlamı yoktur. Eşyanın tabiatı gereği insan, belirli özelliklere sahiptir. Bu özellik kategorileri, evrensel olduklarını ilân edip özneyi yüceltirlerse, işte o vakit felâkete yol açacak gelişmeler yaşanır. Asıl önemli olansa, özneye isnat edilen şeylerin ayrıştırılmasıdır. Sarı bir donla bir matematik sorusu çözebilirim veya rasta saçlarımla seçime dayalı demokrasiden uzak bir siyaset yapabilirim. Bu, teorinin de sarı olduğu anlamına gelmez, ilettiğimiz talimatın rasta gibi örülü olduğunu söylemez. Hatta belki de mesele, teorinin rasta saçlarının olmamasıdır.

38.

Tersten şu da söylenebilir: politik olsun ya da olmasın, bir hakikat, kendisine “belirli bir olayın ilkesel düzeyde kendisiyle ilgili özel hiçbir şeye sahip olmaması ilkesi” üzerinden bakar. Bu, olayın belirtilmesine neden olan durumun içine kim girerse girsin, kabul edeceği bir şeydir. Politik militanlar, bir teori ortaya atanlar, bir oyun düşleyenler, aşkın hazzını yaşayanlar, maddi ve akli desteği arkasına alıp belirli bir düşünce biçimi üretenler, bu hakikati paylaşırlar. Ne cinsel, ne dilsel, ne dinsel, ne psikolojik ne de etnik özellikler, bir hakikate ulaşma sürecinin parçası olabilirler, ama bunlar, söz konusu sürecin önünde birer köstek olarak da görülemezler. Aziz Paul’ün çok önceleri dillendirdiği, Saint-Just’ün yinelediği şu söz önemlidir: “Mesele hakikatse kişisel özelliklerin önemi yoktur.”

39.

Okulların bir avuç kızın başındaki örtü gibi önemsiz bir kişisel özellik yüzünden tehdit altında olduğuna dair iddia, bizi şu konuda şüpheye sürüklemektedir: Burada asıl mesele, hakikat değil, düşük seviyede olan muhafazakâr kimi görüşlerdir. “Okul, yurttaşları eğitmek için vardır” diyen siyasetçileri ve aydınları görmedi mi bu gözler? Üstelik bu iç karartıcı program, yıllarca uygulamada kaldı. Bugünse “yurttaş”, az biraz haz düşkünü, hakikate benzeyen her şeyi dışlayan bir politik sisteme zincirlerle bağlı.

40.

İster alt mevkilerde olalım isterse üst, bugün bizim meşgul olacağımız mesele, bir avuç Cezayirli, Faslı ve Tunuslu kızın başlarında sıkıca örülmüş topuz bulunması, sade tavırları, yorulmak nedir bilmeden çalışmaları, en az onlar kadar ailelerine bağlı olan birkaç Çinli ile birlikte herkese kök söktüren birer sınıf başkanı olması mıdır? Bugün bir olmak için çok fazla diğerkâmlığa ihtiyaç vardır. Bu birlikse demek ki Chirac’ın Sovyetçi tarzda inşa ettiği hukuk düzeninin o çok başarılı öğrencileri okullardan zorla atması ile son bulacaktır.

41.

“Hayatın keyfini özgürce çıkartın!” 1968’de bunu söyleyen aptallık, bilgiyi bir adım ileri taşımadı. Freud sayesinde öğrendiğimiz temel gerekçelerin yanında insanlara aşılanan bir doz gönüllü sofuluk da bilir ki hakikate ait parçalarla öğrenme arasında belirli bir yakınlık söz konusudur. Öyle ki; belki de bir gün başörtüsü faydalı olmaktan çıkacaktır. İnsanın çıraklık döneminde kana kana içtiği ağır içki olarak yurtseverlik eksik olduğunda her türden idealizm, üstelik en ucuz olanları, zihinlere üşüşecektir. En azından bu durum, okul eğitiminin tüketici yurttaşların “eğitilmesiyle” pek bir alakasının olmadığını söyleyenler için geçerli olacaktır.

42.

Başörtüsü karşıtlarının çiğneyip durdukları sakızlar şunlar: “Okul, bizdeki laiklikten önce yok olup gidecek” veya “Kel bir cahil, başörtülü bir dâhiden evladır.”

43.

Hakikat açısından baktığımızda şunu görüyoruz: başörtüsü kanunu, sadece tek bir şeyin ifadesidir: korku. Genelde Batı, özelde Fransızlar, artık korkudan tir tir titreyen korkaklardan başka bir şey değildirler. Peki bu insanların korkularının sebebi ne? Her zaman olduğu gibi, barbarlar. Hem ülke içindeki barbarlar olarak “varoş gençleri”, hem de yurtdışındaki “Müslüman teröristler. Neden korkuyorlar? Çünkü suçlular, ama bir yandan da masum olduklarını iddia ediyorlar. Seksenlerden beri işledikleri suçları reddediyorlar ve her türden özgürlükçü siyasetin, devrimci aklın, olandan başka şeyler söyleyenlerin kökünü kazımak için uğraşıyorlar. Onlar, o sefil imtiyazlarına sarılıp bırakmadıkları için suçlular. Satın aldıkları ürünlerle oynamaya bayılan ufak çocuklar gibi davrandıkları için suçlular. Evet doğrudur, “uzun bir çocukluk döneminin ardından nihayet büyüdüler.” Tam da bu sebeple inatçı bir genç kadın gibi kendilerinden biraz yaşça büyük herkesten ve her şeyden korkuyorlar.

44.

Ama her şeyden önemlisi, genelde Batılılar, özelde Fransızlar, ölümden korkuyorlar. Onlar, artık uğruna kimi riskler almaya değecek bir şeylerin olduğu fikrini bile akıllarına getiremiyorlar. Onların en önemli arzusu, “sıfır ölüm”. Bu yüzden dünyaya bakıp ölümden korkmak için herhangi bir sebebi olmayan milyonlar görüyorlar. O insanların çoğu, neredeyse her gün bir fikir için ölüyorlar. “Medeni insanlar” için bu, nefesi ensede hissedilen terörün kaynağı.

45.

Bugün insanın uğruna ölmeye hazır olacağı fikirlerin genelde pek bir kıymeti olmadığını ben de biliyorum. Tüm tanrıların aramızdan uzun zaman önce çekip gittiğini düşünüyorum, genç kadın ve erkeklerin bir süredir varolmayan bir şeyi matem havası içerisinde zikredip bedenlerini paramparça ediyor oluşları, beni büyük bir üzüntüye sürüklüyor. Biliyorum, o herkese korku salan “şehitler”, mücadele ettiklerini söyledikleri düşmanlardan farksız olan fesatçılar eliyle araçsallaştırılıyorlar. Bin Ladin’in Amerikan gizli servislerinin yarattığı bir isim olduğunu artık tekrarlamaya bile gerek yok. Bu intihar eylemleri ile gerçekleştirilen cinayetlerin saf, yüce veya etkili şeyler olduğuna inanacak kadar toy değilim.

46.

Ama ben, her şeyden önce, aydınların ve işçi sınıfının büyük bir kısmının suç ortaklığında, bilhassa Fransa’da Batılı hegemonlarca tüm politik akıl biçimlerinin büyük bir özenle yok edildiğini, bunun da ağır bir bedel olduğunu söylüyorum. Siz, devrim fikrine dair hafızanın bile silinip gitmesini mi istiyorsunuz? Sizin niyetiniz, “işçi” kelimesini mecaz olarak bile kullandırtmamak mı? Ortaya çıkan sonuç konusunda kimsenin şikâyeti yok anlaşılan. O zaman gidin, dişlerinizi sıka sıka, gebertin yoksulları. Ya da onları Amerikalı dostlarınıza öldürtün!

47.

Bu savaşları biz hak ettik. Korkunun uyuşturduğu bu dünyada büyük haydutlar, hiç acımadan bombalıyorlar ülkeleri, her yanı kan deryasına çeviriyorlar. Medyadaki haydutlarsa canlarını sıkanları hedef alan suikastlar gerçekleştiriyorlar. Küçük haydutlarsa başörtüsü karşıtı kanunlar yapıyorlar.

48.

Çıkıp bir de “bu o kadar da ciddi bir mesele değil” diyorlar. Evet, elbette ki öyle. Hatta aslında o kadar kötü bir şey de değil. Tarihin mahkemesine çıkıp hafifletici sebeplerden istifade etmek isteyeceğiz ve “Bir saç tasarımı uzmanı olarak o, bu meselede küçük bir rol oynadı aslında” diyeceğiz.

49.

Şimdi kendinizi daha iyi hissediyor musunuz?

Alain Badiou
21 Şubat 2004
Kaynak