Kabul
etmem gerekir ki Karl Popper’nın Açık Toplum ve Düşmanları isimli
eserinin ilk cildine biraz şüpheyle yaklaşıyordum. Bendeki şüpheye esas sebep
olansa (bilhassa onuncu bölümde, o da müphem ifadelerle dile getirilen)
“açık-kapalı” ikiliği idi.
Kırklı
yılların başlarında kaleme alınmış olan kitap, açık ki dönemi için önemli bir
çalışma, totaliter “ütopyacılık”la (ve bazen ona eşlik eden etnik-ırkçı
“temizlik”le) ilgili kimi faydalı şeyler içermiyor değil.
Bu
makale, sadece Platon’un Büyüsü başlığını taşıyan birinci cildin
eleştirisi ile sınırlı. Popper’nın Platon’un Cumhuriyet ve Yasalar
isimli çalışmalarını yirminci yüzyıldaki kolektivist-milliyetçi diktatörlükler
için bir plan olarak sunma konusunda yaptığı tercih, kanaatimce yanlış. Evet,
Platon “ırkın ıslahı”nı, topyekûn beyin yıkamayı (düşünce kontrolünü), katı bir
kast sistemini ve benzerlerini savunan bir isim, ama Popper’nın da kifayetsiz
bir tarihselci olduğunu söylemek gerekiyor. Her şeyden önce Platon’un siyaseti,
en nihayetinde Orfeusçu-Pisagorcu metafizik üzerine kuruludur, bu anlamda da
zamansız, saf, kusursuz bir tasarıma sahip olan Devlet, nihai gerçeklik olarak
görülen mutlak biçimleri ve fikirleri yansıtır.
Bence
bir diğer büyük başarısızlık da Popper’nın etnik kimlik, paylaşılan kültür,
“milliyetçilik”, “grup egoizmi” ve benzerlerinin her türden tezahürünü içine
alan, ama aslında zaten belirsiz olan “kabilecilik” terimini kullanmasıdır.
Popper
kitabında köle sahibi, “demokratik Atinalıları hayranlıkla anıyor ve onların
başına bir hale geçiriyor. Ama öte yandan Spartalılara verip veriştiriyor ve
onların tehlikeli, akıldışı kabileciliğini yerden yere vuruyor. Sonra da
Spartalıların karşısına cahil kabilecileri “demokrasi” ile tanıştıran Atina
emperyalizmini çıkartıyor.
Yalnız
Milos adasının kıyımdan geçirilen halkının tanık olduğu şey, demokrasi değil.
Atina demokrasisini öve öve bitiremeyen Popper, Atina’nın ekonomisinin kölelik
üzerine kurulu olduğunu laf arasında dillendiriyor (Elen olmayan köleler, şehir
nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturuyorlar).
Popper’nın
idolü ise emperyalist yönetici Perikles. Vatandaşlığı yerli Atinalılardan
doğanlarla sınırlandırmış olan Perikles’in bu tutumunu Popper, “halkın kabileci
dürtülerine verdiği bir taviz” olarak nitelendiriyor. (Popper ayrıca Atinalı
kadınların vatandaşlık haklarından mahrum edilmesi konusunda tek bir laf
etmiyor.
Karl
Popper kitabında tarihin basit bir sıçramayla Platon’dan Rousseau’nun “Genel
İrade”sine (oradan da Robespierre gibilere) vardığını söylüyor. Peki ama
Avrupalı toprak sahibi aristokrasiler ile saray arasındaki asırlık iktidar
mücadelelerine, kendi iktidarlarını (sonrasında Popper’nın görmezden geldiği
bir mesele olarak tektanrıcılıkla sağlamlaştıran) “kutsal hak” ile
meşrulaştıran krallıklarla verilen kavgalara ne diyeceğiz?
“Kutsal”
imparatorlar, çoğunlukla şehirli, çok dilli, halkları yönettiler (şehirlerse
bulundukları bölgenin pazarları idi). Bu noktada ticaretin döndüğü pazarlardan
bağımsız olarak, gerçek bir “açık toplum”un merkezsiz bir politik iktidara,
okuryazarlığa ve kütüphanelere, aynı zamanda tektanrıcılık karşısında tercihen
sekülerleşmiş bir çoktanrıcılığa ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz, lâkin
Popper, bu meseleleri derinlemesine tartışma gereği duymuyor.
Aslında
ben Popper’yı temelde Max Weber, Tonnies, Simmel ve Durkheim gibi büyük
sosyologlarla kıyaslandığında, tarihsel ayrıntıları somutlaştırmasındaki
eksiklik sebebiyle eleştiriyorum. Bu sosyologların gelişkin teorileri, cemaat,
toplumsal düzen, ulusal dayanışma ve “modernite” gibi başlıklarda, Popper’nın
teorisini fersah fersah geride bırakıyor.
Üstelik
Popper’nın ilgili kitabı yazdığı dönemde sosyoloji ve psikoloji üzerine kalem
oynatan Frankfurt Okulu mensupları, faşizm, totalitarizm ve “otoriter kişilik”
gibi başlıklarda oldukça etkili teoriler geliştirmişlerdi. (Bu konuda bir
kıyaslama için Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış isimli 1941 tarihli
çalışmasına bakılabilir.) Öte yandan Popper, “kabileci” (kültürel)
irrasyonalizme yönelik dindirilemeyen nefreti yüzünden modern kapitalizmin
irrasyonel, kültürel kökenlerini de görmezden geliyor gibi görünüyor (bu konuda
Max Weber’in 1905 tarihli Protestan Ahlâk ve Kapitalizmin Ruhu’na
bakılabilir.)
Popper’nın
bahsini ettiği ve eleştirdiği “kapalı toplum”, alabildiğine milliyetçi, dar
görüşlü, kutsallaştırılmış bir öğretiye yaslanan, dış etkilere karşı
sınırlarını kalın çizgilerle çizmiş bir toplumdur.
Oysa
bugün dünyada totaliter toplumlar, ulusötesi şirketlerin aracılık ettiği
“ticaret anlaşmaları” sayesinde dünya ticaretinde büyük oyuncular hâline
gelebiliyorlar. Gorbaçef öncesi Sovyetler, birçok bakımdan “kapalı” olsa da,
ilkesel açıdan, genele teşmil edilmiş bir sınıfsal eşitlik ve “Sovyet
hümanizmi” adına etnik bağlılıkları aştığını iddia edebiliyordu.
Popper’nın
genel şeması ve tarzının beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim.
Kendisinden, önde gelen bilim insanlarından çok sayıda metin içi alıntı ile
argümanlarını güçlendirecek daha bilimsel bir titizlik bekliyordum. Bunun
yerine (son notlara rağmen) kitap, biraz hocanın anlattıklarını içeren ders
notları gibi duruyor. Yeterince kanıta dayandırılmadan, güçlüymüş gibi görülen,
önceden tasavvur edilmiş görüşler bir bir sıralanıyor.
Hâsılı;
zahirde çok bilgiliymiş gibi poz kesen Popper, önyargılı yazım tarzı ve
(kabilecilik-demokrasi türünden) muğlak ve basit ikilikleriyle birinci sınıf
bir âlim ve düşünür yerine, ikinci sınıf bir tebliğci izlenimi veriyor.
William Manson
16 Aralık 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder