10 Şubat 2021

Popper’nın Açık Toplum ve Düşmanları’nın Eleştirisi

Kabul etmem gerekir ki Karl Popper’nın Açık Toplum ve Düşmanları isimli eserinin ilk cildine biraz şüpheyle yaklaşıyordum. Bendeki şüpheye esas sebep olansa (bilhassa onuncu bölümde, o da müphem ifadelerle dile getirilen) “açık-kapalı” ikiliği idi.

Kırklı yılların başlarında kaleme alınmış olan kitap, açık ki dönemi için önemli bir çalışma, totaliter “ütopyacılık”la (ve bazen ona eşlik eden etnik-ırkçı “temizlik”le) ilgili kimi faydalı şeyler içermiyor değil.

Bu makale, sadece Platon’un Büyüsü başlığını taşıyan birinci cildin eleştirisi ile sınırlı. Popper’nın Platon’un Cumhuriyet ve Yasalar isimli çalışmalarını yirminci yüzyıldaki kolektivist-milliyetçi diktatörlükler için bir plan olarak sunma konusunda yaptığı tercih, kanaatimce yanlış. Evet, Platon “ırkın ıslahı”nı, topyekûn beyin yıkamayı (düşünce kontrolünü), katı bir kast sistemini ve benzerlerini savunan bir isim, ama Popper’nın da kifayetsiz bir tarihselci olduğunu söylemek gerekiyor. Her şeyden önce Platon’un siyaseti, en nihayetinde Orfeusçu-Pisagorcu metafizik üzerine kuruludur, bu anlamda da zamansız, saf, kusursuz bir tasarıma sahip olan Devlet, nihai gerçeklik olarak görülen mutlak biçimleri ve fikirleri yansıtır.

Bence bir diğer büyük başarısızlık da Popper’nın etnik kimlik, paylaşılan kültür, “milliyetçilik”, “grup egoizmi” ve benzerlerinin her türden tezahürünü içine alan, ama aslında zaten belirsiz olan “kabilecilik” terimini kullanmasıdır.

Popper kitabında köle sahibi, “demokratik Atinalıları hayranlıkla anıyor ve onların başına bir hale geçiriyor. Ama öte yandan Spartalılara verip veriştiriyor ve onların tehlikeli, akıldışı kabileciliğini yerden yere vuruyor. Sonra da Spartalıların karşısına cahil kabilecileri “demokrasi” ile tanıştıran Atina emperyalizmini çıkartıyor.

Yalnız Milos adasının kıyımdan geçirilen halkının tanık olduğu şey, demokrasi değil. Atina demokrasisini öve öve bitiremeyen Popper, Atina’nın ekonomisinin kölelik üzerine kurulu olduğunu laf arasında dillendiriyor (Elen olmayan köleler, şehir nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturuyorlar).

Popper’nın idolü ise emperyalist yönetici Perikles. Vatandaşlığı yerli Atinalılardan doğanlarla sınırlandırmış olan Perikles’in bu tutumunu Popper, “halkın kabileci dürtülerine verdiği bir taviz” olarak nitelendiriyor. (Popper ayrıca Atinalı kadınların vatandaşlık haklarından mahrum edilmesi konusunda tek bir laf etmiyor.

Karl Popper kitabında tarihin basit bir sıçramayla Platon’dan Rousseau’nun “Genel İrade”sine (oradan da Robespierre gibilere) vardığını söylüyor. Peki ama Avrupalı toprak sahibi aristokrasiler ile saray arasındaki asırlık iktidar mücadelelerine, kendi iktidarlarını (sonrasında Popper’nın görmezden geldiği bir mesele olarak tektanrıcılıkla sağlamlaştıran) “kutsal hak” ile meşrulaştıran krallıklarla verilen kavgalara ne diyeceğiz?

“Kutsal” imparatorlar, çoğunlukla şehirli, çok dilli, halkları yönettiler (şehirlerse bulundukları bölgenin pazarları idi). Bu noktada ticaretin döndüğü pazarlardan bağımsız olarak, gerçek bir “açık toplum”un merkezsiz bir politik iktidara, okuryazarlığa ve kütüphanelere, aynı zamanda tektanrıcılık karşısında tercihen sekülerleşmiş bir çoktanrıcılığa ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz, lâkin Popper, bu meseleleri derinlemesine tartışma gereği duymuyor.

Aslında ben Popper’yı temelde Max Weber, Tonnies, Simmel ve Durkheim gibi büyük sosyologlarla kıyaslandığında, tarihsel ayrıntıları somutlaştırmasındaki eksiklik sebebiyle eleştiriyorum. Bu sosyologların gelişkin teorileri, cemaat, toplumsal düzen, ulusal dayanışma ve “modernite” gibi başlıklarda, Popper’nın teorisini fersah fersah geride bırakıyor.

Üstelik Popper’nın ilgili kitabı yazdığı dönemde sosyoloji ve psikoloji üzerine kalem oynatan Frankfurt Okulu mensupları, faşizm, totalitarizm ve “otoriter kişilik” gibi başlıklarda oldukça etkili teoriler geliştirmişlerdi. (Bu konuda bir kıyaslama için Erich Fromm’un Özgürlükten Kaçış isimli 1941 tarihli çalışmasına bakılabilir.) Öte yandan Popper, “kabileci” (kültürel) irrasyonalizme yönelik dindirilemeyen nefreti yüzünden modern kapitalizmin irrasyonel, kültürel kökenlerini de görmezden geliyor gibi görünüyor (bu konuda Max Weber’in 1905 tarihli Protestan Ahlâk ve Kapitalizmin Ruhu’na bakılabilir.)

Popper’nın bahsini ettiği ve eleştirdiği “kapalı toplum”, alabildiğine milliyetçi, dar görüşlü, kutsallaştırılmış bir öğretiye yaslanan, dış etkilere karşı sınırlarını kalın çizgilerle çizmiş bir toplumdur.

Oysa bugün dünyada totaliter toplumlar, ulusötesi şirketlerin aracılık ettiği “ticaret anlaşmaları” sayesinde dünya ticaretinde büyük oyuncular hâline gelebiliyorlar. Gorbaçef öncesi Sovyetler, birçok bakımdan “kapalı” olsa da, ilkesel açıdan, genele teşmil edilmiş bir sınıfsal eşitlik ve “Sovyet hümanizmi” adına etnik bağlılıkları aştığını iddia edebiliyordu.

Popper’nın genel şeması ve tarzının beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. Kendisinden, önde gelen bilim insanlarından çok sayıda metin içi alıntı ile argümanlarını güçlendirecek daha bilimsel bir titizlik bekliyordum. Bunun yerine (son notlara rağmen) kitap, biraz hocanın anlattıklarını içeren ders notları gibi duruyor. Yeterince kanıta dayandırılmadan, güçlüymüş gibi görülen, önceden tasavvur edilmiş görüşler bir bir sıralanıyor.

Hâsılı; zahirde çok bilgiliymiş gibi poz kesen Popper, önyargılı yazım tarzı ve (kabilecilik-demokrasi türünden) muğlak ve basit ikilikleriyle birinci sınıf bir âlim ve düşünür yerine, ikinci sınıf bir tebliğci izlenimi veriyor.

William Manson
16 Aralık 2020
Kaynak

0 Yorum: