31 Mayıs 2016

, ,

Ders Notları


Sol, yıllarca, özellikle 12 Eylül’den beri, kitlelerin politikadan uzaklaşması üzerinde durdu. Bu depolitizasyon ve apolitizasyon eleştirileri, Gezi Kıyamı ile hükmünü ve anlamını yitirmiştir.

Çünkü Gezi ile birlikte o depolitizasyon, apolitizasyon değerlendirmesinin yalan olduğu görülmüştür. Milyonlarca insan, belirli politik gerekçelerle, üstelik, sokağa dökülmüş, kaçan, kendi kovuklarına sığınan, mülk edindiği dükkânları korumayı öncelikli gören, sol olmuştur. Haziran gibi hareketler ise 12 Eylül mağduriyeti ile hız almış yapıların bir toplamıdır. Bu yapılar, en fazla, anlamsızlaşan, eskiyen 12 Eylül mağduriyetinin yerine Gezi mağduriyetini ikame etmek istemişlerdir. Yapılan, yeni bir öznel anlam ve değer belirleme arayışıdır ve bu arayış, devrimci bir bağlam olmaksızın, boştur.

Burada kitlelerin gücüne, hâline, kolektif yönelimine güvenmeme sorunu vardır. Kendilerini sürekli özel hissetmiş, özel hissettirmiş, önlerinde el pençe divan duran kadrolarla ömrünü geçirmiş kişiler, anlamsız ve değersiz olmanın sancısını yaşamışlardır. Anlam ve değer, belirli bir bağlamla mümkündür. Bu özel insanlar, kendilerini anlamlı ve değerli hissedecekleri yeni bağlamlar kurmuşlardır. Onların o bağlamın öznel değil, nesnel oluşuna tahammül göstermeleri mümkün değildir.

* * *

Kimsenin doğa, Kürd, LGBT ve kadın ile bir alakası yoktur. Bu başlıklar, yeni bağlam için istismar edilen, edilecek konulardır. Kadın sorunu, kadın olmadan anlaşılamayacak, ancak kadın olarak, o cinsel uzuvlara sahip bulunarak, oradan kurularak anlaşılacak bir meseledir artık. Dolayısıyla burada “kadın”, bir dolayımdan, eğretilemeden, araçtan başka bir şey değildir. Kadın’ı önemsediklerinden de söz edilemez; “kadın” genel kolektif olanı parçalamanın bir aracıdır sadece.

* * *

Aslolan burada, özellikle Gezi bağlamında, sel ile birlikte akan çamur akıntısından kaçmak, onu çözmek, filtrelemek, özel fanuslara doldurup numune dolabına saklamaktır. “Herkes türkü söylüyor” diyen kişi, kendi özel müzik birikimini, mesleğini koruma altına almak istiyorsa, “herkes politik” diyen kişi de milletin politikleşmesinden rahatsız oluyor demektir. Yani onca yıl depolitizasyon edebiyatı yapanların yalan söyledikleri, Gezi’de tüm çıplaklığı ile görülmüştür.

Kürd, kadın, çevre gibi başlıklarda yürütülen kimlik siyaseti, kitlelere “siz politikayı bilmiyorsunuz” demektir. Varolanla hareket etmeyi bilmeyenler, kitlelere yukarıdan siyaset telkin etmeye kalkışmışlardır. Artık her bir başlığın uzmanları, profesyonelleri, gündelik geçimini buradan sağlayan isimleri vardır. Bu isimler, AKP-IŞİD bahanesi ile liberalliğini Marksizm, sosyalizm diye yutturma imkânı bulmuşlardır. Bu liberallik ise her türlü üstüncülük ile malûldür. Döne dolaşa Sovyet eleştirileri üzerinden işleyen liberalizm, solu tahakküm altına almıştır. Düşmanın baskısı kadar, liberalizmin basıncıdır Gezi’yi tasfiye eden.

* * *

Çevrecilik, LGBT ve kadın hareketi bağlamında yaşanan, kitlelere güvenmemek, onu hor görmekten ibarettir. Burada konu edinilen dertlerin kolektif olan niteliği değil, genel, kolektif olanı çözme, dağıtma niteliği önemsenmektedir. Gezi, genel kolektif olanın sağ siyasetin uhdesine, tasallutuna terk edildiği bir momenttir. Sol siyasete ise başkasını görmeyen, sadece kendi öz çıkarlarını savunan, belirli bir yere ve zamana ait olmayı zûl gören bir tarz kalmıştır. AKP-IŞİD faşizmine yöneltilen sözlerin altı kazındığında bu liberalizm net bir şekilde görülmektedir. Başkasını, başkasıyla düşünmek, artık insanın kendisine ettiği bir küfür gibidir. Egemenler de bunu istemektedirler.

Bu ortamda Kürd’ün de artık ehil, uzman, profesyonel siyasetçileri vardır. Kürd de bu minvalde istismar edilen bir konudur. Bazı kişilerin ağzından çıkan “Kürd” kelimesinin Cizre, Sur’daki Kürd’le bir alakası yoktur. Bir siyaset borsası, piyasası oluşmuştur ve kimi Kürdler de oraya ismini yazma telaşına düşmüşlerdir. “Barış süreci”nin bir getirisi de budur. Bugün o siyaset borsası ve piyasası, kalem erbaplarını sahaya sürmektedir. Bunların derdi, milletvekili danışmanı olmak, belediyelerde iş kapmak, üç-beş kitap satmaktır.

Bu isimlerden biri olarak Osman Oğuz’un Gezi değerlendirmesi[1] de aynı küçük burjuvalıkla malûldür. Genel, kolektif olanın karşısına özel çıkarı koyan yaklaşım, küçük burjuvanın her şeyi ve herkesi kendisine ram etme, muhtaç kılma arzusu ile alakalıdır. Kürd, ram etme ve muhtaç kılma arzusunun basit bir aracından ibarettir, başka da bir değeri ve anlamı yoktur. O, ancak küçük burjuvanın özel bağlamı, özel çıkar dünyası dâhilinde bir kıymete sahiptir.

Belki bu yaklaşım, “Kürt sorunu çözülmeden bu ülkede hiçbir şey olmaz” sözünün üzerine inşa edilen, örnek olsun, SDP gibi yapılardaki gençlerin kanını kaynatabilir ama buradaki küçük burjuvalığın, sözdeki Kürd’ün gerçek Kürd’le bağlantısız oluşunun eleştiriye muhtaç olduğunun görülmesi gerekir. Sopa sallayarak, tehdit ederek, batıdaki solcuların ikna edilmesi mümkün değildir.

Batıdaki solcular, bu küçük burjuva “Kürd’cülük” nezdinde “çocuk”tur, “siyasetten anlamamaktadır”, çaylaktır, acemidir vs. Bu tür lafların Kürd’ün kanatları altına sığınmış eski solcuların ağzından çıkıyor olması, manidardır. Bu insanlar, kendi beceriksizliklerini, çaresizliklerini Kürd halısının altına süpürmektedirler. Kürd ise bu kişilere iki tokat atıp gerisin geri kolektif mevzilere göndermelidir.

* * *

Osman Oğuz yazısında, Mücadele Birliği’nin Gezi günlerinde astığı (yukarıdaki) pankartı alay konusu etmektedir. Nahif de olsa bu pankart, belirli bir tarihselliğe aidiyet üzre hazırlanmıştır. 

Oğuz, “beni görmezsen, benim ipime tutunmazsan” demek için bu tip konuları gündeme getirmekte, tıpkı o günlerde Ülke TV’deki programında ilgili pankartla alay eden Turgay Güler gibi cümleler kurmaktadır. Oğuz’un unuttuğu bir konu da Mücadele Birliği’nin bugün itibarıyla artık kendisinin bir yoldaşı olduğu gerçeğidir.

Osman Oğuz gibilerin piyasaya bu dille sürülmelerinin sebebi, Türk bayrağı tutan gencin elinden tutan BDP bayraklı gencin özel siyaset erbaplığı adına hor görülmek istenmesidir. Oğuz’a göre bu an, “eksik ve kifayetsizdir”. O Türk bayraklı genç, çakılan Kürdistan kazığının etrafında dönecek eşek olmuyorsa, o anın da bir anlamı yoktur. Oysa Oğuz’un “bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz” diyenleri eleştirmesi, daha anlamlı olacaktır. Anlaşılan, aşağıya “Kürdistan”; yukarıdakilere “birlikte yaşam” denilmektedir. Hiza, neye ve kime göre çekilmektedir, bu belli değildir.

Bu söylem, Gezi’deki kolektif, adsız adressiz çamur selinden kaçıp, güya Kürd’ü de özel bir kimlik olarak tanıyan, gören liberal düstura kendisini bağlamıştır. Kadınsız kadıncılık, doğasız doğacılık, Kürd’süz Kürdcülük, toplamda asimilasyon sürecinin bir parçası olarak işlemiştir. Çünkü bunlar, “Kürd’e Kürdlüğünden sıyrıl, özgürleş, şenlikli toplumumuza giriş bileti al” demişlerdir. Kürd’e “çektiğin tüm çile Kürd olmandan kaynaklanıyor” diyenler, Kürd’lükten kurtulmak için zihinsel haplar ikram etmişlerdir. Gezi, bunun pazarıdır.

* * *

Genel planda, özele bu kadar vurgu, genelin terk edilmesi, tasfiyesi içindir. Adsız, adressiz, kolektif olana düşmanlık, Gezi ile birlikte ayyuka çıkmıştır. Taksim’den Kadıköy’e çekilmek, bu ilçenin açık hava AVM’sine dönüşmesi ile sonuçlanmıştır. Solun istediği de budur. O, pazardan pay kapmakla yetinmektedir. Asimilasyon, bu minvalde, bu gerçeklikte işlemektedir. Artık Kürd’ün vs.’nin o olmasına gerek kalmayacağı, özel alanları vardır.

O özel olanın, küçük burjuva kudretin savunulması noktasında en önemli silâh, yalandır. Osman Oğuz da yazısında doğal olarak yalana başvurmaktadır: “HDK, Gezi Direnişi öncesinden itibaren park forumlarının mesajını verdiği örgütlenme formunu ‘meclisler’ adıyla perspektif edindi; fakat o da bunu hakikat içinde örgütlemeyi başaramadı.” Yalan, tam da bu sözlerdedir. Çünkü HDK, barış süreci üzerinden, 2010’da sözünü ettiği meclisleri bir bir tasfiye etmiştir. Gezi’de HDP, politik kurum ve yapı olarak yoktur. Varolanlar da kitlesel hareketi kısa süre sonra olacak olan seçimlere bükmeye çalışmışlardır. Bu süreç, CHP’den adam kapma ve CHP’yle seçim ittifakı (İrfan Aktan gibiler, bu yolda yazılar döşeniyordu) hayalleri ile birlikte işlemiştir. Sonra CHP dokunulmazlıklara “evet” deyince, “CHP’nin Kemalist, kemalizmin de faşizm olduğu” birden anımsanmıştır.

Çünkü o günlerde Reyhanlı’da bomba patlamıştır ve o HDK, “bir bomba ile hükümeti yıpratmamak lazım” demektedir. Zamanla “Gezi’de darbeciler var”dan bugüne, osman oğuzlara gelinmiştir. Ama bu sefer de “Kürd’e biat edilmedi, o yüzden böyle oldu” denilmektedir. Burada “Kürd” kelimesinin gerçekle bir alakası yoktur. Sadece o, çamur seline girmemek, elini ayağını kirletmemek için bir bahaneden ibarettir. Tıpkı Gezi günlerinde “biz, bu forumların ulusalcıların eline geçmesine mani oluyoruz” diyenlerin forumu ve oradaki devrimci imgeyi sonrasında CHP belediyelerine peşkeş çekmelerinde olduğu gibi.

* * *

Yüksek siyaset, elindeki piyasa ve borsa ile Gezi’yi tasfiye etmiştir. Bugünlerde yapılan anmalar, müsamereden başka bir şey değildirler. Neden olmadığını, sonuç alınamadığını tartışan yoktur, tartışılsa her öznenin kendisini sigaya çekmesi gerekecektir. Onlar öyle yüce öznelerdir ki sorgulanamazlar bile! Bu sebeple Gezi’nin tasfiye edilmesi şarttır. Birileri dükkânlarına yeni müşteriler bulacak, halkın ortak davasına örgütlenmek zûl kabul edilecektir. “Yeni Geziler” bekleyenlerin önce kendilerini terk eylemeleri gerekmektedir. O kendi, burjuvazinin ve devletin kurduğu bir olgudur. Demek ki burjuvaziye ve devlete karşı mücadele bir iç mevzie de muhtaçtır. O kavga, içeriden de yürütülmelidir. Gezi’nin bir dersi de budur.

Eren Balkır
31 Mayıs 2016

Dipnot:
[1] Osman Oğuz, “Gezi Ruhu Neden Tuzla Buz Oldu?”, 31 Mayıs 2016, Arşiv.

28 Mayıs 2016

,

Felâh


Hakikat, mazlumların safında ise hak söz de ol mazlumlara dairdir. Bu cihette, Haksöz sitesinin[1] “Fransa polisi bu videoyu gizlemeye çalışıyor” haberi, içten içe zalimden yana durmanın semeresidir. O, “bizi eleştiriyorsunuz ama siz de zulmediyorsunuz” diyerek kendi devletini aklamakta, kendi tarafına da zımnen “Fransa olmak istiyorsak, bu tip ufak tefek hatalara göz yummak lazım” diyerek AKP’nin yolunu temizlemektedir. Tahrir’i ilk günlerinde “devrim değil ihtilal, burada yoksulların sesini duyan yok” diyerek sahiplenen Haksöz, Gezi’yi “darbe girişimi” olarak damgalayandır. Bugün de Zonguldaklı maden işçilerine karşı ondaki dil lâl, kalb mühürlüdür.

O Haksöz ki Gezi’de katledilen gençleri görmemiş, edilen hakaretleri işitmemiştir. Bahsini ettiği video, Fransız polisinin son iş yasası protestolarında eylemcilerin üzerine sıktığı gaz kapsülü ile alakalıdır. O kapsülü haber yapanlar, Kızılay’ın orta yerinde genç bir işçinin başına sıkılan kurşunu görmemiştir. Görmek için iman lazımdır.

Zira o Haksöz, iddiasının aksine, maddecidir. Mutlak, yüce bir maddiyat olarak kudretli devletine kuldur. Ancak ve sadece kendi gördüğüne inanabilen, görmediğini maddeden saymamaktadır. Haksöz’ün Fransa polisini göstermesi, milleti kendi polisine karşı körleştirmek içindir. Ona göre Türkiye emperyalist olmalı, o emperyalizm zemzem dolu kaba daldırılmalı, fetvalarla korunmalıdır. Kap da fetva da Kemalisttir, bu bilinmelidir.

Haksöz’ün Fransa hassasiyeti ile İran düşmanlığı yan yanadır. Sola ait olduğunu düşündüğü “emperyalizm” kavramını kullandığında o solu boşa düşüreceğini, o kavramı manadan arındıracağını zannetmektedir. Boşa düşen de manasızlaşan da bizatihi kendisidir. Allah önce Haksöz gibileri iddialarından vurmuştur. Zira onlarda ideoloji, efendilerin avuçlarında şekil almıştır.

Küçük burjuva bir pratik olarak Haksöz mazlumun, Müslüman’ın kudret arayışını egemenler adına istismar etmenin adıdır. O kendi tağutuna bileylenecek kılıcı Suriye’ye fırlatıp atmak için özel odalarca görevlendirilmiş bir memurdur. En cevval kardeşi Adem, bugün TRT ellerinde yeni Acun olma yolundadır. Rota, “yeni” burjuva” iktidarının saldırganlığına ve hayal kırıklıklarına dairdir.

Haksöz’ün bir görevi de gerilimleri AKP lehine yumuşatmak olmalıdır. Son Davutoğlu geriliminde Davutoğlu’ndan yana tavır alırmış gibi görünen Haksöz, bir yandan “Erdoğan gibi bir İslamcı siyasetçi gelmedi” derken bir yandan da Davutoğlu gibi bir ismin gidişinin AKP’yi zayıflatacağını iddia etmektedir.[2] Hakan Albayrak da bu dairenin içerisindedir. Burada her şeye olduğu gibi, Erdoğan muhalefetine de ipotek konulmakta, tekelleştirilmektedir. Paratoneri sabitleyecek bir cıvataya her daim ihtiyaç vardır.

Öyle ya, bugünkü İsrail dostluğunun van minütle örtbas edilmesi şarttır. Önceleri Yusuf, şimdilerde Ferhat olarak takdim edilen için milletin ikinci sınıf, köleleştirilmiş bir nesneye dönüştürülmesi zorunludur. Erdoğan’a biat, kendisini yüzlerce yıl Peygamber ve ashabını model alarak kurup yaşatan bir milletin bu hasletten artık mahrum kalmasının bir sonucudur. Hatırda kalan İslam, kemalizmin izin verdiği kadarıyladır. Bu devlet, bekası için o fıkha mecburdur.

Muktedir azınlığın kendisini çok ve kudretli gösterme telaşıdır, AKP’yi var eden. Bu açıdan “Kemalizm öldü, mirası bize kaldı” diyen bir tür solculukla, “bir miras olarak Kemalizm ancak bizde yaşayabilir” diyen bir tür sağcılık arasındaki kayıkçı dövüşünün mazlumlara-sömürülenlere bir hayrı yoktur, olmayacaktır.

“Kurtuluş Savaşı” denilen dönemde Müslüman köylü, yeni bir savaşa karşı isteksizdir. Onu cepheye sürmek için devreye sokulan şeyi İslam zannedenlerin İslamcılığı buraya kadardır. O köylü hainlerinden, iç ajanlarından, posadan kurtulmaktadır. “Hayye ale’l felâh!” Artık onun şiarı budur.

AKP’nin ANAP’laşma ihtimali üzerinden güya eleştiri oklarını sivrilten Haksöz’ün bu eleştirileri o AKP’nin çıkar ve rant ağına bir sinek gibi yakalandığı için manasızdır. ANAP, elde kılıç Türkî illere akınlar düzenlemeyi hayal edenleri dişsiz köpeğe çevirmiştir. O ağa düşenlerin akıbeti de bundan başka bir şey olmayacaktır. Kemalistlerin sahillerinde güneşlenmek, saraylarında keyif çatmak, imkânlarından istifade etmek, devletin son darbeden önceki hamlesidir. Sap saman ayrılmıştır. Fukara Müslüman, bilediği dişi göstermeyi gene bilecektir. O vakit söz hakikileşecek, hakikat dil bulacaktır.

Eren Balkır
27 Mayıs 2016

Dipnotlar:
[1] “Fransız Polisi Bu Videoyu Gizlemeye Çalışıyor”, 28 Mayıs 2016, Haksöz.

[2] Mustafa Siel, “Erdoğan’ı Kim Yıkabilir?”, 06 Mayıs 2016, Haksöz.

25 Mayıs 2016

,

Siyahların Hayatı, Siyahî Gençlik ve Malcolm’ın Yeniden Ortaya Çıkışı


19 Mayıs Perşembe günü devrimci kardeşimiz Hacı Malik Şabaz’ın 91. doğum gününü kutladık. O, 19 Mayıs 1925’te doğdu, 21 Şubat 1965’te Audubon Balo Salonu’nda katledildi. Ayrıca Malcolm’ın ricasını yerine getirerek, onun gibi Yuri Koçiyama, Lorraine Hansberry ve Ho Chi Minh’in ismini de sevgi ve saygı ile anmalıyız.

Bence o da isterdi, tüm bu isimlerin yoksulların ve mazlumların mücadelelerine yaptıkları katkıları anlamamızı. Zira o, şunu söyleyendi: “Ben, bu sefil koşulları değiştirmek istediği sürece, derisinin rengi ne olursa olsun, herkesle bir olacağım.”

Yoldaşlar, maalesef bu sefil koşulları hâlâ yaşamaktayız. Bugün Malcolm’ın 1964/65’te bahsini ettiği aynı koşullarda yaşıyoruz. Irkçılık ve Jim Crow yasaları, polislerin siyahları katletmesi, kiliselerin ateşe verilmesi, kitlesel tutuklamalar, evsizlik, üçüncü sınıf yaşam koşulları tüm varlığıyla devam ediyor. Tamir Rice’ın katledilmesi, elli yıl önce Emmett Till’in katlinden hiç farklı değil. O gün de sefalet vardı, bugün de. Emperyalizm, gene aynı. Aynı polis devleti hüküm sürüyor.

Aynı koşullarda yaşıyoruz. Malcolm geride bu koşullara dair bir kılavuz bıraktı. Dikkat edilsin, “zaferin garanti olduğu bir zafer yolu değil, bir kılavuz bıraktı” diyorum. Kılavuzlara göre hareket etmek gerek. Çalışma ve kolektif mücadeleyle bir plan hazırlamak şart.

Bence içinde yaşadığımız dönem yenilenmiş bir çalışma ve mücadele dönemi. Genç özgürlük savaşçılarına ait yeni bir nesil çıktı öne. Bunlar, 18, 20, 21 yaşlarında. Geçen ay bizimle Baltimore’a gelen bir genç kız kardeşimiz 16 yaşındaydı ve tüm yüreğiyle dövüşmeye hazırdı. Sizin kadar keskindi. Şaşırtıcı olan ne biliyor musunuz? Malcolm X, tüm o yaşananların üzerinden, mezarından çıkıp tekrar ön cephedeki yerini alıyor.

İster inanın ister inanmayın yoldaşlar, bugün siyahî gençlik hareketinde Malcolm X’ten daha çok incelenen, daha fazla saygı gören bir isim yok. Beyoncé bile bu sürece dâhil (gülüşmeler). Komik ama ilginç gerçekten. Beyoncé bile tüm dünyada yayınlanan albümünün kapağına Malcolm X’in resmini koyuyor.

Henüz işitmemiş olanlara söyleyeyim, albümün adı “Limonata” (siyahların Amerikan limonlarını alıp kendi hayatlarından limonata yapmalarına atıfla). Albümde Malcolm X’in kendi sesine yer veriliyor. Malcolm X, orada şunları söylüyor:

“Amerika’da en fazla saygısızlığa maruz kalan insan, Siyahî kadındır. Amerika’da en az korunan kişi, Siyahî kadındır. Amerika’da en fazla ihmal edilen insan, Siyahî kadındır.”

İnsanı hayrete düşüren sözler bunlar ve bugün hâlâ geçerli. Albümde bu konuşmayı dinlediğimde aklıma, uykudayken Detroit polisi tarafından katledilen yedi yaşındaki Aiyana Stanley-Jones, Renisha Mcbride, Rekia Boyd ve Teksas’taki hapishanede hücresindeyken polis eliyle katledilen Sandra Bland geldi. Beyoncé’nin Malcolm X’e albümünde yer vermesi devrimci bir eylem. Beyoncé değil ama yaptığı şey devrimci.

Bu meselenin önemini anlamak lazım. Son bir ay içinde çokça Siyahî genç kız, tüm dünya genelinde Google’da Malcolm X’i araştırıyor, onunla ilgili yazıları okuyor, ona dair yazılar kaleme alıyor, onu öğreniyor, konuşmalarını dinliyor. Bu, sadece devlet okullarında değil, bağımsız, hür düşünce dünyalarında gerçekleşen bir süreç.

Burada, Manhattan’da 12 yaşında Siyahî kızlar, birbirlerinin saçlarını örüp Malcolm X’in politik teorisini tartışıyorlar. Bu, bugün 2016’da gerçekleşiyor! Malcolm’a yönelik böylesi bir coşkuya ve ilgiye maalesef son kırk yıldır rastlanmadı.

Duke Üniversitesi’nde doktorasını yapan dostum Dr. Ashley Farmer, Malcolm X ile ilgili bir makale kaleme aldı. “Malcolm X’in Kadın Akıl Hocaları” isimli bu yazı kesinlikle okunmalı. 3 Mayıs’ta Afrikalı-Amerikalıların Düşünce Tarihi Derneği’nce yayımlandı.

Olan biteni anlamak gerek. Devletin kimseye göz açtırmadığı, herkesin işsiz kaldığı, koşulların daha da beter bir hâl aldığı, beyaz üstünlükçülüğünün gene tüm o çirkin yüzüyle Trump Kampanyası ve Ku Klux Klan’ın yeni üyelik çalışması üzerinden galebe çaldığı bu gerçeklikte, siyah ve mazlum gençlerin bu eski dostun kılavuzluğuna başvurması çok mühim. Ferguson, Baltimore ve Filistin’deki gençler Malcolm X’i bir kez daha keşfediyorlar.

Onun yeniden ortaya çıkışı bence çok yönlü bir gelişme. Malcolm, sadece kadınların rolüyle ilgili olarak kendi döneminin ilerisinde olan bir isim değil, sosyal medyadan ve internetten çok önce, altmışların başında uluslararası planda düşünen, seyahat eden ve örgütlenen bir kişi.

Bugün elimizde Facebook ve Twitter var. 2014 ayaklanması esnasında Filistinli yoldaşlarımız, Ferguson’daki mücadeleye bu sayede destek oldular. Malcolm, bu imkânlardan mahrumdu ama o, Küba, Gana, Mısır ve Cezayir’deki dostları, müttefikleri ve yoldaşlarından oluşan benzer bir ağı örgütleyebilmişti.

Geçen yıl Uluslararası Filistin’de Adalet Forumu için Lübnan’a gitmiştim. Orada Cezayirli ve Tunuslu gençlerin Malcolm’ı tanıdığını görmek ilginçti. Orada ilk elden onun hâlâ uluslararası işçi sınıfı mücadelesine ait bir köprü olduğunu öğrendim. 1964’te Malcolm şunları söylüyordu:

“Siyahların isyanını basit manada Siyahlarla Beyazlar arasındaki ırksal bir çelişki ya da sadece Amerika’ya has bir sorun olarak sınıflandırmak doğru değil. Aksine, bugün tanık olduğumuz, mazlumların zalimlere, sömürülenlerin sömürenlere karşı tüm dünya genelinde gerçekleştirdikleri bir isyandır.”

Bence gençliğin o günlerde dikkat kesildiği, işte bu mesajdı. Bugün de gençler bu sözlere önem veriyorlar. Bu kendisini yenilemiş olan enternasyonalizmin ilham kaynağının Malcolm olduğuna şüphe yok. Malcolm’ın ilham verdiği yeni bir başka olgu daha var.

Siyahların Hayatları Önemlidir hareketinin en güzel yönlerinden biri de “Siyah” olana yönelik yeni vurgu. Sadece bu hareket değil, tüm siyahî gençlik kitlesi bugün siyah olduğundan asla pişman değil, Siyah Gücü’nün manasını yeni bir nesil bağlamında yeniden tanımlıyor.

Bilmem fark ettiniz mi, Siyahî gençler doğal saç tasarımlarına başvuruyorlar. Genç kız kardeşlerimiz saçları düzleştirenlere lanet okuyorlar. Saçlarını örüyorlar artık. Bu, tüm ABD’de görülen bir durum. Söz konusu zihinsel değişim, salt bir estetik meselesi değil. Politik ve kültürel değişimin bir dışavurumu.

Kimileri, bu tip şeylerin önemsiz olduğunu söylüyor. Bence önemli. Bugün gururunuz yoksa nasıl iyi bir özgürlük savaşçısı olacaksınız? Sahip olduğunuz özü ve güzelliği, halkınızı, geldiğiniz yeri sevmiyorsanız, daha başlamadan kaybetmişsiniz demektir. Halkı sevmiyorsanız, ona nasıl hizmet edebilirsiniz ki?

Önce kendinizi ve halkınızı sevmelisiniz. Sonra da kıymetli, asil ve haklı bir dava uğruna dövüşmelisiniz. Bu, bir sonraki nesil için kendinizi aşkla, gururla ve dayanışmayla feda edeceğiniz bir dava olmalı. Bize bu davayı öğreten insandır Malcolm X! O, günbegün bu davayla yaşadı.

Geçen yıl Cleveland, Ohio’da Siyahların Hayatları Önemlidir Hareketi dâhilinde bu hissi gerçek manada yaşadık. Şahsen ben, daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Oradaki herkes, Siyah’tı ve mağrurdu. Orada mağrur ve Siyah olan bir tek ben olurum diye düşünmüştüm, ama hiç de öyle olmadı (gülüşmeler).

Mağrur derken kastım kibirli olmak değil. Sizi ayağa kaldıran, sizin teslim olmak ve dilenmek yerine dövüşmenizi sağlayan gurur, benim bahsini ettiğim. Kendinizi savunmanızı, direnmenizi, tanklara, biber gazlarına rağmen başınızı dik tutmanızı sağlayan bu gurur. Sizi öfkelendiren, örgütleyen, yollara dökülüp, üniversiteleri fethetmenizi sağlayan bir gururdan bahsediyorum.

Bu gururu bize sadece elli yıl önce de bugün 2016’da da bahşeden isimdir Malcolm X. Gençler bu gururu yüklendiler ve yollara döküldüler. O gururla menzile dek koşmalarına yardım edelim. İstihbarat, Malcolm’ı katlettiğini zannetti ama gençlik onu yaşatıyor. Ne güzel bir mücadeledir bu! Onların arkasında toplaşalım yoldaşlar ve içinde bulunduğumuz dönemin gereklerini yapalım.

Hacı Malik Şabaz’ın sözüyle, “gelecek ona bugünden hazırlananlarındır. Tüm eylemlerinizde zamana uygun değeri vermek ve gerekli saygıyı göstermek başarılı olup olmayacağınızı tayin edecektir.”

Tüm iktidar halka!

Lamont Lilly
25 Mayıs 2016
Kaynak

24 Mayıs 2016

Tesbih


Anlaşılan, birkaç yıl da yeni Yıldırım Akbulut fıkraları anlatarak geçirilecek. MHP’nin AKP, CHP’nin HDP ile aşındırıldığı konjonktürde, politikanın seyrine dair herkes üç maymunu oynayacak.

Bu momentte içimizi Barış Ünlü gibilerin serin yazıları ile rahatlatacağız. Barış Ünlü, Müslümanlık, Türklük, ilkel birikim ile alakalı yazılar döşenecek. Biz de “devrimin imkânsızlığı”na dair notlar devşireceğiz bu tip âlimlerden. Tayyip akademisyenlere saldıracak, küçük burjuva da eldeki imkânlarıyla övünmeyi iş edinecek, ona imkânların yaldızlanması düşecek. Ünlü gibiler, “siz cahil kara kafalı, geri zekâlısınız, ODTÜ’ye giremezsiniz” diyerek ODTÜ’lünün ağzına parmak bal çalacak, sonra da o ODTÜ’lüye “bu balla idare et” diyecek. Bize de kovboyculuktan mülhem bir devrim’cilik; eldeki imkânların yüceltilmesine dayalı bir siyaset düşecek.

Ünlü’nün devletin temelinde gördüğü Türklüğün bir köşesinde Mustafa Kemal’e soyadını veren Ermeni Agop Dilaçar, teorisini kuran Kürt Ziya Gökalp, tarihi yazan Yahudi Moiz Cohen duruyor. Ünlü, bu isimleri ve onların kardığı harcı Türk zannediyor. Entelektüeli “doğruyu söyleyen kişi” olarak tarif ederken bile doğruyu söylemiyor. En azından eksik konuşuyor. ODTÜ’deki askerî geliştirme projelerinden, istihbarat polis eğitimlerinden vs. hiç bahsetmiyor. ODTÜ’yü yüceltirken, onun “yerli ve milli değil, evrensel standartlara sadık” olduğunu söylerken, CHP’li Kemalist bir amcanın köy kahvesindeki seviyesinde hareket ediyor, evrensel standartlara uygun sömürülmemizi ve ölmemizi talep ediyor.

Diğer bir Barış (Terkoğlu) ise MİT içi kaynaklara sahip bir solcu olarak, yeni MİT müsteşarı adayı için PR yapıyor.[2] Anlaşılan, Yalçın Hoca’sı gibi, doğru yerde durunca tüm enformasyon kendisine akıyor.

Tüm tariz oklarımızı Tayyip’e fırlatalım ama bu Barış’larla da barış olmayacağı bilinmeli. Her şeyi Tayyip’e indirgeyenler, bu Barışlarla barış içerisindeler zira.

* * *

Rakka Berlin mi? Ya da ne vakit oldu? Tarih tekerrürse, Berlin sonrası Stalin küfürlerinin yeni versiyonlarını beklemek gerekecek.

Kobanê Stalingrad mı? Ortada “gazeteciyim” diye gezenler, neden aylardır Rakka operasyonu için Kandil’in ve Rojava’nın ayak dirediğini izah etmeli. O gazeteciler, dün “ya biz Stalingrad’ız, Rakka’ya neden girmiyoruz?” diye yazılar yazmalılardı. Bugünse ABD ordusu yetkililerinin Rojava-Ankara arasındaki mekiği spor olsun diye mi örülmekte, bu soruyu cevaplamalılar.

Lazkiye ve Tartus’ta patlayan bombalar ardından Sabah gazetesinde çıkan manşet, “Zulmün kaleleri yıkılıyor” ile Özgür Gündem’in “Baas bölgeleri bombalandı” manşeti ne yazık ki yan yana. Dolaylı olarak Rakka’da Türk ordusuna yoldaş olunmuştur. Gerekli yakıtın Türk sınırından, devletin rızasıyla geçirildiği söyleniyor. Kadın, imgesel olarak eleştirinin zırhı. Harekâta yönelik her eleştiri, bir kadının komutan yapılması ile baştan boşa düşürülüyor. Eleştirmeye kalkışılsa, “gerilla ve kadına küfür mü ediyorsun?” denilecek. Nasıl oluyorsa, ağza gene bir parmak bal çalınıyor, Rakka operasyonunun başladığı gün Suruç katliamıyla ilgili bir belge ifşa oluyor.

Madem “özle biçim bir olsaydı, bilim olmazdı” ise, bugün bilime yer ve gerek yok. Zira herkes görünene, biçime iman etmekte, o biçimi kâfi görmekte. Sadece biçime, görünüme önem verilmekte. Dolayısıyla geniş planda Suriye siyaseti bağlamında Rojava, Türk devletinin gözündeki çapak mıdır çöp müdür? Sorgulanması gereken bu.

* * *

AKP kongresinde Tayyip’in mesajını ayakta dinlemeyi putperestlik ve Kemalizm eleştirileri ile karşılamanın bir karşılığı yok. Bir tesbihtir çekiliyor. Süphan olan, devlettir, AKP dolayımıyla arınık, pak, mutlak kılınmaktadır. İmamesi Tayyip zannedilmektedir. O tesbih tanelerinin dağılmaması için azami bir gayret gösterilmektedir. Devlete hizmet için dış görünüş önemlidir, kuyruğu dik durmak şarttır. Zahirde “Tayyip’i yüceltiyorlar” diye eleştirenler, batında kendi süphanlarını açık etmelidirler.

Dış siyasetteki acziyet Davutoğlu; iç siyasetteki çaresizlik Yıldırım’la örtbas edilecek. Suriye ve Kürd hattındaki gerilim bu süreci tayin edecek. ABD ve NATO ne isterse o olacak. Anti-emperyalizmin zihinlerden kovulduğu momentte tüm gerilimler örtbas edilecek. Savaş bittiğinde, gözdekinin çapak mı yoksa çöp mü olduğu daha net görülecek. O zamana kadar o bala muhtacız, açız. Devrimimizi ise açlığımız, muhtaçlığımız yapacaksa yapacak.

Eren Balkır
24 Mayıs 2016

Dipnotlar:
[1] Barış Ünlü, “BAK Bildirisi, Entelektüellik ve Akademik Özgürlük”, 1 Mayıs 2016, Ayrıntı.

[2] Barış Terkoğlu, “Hakan Fidan Gidiyor”, 24 Mayıs 2016, Oda TV.

22 Mayıs 2016

,

Zan

Din ve millet meselesi, kadîm mesele. Kitlelerin bu iki başlıkta örgütleniyor oluşu, sıkça tartışılan bir konu. Ama bu tartışma, ya temelsiz ya da kasıtlı yürütülüyor.

Din ve millet, kolektif ideolojik dinamikler olarak, solu belirli bir alana hapsediyor. Küçük burjuvanın ilk ve baş olma hastalığı/takıntısı, kendisini “ilke siyaseti”nde dışavuruyor. Küçük burjuva, din ve millet konusunda ilk ve baş olamadığı için bunların kenara itildiği moment başa alınıyor, ilke o moment esas alınarak kuruluyor, özneler burada teşkil ediliyorlar.

Nedense sol, bugün kendisini “proletarya” zannediyor. Yıllarca “proletarya” veya “işçi” demeyi gericilik kabul eden siyasi yapılar, işlerine geldiği yerde, din ve milletin ağırlığı karşısında, işçi kovuğuna sığınıyorlar.

Din ve millet içerisinde proleter siyasetin tarihsel bir geçmişi var, ama bu geçmiş, burjuva ve emperyalist imkânlara kurban ediliyor. Sonrasında burjuva ve emperyalist imkânların tercih edilmesi, öznelcilik, özgülcülük, özel oluş ile örtbas edilmek isteniyor. Bu sefer de özne, özgül ve özel oluşun burjuvaya ve emperyalizme yakınlaşmayla bir alakasının olmadığının ispatlanmasına çalışılıyor. Bir ömür böyle geçiyor.

Politika, belirli bireylerin ömür programlarına, hesaplamalarına doğru daraltılıyor. Din ve milletten kaçış, bu daralmanın hem nedeni hem de sonucu. Bir yandan “kitle desteği şart, bu yüzden dine ve millete bakmak lazım” deniliyor ama bir yandan da “o alana girersek, özgüllüğümüz kalmaz, kirleniriz” türünden tereddütlü bir yaklaşım sergileniyor. Gerçeğin soyut sözlerle, düşüncelerle dönüşebileceğine vehmediliyor.

Kendisini proletarya zannetmek, kendisini -haşa- Allah veya Peygamber zannetmek kadar tuhaf sonuçlar üretiyor. Gerçeğin sunacağı imkânlara bakılıyor. Durmadan atılımdan, sıçramadan, yenilenmeden bahsediliyor. Ama bunlar, hep öznel irade ile tanımlanıyorlar. Bu üç olgu dinî, millî ve sınıfî dinamiklerin içerisinde asla ve kat’a aranmıyor. Bu olgulara o dinamikler içinde rastlansa, “ama kirli!” denilerek, oradan kaçılıyor.

Bugün nesnel olarak devlet Erdoğan şahsında örgütlenmişse, devrim Erdoğan’ın devrilişi demekse, bunca Erdoğan düşmanının mevcudiyeti karşısında devrimin kazanma ihtimalinin bulunmaması gerekir. Burada iyi niyetli olarak devletin devrim koşullarını bizzat devrimciler için oluşturduğuna dair bir vehim söz konusudur. Devlet, Erdoğan kadar Erdoğan karşıtlığını da örgütlemeye mecburdur.

Erdoğan’ın ağzından çıkan dine ve millete dair her laf, küfürdür, yalandır. Oraya aldanıp mızraklar yanlışa doğru sivriltilmemelidir. Ensar olanın muhaciri kovması dine küfürse, “o para gelmezse, mültecileri geri göndeririz” tehdidini savuran Burhan Kuzu, İslam’a göre küfür üzredir. Bütün bu din ve milletle yoğrulan siyaset alanına herkesin aydınlanmacı manada, kendi aklıyla düşünen, hareket eden özneler yaratarak çıkması, nafiledir. En aydınlanmacı TKP’lilerin o bilinç açıklığı ile Erzincan’a dikilen Fenerbahçe bayrağını IŞİD bayrağı zannettiği, aydınlık zihinlerin bu düzeyde olduğu bir ülkede böylesi bir yaklaşım hiçbir sonuç üretmeyecektir.

Kendisini özgür bireyler zannedenler, Marksizmin ve sosyalizmin de ancak özgür bireylerce edinilebileceğini düşünmektedir. Bunlar, din ve milleti sırf özel hırsları, çıkarları için edinenlerle rekabet etmeyi siyaset zannetmektedirler. İşleri güçleri bu tip insanlarla atışmak ve çatışmaktır.

Dini, milleti, sınıfı mülk edinenlerle onlara ait olanlar her momentte ayrışırlar. Özneliği mülk sahibi olmak zannedenler, her zaman karşılarında, dost ya da düşman, mülk sahibi bireyler görmek isterler. Onlar, sadece kendilerine tahammül edebilirler.

Dolayısıyla, Erdoğan’a doğru kapanmış siyaset dünyasında devrim ve devrimci politika imkânları, mülk sahibi kişilerin kaprislerine terk edilmemelidir. Bu kapris, en azından son dönemde boşa düşmüştür, o da CHP ile ittifak kurma hevesi ile ilgilidir. Bu momentte birileri, birden Kaypakkaya’nın Kemalizm eleştirisini anımsamıştır. Hayırlıdır.

Ama anımsama işlemi, reklâm ve TV dünyasından boca edilen, bollukla alakalı uyarıcılar bağlamında gerçekleşmektedir. Seçimlerden alınan bolca oy da böylesi bir yanılsamaya neden olmuştur. Dinî, millî ve sınıfî hiçbir dinamikle ilişki kurulmaksızın alınan oyun niceliği önemsizdir.

Tüm hesabın bolluğa göre yapıldığı açıktır. Yoksul olanın ağırlığı, bu noktada hissedilmeyecek, o, kaybeden ve ezik olarak görülüp kenara itilecektir. Siyasetteki ağırlık noktalarının değişmesi, egemenlerin hükmü altındadır. “İktidardakiler çirkin, sen güzelsin, onlar akılsız, sen akıllısın, onlar sonradan görme, buralar hep dutluktu ve o dutlukların hepsi senindi” diyerek insan avlamanın bir anlamı bulunmamaktadır.

Bu yaklaşım, dine ve millete olduğu kadar sınıfa da karşıdır, karşı olmak zorundadır. Bireyin ömür planlaması, zeki adımlar, akıl oyunları, kariyer hesaplamaları asli belirleyicidir. Bu ölçü dâhilinde geride kalan Müslüman ile yoksul işçi, artık yoldaştır. Erdoğan’a gıpta eden, ona imrenen, içten içe onun yerinde olmak isteyen siyasetçilerin o Müslüman’a ve yoksul işçiye bir hayrı olmayacaktır.

Zan ile siyaset olmaz. Kendisini Müslüman zanneden bir hükümete kendisini solcu zanneden bir muhalefet denk düşmektedir. Kilitlenme buradadır. Lafı mülk edindiğinde, onun gittiği zihinlere de sahip olacağını zannedenler, bolluk dünyalarında bolca konuşmaktadırlar. Bolluk imgesi hangi hatta ise, yönelim oraya doğrudur. Kitle örgütleri ve sendikalar, böylesi bir politik yanılsamaya neden olmaktadırlar. AKP’de din yoksa sendikada da işçi yoktur. Onlar, ikinci gerçeği gizlemek için AKP’nin din yüklü olduğuna hem kendilerini hem de başkalarını inandırmak zorundadırlar.

Dinî, millî, sınıfî dinamikleri mülk edinenlere karşı bir de onlara ait olanlar vardır. Varsıl olanın ayrıştığı, yoksul olanın ortaklaştığı momentte bu dinamiklere ait olanlara renkli zanlar sunmak bir sonuç üretmeyecektir. Aslolan, mülk sahipleriyle değil, ait olanlarla, yoksul ve mazlum olanlarla düşünüp hareket etmektir.

Eren Balkır
22 Mayıs 2016

Hakir



Binali Yıldırım’ın eşi Semiha Yıldırım’ın fiziksel özellikleriyle dalga geçen fotoğraflar görmekten hem bıkkınlık, hem de utanç duyuyorum.

Artık birilerinin yerine utanmaktan da bıkkınlık duyuyorum.

Kendinize ne zaman geleceksiniz? Ne zaman sizi özel kıldığına inandığınız o insanî değerlerle gerçekten bütünleşeceksiniz?

Karşısında olduğunuz kişi ve kurumlarla internet yoluyla dalga geçip küçük düşürme üzerine bir üslup kurarken yaşadığınız tatmin, kendinizi alçaltmaktan daha öteye geçmiyor.

Okuduğunuz kitaplar yıllardır aynı. Rol model aldığınız insanlar, takım tutar gibi tuttuğunuz politikacılar, örgütler değişmiyor.

Vegan oluyorsunuz, ama âşık olamıyorsunuz.

Son bir yılda kaç evsize, kaç sokak çocuğuna, bu düzenin ezdiği kaç ihtiyaç sahibine bir hayrınız dokundu, bilinmiyor. Esasında topyekûn büyük çelişki ve açmazlar içindeyiz. Ama bilmelisiniz ki bu ülkede cahil gözüyle baktığınız insanlardan birkaç adım önde olmanız hiçbirinizi kurtarmıyor.

İmgesu Ünal
22 Mayıs 2016

20 Mayıs 2016

,

Rabia


Erdoğan, Rize’de hemşerilerine hitap ediyor. “Terör”le mücadeleden bahsederken, dinleyicilerden biri cuşa gelip “Hepimiz devletiz!” diye bağırıyor. Bunun üzerine Erdoğan, “hamd olsun” diye karşılık veriyor. Bu an, AKP’nin neden varolduğunu net bir biçimde özetliyor. O, “evlerinizi yıkacağız” dediğinde kendisini alkışlayan bir kitleye sahip olmanın kibri ve kudretiyle, devletin sahiplerine gerekli mesajı her fırsatta vermeyi biliyor. Rabia, bu itaatin simgesi.

Aynı Erdoğan, gençlere hitabında, vatanın arsa, arazi gibi bir şey olduğunu söylüyor. Rabia işaretini bağlamından çıkartıp, Türkiye denilen burjuva cumhuriyeti bağlamına taşıdığı momentte tek devletin, tek milletin, tek vatanın, tek bayrağın o arsanın ve devletin tek sahibine verilmiş bir söz, onunla yapılmış bir akit olduğu bugün daha net görülüyor. Arsanın bölüşülme ihtimali, buna dönük korku, AKP’de tecessüm ediyor. AKP, o korkuyu savuşturma yöntemi.

Mısır’da katledilen binlerce İhvan üyesi, AKP’nin asla umurunda değil. O, hayatta kalmak adına, varolana biat etmeyi ifade ediyor. AKP, devletin emir eri olarak, pekâlâ o binlerin katilleriyle tokalaşabilir.

AKP, taze Mısır dersinin öğrencisi. Mısır’sa, hilafetin kaldırıldığı günden beri Müslüman âlemin önderi olmayı dert edinmenin iflası. Müslüman halkların derdine yoldaş olmayanlar önder de olamıyorlar.

Çanakkale Savaşı ve sonrasında Müslüman âlemde “Mustafa Kemal” figürü öne çıkıyor. Emperyalizme karşı mücadele bayrağına bakan Hindistan Müslümanları, para toplayıp Anadolu’ya gönderiyorlar. Paşa, ne Hintli Müslümanların cepheye gelmesine ne de verdikleri maddi desteğe izin veriyor. Gönderilen para, bir iddiaya göre, İş Bankası’nın kuruluşunda kullanılıyor. Cumhuriyet için din, ancak bu kadarını ifade edebiliyor. Sembolik manada bu banka, arsanın, arazinin “gavurlar”dan temizlendiği momentte, yeni ülkenin kuruluşunu temsil ediyor. Tüm üretim ve ticaret, buna göre şekillendiriliyor. AKP’nin bu noktada beyaz ya da pasif, herhangi bir devrim olma ihtimali bulunmuyor. AKP, o üretimin ve ticaretin çıktısı.

Erdoğan, bu anlamda, coğrafyada Mustafa Kemal’in boşalttığı imgesel varlığın şişirilmiş bir biçimi olabiliyor. O Doğulu Müslümanlara bir tür Mustafa Kemal imgesi olarak imal edilip sunuluyor. Erdoğan’a saldırıya odaklanma, onu sistemin zayıf halkası görüp tahkimatı oraya yapma, bir sonuç vermiyor. Bu tahkimat, o balonu şişirene güç veriyor, nefes katıyor sadece. Zaten, Erdoğan düşmanlığı devletin ve sermayenin emri. Erdoğan da saldırıdan gayet memnun.

Bu açıdan, düne kadar “Burjuva kliklerinden birine destek verelim, Erdoğan’ı devirelim, buna da devrim diyelim” mealinde yazılar yazanların (Metin Kayaoğlu) bugün birden Kaypakkayacılık pazarlamaları, kendi yayınevinden çıkan kitabın reklâmı için İbrahim’i istismar etmeleri, bir anlam ifade etmiyor. Herkes, bugün kendi öznel varlığını yüceltmenin ve bu yüceltim karşısında beş vakit secde etmenin kendisini politika zannediyor. Açmaz burada.

Sanatta olduğu gibi siyasette de tekil, kişisel olanı genel, kolektif bir şeymiş gibi sunmak, bir meziyeti ifade ediyor. Kendi özel çıkarlarını genele teşmil etme, bu konuda herkesi o çıkar önünde diz çöktürme bahsinde AKP, ciddi bir başarıya sahip. Sol ise her zamanki gibi bindiği dalı kesiyor, sonra da “ben zaten inecektim” diyor. Değer, anlam ve bağlam arasındaki ilişkiye karşı körleşiliyor. Belirli bir toplumsallık karşısında kazanılmış değer, belirli bir tarihsellik karşısında edinilmiş anlam ve bu ikisinin birlikte varolduğu özel bağlam, methiyelerle diri tutulmaya çalışılıyor, ama bugün değere, anlama ve bağlama dair tek bir düşünsel-politik bir faaliyete rastlanmıyor.

Tunus Nahda Hareketi lideri Raşid Gannuşi, partisinin kongresi öncesi, dinî faaliyetleri ve siyasi faaliyetleri birbirinden ayırmak istediklerini söylüyor ve “Bu, siyasetçiler için iyi olacak, çünkü artık çıkarları için dini manipüle etmekle suçlanmayacaklar. Din için de iyi olacak, çünkü o, artık siyasetin rehinesi olmayacak” diyor.[1] Bölge genelinde birbiriyle tutarlı ve uyumlu bir süreç işliyor. Erdoğan, o sürecin basit bir aracı, parçası.

Galiba İhvan, Erdoğan’ın ikazına uymadığı için katlediliyor. Ona o katliamdan artakalan bir simge kalıyor, o simge de müesses nizamın pekiştirilmesi için kullanılıyor. Müesses nizam, “değeri, anlamı ve bağlamı her daim ve her yerde ben belirlerim” diyor. “Onu görmezden gelelim, yok olup gitsin ki Şirinleri görebilelim!” diyenle “sadece Gargamel’i görelim, cüssemizle ona saldıralım” diyen, aynı kavşakta buluşuyor.

Gannuşi’nin sözü ile Binali Yıldırım’ın adaylığı da tutarlı. İzmir vitrinine çıkartılmış, teknik işlerden anladığı düşünülen bir isim, yarına dair bir şeyler söylüyor. Dişleri sökülmüş bir ağza demir leblebiden söz etmek, bir anlam ifade etmiyor.

Erdoğan’ın Rize’deki konuşmasında sarf ettiği, “iş bilenin, kılıç kuşananın” sözü, yapılan akit gereği dile getiriliyor. Hulusi Akar’ın CHP’ye müdahale ettiği ve dokunulmazlık oylamasını etkilediği konuşuluyor. Akar’ın NATO’nun arşınladığı bir arazinin subayı olduğunu unutmamak gerekiyor. NATO, teknik bir kaleme indirgenmiş dini, tabiatıyla bağrına basıyor.

İş bilenin kılıç kuşananınsa, demek ki, “iş bilmeme” üzerinden yapılan eleştiriler, bugün AKP ve devlete yazgılı, ona bağlı, ondan neşet ediyor. Kolektif değeri, anlamı ve bağlamı göz önüne almayan bir iş pratiği, patron ve müdür olmayı anlatıyor.

İşin işçisi, kavganın hamalı olmak gerekiyor. Müesses nizamın rüzgârına, dalgasına, nefesine güvenmek, hiçbir sonuç üretmiyor. Evet, imansız yürek sineye yük, bu sözse zihindeki çentik…

Eren Balkır
20 Mayıs 2016

Dipnot:
[1] “We are Muslim Democrats, not Islamists”, 19 Mayıs 2016, MEE.

19 Mayıs 2016

,

Bangladeş Hükümeti’nin Vendetta’sı: Mutiur Rahman Nizami


Bangladeş’teki Cemaat-i İslamî isimli politik partinin lideri, soykırım, tecavüz ve işkence suçlamaları üzerinden, 11 Mayıs 2016 tarihinde idam edildi. Ama uluslararası kamuoyundan saklanan önemli ve pek takdim edilmeyen bir bakış açısı söz konusu: bu idamın arkasında yolsuzluk, yargının bağımsız olmaması ve kimi politik motivasyonlar var.

Kulağınıza çalındı mı bilmiyorum ama Bangladeş’te bir iktidar sorunu var. Uluslararası yorumcuların çoğu, Bangladeş hükümetinin ülkedeki birçok muhalefet liderinin peş peşe suçlanmasından endişe duyuyor. Birleşmiş Milletler yetkilileri ve İnsan Hakları Gözlem Evi, ülkenin sahte bir demokratik aşamaya girdiğini söylüyor. İyi de ne oluyor bu ülkede ve tüm bunlar neden oluyor?

Olayların kronolojisini özetlemekte ve ülkedeki durumun arka planını sunmada fayda var. Bu, bizim nereden geldiğimizi anlamamıza katkı sunacaktır. 1971’de Bangladeş, “Kurtuluş Savaşı” ardından, Pakistan’dan bağımsızlığını kazandı. Cemaat-i İslamî partisi, bağımsızlık hamlesine karşı çıktı. Hatta partinin destekçileri, Pakistan ordusu ile birlikte Bangladeşlilerle savaştı. O günden beri darbeler, ayaklanmalar ve sorunlarla yüklü seçimler, ülkedeki istikrarı sürekli bozup durdu.

2008’den beri başında Şeyh Hasina Vazid’in bulunduğu Bangladeş Avamî Birliği iktidara geldi. 2010’da “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi”, 1971’deki Kurtuluş Savaşı’nda suç işleyen kişilerin yargılanması amacıyla devlet eliyle kuruldu. Uluslararası toplum, mahkemenin kuruluşunu memnuniyetle karşıladı. İnsan Hakları Gözlem Evi Asya şubesinin yöneticisi Brad Adams, “gözlem evinin 1971 savaşı ile bağlantılı savaş suçlarından sorumlu kişilerin adaletin karşısına çıkartılmasına dönük taahhüdünden ötürü” devleti kutladı.

Bundan sonra yokuş aşağı iniş başladı. Bugün uluslararası toplum, bu mahkemenin geçerliliği, dürüstlüğü ve politikleşmesi ile ilgili kimi endişelere sahip. İktidardaki Avamî Birliği’nin politik muhaliflerinden birinin Cemaat-i İslamî olması ve bu partinin birçok üst düzey lideri ve üyesinin mahkeme kararlarınca asılması, mahkemenin politikleştiğine dair endişelere yol açtı. Nizami, asılan beşinci muhalefet lideri ve savaş suçları isnat edilen on birinci isim. Bu süreçte iktidar partisinden tek bir isim bile suçlanmadı.

Nizami’nin ölümü, bir dizi gösteriyi tetikledi. Zaman içerisinde mahkemenin gerçek, bağımsız ve şeffaf bir mahkeme değil, politik bir araç olduğu daha da net görüldü.

Tek mesele, mahkemenin politikleşmesi değil. Yargının bağımsız olmadığı, insan haklarına saygı gösterilmediğine dair çokça kanıt mevcut.

Hukukun egemenliği ile ilgili olarak Bangladeş, en kötü onuncu ülke. Ülkede hesap verene hiç rastlanmıyor. Her gün yolsuzluklara tanık olunuyor. Asıl endişe verici olansa mahkemenin yaptıkları. Mahkeme, ideolojik açıdan taraflı. Hâkimler usulleri ihlal ediyor, onların bağımsız olmadığına dair çokça emare var.

Bu endişelerin yanında, mahkemenin kurulurken insan hakları konusunda kimi endişeler açığa çıkmıştı. Hükümet, suçlanan insanların haklarını savunmakla alakalı anayasal normları ihlal etmekle suçlandı. Hükümet, sırf söz konusu mahkemeyi kurmak için bu yasaları tadil etti. Uluslararası Adalet Kaynakları Merkezi’ne göre, sadece muhalefet liderlerinin yargılandığı bir mahkemeye dönüştü:

Mahkeme aynı zamanda somut kanıtlardan da yoksun. Bir mahkemede bir kişiyi suçlamak için gereken kanıtlar, ulusal hukukî normlar özelinde ihtiyaç duyulan kanıtlardan daha az. Bu da bir kişi suçun işlendiği sırada ülkede olmadığı koşulda bile o kişinin suçlanmasını mümkün kılıyor.

Mahkemenin durumu iyileşmek şöyle dursun, daha da kötüleşti. Onun yozlaştığı, paranın esiri olduğu çok açık. Mutiur Rahman Nizami’nin katli, sadece savaş suçları isnat edilen, eskiden militan iken şimdilerde politikacı hâline gelmiş bir isme indirgenebilecek bir olay değil. Bu ölüm cezası, bütünsel bir ifadeyle, uluslararası toplumun gösterdiği direnişe, elde hiç delil olmamasına karşın, sorunlu hâkimlerce bir politik muhalefet liderine verilmiş bir ceza. Bu, başını Şeyh Hasina’nın çektiği, apaçık bir Vendetta vak’ası.

Jaan Islam
16 Mayıs 2016
Kaynak

18 Mayıs 2016

,

Engin Deniz

Kavga, iştirakçiliğe dair. İştirakçilikse sömürü ve zulme karşı kavganın bu topraklara dair adı. Ne bizim icadımız, ne özel odaların gevezeliği. Müslüman ya da sosyalist, sömürüye ve zulme karşı olanın ortak dertte, davada buluşması; o derdin, o davanın ortaklaşması, asli mesele.

“Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var. Sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım! Bu mücadelede kahraman işçi sınıfımıza, fedakâr ve çilekeş köylülerimize, yiğit gençliğimize sonsuz bir güven duyalım!” [İbrahim Kaypakkaya]

Bugün teorik, ideolojik, politik düzeylerde o denize atılmaktan imtina ediliyor. Tüm o güçlere asla ve kat’a güven duyulmuyor. Bu nedenle, kapalı kapılar ardında, özel kişiler özel sohbetlerinde özel hesaplar yaparak yol alabileceklerini düşünüyorlar.

Bu nedenle Kaypakkaya, bugünden geçmişe doğru bakışta, unutmanın bir tezahürü olarak yeniden örgütleniyor. Sadece “Ser verip sır vermeyen, özel bir birey”e doğru kapatılıyor. Ondan küçük bir burjuva ikonası türetiliyor. Hepimizden kurbanımızı orada kesmemiz, mumlarımızı orada yakmamız isteniyor. Sadece küçük burjuva çağrılsın, sadece o yüceltilsin, sadece o önemli görülsün diye Kaypakkaya gibi isimler istismar ediliyor. Kaypakkaya’daki proleterlik hükümsüzleşiyor.

* * *

Nisyan, isyanı katletmek için.

Özel bireyler, kendi dünyalarını aşan hiçbir şeye itimat etmiyorlar, imanı, sadakati, bağlılığı ve kolektifleşmeyi zararlı görüyorlar, tüm bunları bu nedenle alaya alıp küçümsüyorlar.

Sınıf mücadelesinin engin denizine atılmak, bu yüzden mümkün değil. Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, özel odaların özel bir mamulü artık. Bunları kitlelerin mücadelesinin, halkın diyalektiğinin ve maddesinin örsünde dövene asla rastlanmıyor. Toz zerreleri toplaşırmış gibi yapıyor, en ufak esintide dağılıyor. Örgütler, toprağa sağlam kazıklar çakamıyorlar. Devlet, kendisine yılları aşan kadrolar yetiştirirken, bilgisini-birikimini kuşaklara aktarırken, örgütler, her beş-on yılda bir bildiklerini unutuyor, bilenleri siliyor, dövüşenleri gömüyor, yarına örgütlenmediği gibi yarını da örgütlemiyor.

Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, düşmanın kurduğu kitlenin hem içinde hem dışında olma imkânı için var. Bunlar sayesinde hem içeride hem dışarıda olmak mümkün hâle gelebiliyor. Düşmanın içindeki halk ve halkın içindeki düşman, ayrıma tabi tutulmuyor. Örgüt, anlamını ve önemini yitiriyor. Partiymiş gibi yapan, parti pozu kesen, parti etiketi alarak örgütler rekabetinde öne geçtiğini düşünenler, örgütçü çiftliklerine dönüşüyorlar, örgütlü kavgayı tasfiye ediyorlar.

Bugün özel bireyler çubuğu mülk ediniyorlar ve onu sürekli kendilerine doğru büküyorlar. Sınıflar mücadelesinin engin denizi, topyekûn düşmana terk ediliyor. Düşmanın istediği tam da bu.

Geçmişe dair ne hatırlanıyorsa, bugünün ideolojik âleminde yağını çıkartıp ekmeğe sürmek için hatırlanıyor. Başka da bir anlamı bulunmuyor. Kaypakkaya, sadece özel kişilerin özel yoldaşı olmaya doğru kapatılıyor, başkalarının yoldaşı olmasına mani olunuyor. Tarih, ancak o denize girildiği vakit devrimci bir pratik hâline gelebiliyor. “O benim mülküm. İbrahim ile ilgili sempozyum düzenleyecekseniz, beni çağırmak zorundasınız” demek, o denizden kaçışı ifade ediyor.

* * *

Mustafa Kemal, Anadolu’da şu veya bu biçimde ağırlık kazanan komünist faaliyete ipotek koyuyor, TKP’yi kuruyor ve onun dışında her türlü komünist faaliyete yasak getiriyor. Bu yöntemi herkes bir biçimde öğrenmiş görünüyor. Bu, tarihimizdeki her isim, her dinamik, her örgütsel faaliyet için geçerli. Küçük burjuvanın bu mülkiyetçiliğine karşı aidiyeti çıkarmak gerekiyor. Kaypakkaya, tüm proleter devrimciliğe ait kılınmalı. Herkes onun öğrencisi olabilmeli.

“İşçilere, köylülere, gençlere sonsuz güven”den dem vuruyor İbrahim. Bugünkü genel eğilimse şu: bu dinamiklere kendi örgütleri dışında faaliyet yasağı getirmek. Bir biçimde atılımdan, sıçramadan, yenilenmeden bahsediliyor ama bunlar, hep özel bireylerin sınırları dâhilinde tanımlanıyor. AKP ile birlikte Müslüman halk içre atılımların, geri düşüşlerin, sınıf mücadelesinin kestiği noktaların değerlendirmeye tabi tutulması, “gericilik” kategorisi altında, yasaklanıyor.

* * *

Fransız Devrimi öncesi ve sonrasında halk kitleleri, çeşitli Hıristiyan dinamikleri üzerinden bir mücadele içine giriyorlar. Burjuvazi, kendi devleti ve iktidarı adına, bu mücadelelerin kazanımlarını ipotek altına alıyor, mülk ediniyor ve buna “laiklik” diyor. Laiklik, o halk dinamiklerine siyaset yasağı anlamına geliyor. Yeni iktidara karşı dinî mücadele verilmesini burjuvazi, bu sayede engellemiş oluyor.

Bugün laiklik, aydınlanma veya modernizm başlıklarında, biraz da Kürd hareketinin zorlamasıyla, Kemalizm eleştirisi bağlamında, kimi eleştirilere rastlanıyor ama bu eleştiriler, sonuçta şunu söylüyor: “Müslüman halk vardır ama biz, onun içine girmeyiz. Gene tertemiz ve saf kalacağız. Bu, bizim alamet-i farikamız, etiketimiz, biz, bu özelliğimizden vazgeçemeyiz.”

En genel hâliyle Kürd’ün Kemalizm eleştirisini İslam’ın Kemalizm eleştirisinden ayıran ayrımın adı sol. Bu, doğalında bir tür siyaset yasağını beraberinde getiriyor. AKP ve IŞİD’e işaret edip Müslüman dirence siyaset yasağı getirmek, bu topraklarda bir çıkış yolu sunmuyor. Kaypakkaya’nın bu tür alanlarda konuşturulması gerekiyor. Ezilen-sömürülen, onun yoldaşlığını kanında, kemiğinde hissetmeli.

* * *

İştirakçilik, o yola dair bir işaret. O işareti iyi ya da kötü manada İslam başlığına hapsetmek yanlış. Bu, solu kesen tüm tespitlerini çöpe atmak için geliştirilmiş bir yöntem. Böylece o tespitlerin şiddetinin kırılacağı düşünülüyor. Oysa onda, misal, İbrahim’in kavgasının bu coğrafyanın ezilenlerine, emekçilerine açılması derdi var. “O engin denize atılalım” diyen İbrahim’i kendi sahiline demirleyenlere yönelik bir eleştiri bu. Kemalizm eleştirisini damarlarımızda, her yerde ve zamanda, akıtma derdi.

Bize yönelik karalama faaliyeti dâhilinde “bunlar Müslüman komünistler” deniliyor. En azından “şeriatçı bunlar” lafından daha ileri bir düzey bu. Biz, müslüman halklar komiserliği kuran, Müslüman âleme yoldaşlık elini uzatan, ezilen Doğu halklarının kavgasına örgütlenen Bolşevikler kadar “Müslüman komünist”iz!

* * *

Yalçın Küçük, muhtemelen Fatih Sultan Mehmet ile ilgili çalışmalarını Kaypakkaya’ya nazire olsun diye kaleme alıyor. Çünkü İbrahim, “Fatih ne kadar halkımızın tarihinin bir parçasıysa, M. Kemal de o ölçüde halkımızın tarihinin bir parçasıdır” diyor. Ama bugün onun eleştirisi damarlarda akmadığından, unutmak kural hâlini aldığından, herkes Fatih’i şu veya bu biçimde teorisinin ve pratiğinin parçası hâline getiriyor. Yüksek siyaset, devletin ve burjuvazinin masasına oturma hedefi Fatih’i görüyor, İbrahim’in “onun mücadelesinin parçasıyız” dediği Karayılan’sa bir kenara atılıyor. İbrahim, Yalçın Küçük’e ve devletine yeniliyor!

Yalçın Küçük, seksen sonrası “devrimciler devlet yönetiminden korkuyor, korkmasın; onu bilmiyor, bilsin; o yönetimden kaçıyor, kaçmasın” dediği için Fatih’i inceliyor. Devletin ve burjuvazinin gücünden güçlü olmayı öğrenenler, Karayılan’ların “tükenmez enerjilerini, mucize yaratan dehalarını, sonsuz devrimci güçlerini” görmüyor, unutuyor. İştirakçi manada biz de diyoruz ki unutmasın, al kanında, geleceğe taşısın. Gelecek, nisyana karşı zafere illaki tanık olacaktır. O zafer ki Sovyetler’le kurulmuş ticari ilişkilerin, kalkınma planlarıyla inşa edilmiş fikirlerin ürettiği solculukla asla mümkün değildir. Dövüşülen, aynı zamanda Sovyetler’le ilişki kurmuş olan devlettir. Kaypakkaya, bu gerçeğe dair andaçtır.

Eren Balkır
18 Mayıs 2016