18 Mayıs 2016

,

Engin Deniz

Kavga, iştirakçiliğe dair. İştirakçilikse sömürü ve zulme karşı kavganın bu topraklara dair adı. Ne bizim icadımız, ne özel odaların gevezeliği. Müslüman ya da sosyalist, sömürüye ve zulme karşı olanın ortak dertte, davada buluşması; o derdin, o davanın ortaklaşması, asli mesele.

“Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var. Sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım! Bu mücadelede kahraman işçi sınıfımıza, fedakâr ve çilekeş köylülerimize, yiğit gençliğimize sonsuz bir güven duyalım!” [İbrahim Kaypakkaya]

Bugün teorik, ideolojik, politik düzeylerde o denize atılmaktan imtina ediliyor. Tüm o güçlere asla ve kat’a güven duyulmuyor. Bu nedenle, kapalı kapılar ardında, özel kişiler özel sohbetlerinde özel hesaplar yaparak yol alabileceklerini düşünüyorlar.

Bu nedenle Kaypakkaya, bugünden geçmişe doğru bakışta, unutmanın bir tezahürü olarak yeniden örgütleniyor. Sadece “Ser verip sır vermeyen, özel bir birey”e doğru kapatılıyor. Ondan küçük bir burjuva ikonası türetiliyor. Hepimizden kurbanımızı orada kesmemiz, mumlarımızı orada yakmamız isteniyor. Sadece küçük burjuva çağrılsın, sadece o yüceltilsin, sadece o önemli görülsün diye Kaypakkaya gibi isimler istismar ediliyor. Kaypakkaya’daki proleterlik hükümsüzleşiyor.

* * *

Nisyan, isyanı katletmek için.

Özel bireyler, kendi dünyalarını aşan hiçbir şeye itimat etmiyorlar, imanı, sadakati, bağlılığı ve kolektifleşmeyi zararlı görüyorlar, tüm bunları bu nedenle alaya alıp küçümsüyorlar.

Sınıf mücadelesinin engin denizine atılmak, bu yüzden mümkün değil. Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, özel odaların özel bir mamulü artık. Bunları kitlelerin mücadelesinin, halkın diyalektiğinin ve maddesinin örsünde dövene asla rastlanmıyor. Toz zerreleri toplaşırmış gibi yapıyor, en ufak esintide dağılıyor. Örgütler, toprağa sağlam kazıklar çakamıyorlar. Devlet, kendisine yılları aşan kadrolar yetiştirirken, bilgisini-birikimini kuşaklara aktarırken, örgütler, her beş-on yılda bir bildiklerini unutuyor, bilenleri siliyor, dövüşenleri gömüyor, yarına örgütlenmediği gibi yarını da örgütlemiyor.

Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, düşmanın kurduğu kitlenin hem içinde hem dışında olma imkânı için var. Bunlar sayesinde hem içeride hem dışarıda olmak mümkün hâle gelebiliyor. Düşmanın içindeki halk ve halkın içindeki düşman, ayrıma tabi tutulmuyor. Örgüt, anlamını ve önemini yitiriyor. Partiymiş gibi yapan, parti pozu kesen, parti etiketi alarak örgütler rekabetinde öne geçtiğini düşünenler, örgütçü çiftliklerine dönüşüyorlar, örgütlü kavgayı tasfiye ediyorlar.

Bugün özel bireyler çubuğu mülk ediniyorlar ve onu sürekli kendilerine doğru büküyorlar. Sınıflar mücadelesinin engin denizi, topyekûn düşmana terk ediliyor. Düşmanın istediği tam da bu.

Geçmişe dair ne hatırlanıyorsa, bugünün ideolojik âleminde yağını çıkartıp ekmeğe sürmek için hatırlanıyor. Başka da bir anlamı bulunmuyor. Kaypakkaya, sadece özel kişilerin özel yoldaşı olmaya doğru kapatılıyor, başkalarının yoldaşı olmasına mani olunuyor. Tarih, ancak o denize girildiği vakit devrimci bir pratik hâline gelebiliyor. “O benim mülküm. İbrahim ile ilgili sempozyum düzenleyecekseniz, beni çağırmak zorundasınız” demek, o denizden kaçışı ifade ediyor.

* * *

Mustafa Kemal, Anadolu’da şu veya bu biçimde ağırlık kazanan komünist faaliyete ipotek koyuyor, TKP’yi kuruyor ve onun dışında her türlü komünist faaliyete yasak getiriyor. Bu yöntemi herkes bir biçimde öğrenmiş görünüyor. Bu, tarihimizdeki her isim, her dinamik, her örgütsel faaliyet için geçerli. Küçük burjuvanın bu mülkiyetçiliğine karşı aidiyeti çıkarmak gerekiyor. Kaypakkaya, tüm proleter devrimciliğe ait kılınmalı. Herkes onun öğrencisi olabilmeli.

“İşçilere, köylülere, gençlere sonsuz güven”den dem vuruyor İbrahim. Bugünkü genel eğilimse şu: bu dinamiklere kendi örgütleri dışında faaliyet yasağı getirmek. Bir biçimde atılımdan, sıçramadan, yenilenmeden bahsediliyor ama bunlar, hep özel bireylerin sınırları dâhilinde tanımlanıyor. AKP ile birlikte Müslüman halk içre atılımların, geri düşüşlerin, sınıf mücadelesinin kestiği noktaların değerlendirmeye tabi tutulması, “gericilik” kategorisi altında, yasaklanıyor.

* * *

Fransız Devrimi öncesi ve sonrasında halk kitleleri, çeşitli Hıristiyan dinamikleri üzerinden bir mücadele içine giriyorlar. Burjuvazi, kendi devleti ve iktidarı adına, bu mücadelelerin kazanımlarını ipotek altına alıyor, mülk ediniyor ve buna “laiklik” diyor. Laiklik, o halk dinamiklerine siyaset yasağı anlamına geliyor. Yeni iktidara karşı dinî mücadele verilmesini burjuvazi, bu sayede engellemiş oluyor.

Bugün laiklik, aydınlanma veya modernizm başlıklarında, biraz da Kürd hareketinin zorlamasıyla, Kemalizm eleştirisi bağlamında, kimi eleştirilere rastlanıyor ama bu eleştiriler, sonuçta şunu söylüyor: “Müslüman halk vardır ama biz, onun içine girmeyiz. Gene tertemiz ve saf kalacağız. Bu, bizim alamet-i farikamız, etiketimiz, biz, bu özelliğimizden vazgeçemeyiz.”

En genel hâliyle Kürd’ün Kemalizm eleştirisini İslam’ın Kemalizm eleştirisinden ayıran ayrımın adı sol. Bu, doğalında bir tür siyaset yasağını beraberinde getiriyor. AKP ve IŞİD’e işaret edip Müslüman dirence siyaset yasağı getirmek, bu topraklarda bir çıkış yolu sunmuyor. Kaypakkaya’nın bu tür alanlarda konuşturulması gerekiyor. Ezilen-sömürülen, onun yoldaşlığını kanında, kemiğinde hissetmeli.

* * *

İştirakçilik, o yola dair bir işaret. O işareti iyi ya da kötü manada İslam başlığına hapsetmek yanlış. Bu, solu kesen tüm tespitlerini çöpe atmak için geliştirilmiş bir yöntem. Böylece o tespitlerin şiddetinin kırılacağı düşünülüyor. Oysa onda, misal, İbrahim’in kavgasının bu coğrafyanın ezilenlerine, emekçilerine açılması derdi var. “O engin denize atılalım” diyen İbrahim’i kendi sahiline demirleyenlere yönelik bir eleştiri bu. Kemalizm eleştirisini damarlarımızda, her yerde ve zamanda, akıtma derdi.

Bize yönelik karalama faaliyeti dâhilinde “bunlar Müslüman komünistler” deniliyor. En azından “şeriatçı bunlar” lafından daha ileri bir düzey bu. Biz, müslüman halklar komiserliği kuran, Müslüman âleme yoldaşlık elini uzatan, ezilen Doğu halklarının kavgasına örgütlenen Bolşevikler kadar “Müslüman komünist”iz!

* * *

Yalçın Küçük, muhtemelen Fatih Sultan Mehmet ile ilgili çalışmalarını Kaypakkaya’ya nazire olsun diye kaleme alıyor. Çünkü İbrahim, “Fatih ne kadar halkımızın tarihinin bir parçasıysa, M. Kemal de o ölçüde halkımızın tarihinin bir parçasıdır” diyor. Ama bugün onun eleştirisi damarlarda akmadığından, unutmak kural hâlini aldığından, herkes Fatih’i şu veya bu biçimde teorisinin ve pratiğinin parçası hâline getiriyor. Yüksek siyaset, devletin ve burjuvazinin masasına oturma hedefi Fatih’i görüyor, İbrahim’in “onun mücadelesinin parçasıyız” dediği Karayılan’sa bir kenara atılıyor. İbrahim, Yalçın Küçük’e ve devletine yeniliyor!

Yalçın Küçük, seksen sonrası “devrimciler devlet yönetiminden korkuyor, korkmasın; onu bilmiyor, bilsin; o yönetimden kaçıyor, kaçmasın” dediği için Fatih’i inceliyor. Devletin ve burjuvazinin gücünden güçlü olmayı öğrenenler, Karayılan’ların “tükenmez enerjilerini, mucize yaratan dehalarını, sonsuz devrimci güçlerini” görmüyor, unutuyor. İştirakçi manada biz de diyoruz ki unutmasın, al kanında, geleceğe taşısın. Gelecek, nisyana karşı zafere illaki tanık olacaktır. O zafer ki Sovyetler’le kurulmuş ticari ilişkilerin, kalkınma planlarıyla inşa edilmiş fikirlerin ürettiği solculukla asla mümkün değildir. Dövüşülen, aynı zamanda Sovyetler’le ilişki kurmuş olan devlettir. Kaypakkaya, bu gerçeğe dair andaçtır.

Eren Balkır
18 Mayıs 2016

0 Yorum: