Kavga, iştirakçiliğe dair. İştirakçilikse
sömürü ve zulme karşı kavganın bu topraklara dair adı. Ne bizim icadımız, ne
özel odaların gevezeliği. Müslüman ya da sosyalist, sömürüye ve zulme karşı
olanın ortak dertte, davada buluşması; o derdin, o davanın ortaklaşması, asli
mesele.
“Önümüzde
çetin ama şanlı mücadele günleri var. Sınıf mücadelesinin denizine bütün
varlığımızla atılalım! Bu mücadelede kahraman işçi sınıfımıza, fedakâr ve
çilekeş köylülerimize, yiğit gençliğimize sonsuz bir güven duyalım!” [İbrahim
Kaypakkaya]
Bugün teorik, ideolojik, politik düzeylerde o denize
atılmaktan imtina ediliyor. Tüm o güçlere asla ve kat’a güven duyulmuyor. Bu
nedenle, kapalı kapılar ardında, özel kişiler özel sohbetlerinde özel hesaplar
yaparak yol alabileceklerini düşünüyorlar.
Bu nedenle Kaypakkaya, bugünden geçmişe doğru bakışta,
unutmanın bir tezahürü olarak yeniden örgütleniyor. Sadece “Ser verip sır
vermeyen, özel bir birey”e doğru kapatılıyor. Ondan küçük bir burjuva
ikonası türetiliyor. Hepimizden kurbanımızı orada kesmemiz, mumlarımızı orada
yakmamız isteniyor. Sadece küçük burjuva çağrılsın, sadece o yüceltilsin,
sadece o önemli görülsün diye Kaypakkaya gibi isimler istismar ediliyor.
Kaypakkaya’daki proleterlik hükümsüzleşiyor.
* * *
Nisyan, isyanı katletmek için.
Özel bireyler, kendi dünyalarını aşan hiçbir şeye
itimat etmiyorlar, imanı, sadakati, bağlılığı ve kolektifleşmeyi zararlı
görüyorlar, tüm bunları bu nedenle alaya alıp küçümsüyorlar.
Sınıf mücadelesinin engin denizine atılmak, bu yüzden
mümkün değil. Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, özel odaların özel bir mamulü
artık. Bunları kitlelerin mücadelesinin, halkın diyalektiğinin ve maddesinin
örsünde dövene asla rastlanmıyor. Toz zerreleri toplaşırmış gibi yapıyor, en
ufak esintide dağılıyor. Örgütler, toprağa sağlam kazıklar çakamıyorlar. Devlet,
kendisine yılları aşan kadrolar yetiştirirken, bilgisini-birikimini kuşaklara aktarırken,
örgütler, her beş-on yılda bir bildiklerini unutuyor, bilenleri siliyor, dövüşenleri
gömüyor, yarına örgütlenmediği gibi yarını da örgütlemiyor.
Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, düşmanın kurduğu
kitlenin hem içinde hem dışında olma imkânı için var. Bunlar sayesinde hem
içeride hem dışarıda olmak mümkün hâle gelebiliyor. Düşmanın içindeki halk ve
halkın içindeki düşman, ayrıma tabi tutulmuyor. Örgüt, anlamını ve önemini
yitiriyor. Partiymiş gibi yapan, parti pozu kesen, parti etiketi alarak
örgütler rekabetinde öne geçtiğini düşünenler, örgütçü çiftliklerine
dönüşüyorlar, örgütlü kavgayı tasfiye ediyorlar.
Bugün özel bireyler çubuğu mülk ediniyorlar ve onu
sürekli kendilerine doğru büküyorlar. Sınıflar mücadelesinin engin denizi,
topyekûn düşmana terk ediliyor. Düşmanın istediği tam da bu.
Geçmişe dair ne hatırlanıyorsa, bugünün ideolojik âleminde yağını çıkartıp ekmeğe sürmek için hatırlanıyor. Başka da bir anlamı bulunmuyor. Kaypakkaya, sadece özel kişilerin özel yoldaşı olmaya doğru kapatılıyor, başkalarının yoldaşı olmasına mani olunuyor. Tarih, ancak o denize girildiği vakit devrimci bir pratik hâline gelebiliyor. “O benim mülküm. İbrahim ile ilgili sempozyum düzenleyecekseniz, beni çağırmak zorundasınız” demek, o denizden kaçışı ifade ediyor.
* * *
Mustafa Kemal, Anadolu’da şu veya bu biçimde ağırlık
kazanan komünist faaliyete ipotek koyuyor, TKP’yi kuruyor ve onun dışında her
türlü komünist faaliyete yasak getiriyor. Bu yöntemi herkes bir biçimde
öğrenmiş görünüyor. Bu, tarihimizdeki her isim, her dinamik, her örgütsel
faaliyet için geçerli. Küçük burjuvanın bu mülkiyetçiliğine karşı aidiyeti
çıkarmak gerekiyor. Kaypakkaya, tüm proleter devrimciliğe ait kılınmalı. Herkes
onun öğrencisi olabilmeli.
“İşçilere, köylülere, gençlere sonsuz güven”den dem
vuruyor İbrahim. Bugünkü genel eğilimse şu: bu dinamiklere kendi örgütleri
dışında faaliyet yasağı getirmek. Bir biçimde atılımdan, sıçramadan,
yenilenmeden bahsediliyor ama bunlar, hep özel bireylerin sınırları dâhilinde
tanımlanıyor. AKP ile birlikte Müslüman halk içre atılımların, geri düşüşlerin,
sınıf mücadelesinin kestiği noktaların değerlendirmeye tabi tutulması,
“gericilik” kategorisi altında, yasaklanıyor.
* * *
Fransız Devrimi öncesi ve sonrasında halk kitleleri,
çeşitli Hıristiyan dinamikleri üzerinden bir mücadele içine giriyorlar.
Burjuvazi, kendi devleti ve iktidarı adına, bu mücadelelerin kazanımlarını
ipotek altına alıyor, mülk ediniyor ve buna “laiklik” diyor. Laiklik, o halk
dinamiklerine siyaset yasağı anlamına geliyor. Yeni iktidara karşı dinî
mücadele verilmesini burjuvazi, bu sayede engellemiş oluyor.
Bugün laiklik, aydınlanma veya modernizm
başlıklarında, biraz da Kürd hareketinin zorlamasıyla, Kemalizm eleştirisi
bağlamında, kimi eleştirilere rastlanıyor ama bu eleştiriler, sonuçta şunu
söylüyor: “Müslüman halk vardır ama biz, onun içine girmeyiz. Gene tertemiz ve
saf kalacağız. Bu, bizim alamet-i farikamız, etiketimiz, biz, bu özelliğimizden
vazgeçemeyiz.”
En genel hâliyle Kürd’ün Kemalizm eleştirisini
İslam’ın Kemalizm eleştirisinden ayıran ayrımın adı sol. Bu, doğalında bir tür
siyaset yasağını beraberinde getiriyor. AKP ve IŞİD’e işaret edip Müslüman
dirence siyaset yasağı getirmek, bu topraklarda bir çıkış yolu sunmuyor. Kaypakkaya’nın
bu tür alanlarda konuşturulması gerekiyor. Ezilen-sömürülen, onun yoldaşlığını kanında,
kemiğinde hissetmeli.
* * *
İştirakçilik, o yola dair bir işaret. O işareti iyi ya
da kötü manada İslam başlığına hapsetmek yanlış. Bu, solu kesen tüm
tespitlerini çöpe atmak için geliştirilmiş bir yöntem. Böylece o tespitlerin
şiddetinin kırılacağı düşünülüyor. Oysa onda, misal, İbrahim’in kavgasının bu
coğrafyanın ezilenlerine, emekçilerine açılması derdi var. “O engin denize
atılalım” diyen İbrahim’i kendi sahiline demirleyenlere yönelik bir eleştiri
bu. Kemalizm eleştirisini damarlarımızda, her yerde ve zamanda, akıtma derdi.
Bize yönelik karalama faaliyeti dâhilinde “bunlar
Müslüman komünistler” deniliyor. En azından “şeriatçı bunlar” lafından daha
ileri bir düzey bu. Biz, müslüman halklar komiserliği kuran, Müslüman âleme
yoldaşlık elini uzatan, ezilen Doğu halklarının kavgasına örgütlenen Bolşevikler
kadar “Müslüman komünist”iz!
* * *
Yalçın Küçük, muhtemelen Fatih Sultan Mehmet ile
ilgili çalışmalarını Kaypakkaya’ya nazire olsun diye kaleme alıyor. Çünkü
İbrahim, “Fatih ne kadar halkımızın tarihinin bir parçasıysa, M. Kemal de o
ölçüde halkımızın tarihinin bir parçasıdır” diyor. Ama bugün onun eleştirisi
damarlarda akmadığından, unutmak kural hâlini aldığından, herkes Fatih’i şu
veya bu biçimde teorisinin ve pratiğinin parçası hâline getiriyor. Yüksek
siyaset, devletin ve burjuvazinin masasına oturma hedefi Fatih’i görüyor,
İbrahim’in “onun mücadelesinin parçasıyız” dediği Karayılan’sa bir kenara
atılıyor. İbrahim, Yalçın Küçük’e ve devletine yeniliyor!
Yalçın Küçük, seksen sonrası “devrimciler devlet
yönetiminden korkuyor, korkmasın; onu bilmiyor, bilsin; o yönetimden kaçıyor,
kaçmasın” dediği için Fatih’i inceliyor. Devletin ve burjuvazinin gücünden
güçlü olmayı öğrenenler, Karayılan’ların “tükenmez enerjilerini, mucize yaratan
dehalarını, sonsuz devrimci güçlerini” görmüyor, unutuyor. İştirakçi manada biz
de diyoruz ki unutmasın, al kanında, geleceğe taşısın. Gelecek, nisyana karşı
zafere illaki tanık olacaktır. O zafer ki Sovyetler’le kurulmuş ticari
ilişkilerin, kalkınma planlarıyla inşa edilmiş fikirlerin ürettiği solculukla
asla mümkün değildir. Dövüşülen, aynı zamanda Sovyetler’le ilişki kurmuş olan
devlettir. Kaypakkaya, bu gerçeğe dair andaçtır.
Eren Balkır
18 Mayıs 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder