23 Şubat 2020
Demokratik Sosyalizm
23 Şubat 2020
Devletin seçim gibi bir meselesi, demokrasi gibi bir
derdi yok. Sol ise Halep-Efrin-İdlib arasına sıkışmış orduyu “Tayyip’in kaprisi
ve hevesi” olarak okuyor, bu hamleyi seçim yatırımı olarak değerlendiriyor.
Çünkü seçimler, sadece sosyalist solun derdi,
meselesi. Sosyalizm, artık sadece seçim meselesi. Küçük burjuvalar, kendi birey
kurguları, kendilerini merkeze alan ölçü ve ölçeklerine göre bir hasım inşa
ediyorlar ve bu konuda halkı ikna etmeye çabalıyorlar. Köşe başlarındaki
isimler, bu yalanın ekmeğini yiyorlar.
Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da olan ordunun sivil
uzantıları, burada seçimden, demokrasiden söz ediyorlar. Hepimizi bir kişinin
kaprislerine, heveslerine düşman etmek için uğraşıyorlar. Yıllar öncesinden
hesaplanmış harekâtlar, seçim ve demokrasi perdesi arkasına saklanıyorlar.
Sonra da devlet aklına, “bizi de oyuna dâhil edin” diye yalvarıyorlar.
* * *
HDP’nin kongresinde “kriz”den, “yıkım”dan söz edilmesi
mümkün değil.[1] Parti, “kayyım” lafını da sahiplenmek zorunda.[2] Hatta belki
de HDP’nin bizatihi devletten kayyım talep ettiği üzerinde durmak gerek. Çünkü
çıkartılmayan sesin, açığa çıkmayan öfkenin başka bir açıklaması yok.
Muhtemelen bu kriz koşullarında en steril çözüm olarak, belediyeleri devlete
teslim etmişler!
Sonuçta HDP, özüne, kuruluş gerekçelerine, kurulduğu
devlet masasına mahkûm. Başka bir yerde inşa ve ihya edilemez. O, çözüm ve
seçim sürecinin bir ürünü. Ondan başka roller oynamasını, başka şeyler
söylemesini bekleyenler, halkı ve milleti kandırıyorlar. Görevleri bu. Bu
yüzden parti kurullarında maaşa bağlanıyorlar. Sosyal medyada pohpohlanıyorlar.
Hep birlikte şu gerçeği örtbas etmek için uğraşıyorlar: HDP, ait olduğu bağın
ve bağlamın esiri.
* * *
Osman Kavala’nın eşi Ayşe Buğra, eşinin tutukluluğunu
“Avrupa’dan kopma isteği” ile ilişkilendiriyor.[3] Sonra Garo Paylan çıkıp,
Erdoğan’ın Kavala’yı çıkartmak istediğini, ama birilerinin buna mani olduğunu
söylüyor.[4] Devamında Ahmet Şık, Kavala’nın Erdoğan’ın talimatıyla tahliye
edildiği iddiasını dillendiriyor.[5] Aslında tüm sözler, dipte işleyen “çözüm
süreci”nin tezahürleri olarak somutlaşıyorlar. “Gerici, yobaz, faşist, İslamcı
Erdoğan”, birden Batı ile bağların hamisi, güvencesi olarak takdim ediliyor.
Bazı sol örgütlerin Kavala’nın tutsaklık günlerini örgüt duvarlarına çentik
atmasının, Odatv’den gelen Kavala övgülerinin sebebini burada aramak gerekiyor.
Bu halkın tutsaklığı, onları hiç ilgilendirmiyor.
Çünkü kimsenin Batı’yla ilişkileri kopartmak gibi bir
derdi yok. Herkes oraya bağlı, orada anlam ve değer kazandığını iyi biliyor.
HDP de bu bilinçle hareket ediyor. Onun sömürüye ve zulme karşı halk
sınıflarını örgütlemesi, doğası gereği, mümkün değil.
* * *
Batı, 11 Eylül ile birlikte bir saldırıya geçiyor.
ABD’de Avanakyanizm dedikleri tarikat, muhtemelen örgüt şefinin istihbarat
tarafından koopte edilmesi ile birlikte teşkil edildi. Maoist hareketin, 11
Eylül’deki savaş ilânının yol açacağı çelişkileri dünya genelinde örgütleme
ihtimali, bizzat devlet eliyle ortadan kaldırıldı.
Tarikatın Türkiye bayii sorumlusu Emrah Cilasun,
“ekonomik, politik, askerî kudretin hakikati dayatması”na karşı çıkıyor,
“dünyanın kuvvetin her şeyi yoluna soktuğuna dair mantıktan kurtulması”
gerektiğinden söz ediyor. Cilasun’un ezilenlerin kudretine, kuvvetine,
mücadelesine göre düşünüp hareket eden Naksalcılara küfretmesinin sebebini
burada aramak gerekiyor.[6] Yazar, kendi bireysel hakikati için kudreti heba
ediyor.
İktidardan kaçış, sosyalist hareketi, dinden ve
milletten azade, küçük burjuva aşkın bireyler derneğine dönüştürüyor. Sınır
tanımayan solculuğun, Libya’da, Afganistan’da olan ordunun uzantısı, bağlaşığı
olduğunu görmek gerekiyor. Millet ve din içindeki sınıflar mücadelesini
görmeyen politika, asla hat açamıyor, kudret olamıyor.
* * *
1986’da Amerikan Baro Vakfı’nın dergisinde çıkan bir
yazıda, Marksizmin krizde olduğundan söz ediliyor ve bu krizin temelde onun
“iktidar ilişkilerinin ağına yakalanmış” olmasından kaynaklandığı üzerinde
duruluyor.[7] Emperyalistler, Marksistlere seksenler boyunca tavsiyelerde bulunuyorlar.
Sovyetler temelinde dillendirilen bu tavsiyeler, doksanlardaki tasfiye sürecini
biçimlendiriyor.
Bu tavsiyelerde, “iktidar Marksizmi bozmuştur,
ütopyadan ve akıldan uzaklaştırmıştır, yozlaştırmıştır” deniliyor. Doksanlarda
ütopyanın ve aklın ekmeğini yemek isteyenler, bu önermelere ikna ediliyorlar.
Sonuçta iktidarın çemberde kapanmaya yol açtığı, kapalı teorinin, sistemin ve
pratiğin çürümeyi beraberinde getirdiği üzerinde duruluyor. Her yanı, açık
toplumcular, özgür bireyciler sarıyor. Bu doksanlardaki tasfiye süreci, iki
binlerde devreye giren, pürüzlerin giderilmesi, tüm örgütsel farklılıkların
düzlenmesi, emperyalizm ve kapitalizm yanlısı teorinin ve pratiğin kolayca
akacağı düzlemin oluşturulması bağlamında gerçekleşen tesviye sürecini koşulluyor.
Bahsi geçen Avakyancı yazar, bu pürüzsüzlükte konuşma
imkânı buluyor. Kudretin, kuvvetin her şeyi yozlaştırdığını, bunlarla kirlenmiş
geçmişi burjuvazinin aklı ve tarihi önünde diz çöktürülmüş “bilimsel komünizm”
kurgusuyla arındırmak gerektiğini söylüyor. Özünde istihbarat masalarında imal
edilmiş komünizm, dağlarda, ormanlarda, barikatlarda, fabrikalarda, kampüslerde
verilen mücadeleyle örülen “kontrolsüz, kirli ve pürüzlü” komünizmi tasfiye
etmek istiyor.
* * *
Bir gün bu Avakyancı tarikatın Türkiye (daha doğrusu
Almanya) mümessiline “iyi sıhhatte olsunlar”, “ismi gizliler”, gelip iki
sayfalık görev emrini teslim ediyorlar. Mümessil, soluğu hemen yeni Nurcuların
eline geçmiş olan, adı bilinmeyen bir binada alıyor. Yere bırakılmış Mustafa
Kemal portresine ağıt yakan eski “Kaypakkayacı”/yeni Avakyancı Emrah Cilasun,
kendisi için açılan kapılardan girerek, kendisine sunulan raporlarla bir kitap
kaleme alıyor. Herkes, nereden ekmek yiyeceğini iyi biliyor.
Linkte verilen söyleşide[8] Cilasun ve arkadaşı,
izleyicileri üzerinden Avrupa devletlerine “sizin İslam, yabancı ve mülteci
düşmanı siyasetinize hizmet ederiz” sözü veriyor. Ettikleri hakaretler, bu
minvalde değer ve anlam kazanıyor. Dolayısıyla, onun son nargileci katliamına veya
AfD’ye laf etmesi mümkün değil. Çünkü onun aklına göre, tüm devlet katliamları,
tüm sömürü ve zulüm, “dinci gericiliğin eseri”.
Avrupa’da oluşmuş bir Neonazi ağı var. Buradaki
unsurları Ukrayna’daki çatışmalarda da görüyoruz. Geçmişte Ötekiler Postası
gibi ortamlarda bu unsurların Meydan’da başlattıkları gösterilere verilen
desteğe tanıklık etmiştik. Bunun sebebi, o Neonazilerin IŞİD’li değil, Müslüman
öldürmek için Rojava’ya yollanmış olmaları idi. Dolayısıyla, bugün sol
örgütler, son nargileci katliamına asla ses çıkartamazlar.
* * *
Ayşe Düzkan, seksenlerdeki tavsiye, doksanlardaki
tasfiye, iki binlerdeki tesviye sürecinin bir ürünü. Yazılarında büyük harf
kullanmaması, onun iktidar ve hiyerarşi alerjisiyle ilişkili.
Tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinde en çok da bu iki kavrama düşmanlık esas.
Fukoculuk gibi eğilimlerin popüler olması, iktidar eleştirisi, tahakküm
eleştirisi, “sömürü”nün gerici bir kavram olarak kodlanması, hep Marksizm içine
yönelik akınlarda başvurulan taktikler. İlgili alerji sonucu, ayrımlar ve
ayıraçlar da hükmünü yitiriyorlar. Aslında Düzkan da yazısında bahsini ettiği,
HDP kongresinde dillendirilen, “demokrasi olsa dış sermaye gelir” lafına destek
veriyor. O harfler, tam da o akış için küçülüyor.
Büyük harf kullanılmayınca anlam da siliniyor. İktidar
ve hiyerarşi lügatten silinince politik mücadele anlamsızlaşıyor. Vegan,
feminizm, LGBT pratikleri, bu bağlamda istismar ediliyorlar. Bunlar,
tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinin ana bileşenleri. Akış, güvence altına alınmak
zorunda. Bu noktada akışın kutsanması için gerekli ayinse sol mabetlerde icra
ediliyor. Sol, yeni dönemin “ezen dini” olarak örgütleniyor. Buradan o,
ezilenlerin dinine küfrederek varolabileceğini iyi biliyor.
Eren Balkır
26 Şubat 2020
Dipnotlar:
[1] Ayşe Düzkan, “Halayın Başı ve Peşi”, 26 Şubat 2020, +Gerçek.
[2] Mehveş Evin, “HDP ve Yeni Bir Dil”, 25 Şubat 2020,
+Gerçek.
[3] Ezgi Başaran, “Ayşe Buğra Söyleşisi”, 14 Şubat
2020, Duvar.
[4] Osman Kavala İddiası, 19 Şubat 2020, Halktv.
[5] “Kavala İddiası”, 20 Şubat 2020, T24.
[6] İshak Baran, Ajith: A Portrait of the Residue
of the Past, Aralık 2014.
[7] Costas Douzinas ve Ronnie Warrington, “Domination,
Exploitation, and Suffering”, American Bar Foundation Research Journal,
s. 801.
[8] Kitap Söyleşisi: Emrah Cilasun, 31 Ocak 2016, Youtube.
Örgütsel Sorunlar
Örgütsel sorunlar konusunda devrimci arkadaşlar
arasında geniş çapta hatalı eğilimler devam etmektedir. Bunun en önemli sebebi,
devrimci mücadelede uzun dönem tartışma ve polemik konusu olan parti
meselesinin, soyutlanarak pratik çalışmaya ışık tutacak bir görüş hâlinde
somuta indirgenmemesidir.
Hâlâ devrimci saflarda ideolojik farklılık içindeki birçok fraksiyonların ortaya koydukları parti anlayışlarındaki temel ayrımlar ciddiyetini devam ettirmektedir ve gitgide politik ağırlık kazanan gruplar bu davranışlarını devam ettireceklerdir.
Onun için THKO’nun parti ve örgütlenme konusundaki görüşünü açıklarken, hatalı parti anlayışlarının politik çizgi ve ideolojilerine de değineceğiz. Zira hatalı parti anlayışı ve çalışma tarzı, temelde farklı ideolojinin varlığından gelir.
Günümüze dek süregelmekte olan
ideolojik kavgaların temelini, farklı politik çizgilerin parti anlayışları ve
çalışma tarzları teşkil etmiştir. Bu meselenin detayın inmeden önce, THKO’nun
politik çizgisinden ve parti meselesi üzerindeki görüşünden bahsedeceğimiz
broşürümüzün şimdiye kadarki kısmında genel ilkeleriyle açıklığa
kavuşturduğumuz MDD ve halk savaşı konusunda görüşümüz, işçi sınıfının örgütsel
sorunlarını ve parti anlayışımızı belirteceğiz.
THKO’nun politik mücadelesi, kırsal bölgeleri temel
alan ve kırdan şehre doğru bir rota çizecek olan strateji içinde gelişecektir.
Ordumuzun silahlı mücadeleye başlaması ideolojik bir zorunluluktur.
Mücadelemizin kısa tarihi içinde, örgütsel gelişmemiz
silahlı mücadele öncesi ortamın oluşturduğu devrimcilerin saflarımıza katılması
şeklinde devam ettiğinden, ideolojik birlik ve politik görüşümüzde ayrılık
yaratabilecek farklı ideolojilerin çıkması ihtimali yoktur. Aynı durum belirli
süre devam edecek ve ordumuzun saflarına katılan savaşçıların çoğunluğu işçi
sınıfı ideolojisini kabul etmiş kişiler olacaktır. Buna bağlı olarak mücadelede
yeni olduğumuz ve henüz halk kitleleriyle ilişkilerimizin sağlam olmadığı bu
dönemde THKO, parti ve ordu fonksiyonunu bünyesinde taşımaktadır. Zira pratik
sorunlarımız, örgütümüzün parti-ordu ikilemi ayrımına girmesine ihtiyaç
göstermemektedir.
THKO, doğru politik çizgisi ışığında silahlı
mücadelesine devam edecektir. Halk kitlelerinin aktif desteğinin sağlayıp,
örgütsel ilişkilerin hızlandığı ortama girince, mücadelede işçi sınıfı
savaşçısı durumuna gelmiş savaşçılar, partinin ilk kadrolarını oluşturacaklardır.
Kırsal bölgeler temel alındığı için, partinin kuruluş
döneminde yoğun çalışması, tarım proletaryası ve yoksul köylü arasında
olacaktır. İlk bakışta bu durum anormal görülebilir ve İşçi Sınıfı Partisi’nin
mücadelenin başından itibaren sanayi proletaryasına ağırlık verilecek
gelişebileceği ileri sürülebilir. Bu görüş, parti meselesini politik
mücadeleden soyutlamadır. Örgütlenme ve parti meselesinde temel belirgin unsur,
izlenecek politikadır. Parti meselesi, politik mücadelenin stratejisi içinde
bir gelişim seyri izleyecektir. Aksi halde işçi sınıfı şehirlerdedir ve
örgütlenmeye oradan başlamalıdır demek, soyut bir örgütlenme anlayışı içinde,
politik mücadelenin önemini küçümsemek ve doğal olarak işçi sınıfı örgütünü
ekonomik düzeyde ele almak olur. Bu mesele ileride ele alınacaktır.
THKO’nun savaşçıları işçi sınıfı ideolojisini kabul
ettikleri içindir ki, politik mücadelede sağlam bir düşünce-davranış bütünlüğü
içine girenler, partinin ilk çekirdeği olacaklardır. Halk kitlelerinde örgütsel
bağlar geliştikçe, THKO saflarına küçük-burjuva ideolojisini taşıyanlar
girecektir. O zaman bir taraftan partinin ordudan örgütsel farklılığı
zorunluluk hâline gelecek, diğer taraftan da küçük-burjuva ideolojisini ordu
içinde de olsa tasfiye etmek ve savaşçıların işçi sınıfı ideolojisini
benimsemelerini sağlamak şart olacaktır.
Halk savaşının gelişim süresinde, ordu içinde farklı
ideolojilerin varlığı kaçınılmazdır. Partinin görevi işçi sınıfı ideolojisinin
hâkimiyetini devam ettirmek ve başka ideolojilerin mevcudiyetini minimuma
indirgemektir. Bu genel tutum halk savaşının başından sonuna kadar izlenmesi
gereken bir tutumdur.
Bazı arkadaşlar, silahlı mücadeleye başlarken parti
olarak ortaya çıkmayışımızı, bir parti anlayışımız olmadığı, politik mücadelede
askeri sorunları ön planda tuttuğumuz veya silaha insandan daha çok önem
verdiğimiz şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu suçlamalar karşısında fazla bir şey
söylemeye gerek yoktur. İçinde bulunduğumuz şartlarda, mevcut politik güçlerin
hepsi, açıkça söylemeseler bile kendilerini parti olarak görmektedirler. Böyle
bir durumda, parti olduklarını iddia eden birçok örgüt görüyoruz. Farklı
politik çizgilerin ortaya koyduğu parti anlayışlarını şu genel ilke içinde
değerlendirmek gerekir. Kırsal bölgeleri ve şiddet politikasını, milli
cephedeki sınıflar ittifakı içinde temel almayan bir örgütlenme ve parti
anlayışı, özünde küçük-burjuva ideolojisini içerir, hatta örgütün içinde
işçiler çoğunlukta olsalar bile…
Halk savaşını inkâr eden veya onun ciddi hazırlığı
içinde olmayan hatalı bir görüşün örgütlenme ve parti meselesinde doğru
davranış içinde olması, devrimci teorinin ruhuna aykırıdır. Parti meselesinde
ileri sürülen hatalı görüşleri daha iyi anlayabilmek için geçmişe bir göz
atalım.
12 Mart öncesi, yurdumuzda gelişen devrimci mücadele,
çeşitli fraksiyonların çıkmasına sebep olmuştur. Devrimci güçlerin dağınıklığı
ve politik mücadeleyi yürütecek bir partinin olmayışı, parti meselesini acil
sorun hâline getirmiştir. O şartlar içinde ileri sürülen ve devamlı
değiştirilen parti görüşlerinin genel karakteri şöyle idi: Devrimde halk
ordusunun önemi hemen hemen hesaba katılmıyor ve halk savaşı bir temenni
olmaktan öteye gidemiyordu. Politik mücadele sadece parti yapısı içinde
düşünülüyordu. Böyle olunca barışçıl şartlar içinde legal veya illegal olarak
ve kimine göre ise sanayi proletaryasına ağırlık verilerek örgütlenmeye
gidilecektir. Temelde aynı politikayı içeren bu parti görüşleri sık sık
değiştiriliyor ve bir gün bir fraksiyonun savunduğu görüşü, ertesi gün bir
başka fraksiyon tarafından savunulabiliyordu. Pratikte ise uzun dönemli hiçbir
çaba gerçekleşmiyor ve parti meselesi her fraksiyon için, mevcut devrimci
güçleri o şartlara özgü bir disiplin altına alma düzeyine indirgeniyordu. Bu görüşlerin
birçoğunun artık gerçekleşme olanağı kalmamıştır, fakat görüş olarak hâlâ
savunanlar mevcuttur. Emperyalizmin kontrolü altındaki yurdumuzda bir partinin
legal ya da illegal olması önemli değildir. Esas olan politik çizgidir.
Ordumuzun bu gelişim düzeyinde parti ve ordu şeklinde
bir ayrım yapılmayacaktır. Gücümüz, halletmek zorunda olduğumuz meseleler ve
örgütsel sorunlarımız açısından şimdiden ayrıma gitmek hatalıdır. Böyle bir
ayrım, silahlı mücadeleye ideolojik bir zorunluluk olarak girmiş olan örgütü,
şeklî bürokrasi mantığı içinde sunî bir ayrıma tabi tutmak olur. THKO’nun
örgütlenmesi illegal olmasına rağmen, kırsal bölgelerde mücadele yoğunlaştıkça
ve parti kadroları oluştukça, silahlı mücadelenin temel olması yanında diğer
politik çalışma yöntemleri de ihmal edilmeden uygulanmalıdır. Bilhassa yoksul
köylülere ağırlık verilecek ideolojik ve politik çalışmalara hız, silahlı
mücadeleyi sıhhatli bir gelişim düzeyine sokabilmek için, gerilla savaşı halk
kitlelerinin ekonomik mücadeleleri ile bir bütünlük içine sokulmalıdır. Kırsal
bölgelerdeki politik mücadelenin önemli çalışma yöntemlerini şu şekilde
sıralayabiliriz:
1. Askeri planda somut düşmana karşı gerilla savaşı,
2. Halk kitlelerinin mahalli çelişkilerine ağırlık
vermeli, ekonomik mücadelesine politik nitelik kazandırmalıdır. Kırsal bölge
halkını sömüren ve ezen ağa, tefeci ve mütegallibe takımına karşı verilecek
mücadeleye, mahalli çelişkiler keskinleşecek ve halk kitleleri politik
mücadeleye, aktif rol alacak şekilde katılacaklardır. Halkın ekonomik
mücadelesine ağırlık vermek, kitlelerin kendi tecrübeleri ile pişmelerini
sağlayacaktır. Halk kitlelerinin kendi tecrübeleri olmadan mücadelede aktif rol
almaları çok zordur.
3. Yukarıda belirttiğimiz mücadele yöntemlerini de
kapsayacak şekilde geniş politik ve ideolojik propaganda çalışmaları yapmak. Bu
çalışmalar, imkânlara ve şartlara göre birçok araçlar kullanılarak
yürütülmelidir. Hatta birçok zamanlar bu tip çalışmalar legal metotlar
kullanılarak gerçekleştirilebilir.
Genel hatlarıyla açıkladığımız bu tip mücadelenin
sağlayacağı örgütlenme, ordumuzun güçlenmesini, köy komitelerinin ve milislerin
yaratılmasını ve kırsal bölgelerde geniş bir haberleşme, destek ve üs
bölgelerinin kuruluşunu sağlar. Kırsal bölge içinde belli noktalarda toplanmış
olan maden ve sanayi işçileriyle ilişkiler kurmalı ve parti kadroları
geliştirilmelidir. Bu çalışmaya mücadelenin başından itibaren gereken önem
verilmelidir. Bu bölgelerdeki işçilerin henüz köylülükle bağlarını koparmamış
olmaları ve çoğunlukla bölgenin yerli halkını teşkil etmeleri, ilişki
kurulmasını kolaylaştıracak çok önemli bir avantajdır. Kısa vadede örgütsel
yararı olmasa dahi, hareket bölgesi içine giren şehir ve kasabalarla sağlam
ilişki ağı kurulmalıdır.
Kırsal bölgelerdeki çalışmalarımızın detaylarını
şimdiden kesin olarak bilmek mümkün değildir. Mücadelenin pratiği ve deneyleri
doğru çalışma tarzını öğrenmemiz için en sağlam alternatiftir. Dikkat edilecek
husus, genel devrimci ilkelerde hata işlenmemesidir.
THKO, kırsal bölgelerde yürüteceği politik
mücadelesine gerilla savaşıyla devam edecektir. Ve gerilla savaşı, halk
savaşımızın bu aşamasında stratejik meselemizdir. Merkez durumdaki birkaç büyük
şehirde ise gücünün bir kısmını şehir gerillasına ayırmıştır. Şehir
gerillasının kısa dönemdeki çalışması, şehir gerillasının görevi, kır
gerillasını takviye etmektir. Ve çalışma metotları da bu amacı içerecektir.
İleri dönemlerde şehir gerillasının politik çalışması, kırsal bölgeye bağlı
olarak sanayi proletaryasına kaydırılmalıdır.
Devrimci mücadelemizde, halk kitlelerini örgütlemek
için parti ve halk ordusu vazgeçilmez iki araçtır. Fakat bugünkü örgütlenme
düzeyimizde parti ve ordu fonksiyonunu THKO olarak tek başına
gerçekleştirmektedir. Bu mesele ise politikamız içinde, ordumuzun kuruluşuyla
ve savaşçılarının yapısıyla ilgili bir meseledir. Önemli olan, temel
politikamız ve ideolojik birliğimizdir. Dikkat etmemiz gereken en önemli husus
budur. Karşımıza çıkabilecek önemli iki tehlike, mücadeleden taviz vermek veya
örgütsel hatalardan ve tecrübesizlikten gelecek büyük kayıplardır. Bu ikili
tehlikeden taktik hatalar, çalışmalarımıza büyük zararlar getirdi. Aynı şeyin
tekrar etmemesi için kadrolar içindeki politik çalışmaya hız verilmeli ve
devrimci ilkeleri örgütümüz içinde eksiksiz uygulamalıyız. Tek tek savaşçılar
eksikliklerini gidermeli ve hatalarından çok iyi dersler çıkarmalıdır ve gerçek
olan şey, çok iyi dersler alabileceğimiz hatalar işlemiş olmamızdır.
Bugünkü çalışmamız dünkünden çok daha zor olacaktır.
Ordumuz içindeki devrimci ahlâk, devrimci dayanışma ve devrimci ilişkileri
kuvvetlendirmeliyiz. Eleştiri ve öz-eleştiri metodunu daima birliğimizi
güçlendirecek tarzda ihmal etmeden uygulamalıyız. Tüm düşünce ve
davranışlarımızda Türkiye devrimine karşı sorumluluğumuzu bir saniye dahi
unutmadan örgütümüz içindeki görevimize başarıyla devam edelim.
Yurdumuzda mevcut birçok fraksiyonun ortaya koydukları
parti anlayışlarının ortak ve önemli olan hatalı yanı şudur: Şehirleri temel
alan ve sanayi proletaryasına yönelen bir çalışma tarzını, parti anlayışı
olarak iddia etmektedirler. Şiddet politikası ve devrim stratejimizde zorunlu
olan sınıflar ittifakı (temelde işçi-köylü) ihmal edilmektedir. Bu durum,
pratikte halk savaşını ihmal etmek ve halk ordusunun devrimdeki fonksiyonunu
önemsememektir.
Pratikte böyle bir parti anlayışı, politik mücadelede
oportünist bir çizgi hâline gelmektedir. Bu görüşün savunucuları ve pratikteki
uygulayıcıları, parti meselesini amaç edinmekte (amaç devrimdir) ve partisiz
devrim olmaz ilkesini, partisiz mücadele olmaz mantığına indirgemektedirler.
Silahlı mücadele içinde olmadıkları için politik çalışmaları ya barışçıl bir
temele kaymakta ya da emperyalizmin baskıları ve terörüyle yok olmaktadır. Onun
için böyle bir parti anlayışında olanlar, mücadelenin başından itibaren partiyi
yaşatmayı genel ilke hâline getirmekte ve düşmanın sert tutumu karşısında geri
çekilerek oportünizmin ve pasifizmin batağına saplanmaktadırlar. Örgütün nicel
yapısını korumak ve geliştirmek için, düşmanın tayin ettiği sınırlar içinde
hapsolmakta ve mücadele, politik özünü yitirerek, ekonomik düzeydeki bir
örgütlenmeden öteye gidememektedir.
Kısaca açıkladığımız böyle bir parti anlayışı (görüşü)
ve politikası, Sovyet devrimindeki parti çalışma tarzının ve gelişmiş
kapitalist ülkelerde geçerli olan parti anlayışının, yurdumuza taktik
değişikliklerle ithalidir. Bilhassa Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi’nin
büyük oranda etkisinde kalınarak, çalışma tarzı ve yöntemleri aşağı yukarı
aynen uygulanmaya çalışılmaktadır. Sovyetler Birliği devrim modeli ile Türkiye
devrim modeli çok farklıdır ve doğal olarak devrim stratejisi ve politik
mücadele yöntemleri de farklı olacaktır. Bolşevik Partisi’nin çalışma tarzını
ve politikasını yurdumuz şartlarında politik bir görüş olarak uygulamak,
mücadelenin başından oportünizmin batağına saplanmasıdır.
Son zamanlarda böyle bir parti anlayışı şehir
gerillası ile birleştirilerek halk savaşı teorisi çıkarılmıştır. Bizler politik
mücadelede şehir gerillasının temel alınmasını hatalı bir savaş stratejisinin
uygulanması olarak görüyoruz. Fakat şehir gerillasının bu şekilde hatalı bir
parti anlayışı ile bütünleştirilerek politik çizgi hâline getirilmesi, politik
mücadelede farklı iki ideolojinin örgütsel ittifak içine girmesidir. Ve bu
görüşün ışığında verilecek mücadele, içinde daima iki ideolojinin hâkim olacağına
bağlıdır. Parçalanma ise eşikteki tehlikedir.
Şehir gerillasını bu parti anlayışından ayırarak
düşünürsek, bu konudaki görüşümüz şudur: Yurdumuzda şehir gerillasının
uygulanacağı merkezlerde, halk savaşının sağlam temellerini nicelik ve nitelik
olarak atmak imkansızdır. Şehir gerillası, sanayi proletaryası ve şehir küçük
burjuvazisini kısmet örgütlese dâhi, halk kitlelerinin içinde bulunduğu
koşullar ve şehir gerillasının hareket alanı göz önüne alınırsa gelişme olanağı
bulamaz ve belirli bir süre sonra kısır bir döngü içine girer. Mücadeleyi yürüten
örgüt, halk ordusu yerine işçi sınıfı örgütü şeklinde belirir.
Bu durum, politik çizgisi gereği köylü yığınlarını
başından itibaren ihmal eden bir çalışma tarzının doğal sonucudur. Latin
Amerika ülkelerinde yürütülen şehir gerillası, yurdumuzun içinde bulunduğu
sosyo-ekonomik yapı, farklı üretim biçimleri ve ona bağlı olarak ortaya çıkan
sınıflar ittifakı açısından temel politik mücadele yöntemi olamaz.
Halk savaşımızın henüz sağlam kadrolar çıkarmadığı ve
silahlı mücadelenin yeni olduğu günümüz şartlarında karşı karşıya bulunduğumuz
önemli tehlike, tarihî oportünizmdir. Tarihî oportünizmin, emperyalizmin
hegemonyası altındaki ülkelerde büründüğü iki önemli kılık vardır.
1. Eğer o ülkede şeklî bir demokrasi varsa, legal
mücadeleye sınırlı imtiyazlar tanınmışsa, ‘’legaliteyi kullanalım’’ sloganı
altında legaliteyi temel kural hâline getirmekte ve barışçıl şartlar içinde bir
politik mücadele önermektedir.
2. Şayet o ülkede legal mücadele imkanları yoksa ve
faşist bir politika uygulaması bulunuyorsa, silahlı mücadeleye karşı
‘’erkendir’’ veya ‘’halka rağmen verilmektedir, halk kitlelerini örgütlemeden
silahlı mücadele sol sapmadır’’ sloganı ile ortaya çıkmaktadır. ‘’Silahlı
mücadele, halk kitlelerini örgütlemek için politik mücadele olmasına rağmen
silahlı mücadeleye başlamak için halkı örgütlemek şarttır’’ şeklinde ortaya
atılan görüş, özünde sınıf mücadelesinin inkârıdır ve halk kitlelerinin
kurtuluşu için verilen silahlı mücadeleye alternatif olarak barışçıl şartları
temel alan oportünist ve pasifist bir politikayı önermektedir.
Türkiye’de 1971 başlarından bu yana uygulanan faşist
politika, bu görüşlerin gelişme şansını yok etmiştir. Zaten bu tip hatalı
görüşlerin birçoğu 12 Mart öncesi legal ortamının yapısından geliyordu.
Faşizmin baskı ve terör politikası, bu görüşü savunanların politik
ağırlıklarını korumaları engellemiştir.
Türkiye’de 12 Mart muhtırası ile uygulamasına
girişilen faşist politikanın sınıfsal temelini anlayabilmek için, gerici
sınıfların ve emperyalistlerin uzun vadeli bir plan içindeki politikalarının
(sebep-sonuç) amacını bilmek lâzımdır. Genel olarak bu politika, hâkim
sınıfların çıkarlarını devam ettirmek için uyguladıkları bir politikadır demek
mümkündür, fakat gericileri bu politikaya zorlayan sebepleri ve uzun dönemde
sağlamaya çalıştığı çıkarlar açısından, üzerinde ciddiyetle durulması gereken
bir meseledir. Zira faşist politikanın temelinde, emperyalizmin Orta-Doğu’daki
çıkarlarının devamı, işbirlikçi burjuvazinin Avrupa Ekonomik Topluluğu’nda olan
yıllar sonrasına ait planları da yatmaktadır.
Orta Doğu Sorunu
Orta-Doğu, yukarıda anlattığımız genel yapı içinde
[Örgütsel Sorunlar] emperyalizmin sömürü alanı durumundadır. İngiliz ve Fransız
emperyalizminin Orta-Doğu’da tutunamayarak çekilmeye mecbur olması, bir
taraftan milli iktidarların kurulmasını, diğer taraftan da Amerikan
emperyalizminin Orta-Doğu’daki petrol yatakları üzerinde kısmî hakimiyet
kurmasını sağlamıştır. Orta-Doğu ülkelerindeki halklar içinde Arap halklarının
çoğunluk teşkil etmesi, anti-emperyalist mücadelenin yayılmasını hızlandırmış
ve ilerici iktidarlar arasında daha sağlam bir dayanışma kurulmasını
sağlamıştır. Birçok ülkede gerici rejimler, yerlerini ilerici iktidarlara
bırakmak zorunda kalmıştır.
Bu iktidarların oluşumu, hemen hemen her yerde radikal
güçlerin askerî darbelerle iktidarı almaları şeklinde olmuştur. Emperyalizmin
sömürü ve zulüm politikası; bu iktidarların yıkılması yerine güçlü bir
dayanışma içine girmelerine ve Arap halklarının bir birlik oluşturmalarına
sebep olmuştur.
Orta-Doğu’daki genel durumu şöyle belirtebiliriz:
Genel özellikleriyle milli bir politika izleyen devletler: Suriye-Irak-Güney
Yemen ve Mısır’dır. Emperyalist saldırı karşısında bu devletler milli bir
birliğe zorlanmışlardır. Ve bu birlik Orta-Doğu’yu da aşarak Libya, Sudan ve
Cezayir’i de içine almıştır.
Devletler dışında Arap halklarının ulusal kurtuluş
mücadelelerine öncülük eden Filistin Kurtuluş Örgütleri ve Basra Körfezi
Kurtuluş Cephesi gibi örgütler, Amerikan emperyalizmi için ciddi tehlike olmaya
başlamışlardır.
Geriye emperyalizmin kontrolü altındaki Orta-Doğu
ülkeleri olan İran, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Lübnan
kalmaktadır. Bu devletlerden Ürdün, Lübnan ve Suudi Arabistan, Arap halklarının
uyanışı karşısında kendi gerici politikalarını devam ettirmek için kısmî
tavizler vermeye mecbur olmaktadırlar.
Savaşın devam ettiği Filistin meselesinin her an
büyüyerek tüm Orta-Doğu’yu kapsaması, uzak bir ihtimal değildir. Amerikan
emperyalizmi Orta-Doğu’daki çıkarlarını devam ettirmek için İsrail, İran ve
Türkiye’yi karşı-devrimci birer üs olarak takviye etmektedir. Türkiye, NATO
ittifakı içinde Avrupa ve Amerika’ya, CENTO ittifakı içinde İran ve Pakistan’a
askerî ve ekonomik yönleriyle bağlıdır.
Hem Orta-Doğu’daki çıkarları açısından, askerî
bakımdan ve hem de Sovyetler Birliği’ne karşı tampon bir devlet olarak
emperyalizm için Türkiye, stratejik öneme haizdir. Bu yüzdendir ki
emperyalistler Türkiye’yi Orta-Doğu’da ve özel olarak da Türkiye’de kontrolü
sağlayacak ve gerektiği zaman çıkarlarını korumak için müdahalelere müsait
askerî bölge olarak seçmişlerdir. Ekonomik yönüyle Amerikan emperyalizmine
bağımlı olan Türkiye, stratejik önemi ve karşı-devrimci bir üs olma özelliğini
koruması açısından, emperyalistlerin üzerinde ciddiyetle durmalarına sebep
olmaktadır.
Diğer taraftan askerî ve ekonomik ittifaklarla
emperyalizmin sağlam bir müttefiki olan Türkiye, Orta-Doğu halklarının Müslüman
olmaları yüzünden de önem taşımaktadır. Ve Amerika’nın Orta-Doğu’daki
çıkarlarını korumak için iyi bir arabulucudur.
Doğal olarak emperyalistler ve uşakları, Türkiye
halkının devrimci mücadelesini bastırmak ve ne pahasına olursa olsun
Türkiye’nin Orta-Doğu’daki gerici politikasına devam etmesi çabasındadır.
Yurdumuzdaki Amerikan üslerinin ve nüfusumuza oranla normal büyüklükte olan
Türk ordusunun yapısı (kara harekât ordusu) gelişigüzel değildir. Türkiye’de
Amerikan emperyalizminin kontrolünün azalması veya kalkması, Orta-Doğu
çıkarlarını büyük oranda etkileyeceği için doğal olarak devrimci mücadeleye
karşı tutumunu da çıkarlarının tümü açısından belirlemektedir.
İçinde bulunduğumuz bu ortamda Türkiye’deki Amerikan
askerî gücü daha çok Filistin meselesine bağlı olarak Arap halkları için
tehlikelidir. Bu yüzden halk savaşımızın bu döneminde, Orta-Doğu’daki her
patlamaya Türkiye’deki gericiler el atacaklardır. Ve bu durum aynı dış düşmana
karşı mücadele veren Orta-Doğu halkları ve Türkiye halkı arasında sağlam bağlar
kurulmasını sağlayacaktır. Bazı arkadaşlar Orta-Doğu sorununun bu gelişimini
hesaba katarak Orta-Doğu Devrimci Çemberi veya Bölgesel Savaş tezlerini
ortaya atıyorlar.
Bu iki tez, ulusal kurtuluşumuz savaşımız içinde
taktik bir sorun olarak iddia edilirse doğru, fakat stratejik bir hâline
sokulursa kökten hatalıdır. Zira dış düşmanın tek olması ve Orta-Doğu’da
savaşın bölgesel bir savaş hâlini alması, Türkiye devrimini bir dış etken
olarak azami ölçüde etkileyecektir. Fakat Türkiye devriminin temel belirleyici
unsuru toplumumuzun iç dinamizmidir. Orta-Doğu meselesi, Türkiye devrim
sürecini etkilese dahi halk savaşı birçok zikzaklar çizecektir, iç ve dış
etkenler rol oynayacaktır ve stratejik bir sorun olmayacaktır. Buna rağmen,
Orta-Doğu halkları ve onların mücadelelerine öncülük eden örgütler sağlam bir
dayanışma içine girmeye ve birbirlerine destek olmaya mecburdurlar.
Hüseyin İnan