27 Şubat 2020

Demokratik Sosyalizm



Kimi insanlar, Bernie Sanders’ın önümüzdeki sene yapılacak başkanlık seçiminde Demokrat Parti’nin muhtemel adayı olarak gündeme gelişini meraklı gözlerle izliyor. Bu dönemde bir adım geriye çekilip Sanders’ın kullandığı demokratik sosyalizm tabirinin gerçekte neyi ifade ettiğini sorgulamak gerekiyor.

Aşağıda, 2009’da yayınlanmış, Çin kaynaklı bir değerlendirmeye yer veriliyor:

“Son yıllarda, bilhassa Çin Komünist Partisi’nin on yedinci ulusal kongresinin arifesinde demokratik sosyalist düşünce eğiliminin yükselişe geçtiğine tanıklık ediyoruz.

İnsanların demokratik sosyalizmin özünü anlamalarına katkıda bulunmak amacıyla Xu Chongwen, Zhou Xincheng, Zhang Quanling ve Zheng Keyang gibi isimlerden oluşan bir grup, meseleyle ilgili bir dizi makale kaleme alıp yayımladı.

Bu isimlerin de kabul ettiği biçimiyle demokratik sosyalizm, fiili hareketine kılavuzluk eden ideolojisi dâhilinde çeşitliliğe destek veren, kapitalizme ait bir reformist eğilimdir. Bu eğilim, Marksizmin öncülük konumunu redde tabi tutar, ekonomik sistemde özelleştirmeler yapılmasını talep eder, kamu mülkiyetinin hâkim bir konumda bulunması fikrine karşı çıkar.

Politik sistem noktasında ise demokratik sosyalizm, çok partili sistemi ve parlamenter demokrasiyi savunur, komünist partinin ve proleter diktatörlüğün öncülüğünü inkâr eder.

Belirlediği nihai hedef bağlamında demokratik sosyalizm, kapitalist reformizmden yana durur ve bu özelliğiyle kapitalizmin tarihsel açıdan geçici olduğu gerçeğini asla kabul etmez, insanlık tarihinin nihayetinde kaçınılmaz olarak sosyalizme ve komünizme doğru evrileceği fikrine karşı çıkar.

Bahsi geçen grubun bünyesinde yer alan akademisyenlerin makalelerinde vurguladığı biçimiyle Çin’e has özellikler taşıyan sosyalizm, Çin’in ulusal koşullarıyla yeni bir bilimsel sosyalizm biçimini cem etmektedir. Dolayısıyla Çin’e has özelliklere sahip sosyalizm yolunun ‘demokratik sosyalist yol’ olarak yorumlanması yanlıştır ve tümüyle temelsizdir.”

Bu pasajın alındığı Marxist Studies in China [Çin’de Marksist Çalışmalar -2009] Çin’de sayısı giderek artan İngilizce Marksist araştırma dergilerinden biridir. Alıntı, derginin 97 ve 98. sayfalarından yapılmıştır.

Roland Boer
23 Şubat 2020
Kaynak

26 Şubat 2020

,

Tavsiye, Tasfiye, Tesviye

Devletin seçim gibi bir meselesi, demokrasi gibi bir derdi yok. Sol ise Halep-Efrin-İdlib arasına sıkışmış orduyu “Tayyip’in kaprisi ve hevesi” olarak okuyor, bu hamleyi seçim yatırımı olarak değerlendiriyor.

Çünkü seçimler, sadece sosyalist solun derdi, meselesi. Sosyalizm, artık sadece seçim meselesi. Küçük burjuvalar, kendi birey kurguları, kendilerini merkeze alan ölçü ve ölçeklerine göre bir hasım inşa ediyorlar ve bu konuda halkı ikna etmeye çabalıyorlar. Köşe başlarındaki isimler, bu yalanın ekmeğini yiyorlar.

Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da olan ordunun sivil uzantıları, burada seçimden, demokrasiden söz ediyorlar. Hepimizi bir kişinin kaprislerine ve heveslerine düşman etmek için uğraşıyorlar. Yıllar öncesinden hesaplanmış harekâtlar, seçim ve demokrasi perdesi arkasına saklanıyorlar. Sonra da devlet aklına, “bizi de oyuna dâhil edin” diye yalvarıyorlar.

* * *

HDP’nin kongresinde “kriz”den, “yıkım”dan söz edilmesi mümkün değil.[1] Parti, “kayyım” lafını da sahiplenmek zorunda.[2] Hatta belki de HDP’nin bizatihi devletten kayyım talep ettiği üzerinde durmak gerek. Çünkü çıkartılmayan sesin, açığa çıkmayan öfkenin başka bir açıklaması yok. Muhtemelen bu kriz koşullarında en steril çözüm olarak, belediyeleri devlete teslim etmişler!

Sonuçta HDP, özüne, kuruluş gerekçelerine, kurulduğu devlet masasına mahkûm. Başka bir yerde inşa ve ihya edilemez. O, çözüm ve seçim sürecinin bir ürünü. Ondan başka roller oynamasını, başka şeyler söylemesini bekleyenler, halkı ve milleti kandırıyorlar. Görevleri bu. Bu yüzden parti kurullarında maaşa bağlanıyorlar. Sosyal medyada pohpohlanıyorlar. Hep birlikte şu gerçeği örtbas etmek için uğraşıyorlar: HDP, ait olduğu bağın ve bağlamın esiri.

* * *

Osman Kavala’nın eşi Ayşe Buğra, eşinin tutukluluğunu “Avrupa’dan kopma isteği” ile ilişkilendiriyor.[3] Sonra Garo Paylan çıkıp, Erdoğan’ın Kavala’yı çıkartmak istediğini, ama birilerinin buna mani olduğunu söylüyor.[4] Devamında Ahmet Şık, Kavala’nın Erdoğan’ın talimatıyla tahliye edildiği iddiasını dillendiriyor.[5] Aslında tüm sözler, dipte işleyen “çözüm süreci”nin tezahürleri olarak somutlaşıyorlar. “Gerici, yobaz, faşist, İslamcı Erdoğan”, birden Batı ile bağların hamisi, koruyucusu ve güvencesi olarak takdim ediliyor. Bazı sol örgütlerin Kavala’nın tutsaklık günlerini örgüt duvarlarına çentik atmasının, Odatv’den gelen Kavala övgülerinin sebebini burada aramak gerekiyor. Bu halkın tutsaklığı, onları hiç ilgilendirmiyor.

Çünkü kimsenin Batı’yla ilişkileri kopartmak gibi bir derdi yok. Herkes oraya bağlı, orada anlam ve değer kazandığını iyi biliyor. HDP de bu bilinçle hareket ediyor. Onun sömürüye ve zulme karşı halk sınıflarını örgütlemesi, doğası gereği, mümkün değil.

* * *

Batı, 11 Eylül ile birlikte bir saldırıya geçiyor. ABD’de Avanakyanizm dedikleri tarikat, muhtemelen örgüt şefinin istihbarat tarafından koopte edilmesi ile birlikte teşkil edildi. Maoist hareketin, 11 Eylül’deki savaş ilânının yol açacağı çelişkileri dünya genelinde örgütleme ihtimali, bizzat devlet eliyle ortadan kaldırıldı.

Tarikatın Türkiye bayii sorumlusu Emrah Cilasun, “ekonomik, politik, askerî kudretin hakikati dayatması”na karşı çıkıyor, “dünyanın kuvvetin her şeyi yoluna soktuğuna dair mantıktan kurtulması” gerektiğinden söz ediyor. Cilasun’un ezilenlerin kudretine, kuvvetine, mücadelesine göre düşünüp hareket eden Hintli Naksallılara küfretmesinin sebebini burada aramak gerekiyor.[6] Yazar, kendi bireysel hakikati için kudreti heba ediyor.

İktidardan kaçış, sosyalist hareketi, dinden ve milletten azade, küçük burjuva aşkın bireyler derneğine dönüştürüyor. Sınır tanımayan solculuğun, Libya’da, Afganistan’da olan ordunun uzantısı, bağlaşığı olduğunu görmek gerekiyor. Millet ve din içindeki sınıflar mücadelesini görmeyen politika, asla hat açamıyor, kudret olamıyor.

* * *

1986’da Amerikan Baro Vakfı’nın dergisinde çıkan bir yazıda, Marksizmin krizde olduğundan söz ediliyor ve bu krizin temelde onun “iktidar ilişkilerinin ağına yakalanmış” olmasından kaynaklandığı üzerinde duruluyor.[7] Emperyalistler, Marksistlere seksenler boyunca tavsiyelerde bulunuyorlar. Sovyetler temelinde dillendirilen bu tavsiyeler, doksanlardaki tasfiye sürecini biçimlendiriyor.

Bu tavsiyelerde, “iktidar Marksizmi bozmuştur, ütopyadan ve akıldan uzaklaştırmış, yozlaştırmıştır” deniliyor. Doksanlarda ütopyanın ve aklın ekmeğini yemek isteyenler, bu önermelere ikna ediliyorlar. Sonuçta iktidarın çemberde kapanmaya yol açtığı, kapalı teorinin, sistemin ve pratiğin çürümeyi beraberinde getirdiği üzerinde duruluyor. Her yanı, açık toplumcular ve özgür bireyciler sarıyor. Bu doksanlardaki tasfiye süreci, iki binlerde devreye giren, pürüzlerin giderilmesi, tüm örgütsel farklılıkların düzlenmesi, emperyalizm ve kapitalizm yanlısı teorinin ve pratiğin kolayca akacağı düzlemin oluşturulması bağlamında gerçekleşen tesviye sürecini koşulluyor.

Bahsi geçen Avakyancı yazar, bu pürüzsüzlükte konuşma imkânı buluyor. Kudretin, kuvvetin her şeyi yozlaştırdığını, bunlarla kirlenmiş geçmişi burjuvazinin aklı ve tarihi önünde diz çöktürülmüş “bilimsel komünizm” kurgusuyla arındırmak gerektiğini söylüyor. Özünde istihbarat masalarında imal edilmiş komünizm, dağlarda, ormanlarda, barikatlarda, fabrikalarda, kampüslerde verilen mücadeleyle örülen “kontrolsüz, kirli ve pürüzlü” komünizmi tasfiye etmek istiyor.

* * *

Bir gün bu Avakyancı tarikatın Türkiye (daha doğrusu Almanya) mümessiline “iyi sıhhatte olsunlar”, “ismi gizliler”, gelip iki sayfalık görev emrini teslim ediyorlar. Mümessil, soluğu hemen yeni Nurcuların eline geçmiş olan, adı bilinmeyen bir binada alıyor. Yere bırakılmış Mustafa Kemal portresine ağıt yakan eski “Kaypakkayacı”/yeni Avakyancı Emrah Cilasun, kendisi için açılan kapılardan girerek, kendisine sunulan raporlarla ısmarlama bir kitap kaleme alıyor. Herkes, nereden ekmek yiyeceğini iyi biliyor.

Linkte verilen söyleşide[8] Cilasun ve arkadaşı, izleyicileri üzerinden Avrupa devletlerine “sizin İslam, yabancı ve mülteci düşmanı siyasetinize hizmet ederiz” sözü veriyor. Ettikleri hakaretler, bu minvalde değer ve anlam kazanıyor. Dolayısıyla, onun son nargileci katliamına veya AfD’ye laf etmesi mümkün değil. Çünkü onun aklına göre, tüm devlet katliamları, tüm sömürü ve zulüm, “dinci gericiliğin eseri”.

Avrupa’da oluşmuş bir Neonazi ağı var. Buradaki unsurları Ukrayna’daki çatışmalarda da görüyoruz. Geçmişte Ötekiler Postası gibi ortamlarda bu unsurların Meydan’da başlattıkları gösterilere verilen desteğe tanıklık etmiştik. Bunun sebebi, o Neonazilerin IŞİD’li değil, Müslüman öldürmek için Rojava’ya yollanmış olmaları idi. Dolayısıyla, bugün sol örgütler, son nargileci katliamına asla ses çıkartamazlar.

* * *

Ayşe Düzkan, seksenlerdeki tavsiye, doksanlardaki tasfiye, iki binlerdeki tesviye sürecinin bir ürünü. Yazılarında büyük harf kullanmaması, onun iktidar ve hiyerarşi alerjisiyle ilişkili. Tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinde en çok da bu iki kavrama düşmanlık esas. Fukoculuk gibi eğilimlerin popüler olması, iktidar eleştirisi, tahakküm eleştirisi, “sömürü”nün gerici bir kavram olarak kodlanması, hep Marksizm içine yönelik akınlarda başvurulan taktikler. İlgili alerji sonucu, ayrımlar ve ayıraçlar da hükmünü yitiriyorlar. Aslında Düzkan da yazısında bahsini ettiği, HDP kongresinde dillendirilen, “demokrasi olsa dış sermaye gelir” lafına destek veriyor. O harfler, tam da o akış için küçülüyor.

Büyük harf kullanılmayınca anlam da siliniyor. İktidar ve hiyerarşi lügatten silinince politik mücadele anlamsızlaşıyor. Vegan, feminizm, LGBT pratikleri, bu bağlamda istismar ediliyorlar. Bunlar, tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinin ana bileşenleri. Akış, güvence altına alınmak zorunda. Bu noktada akışın kutsanması için gerekli ayinse sol mabetlerde icra ediliyor. Sol, yeni dönemin “ezen dini” olarak örgütleniyor. Buradan o, ezilenlerin dinine küfrederek varolabileceğini iyi biliyor.

Eren Balkır
26 Şubat 2020

Dipnotlar:
[1] Ayşe Düzkan, “Halayın Başı ve Peşi”, 26 Şubat 2020, +Gerçek.

[2] Mehveş Evin, “HDP ve Yeni Bir Dil”, 25 Şubat 2020, +Gerçek.

[3] Ezgi Başaran, “Ayşe Buğra Söyleşisi”, 14 Şubat 2020, Duvar.

[4] Osman Kavala İddiası, 19 Şubat 2020, Halktv.

[5] “Kavala İddiası”, 20 Şubat 2020, T24.

[6] İshak Baran, Ajith: A Portrait of the Residue of the Past, Aralık 2014.

[7] Costas Douzinas ve Ronnie Warrington, “Domination, Exploitation, and Suffering”, American Bar Foundation Research Journal, s. 801.

[8] Kitap Söyleşisi: Emrah Cilasun, 31 Ocak 2016, Youtube.

25 Şubat 2020

,

Dinin Rasyonalist Eleştirisi


Bilimciliğin önemli bir vasıf olarak öne çıktığı koşullarda Avakyanizmin din konusunda aşırı rasyonalizm batağına saplandığını görmek, asla şaşırtıcı değil. Bu konuda Bob Avakian şunları söylüyor:

“İpin ucunu tutup çektiğinizde karşınıza din ve dinî despotizm tüm çıplaklığıyla çıkıveriyor. Hristiyan faşistlerin kafasına çekiçle vururken esasen şu argümana yaslanıyorum: ‘Kitabı Mukaddes’te geçen bir husus yanlışsa tüm kitap çöpe atılmalıdır.’ Bu noktada bir uyarıda bulunmam lazım! Eğer meseleye iyi niyetli yaklaştığımı düşünüyorsanız meselenin henüz özünü kavramamışsınız demektir: ‘Benim konuyla ilgili düşünsel stratejim, Hristiyan faşistlerin kitle tabanına ulaşmak için o tabanın dayandığı temellerin yıkılması ve ideolojik düzeyde o kitleye sürekli vurulması üzerine kuruludur.”[1]

Bu yaklaşım uzun zamandır kabul görüyor. “İdeolojik düzeyde dine saldırma” meselesi, rasyonalizmin ve yüzlerce yıldır rasyonalizmi savunanların benimsedikleri “düşünsel strateji”dir. Sadece ipin şu veya bu ucunu çekiştirerek değil, her şekilde dine saldırıp duruyorlar. Kitabı Mukaddes’te ve diğer dinî metinlerde geçen tek bir mesele değil her şey yanlışlandı. Oysa hâlâ din ve dinî despotizm “tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıvermiş” değil. Hatta aksine, son dönemde mesele daha da “Arap saçına döndü”!

Marksizmin dinle ilgili anlayışını Marx’ın şu ifadesi gayet iyi izah etmektedir:

“Din bu dünyanın genel teorisi, ansiklopedik özeti, halkta karşılık bulan mantığı, manevi koşulu, şevki, ahlakî tasdiki, kutsal tamamlayıcısı ve teselli ile meşruiyetin genel zeminidir. Din, herhangi bir hakiki gerçekliğe kavuşmamış olan insanî özün hayalî düzlemde gerçekleşmesidir. Dolayısıyla dine karşı mücadele, dolaylı olarak manevi havası din olan dünyaya karşı mücadeledir. Dinî ıstırap, aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, zulüm gören mahlûkun iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz şartların ruhudur. Din halkın afyonudur.”[2]

Bu cümleler, dinin maddi ve manevi dayanaklarını bilimsel açıdan gayet güzel kavramaktadırlar. Burada “dinî inanç ancak rasyonel bir argümanla çürütülür” diyen yaklaşıma karşı belirli bir uyarıda bulunulmaktadır.

Dinin oynadığı role dair bilimsel anlayış, farklı sahalarda yürütülen çalışmalarla derinleştirilmiştir. Dinin ahlakın oluşturulması ve geliştirilmesinde, toplumsal bağlarda ve insan beyninde bıraktığı izlerde oynadığı rol, artık herkesin daha fazla bilincinde olduğu hususlardır. Bu bilgiler, Marksizmin din anlayışının doğru olduğunu ortaya koymuştur. Ama bir yandan da bu bilgiler, Marksistlerin üzerinde durdukları, dini yönetici sınıfların çıkarları üzerinden güvence altına alınmış ve cehalet üreten bir şey olarak ele alan basit tanımın ötesine geçmelerini talep etmektedir.

Görünüşe göre Bob Avakian, dinin maddi zeminini pek fazla dert edinmez. Materyalist bir açıklama sunmaya çalıştığı bir iki yerde ise din konusunda mekanik bir tutum benimser ve dini salt ideolojik açıdan ele alır.

Bu açıklamaların birinde Avakian, proleterleşmeyle birlikte dinin alanının daralacağını iddia eder. Ona göre dine, bilhassa dinî köktenciliğe kitlelerin yüzünü dönmesinin ana sebebi, küreselleşme koşullarında belirli kesimlerin proleter olmaktan çıkmalarıdır.[3]

Bu tespitin gerçeklere aykırı olduğunu görmek gerekmektedir. Sayısı giderek artan proletarya sınıf mücadelesine girip sendikalaşsa bile, proletaryanın büyük bir kısmı dindar kimliğini muhafaza etmektedir. Bunun dışında söz konusu Avakyancı tezin proletarya bünyesinde laiklerin sayısındaki azalmanın sebeplerini kavramamıza mani olduğunu görmek gerekmektedir. Bu, küreselleşmenin ortaya çıkışından çok önce yüzleştiğimiz bir olgudur.

Kitleler, proleter olmaktan çıkmak suretiyle laik ve ilerici olma eğilimi içerisine girmemektedirler. Bilâkis, dinî ihyacılık ve köktencilik, laik ve ilerici kesimin yaşadığı zayıflama ile oluşan boşlukta gelişmektedir.

Bu mesele gerektiği şekilde idrak edildiği takdirde, köktencilik ve ihyacılık türünden dinî olguların özellikleri anlamlı bir analizle ele alınabilecektir. Eğer “proleter olmaktan çıkış süreci, dinî köktenciliğin artışına sebep oluyor” olarak özetlenebilecek kaba materyalist tez kabul edilecek olursa, bu önemli görev yerine getirilemez.

İlgili sahada yüzleştiğimiz ideolojik görevlerin belirli özgün yanları redde tabi tutulmamalıdır. Her şeye “çekiçle saldırmak” her meseleye kolay yoldan tek bir çözüm yolu sunmaktan gayrı bir anlam ifade etmez. Oysa bize militan materyalizmin dinî düşünceyi açığa çıkartan yaklaşımı lazımdır. Mevcut dinî olguların Marksist eleştirisi bu yaklaşıma muhtaçtır.

Dinî köktenciliğin maddi zeminini ele alırken Avakian, Üçüncü Dünya’da küreselleşmenin istikrarsızlaştırıcı etkisine işaret eder. Avakian’a göre, “bu istikrarsızlaşma süreci ile birlikte kentlerde birçok insan enformel ekonomi sahasına akmış, bu insanlar yersiz yurtsuzlaşma ve altüst oluş dâhilinde bir dayanak noktası bulmak adına dinî köktenciliğe yüzlerini çevirmişlerdir.”[4]

Bu söylediklerine biraz daha yakından bakalım. Avakian’ın tarif ettiği koşullar, solun güçsüzleştiği ortamda ezilenler arasında dinî inancın neden güçlendiğini izah eder belki ama bu insanların yüzlerini neden köktenciliğe çevirdiğini ve bazı dinî eğilimleri neden benimsediklerini izah etmez. Avakian’ın zihninde bu tür hususlara yer yoktur. Zira Avakian, dini ve dinî despotizmi aynı kefeye koymaktadır.

Avakian’daki rasyonalizm, Irak ve Afganistan’daki İslamî direniş hareketlerini “sömürgeleştirilmiş, zulme uğrayan insanlık dâhilinde tarihsel açıdan miadını doldurmuş ‘gerici bir kutup’ olarak” görüp çöpe atan yaklaşımında karşılık bulur. Avakian’ın benimsediği bu konum, esasen emperyalist ekonomizmle maluldür.

Bu noktada meselenin bazı teorik yönlerini incelemekte fayda var. İslamî köktencilik, kesinlikle tarihsel planda miadını doldurmuş bir ideolojidir. Peki ama bu ideolojinin tarihsel planda eskimiş bir toplumsal katmanı temsil ettiğini söyleyebilir miyiz? Hayır söyleyemeyiz.

İslamî köktencilik, tekil bir varlık değildir. Bazı İslamî köktencilik akımları, eğitim düzeyinde alabildiğine küçük burjuva, köylü ve kentli hatta “modern” özellikler gösterebilir. Ezilen bir ülkenin küçük burjuvazisi, önemli bir milli güçtür. Ama bu güç gerici bir rol oynayabilir. Öte yandan bu sınıfın tarihsel açıdan miadını doldurmuş bir sınıf olduğunu söyleyemeyiz.

Köktenci hareketlerin geniş kitlelerle bağ kurmasının ve meşru direniş zırhını kuşanmasının ana nedeni, ülkenin sahip olduğu bu küçük burjuva sınıfsal bileşimdir. Eğer Maoistler, bu güçlere karşı koymak ve mücadelenin liderliğini ele geçirmek istiyorlarsa küçük burjuvaların programındaki gerici içeriği ifşa etmekle yetinemezler. Maoistler, genel anlamda ilerici olan ama miadını doldurmuş, gerici bir ideolojiyi şevkle savunan ve milli direnişi bu ideoloji üzerinden temsil eden modern sınıftaki sırrı ele alıp ifşa etmelidir.

İlk olarak, bu yapıları “geleneksel ilişkilere, âdetlere, fikirlere ve değerlere yönelip bunları intikamcı bir yaklaşımla tatbik eden güçler”[5] olarak tarif etmek yerine Maoistler, köktenciliğe faşist niteliğini kazandıran özelliklerini açığa çıkarmalıdır.[6]

İkinci olarak, şu tespit yapılmalıdır: son dönemde Üçüncü Dünya’da ortaya çıkan veya güçlenen tüm İslamî direniş hareketleri köktenci veya ihyacı değildir. İdeolojik harmanlanma sürecine maruz kalan Müslümanlar, din sahasında da bu sürecin etkilerini bilfiil yaşamaktadırlar. İslam, henüz pratikte kurtuluş teolojisi temelli eğilimlere tanıklık etmese de reformist yönelimleri bağrından çıkartmayı bilmiştir. Bu yönelimlerin belirli bir kısmı, Batı demokrasisine ve modernleşme sürecine meftundur. Söz konusu gelişme, esasen küreselleşmenin orta ve alt sınıflarda yol açtığı yanılsamaların bir tezahürüdür. Bu kesimler, Batı demokrasisini ve modernleşmeyi ekonomik kalkınma için bir fırsat olarak değerlendirmektedirler. Bu, küreselleşme bünyesinde işleyen dinamiklerin yol açtığı bir başka sonuçtur.

Bazı İslamî reformizm akımlarında görülen Batı yanlısı politik duruş, anti-emperyalizmin köktenci kesimlerce benimsenmesini mümkün kılmaktadır. Böylece söz konusu akımlar, gerçek İslam’ı kendilerinin temsil ettiği iddiasında bulunmakta ama bu tutum, süreç içerisinde İslam inancının demokratikleşmesine mani olmaktadır.

Yol almak istiyorsa Maoizm, tüm bu meselelere ideolojik açıdan müdahale etmeyi bilmelidir. Şurası açık ki Avakian’ın fikriyatında bu tür karmaşık meseleler, kendilerine asla yer bulamamaktadır.

Son olarak, Avakian’ın dile getirdiği argümanlar, Üçüncü Dünya’da köktenciliğin yaşadığı gelişmede milliyetçi duyguların ve kültürün oynadığı önemli rolü görememekte, onu belirli bir yere oturtamamaktadır. Konuyla ilgili olarak Avakian şu kanaattedir:

“Tüm bu sürece Üçüncü Dünya dâhilinde katkı sunan bir husus da yaşanan kapsamlı ve hızlı değişimler, insanların yersiz yurtsuzlaştığı süreçlerdir. Bu gelişmeler ise emperyalistlerin hâkimiyeti ve sömürüsü bağlamında gerçekleşmektedir. Burada asıl mesele, ülkedeki yönetici sınıfların ekonomik ve politik açıdan emperyalizme bağımlı ve tabi olması, insanların bu sınıfları yabancı bir gücün yozlaşmış ajanları, ‘Batı’nın çürümüş kültürü’nü yayan unsurlar olarak görmeleridir. Kısa vadede bu durumun, yereldeki yönetici sınıfların bağlı oldukları Batı kaynaklı çürüme ve yozlaşmaya, ayrıca bu sınıfların minnettar oldukları emperyalistlere muhalefet eden köktenci dinî güçlerin ve liderlerin elini kuvvetlendirmesi muhtemeldir. Bu noktada söz konusu güçler ve liderler, geçmişten kök alan ve sömürünün-zulmün uç biçimlerini bünyesinde barındıran geleneksel ilişkilere, âdetlere, fikirlere ve değerlere yönelip bunları intikamcı bir yaklaşımla tatbik edeceklerdir.”[7]

Bu mantık üzerinden bakıldığında karşımızda, halkta yabancı bir güce ve uşaklarına karşı gelişen öfkeyi kullanan bir avuç gericiden başka bir şey durmamaktadır. Dolayısıyla “geçmişten kök alan geleneksel ilişkilerin, âdetlerin, fikirlerin ve değerlerin neden bu şekilde öne çıktıklarını ve bunların köktenciler tarafından bu modern çağda neden kabul edilir kılındıklarını anlamaya çalışmak için zerre çaba sarf edilmez. Köktenciliğin milli bir söylem olarak dillendirildiği, yaygınlaştığı ve özümsendiği asla görülmez.

Oysa köktencilerin hiçbir direnişle karşılaşmadan satha yayılma imkânı bulmalarının sebebini tam da burada aramak gerekir. Köktencilerin sömürü ve zulmün uç biçimlerini kendi bünyelerinde barındırdıkları elbette ki doğrudur. Fakat bu durum, onların ilgili kültürün parçası olma vasıflarını ortadan kaldırmaz.

Bu noktada belirtmek gerekir ki Avakian’ın yaptığı hatanın kaynakları, esasen ondaki rasyonalizmin sınırlarını aşar ve bu hata, temelde millet meselesi konusunda benimsediği ekonomist görüşlere dayanır. Dolayısıyla yukarıda söylediklerinin teorik sonuçlarını derinlemesine incelemek gerekmektedir.

Köktenciliğin “milli” olma iddiası konusunda geliştireceğimiz anlayış, bizim Maoistlerin ezilen ülkelerde milli hareketin öncülüğünü elde edememeleriyle ilgili hatasını belirli bir zemine oturtmamıza katkı sunacaktır. Buna göre, ezilen ülkelerde öncülük bir yönüyle, komprador modernleşme sürecini onu güçlendiren sebeplerden biri olarak toplumun laikleştirilmesi süreci ile tanımlayan bir yaklaşımla pekiştirilmediği için elde edilememektedir. Laikleşme süreci de komprador modernleşme kadar önemlidir. Laikleşme sürecinin nüfuz alanı Üçüncü Dünya’nın sınırlarını aşmakta, emperyalist ülkelerdeki ilericilerin önemli bir kısmını içine almaktadır. Hatta bu süreç Maoist kampı bile kuşatmıştır.[8]

Bunun dışında, köktenciliğin “milli” olma iddiası konusunda geliştirilecek bir bilinç, bizim “köktenciliğin kapladığı manevi alanın kurtuluşu, zinde bir milli, laik kültürü ve yeni bir sömürüsüz toplumu temel alan aydınlanmacı bir yaklaşımla geri kazanılır mı kazanılmaz mı veya köktenci direnişin kapladığı fizikî alan, bugün Maoistlerin zaferler elde ettikleri halk savaşında göğe yükseltilen devrimci bayraklar altında yeniden ele geçirilir mi geçirilmez mi sorularına cevap bulmamıza katkı sunacaktır.”[9] Bugün bu sorulara şunu da eklemek gerekmektedir: “Avakiancılığı layıkıyla redde tabi tutmadan Maoistler, dünyanın herhangi bir yerinde bu görevleri yerine getirme noktasına gelebilirler mi gelemezler mi?”

Ajith

[Kaynak: Against Avakianism, Yayınlayan: Christophe Kistler, Utrecht, 2017, s. 143-149.]

Dipnotlar:
[1] Bob Avakian, Observations on Art, Culture, Science and Philosophy, Insight Press, Şikago, Eylül 2005, s. 77.

[2] Karl Marx, “Introduction”, A Contribution to the Critique of Hegel's Philosophy of Right.

[3] Avakian, meseleyi şu şekilde ortaya koyuyor: “Belirli sınırlara tabi olan ama aynı zamanda önemli görüşlere sahip bulunan Mike Davis, bir makale kaleme almış. Bu makalede Davis kapitalizmin doğduğu ülkelerde insanların topraktan uzaklaştırıldığı, eşitsiz biçimde, belirli engelleriyle birlikte proletaryayla bütünleştiği on dokuzuncu yüzyılı ve yirminci yüzyılın başlarını ele almış. Bu insanların proleterleşmesi dinin etkisinin azalmasına yol açmış. Ne var ki bugün dünyada dinin bir olgu olarak sahip olduğu önem çok farklı. Bugün taşradan kentlere sürülen, proletaryanın kucağına doluşan insanlar gecekondulara tıkılıyorlar, bahsi bile edilmeyen şartlara maruz kalan bu insanların mevcut hâlleri dinin yükselişine tanıklık ediyor, yüzler dine bilhassa dinî köktenciliğe çevriliyor.” (Bob Avakian, The Basis, The Goals, And the Methods of the Communist Revolution, “Changing Material Conditions and the Growth of Religious Fundamentalism”, a.g.e., Revcom.)

[4] Bob Avakian, Why Is Religious Fundamentalism Growing in Today's World—And What Is the Real Alternative?, Revcom.

[5] A.g.e.

[6] Islamic Resistance, the Principal Contradiction and the War on Terror isimli çalışma bu yönde atılmış ilk adımdır. 2007’de yayımlanan bu makale Avakian’ın iki miadını doldurmuş olgu” ile ilgili tezi üzerine kuruludur. Avakyancılar bu makaleyle henüz meşgul olmuş değiller.

[7] “Religious Fundamentalism ... “, a.g.e.

[8] Üçüncü Dünya’da Batılılaşmış kentli orta sınıftan veya elitlerden kaynaklanan “modernist” dünya görüşü üzerine kurulu sanat eserlerini eleştirmeyen hatta göklere çıkartan ilerici düşünceye ait ifadeler bu eğilime örnek olarak verilebilir.

[9] Islamic…,a.g.e.

,

Türkiye Devriminin Yolu

Örgütsel Sorunlar

Örgütsel sorunlar konusunda devrimci arkadaşlar arasında geniş çapta hatalı eğilimler devam etmektedir. Bunun en önemli sebebi, devrimci mücadelede uzun dönem tartışma ve polemik konusu olan parti meselesinin, soyutlanarak pratik çalışmaya ışık tutacak bir görüş hâlinde somuta indirgenmemesidir.

Hâlâ devrimci saflarda ideolojik farklılık içindeki birçok fraksiyonların ortaya koydukları parti anlayışlarındaki temel ayrımlar ciddiyetini devam ettirmektedir ve gitgide politik ağırlık kazanan gruplar bu davranışlarını devam ettireceklerdir. 

Onun için THKO’nun parti ve örgütlenme konusundaki görüşünü açıklarken, hatalı parti anlayışlarının politik çizgi ve ideolojilerine de değineceğiz. Zira hatalı parti anlayışı ve çalışma tarzı, temelde farklı ideolojinin varlığından gelir. 

Günümüze dek süregelmekte olan ideolojik kavgaların temelini, farklı politik çizgilerin parti anlayışları ve çalışma tarzları teşkil etmiştir. Bu meselenin detayın inmeden önce, THKO’nun politik çizgisinden ve parti meselesi üzerindeki görüşünden bahsedeceğimiz broşürümüzün şimdiye kadarki kısmında genel ilkeleriyle açıklığa kavuşturduğumuz MDD ve halk savaşı konusunda görüşümüz, işçi sınıfının örgütsel sorunlarını ve parti anlayışımızı belirteceğiz.

THKO’nun politik mücadelesi, kırsal bölgeleri temel alan ve kırdan şehre doğru bir rota çizecek olan strateji içinde gelişecektir. Ordumuzun silahlı mücadeleye başlaması ideolojik bir zorunluluktur.

Mücadelemizin kısa tarihi içinde, örgütsel gelişmemiz silahlı mücadele öncesi ortamın oluşturduğu devrimcilerin saflarımıza katılması şeklinde devam ettiğinden, ideolojik birlik ve politik görüşümüzde ayrılık yaratabilecek farklı ideolojilerin çıkması ihtimali yoktur. Aynı durum belirli süre devam edecek ve ordumuzun saflarına katılan savaşçıların çoğunluğu işçi sınıfı ideolojisini kabul etmiş kişiler olacaktır. Buna bağlı olarak mücadelede yeni olduğumuz ve henüz halk kitleleriyle ilişkilerimizin sağlam olmadığı bu dönemde THKO, parti ve ordu fonksiyonunu bünyesinde taşımaktadır. Zira pratik sorunlarımız, örgütümüzün parti-ordu ikilemi ayrımına girmesine ihtiyaç göstermemektedir.

THKO, doğru politik çizgisi ışığında silahlı mücadelesine devam edecektir. Halk kitlelerinin aktif desteğinin sağlayıp, örgütsel ilişkilerin hızlandığı ortama girince, mücadelede işçi sınıfı savaşçısı durumuna gelmiş savaşçılar, partinin ilk kadrolarını oluşturacaklardır.

Kırsal bölgeler temel alındığı için, partinin kuruluş döneminde yoğun çalışması, tarım proletaryası ve yoksul köylü arasında olacaktır. İlk bakışta bu durum anormal görülebilir ve İşçi Sınıfı Partisi’nin mücadelenin başından itibaren sanayi proletaryasına ağırlık verilecek gelişebileceği ileri sürülebilir. Bu görüş, parti meselesini politik mücadeleden soyutlamadır. Örgütlenme ve parti meselesinde temel belirgin unsur, izlenecek politikadır. Parti meselesi, politik mücadelenin stratejisi içinde bir gelişim seyri izleyecektir. Aksi halde işçi sınıfı şehirlerdedir ve örgütlenmeye oradan başlamalıdır demek, soyut bir örgütlenme anlayışı içinde, politik mücadelenin önemini küçümsemek ve doğal olarak işçi sınıfı örgütünü ekonomik düzeyde ele almak olur. Bu mesele ileride ele alınacaktır.

THKO’nun savaşçıları işçi sınıfı ideolojisini kabul ettikleri içindir ki, politik mücadelede sağlam bir düşünce-davranış bütünlüğü içine girenler, partinin ilk çekirdeği olacaklardır. Halk kitlelerinde örgütsel bağlar geliştikçe, THKO saflarına küçük-burjuva ideolojisini taşıyanlar girecektir. O zaman bir taraftan partinin ordudan örgütsel farklılığı zorunluluk hâline gelecek, diğer taraftan da küçük-burjuva ideolojisini ordu içinde de olsa tasfiye etmek ve savaşçıların işçi sınıfı ideolojisini benimsemelerini sağlamak şart olacaktır.

Halk savaşının gelişim süresinde, ordu içinde farklı ideolojilerin varlığı kaçınılmazdır. Partinin görevi işçi sınıfı ideolojisinin hâkimiyetini devam ettirmek ve başka ideolojilerin mevcudiyetini minimuma indirgemektir. Bu genel tutum halk savaşının başından sonuna kadar izlenmesi gereken bir tutumdur.

Bazı arkadaşlar, silahlı mücadeleye başlarken parti olarak ortaya çıkmayışımızı, bir parti anlayışımız olmadığı, politik mücadelede askeri sorunları ön planda tuttuğumuz veya silaha insandan daha çok önem verdiğimiz şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu suçlamalar karşısında fazla bir şey söylemeye gerek yoktur. İçinde bulunduğumuz şartlarda, mevcut politik güçlerin hepsi, açıkça söylemeseler bile kendilerini parti olarak görmektedirler. Böyle bir durumda, parti olduklarını iddia eden birçok örgüt görüyoruz. Farklı politik çizgilerin ortaya koyduğu parti anlayışlarını şu genel ilke içinde değerlendirmek gerekir. Kırsal bölgeleri ve şiddet politikasını, milli cephedeki sınıflar ittifakı içinde temel almayan bir örgütlenme ve parti anlayışı, özünde küçük-burjuva ideolojisini içerir, hatta örgütün içinde işçiler çoğunlukta olsalar bile…

Halk savaşını inkâr eden veya onun ciddi hazırlığı içinde olmayan hatalı bir görüşün örgütlenme ve parti meselesinde doğru davranış içinde olması, devrimci teorinin ruhuna aykırıdır. Parti meselesinde ileri sürülen hatalı görüşleri daha iyi anlayabilmek için geçmişe bir göz atalım.

12 Mart öncesi, yurdumuzda gelişen devrimci mücadele, çeşitli fraksiyonların çıkmasına sebep olmuştur. Devrimci güçlerin dağınıklığı ve politik mücadeleyi yürütecek bir partinin olmayışı, parti meselesini acil sorun hâline getirmiştir. O şartlar içinde ileri sürülen ve devamlı değiştirilen parti görüşlerinin genel karakteri şöyle idi: Devrimde halk ordusunun önemi hemen hemen hesaba katılmıyor ve halk savaşı bir temenni olmaktan öteye gidemiyordu. Politik mücadele sadece parti yapısı içinde düşünülüyordu. Böyle olunca barışçıl şartlar içinde legal veya illegal olarak ve kimine göre ise sanayi proletaryasına ağırlık verilerek örgütlenmeye gidilecektir. Temelde aynı politikayı içeren bu parti görüşleri sık sık değiştiriliyor ve bir gün bir fraksiyonun savunduğu görüşü, ertesi gün bir başka fraksiyon tarafından savunulabiliyordu. Pratikte ise uzun dönemli hiçbir çaba gerçekleşmiyor ve parti meselesi her fraksiyon için, mevcut devrimci güçleri o şartlara özgü bir disiplin altına alma düzeyine indirgeniyordu. Bu görüşlerin birçoğunun artık gerçekleşme olanağı kalmamıştır, fakat görüş olarak hâlâ savunanlar mevcuttur. Emperyalizmin kontrolü altındaki yurdumuzda bir partinin legal ya da illegal olması önemli değildir. Esas olan politik çizgidir.

Ordumuzun bu gelişim düzeyinde parti ve ordu şeklinde bir ayrım yapılmayacaktır. Gücümüz, halletmek zorunda olduğumuz meseleler ve örgütsel sorunlarımız açısından şimdiden ayrıma gitmek hatalıdır. Böyle bir ayrım, silahlı mücadeleye ideolojik bir zorunluluk olarak girmiş olan örgütü, şeklî bürokrasi mantığı içinde sunî bir ayrıma tabi tutmak olur. THKO’nun örgütlenmesi illegal olmasına rağmen, kırsal bölgelerde mücadele yoğunlaştıkça ve parti kadroları oluştukça, silahlı mücadelenin temel olması yanında diğer politik çalışma yöntemleri de ihmal edilmeden uygulanmalıdır. Bilhassa yoksul köylülere ağırlık verilecek ideolojik ve politik çalışmalara hız, silahlı mücadeleyi sıhhatli bir gelişim düzeyine sokabilmek için, gerilla savaşı halk kitlelerinin ekonomik mücadeleleri ile bir bütünlük içine sokulmalıdır. Kırsal bölgelerdeki politik mücadelenin önemli çalışma yöntemlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Askeri planda somut düşmana karşı gerilla savaşı,

2. Halk kitlelerinin mahalli çelişkilerine ağırlık vermeli, ekonomik mücadelesine politik nitelik kazandırmalıdır. Kırsal bölge halkını sömüren ve ezen ağa, tefeci ve mütegallibe takımına karşı verilecek mücadeleye, mahalli çelişkiler keskinleşecek ve halk kitleleri politik mücadeleye, aktif rol alacak şekilde katılacaklardır. Halkın ekonomik mücadelesine ağırlık vermek, kitlelerin kendi tecrübeleri ile pişmelerini sağlayacaktır. Halk kitlelerinin kendi tecrübeleri olmadan mücadelede aktif rol almaları çok zordur.

3. Yukarıda belirttiğimiz mücadele yöntemlerini de kapsayacak şekilde geniş politik ve ideolojik propaganda çalışmaları yapmak. Bu çalışmalar, imkânlara ve şartlara göre birçok araçlar kullanılarak yürütülmelidir. Hatta birçok zamanlar bu tip çalışmalar legal metotlar kullanılarak gerçekleştirilebilir.

Genel hatlarıyla açıkladığımız bu tip mücadelenin sağlayacağı örgütlenme, ordumuzun güçlenmesini, köy komitelerinin ve milislerin yaratılmasını ve kırsal bölgelerde geniş bir haberleşme, destek ve üs bölgelerinin kuruluşunu sağlar. Kırsal bölge içinde belli noktalarda toplanmış olan maden ve sanayi işçileriyle ilişkiler kurmalı ve parti kadroları geliştirilmelidir. Bu çalışmaya mücadelenin başından itibaren gereken önem verilmelidir. Bu bölgelerdeki işçilerin henüz köylülükle bağlarını koparmamış olmaları ve çoğunlukla bölgenin yerli halkını teşkil etmeleri, ilişki kurulmasını kolaylaştıracak çok önemli bir avantajdır. Kısa vadede örgütsel yararı olmasa dahi, hareket bölgesi içine giren şehir ve kasabalarla sağlam ilişki ağı kurulmalıdır.

Kırsal bölgelerdeki çalışmalarımızın detaylarını şimdiden kesin olarak bilmek mümkün değildir. Mücadelenin pratiği ve deneyleri doğru çalışma tarzını öğrenmemiz için en sağlam alternatiftir. Dikkat edilecek husus, genel devrimci ilkelerde hata işlenmemesidir.

THKO, kırsal bölgelerde yürüteceği politik mücadelesine gerilla savaşıyla devam edecektir. Ve gerilla savaşı, halk savaşımızın bu aşamasında stratejik meselemizdir. Merkez durumdaki birkaç büyük şehirde ise gücünün bir kısmını şehir gerillasına ayırmıştır. Şehir gerillasının kısa dönemdeki çalışması, şehir gerillasının görevi, kır gerillasını takviye etmektir. Ve çalışma metotları da bu amacı içerecektir. İleri dönemlerde şehir gerillasının politik çalışması, kırsal bölgeye bağlı olarak sanayi proletaryasına kaydırılmalıdır.

Devrimci mücadelemizde, halk kitlelerini örgütlemek için parti ve halk ordusu vazgeçilmez iki araçtır. Fakat bugünkü örgütlenme düzeyimizde parti ve ordu fonksiyonunu THKO olarak tek başına gerçekleştirmektedir. Bu mesele ise politikamız içinde, ordumuzun kuruluşuyla ve savaşçılarının yapısıyla ilgili bir meseledir. Önemli olan, temel politikamız ve ideolojik birliğimizdir. Dikkat etmemiz gereken en önemli husus budur. Karşımıza çıkabilecek önemli iki tehlike, mücadeleden taviz vermek veya örgütsel hatalardan ve tecrübesizlikten gelecek büyük kayıplardır. Bu ikili tehlikeden taktik hatalar, çalışmalarımıza büyük zararlar getirdi. Aynı şeyin tekrar etmemesi için kadrolar içindeki politik çalışmaya hız verilmeli ve devrimci ilkeleri örgütümüz içinde eksiksiz uygulamalıyız. Tek tek savaşçılar eksikliklerini gidermeli ve hatalarından çok iyi dersler çıkarmalıdır ve gerçek olan şey, çok iyi dersler alabileceğimiz hatalar işlemiş olmamızdır.

Bugünkü çalışmamız dünkünden çok daha zor olacaktır. Ordumuz içindeki devrimci ahlâk, devrimci dayanışma ve devrimci ilişkileri kuvvetlendirmeliyiz. Eleştiri ve öz-eleştiri metodunu daima birliğimizi güçlendirecek tarzda ihmal etmeden uygulamalıyız. Tüm düşünce ve davranışlarımızda Türkiye devrimine karşı sorumluluğumuzu bir saniye dahi unutmadan örgütümüz içindeki görevimize başarıyla devam edelim.

Yurdumuzda mevcut birçok fraksiyonun ortaya koydukları parti anlayışlarının ortak ve önemli olan hatalı yanı şudur: Şehirleri temel alan ve sanayi proletaryasına yönelen bir çalışma tarzını, parti anlayışı olarak iddia etmektedirler. Şiddet politikası ve devrim stratejimizde zorunlu olan sınıflar ittifakı (temelde işçi-köylü) ihmal edilmektedir. Bu durum, pratikte halk savaşını ihmal etmek ve halk ordusunun devrimdeki fonksiyonunu önemsememektir.

Pratikte böyle bir parti anlayışı, politik mücadelede oportünist bir çizgi hâline gelmektedir. Bu görüşün savunucuları ve pratikteki uygulayıcıları, parti meselesini amaç edinmekte (amaç devrimdir) ve partisiz devrim olmaz ilkesini, partisiz mücadele olmaz mantığına indirgemektedirler. Silahlı mücadele içinde olmadıkları için politik çalışmaları ya barışçıl bir temele kaymakta ya da emperyalizmin baskıları ve terörüyle yok olmaktadır. Onun için böyle bir parti anlayışında olanlar, mücadelenin başından itibaren partiyi yaşatmayı genel ilke hâline getirmekte ve düşmanın sert tutumu karşısında geri çekilerek oportünizmin ve pasifizmin batağına saplanmaktadırlar. Örgütün nicel yapısını korumak ve geliştirmek için, düşmanın tayin ettiği sınırlar içinde hapsolmakta ve mücadele, politik özünü yitirerek, ekonomik düzeydeki bir örgütlenmeden öteye gidememektedir.

Kısaca açıkladığımız böyle bir parti anlayışı (görüşü) ve politikası, Sovyet devrimindeki parti çalışma tarzının ve gelişmiş kapitalist ülkelerde geçerli olan parti anlayışının, yurdumuza taktik değişikliklerle ithalidir. Bilhassa Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi’nin büyük oranda etkisinde kalınarak, çalışma tarzı ve yöntemleri aşağı yukarı aynen uygulanmaya çalışılmaktadır. Sovyetler Birliği devrim modeli ile Türkiye devrim modeli çok farklıdır ve doğal olarak devrim stratejisi ve politik mücadele yöntemleri de farklı olacaktır. Bolşevik Partisi’nin çalışma tarzını ve politikasını yurdumuz şartlarında politik bir görüş olarak uygulamak, mücadelenin başından oportünizmin batağına saplanmasıdır.

Son zamanlarda böyle bir parti anlayışı şehir gerillası ile birleştirilerek halk savaşı teorisi çıkarılmıştır. Bizler politik mücadelede şehir gerillasının temel alınmasını hatalı bir savaş stratejisinin uygulanması olarak görüyoruz. Fakat şehir gerillasının bu şekilde hatalı bir parti anlayışı ile bütünleştirilerek politik çizgi hâline getirilmesi, politik mücadelede farklı iki ideolojinin örgütsel ittifak içine girmesidir. Ve bu görüşün ışığında verilecek mücadele, içinde daima iki ideolojinin hâkim olacağına bağlıdır. Parçalanma ise eşikteki tehlikedir.

Şehir gerillasını bu parti anlayışından ayırarak düşünürsek, bu konudaki görüşümüz şudur: Yurdumuzda şehir gerillasının uygulanacağı merkezlerde, halk savaşının sağlam temellerini nicelik ve nitelik olarak atmak imkansızdır. Şehir gerillası, sanayi proletaryası ve şehir küçük burjuvazisini kısmet örgütlese dâhi, halk kitlelerinin içinde bulunduğu koşullar ve şehir gerillasının hareket alanı göz önüne alınırsa gelişme olanağı bulamaz ve belirli bir süre sonra kısır bir döngü içine girer. Mücadeleyi yürüten örgüt, halk ordusu yerine işçi sınıfı örgütü şeklinde belirir.

Bu durum, politik çizgisi gereği köylü yığınlarını başından itibaren ihmal eden bir çalışma tarzının doğal sonucudur. Latin Amerika ülkelerinde yürütülen şehir gerillası, yurdumuzun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik yapı, farklı üretim biçimleri ve ona bağlı olarak ortaya çıkan sınıflar ittifakı açısından temel politik mücadele yöntemi olamaz.

Halk savaşımızın henüz sağlam kadrolar çıkarmadığı ve silahlı mücadelenin yeni olduğu günümüz şartlarında karşı karşıya bulunduğumuz önemli tehlike, tarihî oportünizmdir. Tarihî oportünizmin, emperyalizmin hegemonyası altındaki ülkelerde büründüğü iki önemli kılık vardır.

1. Eğer o ülkede şeklî bir demokrasi varsa, legal mücadeleye sınırlı imtiyazlar tanınmışsa, ‘’legaliteyi kullanalım’’ sloganı altında legaliteyi temel kural hâline getirmekte ve barışçıl şartlar içinde bir politik mücadele önermektedir.

2. Şayet o ülkede legal mücadele imkanları yoksa ve faşist bir politika uygulaması bulunuyorsa, silahlı mücadeleye karşı ‘’erkendir’’ veya ‘’halka rağmen verilmektedir, halk kitlelerini örgütlemeden silahlı mücadele sol sapmadır’’ sloganı ile ortaya çıkmaktadır. ‘’Silahlı mücadele, halk kitlelerini örgütlemek için politik mücadele olmasına rağmen silahlı mücadeleye başlamak için halkı örgütlemek şarttır’’ şeklinde ortaya atılan görüş, özünde sınıf mücadelesinin inkârıdır ve halk kitlelerinin kurtuluşu için verilen silahlı mücadeleye alternatif olarak barışçıl şartları temel alan oportünist ve pasifist bir politikayı önermektedir.

Türkiye’de 1971 başlarından bu yana uygulanan faşist politika, bu görüşlerin gelişme şansını yok etmiştir. Zaten bu tip hatalı görüşlerin birçoğu 12 Mart öncesi legal ortamının yapısından geliyordu. Faşizmin baskı ve terör politikası, bu görüşü savunanların politik ağırlıklarını korumaları engellemiştir.

Türkiye’de 12 Mart muhtırası ile uygulamasına girişilen faşist politikanın sınıfsal temelini anlayabilmek için, gerici sınıfların ve emperyalistlerin uzun vadeli bir plan içindeki politikalarının (sebep-sonuç) amacını bilmek lâzımdır. Genel olarak bu politika, hâkim sınıfların çıkarlarını devam ettirmek için uyguladıkları bir politikadır demek mümkündür, fakat gericileri bu politikaya zorlayan sebepleri ve uzun dönemde sağlamaya çalıştığı çıkarlar açısından, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir meseledir. Zira faşist politikanın temelinde, emperyalizmin Orta-Doğu’daki çıkarlarının devamı, işbirlikçi burjuvazinin Avrupa Ekonomik Topluluğu’nda olan yıllar sonrasına ait planları da yatmaktadır.

Orta Doğu Sorunu

Orta-Doğu, yukarıda anlattığımız genel yapı içinde [Örgütsel Sorunlar] emperyalizmin sömürü alanı durumundadır. İngiliz ve Fransız emperyalizminin Orta-Doğu’da tutunamayarak çekilmeye mecbur olması, bir taraftan milli iktidarların kurulmasını, diğer taraftan da Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu’daki petrol yatakları üzerinde kısmî hakimiyet kurmasını sağlamıştır. Orta-Doğu ülkelerindeki halklar içinde Arap halklarının çoğunluk teşkil etmesi, anti-emperyalist mücadelenin yayılmasını hızlandırmış ve ilerici iktidarlar arasında daha sağlam bir dayanışma kurulmasını sağlamıştır. Birçok ülkede gerici rejimler, yerlerini ilerici iktidarlara bırakmak zorunda kalmıştır.

Bu iktidarların oluşumu, hemen hemen her yerde radikal güçlerin askerî darbelerle iktidarı almaları şeklinde olmuştur. Emperyalizmin sömürü ve zulüm politikası; bu iktidarların yıkılması yerine güçlü bir dayanışma içine girmelerine ve Arap halklarının bir birlik oluşturmalarına sebep olmuştur.

Orta-Doğu’daki genel durumu şöyle belirtebiliriz: Genel özellikleriyle milli bir politika izleyen devletler: Suriye-Irak-Güney Yemen ve Mısır’dır. Emperyalist saldırı karşısında bu devletler milli bir birliğe zorlanmışlardır. Ve bu birlik Orta-Doğu’yu da aşarak Libya, Sudan ve Cezayir’i de içine almıştır.

Devletler dışında Arap halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerine öncülük eden Filistin Kurtuluş Örgütleri ve Basra Körfezi Kurtuluş Cephesi gibi örgütler, Amerikan emperyalizmi için ciddi tehlike olmaya başlamışlardır.

Geriye emperyalizmin kontrolü altındaki Orta-Doğu ülkeleri olan İran, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Lübnan kalmaktadır. Bu devletlerden Ürdün, Lübnan ve Suudi Arabistan, Arap halklarının uyanışı karşısında kendi gerici politikalarını devam ettirmek için kısmî tavizler vermeye mecbur olmaktadırlar.

Savaşın devam ettiği Filistin meselesinin her an büyüyerek tüm Orta-Doğu’yu kapsaması, uzak bir ihtimal değildir. Amerikan emperyalizmi Orta-Doğu’daki çıkarlarını devam ettirmek için İsrail, İran ve Türkiye’yi karşı-devrimci birer üs olarak takviye etmektedir. Türkiye, NATO ittifakı içinde Avrupa ve Amerika’ya, CENTO ittifakı içinde İran ve Pakistan’a askerî ve ekonomik yönleriyle bağlıdır.

Hem Orta-Doğu’daki çıkarları açısından, askerî bakımdan ve hem de Sovyetler Birliği’ne karşı tampon bir devlet olarak emperyalizm için Türkiye, stratejik öneme haizdir. Bu yüzdendir ki emperyalistler Türkiye’yi Orta-Doğu’da ve özel olarak da Türkiye’de kontrolü sağlayacak ve gerektiği zaman çıkarlarını korumak için müdahalelere müsait askerî bölge olarak seçmişlerdir. Ekonomik yönüyle Amerikan emperyalizmine bağımlı olan Türkiye, stratejik önemi ve karşı-devrimci bir üs olma özelliğini koruması açısından, emperyalistlerin üzerinde ciddiyetle durmalarına sebep olmaktadır.

Diğer taraftan askerî ve ekonomik ittifaklarla emperyalizmin sağlam bir müttefiki olan Türkiye, Orta-Doğu halklarının Müslüman olmaları yüzünden de önem taşımaktadır. Ve Amerika’nın Orta-Doğu’daki çıkarlarını korumak için iyi bir arabulucudur.

Doğal olarak emperyalistler ve uşakları, Türkiye halkının devrimci mücadelesini bastırmak ve ne pahasına olursa olsun Türkiye’nin Orta-Doğu’daki gerici politikasına devam etmesi çabasındadır. Yurdumuzdaki Amerikan üslerinin ve nüfusumuza oranla normal büyüklükte olan Türk ordusunun yapısı (kara harekât ordusu) gelişigüzel değildir. Türkiye’de Amerikan emperyalizminin kontrolünün azalması veya kalkması, Orta-Doğu çıkarlarını büyük oranda etkileyeceği için doğal olarak devrimci mücadeleye karşı tutumunu da çıkarlarının tümü açısından belirlemektedir.

İçinde bulunduğumuz bu ortamda Türkiye’deki Amerikan askerî gücü daha çok Filistin meselesine bağlı olarak Arap halkları için tehlikelidir. Bu yüzden halk savaşımızın bu döneminde, Orta-Doğu’daki her patlamaya Türkiye’deki gericiler el atacaklardır. Ve bu durum aynı dış düşmana karşı mücadele veren Orta-Doğu halkları ve Türkiye halkı arasında sağlam bağlar kurulmasını sağlayacaktır. Bazı arkadaşlar Orta-Doğu sorununun bu gelişimini hesaba katarak Orta-Doğu Devrimci Çemberi veya Bölgesel Savaş tezlerini ortaya atıyorlar.

Bu iki tez, ulusal kurtuluşumuz savaşımız içinde taktik bir sorun olarak iddia edilirse doğru, fakat stratejik bir hâline sokulursa kökten hatalıdır. Zira dış düşmanın tek olması ve Orta-Doğu’da savaşın bölgesel bir savaş hâlini alması, Türkiye devrimini bir dış etken olarak azami ölçüde etkileyecektir. Fakat Türkiye devriminin temel belirleyici unsuru toplumumuzun iç dinamizmidir. Orta-Doğu meselesi, Türkiye devrim sürecini etkilese dahi halk savaşı birçok zikzaklar çizecektir, iç ve dış etkenler rol oynayacaktır ve stratejik bir sorun olmayacaktır. Buna rağmen, Orta-Doğu halkları ve onların mücadelelerine öncülük eden örgütler sağlam bir dayanışma içine girmeye ve birbirlerine destek olmaya mecburdurlar.

Hüseyin İnan

22 Şubat 2020

,

Ben Malcolm X’im


Ağustos 2011’de Kahire’deki bir kitapçı, Ahbar gazetesine şunu söylüyordu: “Mübarek’in devrildiği günden beri dükkânda en çok Che Guevara’nın ve Malcolm X’in hatıratı satıldı.”

Arap isyanları, altmışların ruhunu yeniden diriltti. O yılın Ocak ayında Tahrir Meydanı’nı binler işgal ettiği vakit Brüksel’den Doha’ya birçok şehirde Arapça yayın yapan radyolar saatlerce Ümmü Gülsüm çaldılar. Bu yayın, sadece duygularını aktarmak isteyen dinleyicileri telefona bağlandığı anlarda kesildi.

Mısır’ın kültür ikonası Ümmü Gülsüm, bir şarkısında “halkım ben, imkânsız nedir bilmem” diyordu o titreyen hançeresiyle ve şöyle devam ediyordu şarkısına: “ebediyetten gayrısı tatmin etmez beni.”

Sonuçta ülkede sömürgelik günlerinin son bulduğu zamana geri dönülmüştü. Gençlik, Batı’nın desteklediği zalim devlet sistemine karşı ayağa kalkmıştı. Bu süreçte Müslüman gençlik, kılavuzluğuna başvurmak için yüzünü Che Guevara, Frantz Fanon, Seyyid Derviş, Ali Şeriati ve Malcolm X gibi isimlere çevirdi.

“Acaba Ali Şeriati olsa Sünni-Şii çatışması hakkında ne derdi? Malcolm X, Müslüman Kardeşler’in iktidara gelişi hakkında ne düşünürdü?” türü soruları soran gençlik, her sorusunda bu isimlerden bahsediyordu artık.

Ama Amerikan diplomasisi, bu devrimci ruhu yok etmek için hemen hamle yaptı. Mayıs 2011’de Tunus’taki ABD büyükelçiliği, halka açık bir hitabet yarışması tertipledi. Yarışmada konuşmacılara, “kim Malcolm X olmak istiyor? Yeni Martin Luther King sen misin? Yeni Nasır sen olabilir misin? Malcolm X kim olmak ister? Sözlerinle insanlara ilham verip onları harekete geçirebilir misin?” türü sorular soruldu.

Hatta o dönemde Dışişleri Bakanlığı, Arap isyanlarına saygı temalı rap konserleri düzenledi. Altmışların ruhunu aksettiren bu konserler, panafrikacılık fikrini temel almaktaydı. Konserlere çıkanların şarkı sözlerinde şu tür ifadelere rastlanıyordu: “Devrimci ve ılımlıdır Compton şehri, onlar Garvey’nin Marcus’u, Bob Marley, Sékou Touré, Patrice Lumumba, Malik Shabazz, Kwame Nkrumah / Devrim beni Muhammed Buazizi gibi özgürleştirdi!”

Bu yeni halk demokrasisinin diğer bir ilginç yanı da Malcolm X’ten radikalleştirici etkiye sahip bir isim olarak bahsedilmesi. Amerikan hükümetinin Malcolm’a ilgisi ise esasen John Walker Lindh vakası ile birlikte açığa çıkmıştı.

Ekim 2001’de Afganistan’daki çatışmalarda bu genç, Taliban saflarında savaşırken yakalandı. Hükümetin üzerinde durduğu soru şuydu: Bu Martin kasabasında doğup büyümüş, orta sınıftan bir aile içerisinde yetişmiş olan genç, nasıl olmuştu da Taliban’a katılmıştı?

Lindh’in internette paylaştığı yazıları inceleyen uzmanlar, yakaladıkları ipin ucunu takip ettiler ve oradan da hip-hop sohbet odalarına ulaştılar. Oralarda kendisini siyah olarak takdim eden, “Dudu” veya “Profesör” takma adını kullanan Lindh, bir yerde şunu söylüyordu: “Beyazların bizden nefret etmelerine sebep olan şey bizdeki siyahlık değil aslında, onlardaki nefretin sebebi, sahip oldukları ırkçılık.”

Bu gencin radikalizme doğru seyreden yolculuğunu incelerken uzmanlar, ta 12 yaşındayken başına gelen bir olay üzerinde durdular. O yaşlarda annesi kendisini sinemaya götürmüştü. Sinemada Spike Lee’nin Malcolm X filmi (1992) oynamaktaydı. Filmi seyrettikten sonra Lindh, filmin beslendiği Alex Haley’nin Malcolm X’in Otobiyografisi (1965) isimli kitabını okudu. Hatta aynı dönemde hip-hop dinlemeye başladı.

Bunun üzerine Amerikalı ve Avrupalı yetkililer, Malcolm X’in Müslüman gençlerin politikleşme sürecinde merkezî bir konuma sahip olduğunu gördüler ve “risk altındaki” Müslüman gençleri koruma noktasında “ılımlı” bir Malcolm X” hikâyesinin anlatılması ve ona dair ılımlı bir anlayışın geliştirilmesi gerektiği tespitinde bulundular.

Malcolm X, Müslüman gençler nezdinde çok farklı şeyleri temsil ediyor. Eğer İslam, hip-hop kültürünün gayrıresmi dini ise Malcolm X de onun elçisi veya koruyucu azizidir. Onun konuşmaları şarkı sözlerinde alıntılanır, kıyafetleri ve hareketleri taklit edilir.

Hip-hop, dışlananların ayağa kalkışını göklere çıkartan bir müziktir. Dolayısıyla dolandırıcı iken tüm dünyanın bildiği biri hâline gelen, devletleri ayaklarının altına alan, milliyetçiliğin ve efendilerin “yurtsever” tutumlarının ayaklara taktığı prangaları kırıp atan, sadece Allah’tan korkan Malcolm X’in Müslüman olsun ya da olmasın gençleri kendisine bağlaması gayet doğaldır. Malcolm, gecekondularda devletin hâkimiyetinin dayandığı temelleri aşındıran, o devletin uzantısı olarak hapishaneleri sarsan bir isimdir. Onda İslam ve siyahların tarihi iç içe geçer. Malcolm, bu iki gücün zindeliğinin ve kesintisizliğinin kanıtıdır.

Sonuçta Karl Marx’ın yazıları farklı düşünce okullarının kurulmasını sağlamış, ortaya “Marksoloji” denilen saha çıkmıştır. Bu anlamda “Malcolmoloji” diye bir sahadan söz edilebilir ve bu saha, Malcolm’ın konuşmalarına, mülâkatlarına ve hayatındaki belirli olaylara dair farklı yorumlardan oluşur.

Bazı araştırmacılara göre İslam Milleti’nden ayrıldığı dönemde Malcolm X, hakların “her tür araçla” elde edilmesi gerektiği üzerinde duran bir isimdir. Bazı araştırmacılar ise onun Mekke sonrası edindiği Sünni evrenselci kimliğine odaklanırlar. Genç Müslümanları asıl cezbedense Malcolm’daki radikal enternasyonalizm ve ulus-devleti aşan politik kimliktir. Yaşlı entegrasyoncu Müslümanlarsa Malcolm’ın “Oy Sandığı mı Mermi Sandığı mı?” konuşmasını yaptığı hayatının son döneminde Amerika ve ulus-devlet ile uzlaştığını söylerler.

Müslüman gençler arasında görülen devlet karşıtı yaklaşımlar konusunda endişelenen yazar Sherman Jackson, “Malcolm bugün yaşasaydı, Sünni bir Müslüman olarak, vicdanî bir yaklaşımla, eskiden her şeye itiraz eden üslubunu geride bırakıp, zerre tereddüt etmeden, ‘evet ben Amerikalıyım’ derdi” tespitinde bulunuyor, devamında da şunu söylüyor: “Sonuçta Afro-Amerikan lider, bildiğimiz Malcolm X olmaktan çıkıp İbni Teymix olurdu.”

Amerikalı ve İngiliz devlet yetkililerin asıl dikkatini, Obama’nın 2008’in seçim zaferi sonrası El-Kaide’nin yayınladığı video çekti. O videoda El-Kaide, Malcolm X’in militanlığını övüyor, yeni seçilen başkanı “ev kölesi” olarak tarif ediyordu.

Bunun üzerine Amerikan elçilikleri, Siyahların Tarihi veya Malcolm’ın doğum günü gibi etkinliklere destek olmaya, Obama’yı ve Hac sonrası Malcolm’ı birlikte göklere çıkartmaya, bu iki kişinin beynelmilel isimler hâline gelişine övgüler düzmeye, İslam’la ilişkileri üzerinde durmaya başladı. Bu etkinlerde asıl söylenense şuydu: “Malcolm X, Obama’nın mümkün kıldığı özgür ve hayat dolu Amerika’nın sembolüdür.”

İngiliz hükümeti de benzer adımlar atarak, Malcolm X’in “ılımlı” anlayışı üzerinde duran Müslüman örgütlere para akıttı. Bu örgütlerin etkinliklerinde asıl üzerinde durulan husus ise Malcolm’ın Hac sonrası yaşadığı dönüşümdü.

Hillary Clinton’ın Siyaset Planlaması ekibinde yer alan siyaset bilimci Peter Mandaville’e göre Britanya’da Müslüman hip-hopçuların kaleme aldıkları saldırgan, cepheleşmeyi esas alan şarkı sözlerinde de görüldüğü üzere, Malcolm’a yönelik ilgideki artış, ulusal güvenlik konusunda olumsuz sonuçlar doğurabilecek bir meseleydi.

Bu değerlendirmesinde Mandaville, İngiliz hükümetinin radikalleşme karşıtı projeye para ve destek sunmasına övgüler düzmekteydi. Bahsini ettiği proje ise geleneksel İslamî görüşlerle toplumsal malumatı hip-hopa has hassasiyetlerle bir araya getirmekte, Britanya’daki Müslüman gençleri İslam Milleti’nden kopmuş, dünyayı gezme fırsatı bulmuş Malcolm’da görülen kozmopolit fikirler etrafında toplamaya çalışmaktaydı.

“Ben Malcolm X’im” adını taşıyan bu radikalleşme karşıtı girişime hem İngiliz hükümeti hem de Londra’daki ABD büyükelçiliği destek verdi. Bu çalışmaya ABD ve Birleşik Krallık’tan birçok Müslüman rap şarkıcısı katıldı. İnsan hakları hareketi lideriyle ilgili bu etkinlik farklı tepkilere yol açtı.

Bu etkinlik kapsamında, Mart 2009’da Londra’da gerçekleştirdiği performansında Amerikalı hip-hop elçisi Kumasi, gösterisine Kelime-i Şehadet’i dâhil etti. Şarkıcı, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedikten sonra geri kalan kısmı, “Muhammed de onun kulu ve elçisidir” ifadesini seyirciye söylettirmek isteyince Atlantik’in iki yakasında birçok kişinin öfkelenmesine neden oldu.

Boston’da yaşayan Amerikalı imam ve eski hip-hop DJ’yi Suhaib Webb, “Müslüman hip-hop” fikrini sorgulayan bir isim olarak, Londra’da Kelime-i Şehadet’e şarkısında yer veren Amerikalı şarkıcıların (1985 tarihli hip-hop filmi) “Krush Groove’laştırılan, sulandırılmış bir İslam”ı temsil ettiklerini söyledi. “Kur’an ve hip-hop harmanlamaz” diyen Webb’e karşı çıkan bazı isimlerse esas olarak, Malcolm X’in iyice serbestleştirilmiş, zıvanadan çıkartılmış “Müslüman hip-hopu”nu meşrulaştırmak için kullanılması üzerinde durdular.

O dönemde katılımcılardan birisi sosyal medya hesabında şunu yazdı: “Hayatım boyunca birinin sahneye çıkıp arkasında onca enstrümanla ‘Lailaheillallah’ derken dans edeceğini göreceğim aklıma bile gelmezdi. Oradaki herkes, ‘bunda sorun yok, yapılan şey sonuçta Malcolm X, Müslüman sanatçılar ve Müslüman organizatörler adına yapıldı.” Başka bir katılımcı ise cazdan ve Lindy Hop dansından hoşlansa bile Malcolm’ın Hac sonrası Kur’an ile hip-hopun cem edilmesine karşı çıkacağını” söyledi.

Dışişleri Bakanlığı’nın desteklediği hip-hop elçilerinin yolu, sonradan selefileşmiş olan Suudi destekli Loon ve Napoleon gibi rap şarkıcılarıyla kesişti. Bunlar, Avrupa’daki Müslümanları örgütlemek için uğraşan isimlerdi.

Bu tür çalışmalarda Amerika kaynaklı tasavvuf siyaseti ile Suudi Arabistan kaynaklı selefi stratejisinin tuhaf bir biçimde yan yana geldiğini görüyoruz. ABD Dışişleri Bakanlığı, Müslüman, çoğunlukla selefi olan insanlardaki militanlıkla, sakinlikle malul İslam tasavvufunu karşı karşıya getiriyor. Öte yandan Suudi Arabistan ise sonradan Müslüman olmuş, selefileşmiş Amerikalı isimleri tasavvufçuluğun, Şiiliğin ve genel olarak hip-hop kültürünün karşısına çıkartıyor.

Amerikalı müzik elçileri, müzikten yana duran, çokkültürcü bir Malcolm X resmi çiziyorlar. Suudi selefi çizgideki isimlerse Malcolm’ın Hac sonrası dönemine odaklanıp onun müziği aştığı iddiası üzerinde duruyorlar.

Devletler ve toplumsal hareketler, Malcolm X’in mirası konusunda yoğun bir mücadele yürütüyorlar. Her iki kesim de altmışların başında gündeme gelen, siyah enternasyonalizmi üzerinde hak iddia etme derdinde. Bilindiği üzere, Soğuk Savaş’ın zirveye ulaştığı bu dönemde birçok devlet ve hareket, onu kendi safına çekmek için uğraşmıştı.

Hişam D. Aidi

[Kaynak: Rebel Music: Race, Empire, and the New Muslim Youth Culture, Pantheon Books, 2014.]

20 Şubat 2020

,

Emperyalizmin Kur’an Tefsirleri


Giriş

İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’ı tefsir etmek, Kapital ve Komünist Manifesto gibi komünizmin kutsal metinlerini tefsir etmek gibidir. Fakat Kur’an’ın tefsirinde başka bir güçlük daha vardır: İslam âlimlerine göre Allah’ın dolaysız ve eşsiz kelâmı olarak Kur’an tercüme edilemez. Bu âlimler, Müslümanların dilbilim alanında ulaştığı muazzam başarının Arapçanın başka bir dile aktarılmasını imkânsız kıldığını söylemektedirler.

Ama gene de elimizde birçok Kur’an çevirisi var, tıpkı Marksist metinler gibi. İster tercüme edilmiş olsun isterse olmasın teorik metinler, tarihsel planda sayısız analize, revizyona, tefsire ve itirazlara maruz kalmış, doğuda ve batıda entelektüel ortamlarda ve yapılarda hâlen daha karşılık bulan tartışmaları tetiklemişlerdir. Tıpkı Marx’ın Leninizm, Maoizm, Troçkizm, İkinci Enternasyonal Marksizmi gibi farklı yorumlara sahip olmasında olduğu gibi Kur’an da farklı şekillerde tefsir edilmiş, (Şiilik, Sünnilik, Şafilik gibi farklı yorumlar dâhilinde) ortaya farklı İslam’lar çıkmıştır. Dolayısıyla ihtilafın çeviriyle alakalı olmadığını söylemek mümkündür. Muhtemelen ihtilaf, tefsirle ve kişilerin aynı metinleri okuyup yorumladıkları bağlam dâhilinde sahip oldukları tarihsel ve toplumsal deneyime dair anlayışlarıyla alakalıdır.

Tefsir sorununun yanı sıra aynı ölçüde önemli olan diğer bir husus da bu kutsal metinlerin tarihsel planda politik partiler, camiler, teşkilâtlar, dernekler, meslek birlikleri ve elbette devletlerle imparatorluklar gibi bir dizi aracı kurum üzerinden somuta taşınmasıdır.

Bu noktada tefsir meselesinin, kutsal metnin esasen belirli kişiler eliyle okunması, not tutulması, ardından vaazlar verilip içeriğin yayılması yoluyla o metni somuta taşıma girişimi olduğunu söylemek mümkündür. Hiç şüphe yok ki tefsir ve somuta taşıma meselesi, birbirinden ayrılması mümkün olmayan insanî faaliyetlerdir. Biz burada çıkış noktası olarak, fikri temrinler veya birbirinden ayrı şahsi uygulamalar değil, somuta taşıma girişimlerinin kurumsallaşıp örgütlenmiş olan biçimi üzerinde duracağız. Her şeyden önce tıpkı Marksizm gibi Kur’an da bireylere değil, gruplara veya sınıflara seslenme eğilimindedir.

Birçok kitaptan, makaleden ve toplumsal deneyimden Marksizmin Batı’da ve Doğu’da nasıl somuta taşındığını biliyoruz. Birçok Marksist aydının, sendikacının ve parti elemanının Marksizmi somuta taşıma tarzı, tümüyle Marx’a atfedilemez, onunla ilişkilendirilemez. Dile getirdiği son teorik ifadesinde yapısalcı Marksist Nicos Poulantzas’ın söylediği gibi, “Teori ile pratik, teoriyle gerçek arasında yapısal bir mesafe söz konusudur.”[1] Buna karşılık hepimizin aşina olduğu şey komünizmin gerçek hikâyesi, başka bir ifadeyle, “gerçekte varolan sosyalizm”dir. Biz ayrıca 1989’da komünist siyasetin Avrupa’da nasıl sonuçlandığını da bilmekteyiz. Dolayısıyla bizim burada üzerinde durduğumuz mevzu, Kur’an’ın somuta taşınması, daha da özelde emperyalizmin O’nu somuta taşıma tarzıdır. Peki bundan neyi kastediyoruz?

Belirlediğimiz amaçlar doğrultusunda ben, “somuta taşıma”yı anlatılan hikâyeyi somuta taşımak, gerçeği dönüştürmek için hikâye ile gerçek arasına giren çok sayıda kurumsal aracının teşkil ettiği sistem olarak tarif ediyorum.[2] Bu yaklaşım bizi, basit bir mesele olan tefsirin çok ötesine taşıyor, zira Kur’an’ın tarihsel planda ait olduğu dünya Doğu’dan, Batı’nın oryantalizminin hâkim olduğu o coğrafi kesitten oluşuyor.

Edward W. Said’in Şarkiyatçılık çalışması, bu anlamda Kur’an’ın somuta taşınmasındaki gizemi açığa çıkarma, aynı zamanda “medeniyetler çatışması” yalanını ortadan kaldırma noktasında önemli bir yere sahip. Kur’an, tam da Batı’nın kültürel ve politik emperyalizmi anlamında oryantalizm bağlamında somuta taşınıyor.

Önce ben, bu çalışmada Kur’an’daki sorunsalı, ihtilaflara yol açan üç ana konu ile ilişkili olarak ele alacağım. Ardından bu konuları Batı’nın Kur’an’ı yanlış yorumlama noktasında gerçekleştirdiği özel müdahalenin şifrelerini çözmek için Batı emperyalizminin tarihsel ve güncel politik bağlamına yerleştireceğim. Sonuç kısmında ise emperyalist Batı ile güç durumdaki Doğu arasında mevcut olan kültürel ve jeopolitik dengeyi bozabilecek yegâne makul seçenek olarak, Doğu ve Batı’da ılımlı İslam, Hristiyanlık ve Sol arasında politik bir ittifakın kurulması ile ilgili politika önerimi aktaracağım.

Her şeyden önce Ortadoğu’da ve Avrasya’da, tüm dinleri kucaklayacak bir anlayışın, sömürüyü, temsili ve doğrudan demokrasiyi, politika ve din teorisi, uygulamasını kapsayacak şekilde inşa etmek, mevcut gidişatı terse çevirmek için zaruri olduğu görülmelidir.

Kur’an’ı Okumak: Üç İhtilaflı Meseleden Oluşan Sorunsal

Burada “sorunsal” terimini, somut, semptomatik olmayan bir okuma sonrası idrak edilebilecek belirli bir hikâyenin ideolojik ve teorik bağlamını oluşturmak amacıyla kullanıyorum.[3] Somut okuma, zaman zaman metin içerisinde dağınık hâlde bulunan, zihinsel açıdan bağlantılı ve karmaşık cümleleri toplumsal ve tarihsel deneyim ışığında tekrar tekrar okuma, kıyaslama ve birkaç kez teorik yoruma tabi tutma yöntemi aracılığıyla teorik bir bağlama oturmayı ifade etmektedir.

Kapital’e olduğu gibi Kur’an’a da bu şekilde yaklaşmak, onları anlamaya katkı sunacaktır. Bu yaklaşım, metnin sorunsalına vakıf olabilmek için metni ileriye ve geriye doğru, kapsamlı bir şekilde okumayı gerekli kılar. Burada örnek olarak Kapital’in birinci ve üçüncü ciltlerinde karşımıza çıkan, değerin ürünün fiyatına dönüşmesi sorunuyla alakalı, o ünlü çelişki akla gelebilir.

Tıpkı Komünist Manifesto gibi Kur’an da insanları belirli toplumsal pratiklere yöneltme amacını güder. Kitap, tüm insanlar arasında eşitliğin tesis edilmesini söyler ve toplumdaki zayıf kesimlerin maruz kaldıkları adaletsizlikleri sert bir dille eleştirir. Tarihsel sürecin ve her tarihsel dönemin gündeme getirdiği modernleşme ile uyumlulaşma eğiliminin taleplerinin farkında değilmiş gibi, Kur’an, kendisinin her zaman ve her mekân için uygun olan, değiştirilmiş ve katışıksız bir yapısalcı metin olduğu iddiasında bulunur. Ama böyle olmadığı görülmüştür. Daha önce dile getirdiğimiz gibi, aşağıda da netliğe kavuşturacağımız üzere Kur’an, Muhammed sonrasında kimi isimlerin uygulamalarına ve tefsirlerine maruz kalmıştır. Sonuçta Kur’an’ın içerisinden şeriat denilen hukuk çıkartılmıştır.

Allah, Kur’an’ı 610 yılında Mekke dışındaki Hira Mağarası’nda Muhammed’e indirir.[4] Ardından Muhammed, peygamber ve vaiz olarak, metnin ilk somuta taşıma deneyiminin altına imza atar.

Ama bu Homeros’un dilinin hâkim olduğu bir dönemde gerçekleşmiş bir olaydır. Homeros, Lycurgus ve Solon gibi Elen dünyasının zihinsel yapısını inşa eden isimler din, bilim ve hukuk eğitimi almak için Mısır’ı ziyaret etmişlerdir. Ardından Büyük İskender, zenginliğiyle öne çıkan İskenderiye kentini inşa etmiş, Yakın Doğu içlerine yönelmiş, ama Arap yarımadasındaki çölleri ve bataklıkları geçememiştir.

Yine de temas sağlanmıştır: Kur’an’da hem Hristiyanlığın ve Yahudiliğin uygulamaları ve teorileri etkindir hem de bu kitap, bu uygulamalara ve teorilere karşıdır. Zaman içerisinde Kur’an, teorik ve politik düzlemde epey önemli hâle gelmiştir: putperest ve seküler Batı işgalcidir, işgalcilerse kâfirdir. Sonuçta bu güçler işgalci olarak görülmeselerdi, “kâfir” olarak nitelendirilmezlerdi.

Sonuçta Müslüman, kendisini emperyalist Batı’nın seküler putperestliğine karşı bir varlık olarak tarif etmiştir. Başka bir ifadeyle Batı, ta başından itibaren Kur’an’da yola çağrılanların gerçek ve hayali dünyasına, sonrasında gelen vaizlere ve lider isimlere bir biçimde müdahale etmiştir.

Bu noktada ihtilaflı üç temel meseleye bakmak gerekiyor: ilki savaş ve şiddettir, ikincisi kapitalizmle İslam’ın uyumlu olup olmadığı meselesidir, üçüncüsü ise kadınların durumudur.

Kur’an’ın fikri düzeyde şiddete destek verip vermediği meselesi incelenmelidir. Sonuçta İslam’da Müslümanlar arasında yaşanan değil, kâfirlere karşı verilen savaş cihad olarak nitelendirilmiştir.

Samuel Huntington gibi Batılı akademisyenler, Kur’an’ın ve diğer İslamî kaynakların şiddeti yasaklayan çok az sayıda ifadeye yer verdiğini, şiddete başvurmama kavramının İslamî öğretide ve uygulamada kendisine yer bulmadığını söylemiştir.[5]

Zahmet edip de Kur’an’dan ayet aktarma gereği duymayan Huntington’ın bu yorumu, “onları nerede yakalarsanız öldürün” diyen Bakara suresi 191. ayet gibi belirli ifadelere dayanmaktadır.[6] Oysa bu ayet bağlamından çıkartılmakta, bu sebeple temel sorunsal idrak edilememektedir. Aynı surenin 189. ayetten 194. ayete kadar uzanan kısmı şu şekildedir:

“İyi davranış, takva sahibi (Allah'a karşı gelmekten sakınan) insanın davranışıdır. Evlere kapılarından girin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır. Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (saygı gösterilmesi gereken şeyler) kısas kuralına tabidir. O hâlde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin). Allah'a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.”

Görüldüğü üzere özel olarak savaşla ilgili olan bu ayetler, ne zaman ve neden savaşılacağı hususunda birçok kısıtlamalar getirmekte, savaşın ne zaman ve neden durdurulacağı konusunda hükümlere yer vermektedir. Örneğin kâfirler Mekke’de Müslümanlara saldıracak olurlarsa, Müslümanların savaşmasına veya öldürmesine izin verilmeyen bu şehirde Kur’an, Müslümanlara saldırıya uğradıklarında kendilerini savunma konusunda izin vermektedir.

Bunun dışında, metinden görüldüğü kadarıyla Kur’an, Müslümanların sadece kendilerini savunmak için savaşmalarına izin vermektedir (İkinci Enternasyonal’in siyaseti değil de toplam teorik birikim olarak ele aldığımızda Marksizm de tüm türevleriyle benzer bir konum alır).

Belirli surelerde Kur’an, ne zaman savaşılacağı meselesiyle birlikte mahrumlara, mazlumlara ve korumasızlara yardım etmek (4:75) gibi insanî görevlerden de söz eder. Başka bir surede ise savaşa ortada anlaşma yükümlülükleri bulunmadığı noktada izin verilir (8:72). Neticede, Abdulhalim’in de dile getirdiği biçimiyle, Kur’an’ın mesajının en belirgin özelliği, onun barış ve hoşgörü ile ilgili olmasıdır. Bu mesaj, Batı’da aydınlarca aktarıldığı biçimiyle, asla savaşa, nefrete ve hoşgörüsüzlüğe dair değildir.[7]

Öte yandan Kur’an kapitalizmi, ticareti ve finansı da aynı ahlakî tarz dâhilinde ele alır. Metnin takip ettiği hat boyunca ahengi ve adaleti esas alıyorsa ticaret hayırlıdır, sonuçta barışa ve refaha yol açar (Muhammed de ticaretle uğramıştır) ama öte yandan tefecilik yasaklanmıştır:

“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, ‘Alışveriş de faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah'a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır. Allah, faiz malını mahveder, sadakaları(71) ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkâr nankörü sevmez.”(2:274–6).

Nisâ suresinin 29. ayetinden 32. ayetine kadar uzanan kısmında ise şu söylenmektedir:

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helâk etmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim haddi aşarak ve zulmederek bunu yaparsa, onu cehennem ateşine atacağız. Bu, Allah'a pek kolaydır. Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız. Allah'ın, kiminizi kiminize üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri (haset ederek) arzu edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.”

Şurası açık ki Marksist analizden farklı olarak Kur’an, çelişkiyi sınıfsal üretim ilişkileri ve sınıf bağlamında ele alamaz, dolayısıyla “adil” ticari işlemlerle toplumsal barışa ulaşılabileceğini söyler. Ama buradan Maxime Rodinson’ın İslam ve Kapitalizm (1966) isimli çalışmasında yaptığı gibi “Muhammed sosyalist değildi” çıkarımında bulunulamaz.[8]

Mesele, göründüğünden daha karışıktır. Yukarıda alıntılanan pasajlar dikkatle okunduğunda Kur’an, ticarete, ekonomik ilişkilere ve işlemlere doğru şekilde müdahale etme ve onları denetleme noktasında mevzuatla alakalı gerekli çerçeveyi sunar.

Sonuçta kendine has İslamî tarzı dâhilinde Kur’an, “Smithçi” değil, “Keynesçi”dir. Bu da Kur’an’ın sosyal demokrat siyasete yakın durduğu anlamına gelir. Kur’an’ın her kelimesine sadık kalan Arap tüccarlar önemli oranda zenginleşmişlerdir. Felipe Fernandez-Armesto’nun tespitiyle:

“İslam, kültür içerisinde önemli bir bileşen olan Arap tüccarları eliyle, orduların bile erişemedikleri yerlere yayılmıştır. Ticaret sayesinde İslamî inanç şehirler arasında farklı biçimlerde somutlanmış, Müslümanları despotik inhisarcıların yanına liman denetçileri, gümrük memurları ve acenteler olarak iliştirmiştir. Misyonerler, aynı ticaret yollarını takip etmiş, yolda dini yayma yükümlülüğünü ifa etmek için âlimler himaye arayışına girmişlerdir. Doğaüstü yetenekleri ve zahitlere has çalımları karşısında gittikleri ülkenin şamanlarıyla karşılaşacakları kaygısına kapılan ‘manevi sporcular’, bu yol üzerinde dini uygulama imkânları bulmaya çalışmışlardır.”

Bankacılık sistemi ise faizsiz olarak faaliyet yürütmüştür. Bankalar, tefecilik kurumları olduğundan şeriat yıllar içerisinde finans ve bankacılık işlemlerinde faiz yönteminin kullanımını yasaklamıştır. Bu anlamda Kur’an ticari kapitalizmle uyuşmaz. Öğretinin Marksist veya başka türden bir analizin düzeyine ulaşamamış olması, o dönemde ekonomik ilişkilerin azgelişmiş olması ve sanayi kapitalizminin yokluğu ile alakalı bir meseledir.

Yukarıda ifade edildiği biçimiyle Kur’an’daki öğreti ve uygulamalarda Yahudi ve Hristiyan öğretilerinin ve uygulamaların etkisi vardır.[10] Dolayısıyla Kur’an’da kadınlara bahşedilen statü, Kitab-ı Mukaddes’te bahşedilen statüyle aynı olmasa da benzeşir. Ticaret ve tefecilik alanında olduğu gibi Kur’an’ın kadın algısı da o dönemde geçerli olan azgelişmiş toplumsal ve teknik işbölümünün bir tezahürüdür (Batı’da olduğu gibi o dönemde Doğu’da da kadınlara emek piyasasında yer verilmemekte, kadınlar daha az eğitim almaktadır.)

Abdulhalim’in yerinde bir yaklaşımla dikkat çektiği ayetler bağlamı dışında okunduğunda, Kur’an’ın kadınlara karşı cinsiyetçi bir tutum içerisinde olduğu düşünülecektir:

“Bazı âlimler, Bakara suresinin 282. ayetini bağlam dışında ele almakta ve orada kadınlara karşı ayrımcılık bulmaktadır. Bir borcun yazılı olarak kayıt altına alınmasını isteyen Kur’an, o ayette şunu söylemektedir: ‘Şahit olarak iki erkek çağırın. Eğer iki erkek yok ise o vakit şahit olarak onay verdiğiniz kadınlar içinden bir erkek iki kadın çağırın, böylelikle iki kadından biri diğerinin unuttuğunu ötekine hatırlatır.’ Birçokları bu görüşü, tüm başka durumlara ve tüm şahitlik uygulamalarına teşmil etmektedir. Bu ayet, kendi bağlamı içinde ele alınmalıdır. Kur’an, burada insanların mülkiyetinin korunmasını istemektedir. Takip eden sayfalarda zenginlerden sadaka vermeleri talep edilmektedir, ardından yukarıdaki ayete dönülmekte, böylece paralarının hileyle alınmaması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Zenginlerden Allah adına faizsiz kredi vermeleri istenmekte, her türden kredi anlaşmasının kayıt altına alınması üzerinde durulmaktadır. Arapça on iki satır tutan bu ayet, kitaptaki en uzun ayettir. Bu ayette yazılı anlaşmanın nasıl güvence altına alınacağına dair talimatlar verilmekte, şahitlerle birlikte borç verenin parasının kaybolmasına veya taraflar arasında ihtilafa mani olunmak istenmektedir. Kur’an, insanlardan tüm bunları parayla ilgili meselelere ve hesaplama faaliyetlerine kadınların erkeklere kıyasla çok az dâhil edildiği, okuma-yazma oranının daha düşük olduğu bir kültürel ortamda talep etmektedir. Modern müfessirler, bugünkü kültürel bağlamın farklı olduğu, kadınların erkek kadar, hatta ondan daha fazla eğitimli olabileceği anlayışını benimsemektedir. Dolayısıyla aynı müfessirler, bu ayeti kültürel bağlamla sınırlı tutmakta ve kadınların tek başına şahitlik etmelerine, hâkim olmalarına izin verilebileceği üzerinde durmaktadır.”[11]

Sonuçta Kur’an’daki sorunsal, Batı’daki barışçı dinlerin, ayrıca belirli Marksist ve sosyal demokrat yaklaşımların üzerinde durduğu sorunsala benzer. Buna karşın modern öncesi dönemden farklı olarak kitabın bugün somuta taşınmasına dönük pratiklere bir dizi içsel ve dışsal fail aracılık etmekte, bu failler kitabın mesajını tahrip etmekte, İslam, küresel din ve sol siyaset arasında belirli bir mutabakatın oluşma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.

Emperyalizmin Kur’an’ı Mülk Edinmesi ve Somuta Taşıması

Batı Avrupa, bilhassa Soğuk Savaş esnasında, Hristiyan Demokrat partilerle solcu partiler arasında kurulan politik işbirliği örneklerini tecrübe etti. İtalya’da kurulan “tarihsel uzlaşma” hükümeti, bu konuda ele alınabilecek klasik bir örnek. Söz konusu hükümet, 1978’de Hristiyan Demokrat siyasetçi Aldo Moro’nun kaçırılıp öldürülmesi ile birlikte çöktü.

İtalya’da, hatta altmışlarda ve yetmişlerde Fransa’da kültürel açıdan Katoliklik ve komünizm (ilkinin sosyal demokrasiye, ikincisinin Avrupa komünizmine dümen kırmasıyla birlikte) toplumsal eşitlik ve kardeşlik gibi başlıklarda ortaklaşmaya, yolsuzluklardan arındırılmış bir politik sistem kurulması, toplumun daha iyi bir duruma getirilmesi gibi hedefler etrafında birleşmeye başladı.

İtalya Komünist Partisi içerisinde cattocomunisti (Katolik Komünistler) isimli bir grup oluştu ve böylelikle sol ile Katoliklik arasında kalıcı bir ittifak kurulması ihtimali açığa çıkartılmış oldu. Bunun dışında İtalya Komünist Partisi gibi İtalyan Kilisesi de Soğuk Savaş’ın dayandığı “bloklar mantığı”nı eleştirdi. Buna göre SSCB bir müminin benimseyemeyeceği, diktatöryel bir yapıydı, ABD ise liberal kapitalizmin kölesiydi ve sömürünün en uç biçimlerini savunuyordu.[12]

Bavyera’da Hristiyan sosyalistlerle muhafazakâr parti arasında bir ittifak kuruldu. İslam da dâhil tüm dinler içindeki müşterek kültürel unsurlar sayesinde bu kesimler sol teori ve pratiğe yakınlaştılar.

Irak, Türkiye, Orta Asya gibi yerlerde onlarca yıl solcu partiler içerisinde komünistler ve Müslümanlar birlikte siyaset yürüttüler.[13] Bu dinleri kesen birlikteliğin kültürel zeminine asıl mani olan politik güç ise Edward Said’in “oryantalizm” dediği şeydi. Daha doğrusu, oryantalizmin özel bir biçimiydi: bu biçimde Kur’an’ın emperyalistlerce mülk edinilmiş, somuta taşınmış hâli baskındı. Bu yorum ise Doğu ve Batı’daki politik kültürlerin ve din temelli medeniyetlerin kucaklanmasına engel oluyordu.[14] Peki bu tarihsel planda nasıl gerçekleşti ve söz konusu olguyu bugün teorik açıdan nasıl ele almalıyız?

Avrupa’nın Ortaçağ ve Bizans döneminin karanlığı ile cebelleştiği sıralarda Asya ekonomisi tüm canlılığı ile gelişmekte, birinci yüzyıldan da önce Hint ve Arap yarımadasına hâkim olan ticaret kapitalizminin gelişimine, Asya’daki ipek yollarının oluşumuna tanık olunmaktaydı.[15] Arap yarımadasındaki ticarete Müslümanlar hâkimdi. Esasen Kur’an, tüm Batı Asya’ya tam da ticaret, seyahatler ve savaşlar aracılığıyla yayıldı.

Kutsal toprakları Sarazenlerin elinden almak için Avrupa’nın düzenlediği sekiz haçlı seferi (1096–1271) başarısızlıkla sonuçlandı. Hristiyan Avrupa, bu süreçte sağlam bir teşkilâttan uzak, dağınık güçler eliyle yürütülen savaşlara imza attı. Nihayetinde Kudüs 1244’te Türklerin eline geçti ve 20. yüzyıla dek Müslümanların elinde kaldı. Osmanlı’nın (1453–1923) girişimleriyle hoşgörülü bir sistem teşkil edildi. Millet anlayışı oluşturuldu ama bu anlayış başarısız oldu. Nihayetinde Babıali çöktü.

Avrupa’nın genişleme süreci ve Aydınlanma’nın geliştirdiği milliyetçi öğretilerle birlikte imparatorluktaki etnik yapılar, imparatorluğu bir arada tutan politik tutkalı çözmeye başladı. 1400-1800 arası dönemde Batı Avrupa’nın ekonomi ve ticari faaliyetler açısından Asya ekonomilerini geride bırakması, sanayinin gelişmesi ve Batı Avrupa’da ulus devletlerin oluşması ile birlikte teknolojik üstünlük ve emperyalist tahakküm üzerine kurulu yeni bir sefer başlatıldı.

Avrupa emperyalizmi ilk olarak Osmanlı’yı dağıttı. On yedinci yüzyılda başlayan bu süreç 1923’te tamamlandı. Söz konusu süreç, Kur’an kaynaklı öğretilerin kültürel ve coğrafi temelde sahip olduğu birlikteliği de dağıttı. İlgili süreç şu türden sonuçlara yol açtı:

a. Balkanlar’da Hristiyan nüfus (Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar) ve başlarındaki elitler Osmanlı yönetimine karşı ayaklandılar. Yeni kurulan ama zayıf olan Balkan devleti olarak Yunanistan’ı kullanmak suretiyle İngilizler, Osmanlı’nın Anadolu’daki topraklarını ele geçirmeye çalıştı. Bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. 1923’te Kemal Atatürk’ün kurduğu modern Türkiye Cumhuriyeti sıra dışı bir devlet hâline geldi. Politik yönelim ve uluslararası ittifaklar açısından Batı yanlısı ve laik olan bu devlet, toplumsal yönelim ve dinî konular düzleminde İslam’ı bünyesinde tuttu.

b. Arap coğrafyasında Fransızlar ve İngilizler, böl ve yönet taktiğini kolayca uygulamaya koyamadılar. Churchill, Curzon, Clemenceau ve başka isimler, Arap yarımadasının, Mısır’ın, Ürdün’ün, Suriye’nin, Filistin’in ve Irak’ın sınırlarını tanımlama konusunda yoğun çaba sarf ettiler. Emperyalizm, Ortadoğu’daki jeopolitik çıkarlarını savunmak ve Müslüman-Arap nüfusu bölmek zorundaydı. Emperyalizmin o dönemde ana amacı, mezhepler temelinde Ortadoğu’yu farklı devlet bürokrasilerine ayrıştırmaktı. Britanya ve Fransa bu yönde adımlar attı ve Ortadoğu’yu Birinci Dünya Savaşı sonrasında böldü.

Bu süreçte emperyalizmin müdahalesi ve ayrıştırıcı girişimler üzerinden Kur’an, kültürel ve politik özerkliğini büyük ölçüde yitirdi. Batı’nın elindeki bilgi, siyaset, propaganda, kültürel emtia endüstrisi, İslam’ı ve Kur’an’ı nefretin ve şiddetin kaynağı olarak takdim etmeye başladı. Bu yaklaşım, Doğu konusunda yayılan Batı kaynaklı her türden bilgiye yön verdi. Edward Said’in ifadesiyle, “tarihte ilk kez İslam dünyası, kendisini Batı’da imal edilmiş imajlar, tarihler ve bilgiler üzerinden öğrenmeye başladı.”[16]

Bölgede Batı’nın beşinci kol faaliyetine dâhil olan, sınırları çizen efendilere her zaman sadakatini koruyan bürokrasiler teşkil edildi. Ama Batı’ya itaat etmeyenler şeytanlaştırıldılar veya aforoz edildiler. CIA eliyle bu tür hükümetler darbelerle devrildi veya Saddam örneğinde görüldüğü üzere ülkeler işgal edildi. Kukla bürokrasilerin genel amacı, kaynaklara ve kültürel ürünlere el koymak, böylece kendi amaçları doğrultusunda kullanmak, emperyalizmin sınıfsal çıkarlarına göre yönlendirmekti.

Oryantalizm, Batı’nın jeopolitik ve sınıfsal hedeflerinin tayin ettiği kültür emperyalizmidir. Bu sınıfsal hedefler kâr elde etme ve Arap halklarını sömürme fikri üzerine kuruludur. Klasik çalışması Şarkiyatçılık kitabının yirmi beşinci baskısı için kaleme aldığı önsözde Edward Said, Ortadoğu’da oryantalizmin sonuçlarını şu şekilde ele almaktaydı:

“Ortadoğu’nun Amerika karşıtlığına geçişi çok kolay oldu, dolayısıyla o, ABD’nin gerçekte bir toplum olarak ne olduğunu pek anlamadı. Hükümetlerin ABD’nin kendileriyle ilgili siyasetlerine etki edecek kudreti bulunmadığı için bu hükümetler enerjilerini kendi halklarını bastırıp kontrol altında tutma yönünde harcadılar. Bu da öfkeye ve bedduaya yol açtı. Söz konusu yaklaşım, insanlık tarihi ve insanî gelişim ile ilgili laik fikirlerin yerini yanlışlığın ve hayal kırıklığının aldığı, İslamcılığın ezberciliği güçlendirdiği, ötekini anlama anlayışına mani olduğu, laik bilginin rekabet etmesine izin vermediği, muhalif görüşlerin paylaşılmasının mümkün olmadığı bir toplumun kurulduğu sürece zerre katkıda bulunmadı. Zaman içerisinde İslamî içtihadın o sıra dışı geleneğinin ortadan kaybolmasıyla çağımızın en büyük kültürel felâketlerinden biri yaşandı. Sonuçta da modern dünyanın sorunlarıyla uğraşmayı ve eleştirel düşünceyi öne alan yaklaşım gözden kayboldu. Kitabîlik ve dogma her şeye hâkim oldu.”[17]

Kukla rejimlerin kurulmasına dönük girişimlerin ve masa başında imal edilmiş medeniyetler çatışması tezinin eşlik ettiği emperyalist müdahaleler ve savaşlar, Müslüman-Arap halkların Kur’an’ı esas alan gelenekleri tahrip etmesine neden oldu. Müslüman toplum, emperyalist müdahalelere savunmacı bir tepki geliştirdi ve bu tepki, kültürel ve politik açıdan belirli bir Kur’an anlayışından değil, Batı’nın kültürel ve politik müdahalesinden neşet ediyordu.

Süreç içerisinde oryantalizm, Doğu ile ilgili bir söylemin oluşmasını sağladı. Edward Said’in muazzam örneklerle aktardığı oryantalizmin kökleri, Aeschylus’un oyunu İranlılar’a kadar uzanmaktaydı.

Oryantalizm politik düzlemde iktidarı ele geçirdi, askerî üsleriyle ve kukla rejimlerle daha da kökleşti. Bu sayede Kur’an gibi Doğu’ya ait kültürel ürünler, Batı’nın mülkü hâline geldi ve sıradan bir Arap’ı kutuplaştıran ve öfkelendiren bir üslup üzerinden yorumlandı. Sonuçta Kur’an, hem Araplar hem de Batılılar tarafından yanlış bir tarz dâhilinde somuta taşındı.

Politik düzlemde bu pratiğin en yalın ifadesi, intihar saldırıları ve bu saldırılar sonucu öldürülen sivillerdi. Müslümanların emperyalizme karşı ortaya koydukları bu savunmacı pratikte Müslüman, bir bağnaza dönüştü ve sonuçta Kur’an’ı ya da Allah’ı kendi eylemini meşrulaştırmak için kullandı.

Oysa Kur’an şiddeti teşvik etmiyor, özsavunmanın bile çatışmayı tırmandıracak adımlardan sakınmak adına dikkatli bir üslupla icra edilmesi gerektiğini söylüyordu.

Bugün Arap topraklarının Batı’ya karşı savunulması için ortaya konulan pratiğin Haçlı Savaşları’nda ortaya konulan pratikle bir alakası yok. Kutsal toprakları ve şehirleri savunan Müslümanlar, esasen oryantalizmin vermesini istediği mücadeleyi veriyorlar. Çünkü bu mücadele, oryantalizmin genişleme ve maddi üretim davasına hizmet ediyor ve İslam, tam da Batı’nın emperyalist söylemi üzerinden somuta taşınıyor.

Kur’an’ın emperyalist tefsiri, sadece kukla rejimlere itaat etmeyi ve düşünce âleminin kontrol altında tutulmasını emretmekle kalmıyor, aynı zamanda zalimin mazluma belirli eylem biçimlerini dayatmasını mümkü kılıyor. Mazlumlar, bu eylemlerle zalimlerden kurtulabileceklerini düşünüyor, bir yandan da eylemleri için Kur’an’a yaslanıyor.

İnsanların öldüğü koşullarda zalimler, medeniyetler çatışması yalanının hükmünü yürütmesi karşısında duydukları sevinç ve memnuniyetle Batı’nın güvenlikle ve ekonomiyle ilgili çıkarlarına hizmet ediyorlar.

İslam ve Günümüzde Avrasya Siyasetinin Merkeze Oturması

Politik oryantalizm, İslam dünyasının kültürel ve politik yapısına sızdı ve bu yapıyı dağıttı. Bugün ondan kurtulmanın güç bir iş olduğunu görmek gerek. Burada Hegel’in bahsini ettiği efendi-köle ilişkisi geçerli. Bu ilişkide efendi, köleleri terbiye ve disipline etmek zorunda olduğu için asla özgür olamaz.

Sonuçta İngilizler Irak siyasetinden çekildiler ama geride büyük bir iktidar boşluğu kaldı. Bu noktada din, siyaset ve etnisite düzleminde mevcut olan tüm çatlaklar açığa çıktı.

Ayrıca bu noktada oluşan yarıklar ve ayrışma noktaları, bilhassa Sovyetler’in ve bağlantısızlar hareketinin ortadan kalkmasıyla açığa çıktı. Bu gelişme, Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında kafa karışıklıklarına yol açtı.

İlgili süreçte NATO, Hristiyan Sırplara karşı Bosna ve Arnavut Müslümanlarına destek vermek için müdahalede bulundu. Bu koşullarda Ortadoğu’da eski stratejisine bağlı kalan oryantalizm, Müslümanlara saldırmayı sürdürdü.

Suudiler ve Endonezyalılar, Bosnalı Müslümanlara yardım ettiler ve Anglosaksonların davasına sadık kaldılar ama bu tavrın Filistin’e, Afganistan’a ve Irak’a bir hayrı olmadı.

Ortadoğu’nun bölünmesi, sadece toprak veya bürokrasi temelli bir bölünme değildi. Kültür ve din temelinde de bölünen bölgede İslam ve Kur’an da rakip gruplar arasında tasnif edildi. Oryantalizmin böl-yönet stratejisi kafa karışıklıklarına, düşmanlıklara ve çatışmalara yol açtı. Bu strateji, aynı zamanda Hristiyanlıkla İslam arasında politik bir mutabakatın oluşmasına da mani oldu. Hristiyan Batı’nın Ortadoğu’yu istila etmesiyle kültürel yarık iyice büyüdü.

NATO’nun Bosna Müslümanlarına destek vermesiyle birlikte iki dinî yapı arasındaki kutuplaşma süreci hızlandı. Oysa ortak meselelere işaret eden, ortak dertleri bulunan İslam ve Hristiyanlığın toplumsal eşitsizliği ve şiddeti birlikte ele alması, gerekli çözümleri bulması mümkündü.

Batı’nın yürürlüğe koyduğu parçalama ve ayrıştırma stratejisine verilecek cevap, Doğu ve Batı’nın sosyal failleri arasında emperyalizme karşı duran bir mutabakatla verilebilir. Emekçiler, aydınlar, müminler, sol siyasetçiler, hayır kurumları, çevreciler, kadın hareketi ve toplumsal eşitlik için mücadele edenler bu mutabakatın parçası olmalıdırlar.

Oryantalizm, Kur’an’ı savaşçı ve intihar eylemcisi Müslüman kurgusu üzerinden yorumlar, dolayısıyla bu mantık Hristiyanlık, İslam ve sol arasında kurulacak ilerici ittifaklar etkisiz kılınmalıdır. Her ne kadar bu faaliyet, tüm dünya genelinde yürütülmek zorunda ise de hiç şüphe yok ki bu noktada Avrasya sahip olduğu önemle daha fazla öne çıkacaktır.

Fransa sahillerinden Japon adalarına, Stockholm’dan Kudüs’e, Lahor’dan Kalküta’ya uzanan Avrasya, stratejik açıdan en önemli kıtadır. Bu kıtada stratejik açıdan önemli bir konuma ve nüfuza sahip olamayan hiçbir büyük güç, dünya siyasetinde sahip olduğu konumu ve nüfuzu koruyamaz. Bir bütün olarak Avrasya,

i. dünyadaki en büyük brüt hâsılayı üretmektedir;

ii. dünyadaki en büyük nüfusa sahip olan bölge olarak en fazla tüketicinin bulunduğu yerdir;

iii. Rusya dâhil dünyanın en büyük üç devleti buradadır;

iv. Güneydoğu Asya’nın bir ucunda, Batı Avrupa’nın diğer ucunda durduğu bölge bünyesinde en gelişmiş ekonomileri barındırmaktadır.

Dahası Rusya, Ortadoğu ve Orta Asya petrol, doğal gaz gibi hammaddeler ve diğer hidrokarbon kaynaklarına sahiptir. Bu hammaddeler ve kaynaklar olmaksızın Batı Avrupa, Japonya, Çin ve ABD, en azından mevcut teknoloji temelinde, ekonomik açıdan anlamlı bir kalkınma ve modernizasyon programını yürütemez. Bu sebeple Avrasya, Batı ve güvenlik düzleminde ittifak kuran ABD, Avrupa, Japonya için çok önemlidir. Batı’nın Avrasyalıları teslim almak için oryantalizmi devreye sokmasının gerekçelerini burada aramak gerekir.

Analizimizin de ortaya koyduğu biçimiyle Batı’nın Kur’an’ı emperyalist çıkarlara göre yorumlama girişimi, oryantalizm stratejisinin bir parçasıdır. Bu stratejiyi boşa düşürmek için bizim, oryantalizmin uyguladığı şiddete cevaben, emperyalizm dışı öğretilere ve kitaplara geri dönmeli, bu şiddete karşı şiddet üretme yoluna başvurmamalıyız.

Bu noktada şu söylenmeli: Hristiyanlık, İslam ve sol arasında kurulacak politik ittifakın inşa süreci uzun bir geçmişe sahip ama onun daha yürüyecek çok yolunun olduğunu söylemek lazım.

Çıkarımlar

Bu makalede, Kur’an’la ilişkilendirilen, tartışmalara yol açan üç meseleyi ele aldım: Kur’an, şiddete fikri düzeyde destek sunmakta mıdır? İslam ve kapitalizm uyumlu mudur? Kadının İslam’daki yeri nedir?

Çıkarımıma göre belirli bir bağlama oturtulmuş, emperyalizmin güdümünden çıkartılmış bir İslam okuması, esasen Marksizm, Hristiyanlık ve solu ilgilendiren bir mevzudur. Geçmişte bazı mezhepler laik ve ilerici kesimlerle ittifaklar kurmuştur (İtalya’daki tarihsel uzlaşma ayrıca Irak Komünist Partisi buna örnektir).

Esas olarak Avrasya’da Hristiyanlık, İslam ve sol arasında ittifak kurulmalıdır. Bu ittifak bugün için imkânsızdır, çünkü oryantalizm buna mani olmaktadır. Ayrıca Doğu’nun ve Batı’nın aklında ve eylemlerinde emperyalizmin ve yeni emperyalizmin Kur’an yorumları hâkimdir.[18] Bu durum, Batı’nın güvenlikle ilgili çıkarlarına ve sınıfsal çıkarlarına uygundur, ama halkların çıkarlarının aleyhinedir. Bu halkları yöneten hükümetlerse Batı’nın emperyalist kontrolüne teslim olmuş zalimlerin hâkimiyetindedir.

Samuel Huntington gibi Batılı aydınların elinde Kur’an, lime lime edilip O’na el konulmaktadır.[19] Medeniyetler çatışmaları denilen yalan dâhilinde İslamî öğretinin anlamı tahrip edilmektedir. Öte yandan bir başka emperyalist tefsir daha vardır. Müslümanların düşünsel ve politik faaliyetlerine sinen bu tefsir, esasen teknolojik emperyalizme ve Batı’nın şiddetine cevap olarak üretilmiştir. Söz konusu şiddet, öfkeye ve nefrete yol açmıştır. Sonuçta da Müslümanlar, intihar eylemi gibi bir şiddet eylemini meşrulaştırmak için bu tefsire başvurmaya başlamıştır.

Bu tepki, esasen Batı’da bilgi ve güç konusunda uzman olan isimlerin bir tepkisidir.[20] Kanaatime göre bu tür bir tepki, emperyalizmin işine gelmekte, onun böl-yönet politikasına katkı sunmakta, öte yandan tüm Avrasya genelinde din ve ilerici siyaset arasında kurulacak politik mutabakatın zeminini ortadan kaldırmaktadır.

Bu kısa makalede tartışılan meselelerin ilerleyen süreçte derinleştirilmesi ve kapsamlı bir biçimde analize tabi tutulması gerektiği açıktır. Bu meselelerin Batı literatürüne ait konu başlıklarıyla ve sorunlarıyla ilişkili oldukları görülmeli, Avrupa modernitesini Doğu’nun azgelişmişliğini ve cehaletini karşıya atmak suretiyle yorumlamak için kullanıldıkları üzerinde durulmalıdır.

Doğu’nun tarihsel planda geri ve azgelişmiş olduğu tespiti, tümüyle yanlıştır. Bu tespitin yanlışlığına ilişkin kanıtları Marx ve Weber gibi teorisyenlerin çalışmalarında bulmak mümkündür.

Sonuçta Kur’an’ın beşerin ilerlemesine sunduğu katkıyı anlamak için bu sorunları ele almalı, onları darkafalı ve akılsızca bir tutumla elimizin tersiyle itmemeliyiz.

Vassilis K. Fouskas

[Kaynak: “The Imperial Reification of the Qur’an”, Journal of Communist Studies and Transition Politics, 2009, Sayı: 25:1, s. 32-47.]

Dipnotlar:
[1] Nicos Poulantzas, L’Etat, le Pouvoir, le Socialisme (Paris: PUF, 1978), s. 24.

[2] Bu tanımın kaynağı, Georgy Lukacs’ın ilk çalışmalarından olan, ilkin 1922’de yayınlanan Tarih ve Sınıf Bilinci’dir. Burada Roney Livingstone’un yaptığı İngilizce çevirisine atıfta bulunulmaktadır: (Londra: Merlin Press, 1971), s. 83–222. Ancak okur, Kapital’in ilk cildine de bakmalıdır. Burada Marx ilgili meseleyi, genç Lukacs’ta görülen Hegelcilik yerine posthegelci bir tarzda ele alır.

[3] Gaston Bachelard’ın çalışmalarından yararlanan Althusser, bu terimi daha çok şeklen kullanır ve onu semptomatik okuma yoluyla idrak edilebilen, hem var hem de yok olan, sorunlarla yüklü bağlam olarak tarif eder. Bkz. Louis Althusser, For Marx (Harmondsworth: Penguin, 1969), s. 252–3.

[4] Kur’an’da 114 sure vardır ve bu sureler bir dizi ayetten oluşur. Burada Mekke ve Medine ayetleri arasında yapılan ayrım üzerinde durmayacağım. Ama kısaca şu söylenebilir: Medine ayetlerinde verilen mesajlar Medine’ye yapılan göç sonrasına aittirler. Bu dönemde artık Müslümanlar zulüm gören bir azınlık değil, Peygamber’in liderlik ettiği, belirli bir yapıya kavuşmuş dinî bir cemaattir. Burada daha çok Muhammed Esed’in 1980 tarihli çevirisi esas alınmıştır. Esed, sonradan Müslüman olmuş bir Avusturyalıdır. Kullanılan diğer bir meal de M.A.S. Abdulhalim’in mealidir: The Qur‘an (Oxford: Oxford University Press, 2004).

[5] Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order (Londra: Simon & Schuster, 1996), s. 263.

[6] Alıntılar şu şekilde verilecektir: 2:191.

[7] Abdel Haleem, Understanding the Qur‘an: Themes and Style (Londra: I.B. Tauris, 2001).

[8] Bugün hâlâ Rodinson’ın çalışmasını doğru kabul eden akademisyenler de aynı hatayı yapmaktadır. Bir örnek için bkz. Mustafa Akyol, ‘Is Capitalism Compatible with Islam?’, Turkish Daily News, 19 Şubat 2007.

[9] Felipe Fernandez-Armesto, Civilizations (Londra: Pan Macmillan, 2000), s. 394.

[10] A.g.e., ayrıca bkz.: Edward W. Said, Orientalism, 25. Baskı (Londra: Vintage, 2003); Fernard Braudel, A History of Civilizations (Harmondsworth: Penguin, 1993), s. 48–9 ve başka yerlerde.

[11] Abdel Haleem, ‘Introduction’, The Qur’an, s. xxv–xxvi. Kadınla ilgili diğer bir ayet de Bakara suresi 228. ayettir. Orada “kocaların karıları üzerinde hakları vardır” denilmektedir. Oysa buradaki bağlam boşanma ile ilgilidir. Dolayısıyla burada sadece kadına veya sadece erkeğe değil, tüm eşlere atıfta bulunulmaktadır. Doğrudur, Kur’an kadınların toplumda ve hukukta eşit haklara sahip olduğunu söylemez ama Batı’da eşitlik meselesinin ancak İkinci Dünya Savaş’ından hemen önce gündeme geldiğini de hatırlamakta fayda vardır.

[12] Özellikle bkz. Giovanni XXIII, Mater et magistra (Vatikan, 15 Mayıs 1961); Giovanni Paolo II, Centessimo anno; La dottrina sociale della chiesa oggi (Vatikan, 1 Mayıs 1991). İtalya Komünist Partisi’nin Katoliklerle ilgili siyaseti konusunda bkz. Documentazione (İKP Okulu Belgesi), Comunisti e cattolici, stato e chiesa, 1920–1974 (Rome: PCI, 1974). İtalyan siyasetinin ve solun analizi konusunda bkz. Donad Sassoon, Togliatti e la via italiana al socialismo (Torino: Einaudi, 1980); Vassilis K. Fouskas, Italy, Europe, the Left: The Transformation of Italian Communism and the European Imperative (Aldershot: Ashgate, 1998).

[13] Irak konusunda Hanna Batatu’nun eşsiz çalışmasına bakılabilir: The Old Social Classes and the Revolutionary Movements of Iraq (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1978).

[14] Öte yandan bu konuda Marx ve Weber’in de sorumluluğu vardır. Avrupa’daki sanayileşmeden önce yaşanan modernleşme ve ekonomik kalkınma süreçlerini görmeyen iki isim, İslam’ı ve diğer Doğu dinlerini moderniteye ve kapitalist gelişmeye karşı yapılar olarak tanımlamıştır. Bu yanlış anlayış, son dönemde kaleme alınan çalışmalarda sıklıkla karşımıza çıkmaktadır: örneğin çığır açıcı çalışmasıyla Andre Gunder Frank, ReOrient: Global Economy in the Asian Age (Berkeley, CA: University of California Press, 1998).

[15] Gunder Frank’in ve başka isimlerin çalışmaları yanında şu çalışmaya da bakılabilir: Lionel Casson, The Periplus Maris Erythraei. Giriş, çeviri ve şerh: Lionel Casson (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1989). Dikkatimi bu kaynağa çektiği için New York Şehir Üniversitesi’nden Maritsa Poros’a teşekkür ederim.

[16] Edward W. Said, Uncovering Islam: How the Media and the Experts Determine How We See the Rest of the World (Londra: Vintage, 1981), s. 56.

[17] Said, Orientalism, s. xxvii–xxviii. İçtihat, hukuki kaynaklara dair bağımsız yorumlama girişimi ile hukuki kararlarda bulunmayla ilgili Şii pratiğine verilen addır. Bu sayede hukuki muhakeme gelişmiş, ama onuncu yüzyılda içtihat kapısı kapatılmıştır.

[18] Fransa ile Britanya’da somutlaşan emperyalizmle İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD eliyle inşa edilmiş olan yeni emperyalizm arasındaki ayrım ve farklılıklar konusunda bkz. Vassilis K. Fouskas ve Bülent Gökay, The New American Imperialism: Bush’s War on Terror and Blood for Oil (Westport, CT: Praeger, 2005).

[19] Bu noktada bilhassa Huntington’ın Medeniyetler Çatışması çalışmasından bahsedilmelidir.

[20] Jean Baudrillard’ın tespitiyle simüle edilmiş gerçekler, örneğin emperyalizmin somuta taşıma pratiği ile ürettiği gerçekler, herhangi bir göndergeye, zemine veya kaynağa sahip değildirler. Bunlar, temsil mantığının dışında işlerler. Kitlelerin bu gerçekleri bastırmak için bulduğu tek yöntemse apatidir. Burada Baudrillard’ın “kitlesel apati” tespitine atıfta bulunmuyorum, ama insanların emperyalist merkezlerde üretilmiş ve somuta taşınmış mesajları (göstergeleri) zihinde konumlandırma noktasında yaşadıkları zorlukla ilgili bu argümanın epey güçlü olduğunu düşünüyorum. Bu durum, kitle iletişim araçlarından yayılan mesajların deşifrasyonunu daha da zorlaştırmaktadır: bkz. Jean Baudrillard, ‘What are You Doing After the Orgy?’, Artforum (Ekim 1983), s. 42–6.