30 Eylül 2024

, ,

Şehidimiz Hüseyin’dir Ama Kerbela İkinci Kez Yaşanmayacak

Bu yaşananlar, yeni bir Kerbela değil. Şehit liderimiz ve yoldaşlarının kırk yıl önce planladığı ve uğruna çalıştığı şey bu değildi. 

Bize, hiç tereddüt etmeden bağlı kaldığı, kökleri derinde olan, Direniş adını verdiğimiz o büyük ağaç kaldı.

Lübnan’da yaşananlardan gizli ya da açık gurur duyanlar, Gazze’de işlenen apaçık suça sessiz kalıp destek verenlerle aynı kişilerdir. 

Tüm bu insanlar halkı, direnişin çöktüğüne, davasını kaybettiğine ve kitleler halinde boyun eğip teslim olunması gerektiğine inandırmaya çalışıyor.

O, dünyanın yüzüstü bıraktığı Hz. Hüseyin’in konumunda değil. Bilâkis, elde etmenin bedelinin çok ağır olduğunu bile bile, bir hakkı savunmak için ayağa kalkan ve savaşan Hüseyin’in ta kendisidir.

Hazreti Hüseyin’in hikâyesi, yaklaşık on dört asırdır yeryüzünün dört bir yanındaki devrimcilerin destanlarında yaşıyorsa, bizim Hüseyin’imizin katline ortak olanlar, infaz edenler ve sevinenler şunu unutmamalıdırlar: Seyyid Hasan, haksızlık karşısında her devrimci için ebedi bir sembol hâline gelmiştir.

O, Kudüs’ü ve Filistin’i savunmak için şehit düşmüştür. Tüm nefrete, çarpıtmalara, kine, hayal kırıklıklarına ve cehalete rağmen, hayatının son anına kadar Amerika ve İsrail’e karşı savaşmanın, özgür yaşamak isteyen herkes için kutsal bir görev olduğuna inanmıştır.

Bugün direnişin tüm destekçilerini keder ve öfke sarmış durumda. Seyyid Hasan’ın şehadeti, onlarca yıldır baskı altında yaşayan pek çok kişinin öfkesini açığa çıkardı. Bu öfke, ne sloganlarla ne de gözdağı kampanyalarıyla bastırılabilir. Şu anda en yararlı olan şey, suçlunun kimliğini ve adresini kanıtlamaya gerek duymayan herkesin devrimci uyanıklığıdır.

Bugün bizlerin, direnişin mensuplarının, evlatlarının ve gelecek nesillerinin önünde duran en önemli görev şudur: Direnişi korumak, onu her türlü zarardan esirgemek ve onun fikrini ve tarihsel değerini savunmak için en büyük bedeli ödemeye hazır olmak.

Bu acımasız dünyada, Batı tarzı uzlaşma, mutabakat ve sözde gerçekçilik adı altında pazarlık edilebilecek makul hiçbir şey yoktur.

İçinden geçtiğimiz günler zorlu olsa da insanlar yakında şunu anlayacaklardır: Düşmanı bekleyen şey, Binyamin Netanyahu gibi bir manyağı sembol hâline getiren bir efsaneye dayanan vahşeti nedeniyle, umduğunun tam tersi sonuçlar olacaktır.

Zor günlerden geçiyoruz, fakat düşmanın inandığı ve teşvik ettiği gibi, sahada direniş kırılmadı. Kanaat önderleri, siyasetçiler, akademisyenler ya da aydınlar olarak gördüğümüz ve artık suça tam ortak olan sessizlikleri ışığında varlıkları anlamsızlaşan zayıf insanlar ordusu, bu gerçeği değiştiremez.

Tarafsızlık, artık kendini büyük yangından uzak tutmak değildir. Uzlaşma, artık nefes almak için bir şans değil ve boyun eğmek artık alçaklık ve zayıflık pelerininde saklanmak isteyenlerin sığınağı olamaz... İnsanların tek yapması gereken, savaşın değil, sadece bu roundun sonunu beklemektir!

İbrahim Emin
30 Eylül 2024
Kaynak
Çeviri: YDH

, ,

Nasr

Hanzala: “Siyonistlere karşı direnişim ‘terörizm’se, beni de terör listesine kaydedin!”

 

İzâ câ enasrullahi vel feth.”

 

“Nasr”, “yardım” ve “zafer” anlamlarıyla birlikte kullanılıyor. Ali Şeriati, “en-nas” kelimesi yerine “Allah” kelimesi kullanıldığı vakit anlamın değişmeyeceğini söylüyor. “En-nas”, halkı ifade ediyor. Bu anlamıyla, Halkın Partisi’nin komutanı ve liderinin ismiyle müsemma olduğunu söylemek gerekiyor. O, ezilen halklara yardıma ve o halkların zaferine vesile olandır. Biz ondan razıyız. Allah, ezilen halkları şehitlerin yolundan ayırmasın, kavgayı her daim harrlı kılsın.

* * *

Nasrallah’ın katledildiği gün Ayşe Hür[1] ve Eren Keskin[2] gibi Amerikan mandası muhibbanının düşman olduğu şey de o halktır. Halka karşı savundukları şey, Batılı bireydir. Bu birey, kölecidir, işgalcidir, sömürgecidir. 

Bu kişiler, kendi liberalizmlerine uşaklık edecek bir Kürt imal etmenin derdindedirler. Kürt’ü aşağılık gördükleri için ona “Amerikan mandası veya Siyonizmin uşağı olmak istiyor musun?” sorusunu soramazlar.

Ayşe Hür, “sınıf savaşına evet, toprak ve sınır savaşına hayır” demektedir. Aslında bunu efendilerinin hamiliğini üstlendiği İsrail için dile getirmektedir. Hür gibiler, İsrail’in toprağını ve sınırını korumak için başka halklara bu tür laflar ederler. Onların toprak ve sınır için dövüşmesine mani olmak isterler. Ama nedense sınıf savaşının hiçbir yerinde görünmezler. Görünüyorlarsa bilin ki işçi sınıfının davasını burjuvalara satmakla meşguldürler.

Eski TKP’li olduğunu söyleyen Hür, 2000’lerde tekstil zengini olan merkez komite üyesi şefinin yoluna tabidir. Bu şef, zenginliğini işgal ordusu olarak NATO’ya sattığı kamuflajlara borçludur.

Bu tür liberaller, emperyalizmin Batılı birey kurgusunu (tanrısını) aşan, önemsizleştiren her türden kolektif çıkışa, direnişe ve kavgaya düşmandırlar. Halk düşmanları, o Batılı birey’i sarı-kırmızı-yeşile boyadıklarında bu gerçeği örtbas edeceklerini düşünürler. Oysa bu boyama pratiği, ezilen halkın mücadelesini içeriksiz kılma, içini boşaltma girişiminden başka bir şey değildir. Bu pratik, İsrail’in zulmünü yeşile, gökkuşağına ve mora boyama girişimleriyle uyumludur.

Emperyalist tekellere hizmet eden bu liberaller, tekraren, kölecidir, işgalcidir, sömürgecidir. Bunların işçi sınıfına, ezilen halklara ve milletlere verebilecekleri bir şey yoktur. O tekellerin yeni düzeni, kolektifi yok edip kendi birey kurgusunu hâkim kılma üzerine inşa edilmiştir. Teknolojisi de ardındaki fikir de bu inşa pratiğine dâhildir. Dolayısıyla, Eren Keskin, emperyalist tekellerin bir mevzi ve kazanım olarak “beşeriyet”e ve “insan”a dair ne varsa yok etme girişimine ortaktır.

Nasrallah’ın ölümüne bakıp kadın, lubun ve Kürt düşmanlığı görmek, emperyalizm uşaklığının bir neticesidir. İHD başkanına göre, bunlar dışında insan yoktur, hariçtekiler, insan olmayanlar sürülmeli, köleleştirilmeli veya yok edilmelidir. İHD’nin ideolojisi, artık budur.

Eren Keskin, Nasrallah’ın ölümü üzerine TV’de gözyaşı döken Hristiyan kadın spikerin acısını bilemez, anlayamaz. O, kendi bağlandığı emperyalizmini ve sömürgeciliği savunmaktan başka bir şey yapamaz. “Kürt”, bu savunu için istismar edilen basit bir araçtan ibarettir.

Liberalizmin mavi ceketi altına sakladığı faşist kahverengi gömlek, görülmelidir. Bahsi geçen isimlerin dedikleri, demediklerini gizler. Buradaki kölecilik, işgalcilik ve sömürgecilik, ifşa edilmelidir.

Brezilya’nın eski başkanı Bolsanaro, emperyalistlerin tarım politikası neticesinde zulüm çeken Brezilya köylüsünün eline silâh verir ve bunlara der ki “o yerliler Amazon içlerinde yan gelip yatıyorlar, sizin olanı tüketiyorlar, gidin arazilerinizi alın.” Bu emir üzerine onlarca çete kurulur ve Amazon yerlilerine saldırılır.

Geçmişte Türk’e ve Fars’a öğütlenen şey, bugün Kürt’ün kulağına fısıldanıyor. Sömürü ve zulmün asıl müsebbibi olan güçler, başka halklara “siz büyüyeceksiniz, gelişeceksiniz, ilerleyeceksiniz ama bu Araplar yok mu! Sizin önünüzdeki engel, sizin Norveç, İsveç olmanıza mani olan şey, Araplardır. Saldırın!” diyorlar. Bu listeye artık İran da ekleniyor. AKP mensubu paşa ile Ayşe Hür, bugün İran konusunda aynı şeyi söylüyor.

Bu ülkede ateizm, bir tür Arap düşmanlığı üzerinden içerik ve anlam kazanıyor. Ne zaman efendiler, Arap coğrafyasına sarkıyor, oraları işgal etmek ya da oraların kaymağını yemek istiyor, ülkede illaki bir Arap düşmanlığı körükleniyor. İslam düşmanlığı, Arap düşmanlığının bir türevi olarak cisimleşiyor.

Onca Arap örgütü Kürt’e destek vermişken, Kürtlere “bize ne Filistin’den! Onlar bize Rojava’da yardım ettiler mi?” lafı ezberletiliyor. DEM Parti bu düzlemde, ağzına çalınan bal ve balın sahipleri adına konuşuyor.[3] O sebeple, Kürt’ün iradesine kırk yıldır edilen lafı Hamas için kullanıyor, “İsrail’in Hamas’ın ekmeğine yağ sürdüğünü, onun istediği şekilde şiddet sarmalını derinleştirdiğini” söylüyor. Ardından da emperyalizmin projesi olarak “çift devletli çözüm”e destek sunuyor. DEM’e değil, onu konuşturan vantrologa bakmak gerekiyor. Ondan vekillik bekleyen örgütler, Filistin ve Lübnan konusunda susmak zorunda kalıyorlar.

Bir videoda vardı. Bir adam, onlarca hindinin karşısına geçip “gulu gulu” diyor, hemen ardından tüm hindiler “gulu gulu” diye bağırıyorlar. Sosyal medya, birey sürüsünü hindileştiriyor. Biri bir cümle söylüyor, herkes, içerik üretme mecburiyeti uyarınca, o cümleyi sürekli tekrar ediyor. Bugün bile hâlâ “bu domuz bağcılara destek verecek değiliz” diyen cahillere rastlanıyor.

Ayşe Hür, Eren Keskin gibi hasbara[4] elemanlarına bu hindi sürülerini gütmek için para veriliyor. Bunların sözlerindeki şifreler kırıldığında, Kürt’e fısıldanan şu söz açığa çıkıyor: “Ey Kürt, büyüyeceksin, ilerleyeceksin, zengin olacaksın ama Araplar buna mani!” Hepsi de ideoloji, fikir ve eylem düzeyinde İsrail devletiyle özdeşlik kuruyor.

Ayşe Hür, “Bereketli Hilâl” lafını bu nedenle kullanıyor. NATO-Pentagon-CIA’deki efendilerinin emriyle İran’a yönelik saldırının taşlarını döşüyor. Halkları İran düşmanı kılmak için uğraşıyor.

O hain ve alçak bireyler, efendilerin düşmanlaştırdığı Amazon yerlilerine saldırıyorlar. Yabani, ilkel ve barbar görülen unsurların isimleri değişiyor. İki yüz yıl önce Avrupa’dan gelen göçmenlere de Kızılderililer konusunda aynı şey söyleniyor. “Onlar tembel, uyuşuk, toprağı işlemeyi bilmiyorlar, toprak sizindir!” Efendiler, kendi köleleştirme, işgal ve sömürgecilik faaliyetine asker yetiştiriyorlar. Sömürü ve zulüm, bu asker bireyler eliyle gizleniyor.

Ayşe Hür, ezilen halklara “Eski tarz coğrafi imparatorluklar, geri toplumların muhayyilesini işgal ederken, gelişmiş toplumlar, coğrafyaları aşan ekonomik, teknolojik, kültürel emperyalizmin nimetlerini yer” diyor. Yani “O nimetler için emperyalizme asker olun, benim gibi ona uşaklık edin!” buyuruyor. “İsrail, ekonomik ve teknolojik alt imparatorluk olsun, ama bu savaş işini fazla abartmasın” diyerek, Siyonistlere danışmanlık hizmeti sunuyor. Ortadoğu’yu beden algısı üzerinden tanımlıyor, İran’ın “kanser” olduğunu söylüyor. Bu köleci, işgalci ve sömürgeci akıl, liberalizm üzerinden tüm sola sirayet ediyor. 

Sol, emperyalistlerin “gelişme, ilerleme, ittihat, hürriyet ve terakki” masallarına inanıyor. Bugün köleciliğe, sömürgeciliğe ve işgalciliğe hizmet eden her türden düşünce ve eylemle mücadele etmek gerekiyor. O, mücadele ettiği için şehit.

Eren Balkır
29 Eylül 2024

Dipnotlar:
[1] Ayşe Hür, “Metastaz”, 28 Eylül 2024, X.

[2] Eren Keskin, “Emperyal”, 28 Eylül 2024, X.

[3] DEM Parti, “İsrail’in Saldırıları Savaş Suçudur”, 21 Eylül 2024, Yeniyaşam.

[4] Eren Balkır, “Hasbara”, 11 Ekim 2023, İştiraki.

29 Eylül 2024

,

Halk Düşmanları

“Zenginler artık güvende değil”


Kimlik siyasetinin güzide temsilcileri, hümanistler/liberaller, demokratlar-sol liberaller, kendilerinin eline diken batınca fındıkkabuğunu doldurmayacak kişisel, bireysel, şahsi günlük sorunları karşında dünyayı yıkıp avaz avaz bağırırken, ezen sınıflar karşısındaki haklı ve meşru devrimci şiddeti eril ve gerici buluyorlar. O da yetmezmiş gibi, devrimci şiddeti devletin şiddeti ile bir görüp, kendisinin devlet ağzıyla, devletin-sermayenin argümanlarıyla konuştuğu gerçeğini gizliyorlar.

Sanki tarafsızmış gibi görünen liberaller, aslında devletin somut şiddetine karşı verilen en küçük öz savunmayı “eril, ahlakçı, mahalle bekçisi” gibi ifadelerle karşılıyorlar, oysa bunlar, devrimci komünistlere “terörist” diyen faşist diktatörlüğün argümanlarıdır. O, sadece postmodernizmin yolunu tuttuğu için argümanları biraz daha soft, lakin maksat aynı: mazlumun haklı şiddetini haksızmış gibi göstermek.

Şiddetin ve savaşların tarihsel ve sınıfsal yanını görmeyenler, görmek istemeyenler, elbette kitabın ortasından konuşup dünyanın kuruluşundan bu yana zalimin zulmüne karşı mazlumların, haklıların, halkların örgütlü mücadelesini, onların haklı ve meşru şiddetini yanlış kabul edecek, bu eylemselliği yaratan zulmü yanlış aksettirecektir. Orta yolcu, o tarafsız tavrı ile haklıyı haksız, mazlumu zalim, zalimi de mazlum göstererek, o zulüm düzenini yürüten savaş ağalarının postallarını yalayacaktır.

Liberaller, hümanist yaşamı kutsayan Pollyanna’cılar, emperyalist haydutların sömürge/yarı sömürge ülkelerdeki askerî, ekonomik, kültürel hegemonyasına, savaşlara, politik-pratiklere ses çıkarmazken, ülkemizde veya başka bir ülkede ayaklanan kitlelerin birkaç mağazayı kamulaştırmasını “hırsızlık” olarak göreceklerdir. Onların görevi budur: görevi, burjuvaların özel mülkiyetini korumaktır. Bunlar, dünyanın tüm nimetlerini özel mülkiyetine geçiren burjuvaya tek ses çıkaramazken, halkın kendisine ait olanı almasını köşe yazılarında “hırsızlık, vandallık bu!” çığlıklarıyla karşılarlar.

Liberallerin bu tavrı, devrimci komünistler açısından şaşırtıcı bir şey değildir. Zira onlar çok iyi bilir ki sınıflı toplumda herkes, belli bir sınıfın üyesi olarak yaşar ve her düşünce biçimi, istisnasız, bir sınıfın damgasını taşır.

Liberaller, reformistler, demokratlar, şovenist-milliyetçiler, kısaca burjuva ve feodal kesim, işçi sınıfını ve halkları sömürerek yürüttüğü kapitalist düzene ve özel mülkiyete zarar gelmesin diye ideolojik aygıt niyetine kullandığı, gerçeği karartmaya yemin etmiş kadrolu elemanlar da burjuva düzenin ideolojik-teorik damgasını taşırlar.

Bu insanlar, şiddeti ve savaşı yaratan siyasi-ekonomik işleyişi gizleyecek bir çalışma yürütürler. Tüm o yalanları ve iftiraları yaymak için gazetelerini ve internet sitelerini, o paralı aktivistleri üzerinden kullanırlar. Kitleleri, halkı, “yağmacı, hırsız, şiddet yanlısı” olarak niteleyip psikolojik harbe hizmet ederler.

Lâkin devrimci komünistlerin ve halkların burjuvaziye tarih boyunca dediği şudur: “Önce siz ateş edin, mösyö burjuvazi!”

Burjuvazi ve yardakçıları o tetiği çekeli çok oldu. Mademki o tetik çekildi, bundan sonra yaşanacak olanlardan devrimci komünistler, mazlumlar, ezilen ulus ve halklar değil, kendi çıkarları için haksız savaşları çıkartan emperyalist-kapitalist haydutlar ve onların yerli işbirlikçileri, kadrolu elemanları, egemenlerin safında yer alan her türden halk düşmanı sorumludur.

Serkan Yıldırım
4 Mart 2021

, ,

Nasrallah’ın Ardından


Emperyalizmin Siyonist karakoluna karşı direnişin en önemli halkalarından olan Lübnan Hizbullah’ının önderi Hasan Nasrallah, İsrail’in düzenlediği saldırı sonucunda yaşamını yitirdi. Bunun sonucunda Siyonist işgalcilerin yaptığı açıklamada, “Hizbullah terörizminin tehdit olasılığının gerilediği ve daha da kendine gelemeyeceği” bildirildi.

Öncelikle belirtilmesi gereken nokta, dünya halklarına terörizmi emperyalizmin ve Siyonistler gibi vekalet güçlerinin uyguladığı gerçeğidir, çünkü “terör” kavramı, korku salmak, güvensiz bir ortam oluşturmak ve toplumun kendi iç dinamiğini altüst etmek anlamlarına gelir. Bu bağlamda, son bir yıla bakmak yeterli; çocuğunun doğum gününü “kutlamak” amacıyla Gazze’de bir apartmanı havaya uçuran, yatağındaki yaşlı kadına köpeklerle saldırıp işkence yaptıran, hastaneleri ve okulları kullanılamaz hâle getiren, halkı göçe zorlayan, bebekleri katleden, 43 bin insanı katledip 100 bin insanı yaralayan, içme suyunun teminini bile zorlaştıran Siyonist saldırılar, terör tanımının içeriğini dolduracak tüm ölçütlere sahiptir.

Terörü egemen güç uygular, bu kavram Fransız Jakobenleriyle ortaya çıkmıştır. Emperyalizmin “siviller” söylemi ve “hassasiyeti” de çarpıtmadan ibarettir, 43 bin insan, doğrudan Filistin halkının öz evlatlarıdır. Aynı şekilde, Lübnan Hizbullah’ı da Lübnan halkının öz evladıdır.

IŞİD gibi emperyalizm kurgusu yapılar terörün kendisidir fakat yaralı IŞİD militanını hastane ziyaret eden Netenyahu’dur. Ayşenur Ezgi Eygi’nin katili de Siyonistlerdir. Bu toprakların evladı olan Ayşenur ve ülkemizin solunun geçmişte Filistin’de can veren insanları hakkı uğruna emperyalist Siyonizm, Lübnan, Filistin, Yemen gibi ülkemiz halklarının evlatlarının da katilidir.

Direniş, bağrından bir değil bin Nasrallah çıkartır, bir değil bin Nasrallah’ı katletseler de direniş, gene mücadeleci halklar ve zaferler inşa edecektir. Nasrallah, kendi öz yurdunda onu destekleyen halkının içinde katledilmiştir. Nasrallah Lübnan’dır, Lübnan Nasrallah’tır artık.

Oluşan denklemde kendi ülkesinde misafirini suikasta uğratanlara rağmen Lübnan Hizbullah’ı, İsrail’le savaşmaktan geri durmamıştır, tüm gücüne rağmen. Bu nedenle katledilemeyen tek şey, emperyalizme karşı verilecek mücadelenin meşruiyetidir, bu meşruiyet de yeni Nasrallahları yetiştirecektir.

Emperyalizm, bugün enternasyonalist dayanışmanın zayıflamasının ve solun tüm dünyada kendi özünü kaybettiren politikalara sapmasının sonucu olarak bu derece pervasızlaşabiliyor.

Milliyetçiliğin ve mezhepçiliğin geldiği nokta, Arap ülkelerinin Yemen, Suriye, Filistin, Lübnan’ı yalnız bırakmasıyla sonuçlandı. Sanılanın aksine, emperyalizmin politik saldırısı olan milliyetçilik bir halkı birleştirmek yerine parçalar. Bunun en yakın örneği Kürt milliyetçiliğinin geldiği noktada görülebilir: Barzani ve Suriye Kürtlerinin siyasi oluşumları birbiriyle ittifak kuramaz ama her ikisi de emperyalizmin petrol bekçiliği ve kara gücü olmayı ulusal onur sorunu olarak görmez. Her iki örnek de milliyetçiliğin çıkmaz sokak olduğunun kanıtıdır.

Aynı şekilde, emperyalizmin mezhep ayrıştırmasına rağmen Sünni Filistin halkıyla dayanışma geliştirenler İran, Lübnan ve Yemen’in Şii güçleridir. 20 yıl önce İsrail’i yenen ve onu esir takasına zorlayan tek güç, Nasrallah liderliğindeki Lübnan Hizbullah’ıdır.

Ülkemizdeki uyuşturucu kullanımının, toplumsal dinamiklerin bozulmasının ve yozlaşmasının, iş cinayetlerinin, doğa katliamlarının, güvencesiz yaşamın da tek sorumlusudur fakat ülkemiz solunun Nasrallah yetiştirme gibi politik ideali yoktur. Nasrallah, kendi ülkesinde katledilirken ülkemiz sol çevrelerinin şefleri Avrupa’da yaşamaktadır.

Ülkemiz solu, “Ama Hamas gerici" derken ülkemizdeki ve Ortadoğu’daki mezhepçi yapılar da “Ama Nasrallah ve Lübnan Hizbullah’ı Şii ve sapkın” diye karşı propaganda geliştirmektedir. İlk kesim politik mezhepçilik; ikinci kesim dinci mezhepçilik yapmaktadır.

Bizim aşmamız gereken tek gerçek, emperyalizmin milliyetçi ve mezhepçi politikalarının propagandasıdır.

Emperyalizm yenilmez değildir, yeni Nasrallahlar illaki yetişecektir. Onun için aileyi, halkı, direnişi emperyalizme karşı güçlendirmek zorundayız, her şeye ve bu sola rağmen.

S. Adalı
29 Eylül 2024

28 Eylül 2024

, , ,

Şehit



Hizbullah ve Lübnan İslami Direniş’indeki kardeşlerimize, Seyyid Hasan Nasrallah ve bir grup şehit liderin şehadetinden dolayı taziye ve dayanışma mesajı.

İslami Direniş Hareketi (Hamas), Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın ve lider kardeşlerinden bir grubun Aksa Tufanı mücadelesinde, Kudüs yolunda, Filistin halkımıza ve cesur direnişine destek verirken şehit olduklarını Filistin halkımıza, Arap ve İslam ümmetimize ve dünyanın tüm özgür insanlarına duyurur.

Lübnan halkına, Hizbullah’taki kardeşlerimize ve Lübnan’daki İslami Direniş’e içten taziyelerimizi ve dayanışmamızı sunuyoruz.

Bu barbar Siyonist saldırıyı ve Beyrut’un güney banliyösündeki sivil binaların hedef alınmasını en şiddetli şekilde kınıyor ve bunu korkakça bir terör eylemi, bir katliam ve vahşet olarak nitelendiriyoruz.

Bu saldırı, işgalci rejimin kanlı ve vahşi doğasını bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu rejim, tüm değerleri, uluslararası yasaları ve anlaşmaları hiçe sayan bir varlık olup, uluslararası toplumun sessizliği ve acizliği karşısında, bölgesel ve küresel güvenliği açıkça tehdit etmektedir.

Seyyid Hasan Nasrallah ve kardeşlerini sabır ve metanetle anarken, onun Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın kurtuluşu yolundaki fedakârlıklarla dolu yaşamını ve Filistin halkımızın meşru haklarını savunan onurlu duruşunu gururla hatırlıyoruz.

O, büyük fedakarlıklara ve zorluklara rağmen, Aksa Tufanı mücadelesinde Filistin halkımıza ve direnişimize verdiği desteği sürdürmüş ve bu yolda şehit düşmüştür.

Siyonist işgalci rejimi bu korkunç suçun ve bölgedeki güvenlik ve istikrar üzerindeki tehlikeli sonuçlarının sorumlusu olarak görüyoruz. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri de bu işgali politik, diplomatik, askeri ve istihbarat düzeyinde sürekli destekleyerek ve bu artan Siyonist teröre karşı sessiz kalarak sorumluluk taşımaktadır.

Bu Siyonist saldırı ve katliam karşısında, Hamas Hareketi olarak Hizbullah ve Lübnan’daki kardeşlerimizle tam dayanışmamızı bir kez daha yineliyor, onların Mescid-i Aksa’yı, Filistin halkımızın meşru haklarını savunma mücadelesinde yanlarında olduğumuzu belirtiyoruz.

Bu, ümmetin tüm güçlerinin ve dünya çapındaki özgür ve onurlu insanların desteklemesi gereken bir yoldur. Lübnan topraklarında dökülen bu temiz kanlar, Gazze’nin onurlu direnişi, Batı Şeria ve Kudüs’teki şehit kervanlarıyla birleşerek, Siyonist düşmanı lanetleyecek ve direnişimizin asla geri çekilmeyeceği bir yol açacaktır.

Tarih, Siyonist düşmana karşı direnişin liderleri her şehit olduğunda, onların yerini daha güçlü, daha kararlı ve bu düşmanı yenilgiye uğratana kadar direnişi sürdürme azminde olan yeni bir lider neslinin aldığını göstermiştir.

Bu suçun ve tüm işgal cinayetlerinin, Lübnan ve Filistin’deki direnişi daha da güçlendireceğinden ve şehitlerin yolunda direnmeye ve mücadeleye devam edeceklerinden eminiz.

Seyyid Hasan Nasrallah ve onunla birlikte Kudüs ve Aksa’nın kurtuluşu yolunda şehit düşen kardeşlerine Allah’tan rahmet diliyor, ailelerine, yakınlarına ve kardeş Lübnan halkına sabır ve başsağlığı temenni ediyoruz.

Şüphesiz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.

İslami Direniş Hareketi (Hamas)
28 Eylül 2024
Kaynak

, , ,

Direnişin Seyyidi

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, genel sekreteri, yardımcısı, siyasi bürosu, merkezi komitesi ve tüm kadroları ile birlikte vatan içinde ve diasporada bulunan tüm üyeleri adına, halkımıza, milletimize, Direniş Ekseni’ne ve kurtuluş hareketine, Direnişin Seyyidi, şehitlerin efendisi ve bir neslin ilham kaynağı olan Lübnan Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah “Ebu Hadi"yi ve onunla birlikte Beyrut’un güney bölgesinde korkak bir Siyonist suikast saldırısında şehit düşen kahraman direniş komutanlarının şehadetini üzüntüyle duyurur.

Bu saldırı, suçlu Amerikan düşmanı ile işbirliği içinde planlanıp koordine edilmiştir.

Cephe, Hizbullah liderliği, kadroları ve savaşçıları ile Lübnan halkı ve Direniş Ekseni’ndeki kardeşlerine derin dayanışmasını ifade eder. Bu büyük ve ağır kayıptan dolayı onlara açık bir mesaj iletir:

“Sizin yaranız bizim yaramızdır, liderlerinizin kanı bizim kanımızdır ve Direnişin Seyyidi Hasan Nasrallah’ın şehadeti, daha güçlü ve kararlı bir şekilde aynı yolda devam edecek olan direnişin yeni bir aşamasının başlangıcını temsil etmektedir.”

Filistin, Lübnan ve tüm milletler, hatta dünya çapındaki özgürlük hareketleri, olağanüstü bir lideri ve Arap direnişi ile dünya devrimci hareketinin sembollerinden birini kaybetmiştir.

Büyük şehit, liderlik kavramının tüm anlamıyla mükemmel bir kişilikti. İşgale ve Amerikan düşmanına karşı mücadelede yüksek bir konuma sahipti.

Arap halklarının, özellikle Filistin davasının haklarını savunmadaki kararlılığıyla öne çıkmış, tehditler karşısında nadir bulunan bir cesaret sergilemiş ve bölgesel ve uluslararası gelişmeleri öngörebilen siyasi zekasıyla tanınmıştır. Bu sayede, direnişin karşılaştığı askeri ve siyasi en karmaşık zorluklarla başa çıkabilmiştir. Özellikle Temmuz Zaferi ve 2000 yılında Siyonist işgalin Güney Lübnan’dan çıkarılması gibi, direnişin elde ettiği zaferlerde belirgin izleri vardır.

Büyük şehit, direniş davasına hizmet etmeye hayatını adamış, değerli olan her şeyden fedakârlık etmiş, en önemlisi ise işgale karşı kahramanca bir savaşta şehit düşen en büyük oğlu Hadi’yi kaybetmiştir. Bu, sadakat ve fedakârlık konusunda örnek bir model teşkil etmiştir.

Şehit Nasrallah’ın etkisi yalnızca Lübnan sahasıyla sınırlı kalmamış, bölgenin tamamında bir direniş sembolü ve Filistin direniş gruplarına destek veren merkezi bir lider haline gelmiştir. Filistin direnişine, lojistik destek, askeri eğitimler ve silahlar da dahil olmak üzere ihtiyaç duydukları her türlü yardımı sağlamıştır.

“Aksa Tufanı” savaşı sırasında Gazze’deki direnişe verdiği tarihi destek kararı, Filistin direnişinin yeteneklerini güçlendirmede büyük bir etki yaratmıştır. Partinin kuruluşundan beri, Filistin davası partinin doktrininde güçlü bir şekilde yer almış ve şehit Nasrallah, Kudüs’ün kurtuluşunun hem dini hem de ahlaki bir görev olduğunu her zaman vurgulamıştır.

Partinin füze ve gelişmiş silah envanterini geliştirerek, Siyonist varlıkla bir dehşet dengesi kurmayı başarmış, bu da Lübnan’ı tekrarlayan saldırılardan korumuştur. Direnişin Seyyidi, şehitler arasına katılmış, hiçbir zaman ön saflardaki yerini terk etmemiş, son ana kadar direniş göstermiştir.

Bugün kaybın acısını derinden hissetsek de, bu düşman karşısında başımız dik duruyoruz. Düşman, direnişin liderleri, özellikle büyük şehit Hasan Nasrallah ve onun lider yoldaşlarını hedef alarak direnişin iradesini kıracağını düşünse de yanılmaktadır.

Direnişin Seyyidi’nin şehadeti büyük bir kayıp teşkil etse de, direnişi zayıflatmayacak, aksine, direniş saflarını hem Lübnan’da hem de dünyanın her yerinde bu zalim düşmanla mücadeleye devam etme konusunda daha kararlı hale getirecektir.

Bu şehitlerin kanı, Filistin’in ve işgal altındaki tüm Arap topraklarının kurtuluşuna kadar sönmeyecek olan direniş ateşine yeni bir yakıt olacaktır.

Büyük şehit lider ve özgür tüm direnişçileri temin ederiz ki, bu Siyonist suçun cevabı, bu suçun büyüklüğüne eşdeğer olacaktır.

Direniş devam ediyor, daha güçlü ve bütün cephelerde bir beden gibi birlik içinde, halkların iradesi ve işgal altındaki topraklarımızı ve onurumuzu savunma konusundaki kararlılığıyla silahlanarak, bu gaspçı Siyonist varlık ve onun bölgedeki işbirlikçilerine karşı zafer kazanana dek mücadeleyi sürdüreceğiz.

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi
28 Eylül 2024
Kaynak

, ,

Seyyid



Sevgili Filistin halkımıza,

Arap ve İslam ümmetine Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın, dün Beyrut’un güney banliyösündeki Hizbullah merkezinde hedef alındığı hain bir Siyonist saldırı sonucu şehit olduğunu duyuruyoruz.

Ayrılığın acısını ve büyük bir Arap ve İslami Direniş liderinin kaybının verdiği derin üzüntüyü hissederken, aynı zamanda onun bıraktığı mirasla ve Seyyid’in yolunda yetişen on binlerce mücahit, kadro ve liderle gurur duyuyoruz.

Bu mücahitler, şehadet ve Filistin yolunda ilerlemişlerdir. Seyyid Hasan Nasrallah’ın, yüzü ileriye dönük, cesurca Filistin halkına destek verdiği bir anda şehit olması, büyük bir onurdur. Bu, düşmanla normalleşme tuzağına düşen bazı rejim ve devletlerin karşısında, nadir bulunan bir duruştur.

Seyyid Hasan Nasrallah gibi büyük bir liderin ancak Kudüs yolunda şehadetle onurlanabileceğine inanıyoruz. Seyyid Hasan Nasrallah’ın şehadeti, Lübnan, Filistin ve bölgedeki direnişi daha da güçlendirecektir.

Aynı şekilde, Seyyid Abbas Musevi’nin şehadeti Lübnan’da işgale karşı zaferler dönemini başlattı ve Dr. Fethi Şikaki ile mücahid Şeyh Ahmed Yasin’in şehadetleri direnişe irade ve kararlılık aşıladı.

Direniş güçleri, Lübnan’da, Filistin’de ve bölgenin tamamında düşmanın işlediği suçların bedelini ödetip onu yenilgiye uğratacaktır. İran İslam Devrimi’nin Lideri Seyyid Ali Hamanei’ye, Hizbullah’taki kardeşlerimize, liderlere, kadrolara, mücahitlere ve destekçilere, İslami direnişin tüm dostlarına ve kardeş Lübnan halkına en içten taziyelerimizi sunuyoruz. Allah’tan onlara sabır ve metanet vermesini niyaz ediyoruz.

Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.

Filistin İslami Cihad Hareketi
28 Eylül 2024
Kaynak

, ,

Direnişin Lideri



O halde, dünya hayatını verip âhireti almak isteyenler Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.

 

Seyyid Efendimiz, Direnişin Lideri, Salih Kul, büyük bir şehit olarak, kahraman, cesur, bilge ve basiretli bir lider olarak, iman dolu bir mümin olarak, Kerbela’nın ebedi nurlu şehitler kervanına katılarak, peygamberlerin ve şehit imamların izinde ilahi iman yolculuğunu tamamladı.

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, yaklaşık otuz yıldır yürüttüğü, onları zaferden zafere taşıdığı büyük ve ebedi şehit yoldaşlarına katıldı. 1992'de İslami direnişin şehit liderinin ardından Hizbullah’ın liderliğini üstlendi ve Lübnan’ın 2000’deki kurtuluşuna, 2006’daki zaferin kazanılmasına ve onur ve fedakârlık dolu diğer savaşlara öncülük etti.

Son olarak, Filistin, Gazze ve mazlum Filistin halkına destek için verilen savaşı yönetti. Sahib-uz Zaman’a (a.f), Müslümanların lideri İmam Seyyid Ali Hamanei’ye (Allah onun gölgesini daim etsin), büyük mercilere, mücahitlere, müminlere, direniş ümmetine, sabırlı ve mücadeleci Lübnan halkımıza, İslam ümmetine ve dünya üzerindeki tüm özgür insanlara ve mazlumlara, sabırlı ailesine başsağlığı diliyoruz.

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah’ın, en yüce ilahi nişan olan İmam Hüseyin (a.s) nişanını almasını ve en değerli arzularını gerçekleştirerek Kudüs ve Filistin yolunda şehit olmasını tebrik ediyoruz. Ayrıca, güney banliyösüne düzenlenen hain Siyonist saldırı sonucu onun kutsal kervanına katılan şehit yoldaşlarına da taziyelerimizi ve tebriklerimizi sunuyoruz.

Hizbullah liderliği, fedakarlıklar ve şehitlerle dolu mücadelemizdeki en yüce, en kutsal ve en değerli şehide, düşmanla mücadeleyi sürdürme, Gazze ve Filistin’e destek olma, Lübnan’ı ve direnen onurlu halkını savunma konusunda cihadına devam edeceğine dair söz veriyor.

Şerefli mücahitlerimiz, zafer kazanmış İslami direnişin kahramanları, sizler şehit liderimizin kıymetli emanetisiniz. Sizler onun kardeşlerisiniz; onun sağlam kalkanı, kahramanlık ve fedakârlığın en değerli tacı oldunuz.

Liderimiz Seyyid, hâlâ düşünceleri, ruhu, yolu ve kutsal ilkeleriyle aramızda. Sizler, direniş ve fedakârlığa sadakat ve bağlılık yolunda, zafer elde edene kadar sözünüze sadık kalacaksınız.

Hizbullah Liderliği
28 Eylül 2024
Kaynak

,

Kızıl Karanfiller ve Beyaz Ritüeller

5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü yaklaşıyor. 

Filistin’de öğrenciler, akademisyenler, öğretmenler, şairler, sanatçılar katlediliyor ve okullara saldırılar düzenleniyor. Dünya halkları ve ülkemiz halklarının muhafazakâr kesimi bir yıla yakın süren bir boykotu geliştiriyor.

Ayşenur Ezgi Eygi adlı genç bir kadın, dayanışmak için gittiği Filistin’de Siyonistler tarafından katledildi. Kendisi yurtdışında üniversiteyi yeni bitirmiş sosyalist bir insan, bir karanfil artık diğer kızıl karanfiller gibi. Karanfil kendini kanattığı için kızıldır, o kızıl kanı da tomurcuğunun içinde saklar.

5 Ekim, aynı zamanda Aksa Tufanı’nın başlangıcından birkaç gün öncesine denk geliyor, bu Ekim’de onurlu Filistin halkının direnişi bir yılı buluyor.

Filistin’de öğretmen ve öğrenciler katledilirken eğitim emekçileri de kitlesel grevlere çıkıyor fakat ülkemizde böyle bir durum yok. Bizde Eğitim Sen, enternasyonalist eğitimci dayanışmasını savunduğunu iddia ediyor ama Filistinli öğrenci ve öğretmenler konusunda sessiz. Siyonistlerin konsolosluğu önünde henüz bir açıklama yapmış değil.

Eğitim Sen, 5 Ekim’e hazırlanıyor. Sendikanın İstanbul şubeleri kokteylli alkollü tekne gezileri ve Taksim Hill Otel’de kokteyl düzenleyeceğini duyuruyor. Şubelerin durumu bu. Ekonomik kriz ve sömürü koşullarında öğretmenler kiralarını ödemekte ve ev bulmakta zorlanırken, Filistinli öğretmenler katledilirken lüks otellerde ve teknelerde 5 Ekim kokteylleri düzenleyip kutlama yapmak sınıfla ve enternasyonalistlikle, hatta vicdanla ilgili bağı kesmek demektir. Kitlelerin “Geçinemiyoruz!” haykırışını göstermelik basın açıklamalarıyla kitleden kopuk, geçiştirme politikasıyla kokteyl aynı cümlede bağdaşmıyor.

Öncelikle Taksim’in emekçi sınıflar ve egemenler açısından birbirine karşıt anlamları var. 1 Mayıs’ları Taksim’de kutlamak için canla ödenmiş bedeller var. İngilizcede “Tepe” anlamına gelen “Hill” sözcüğünün Taksim’de bir otelin adı olması ve bu otelde kokteyl düzenlenmesi emekçilerin ortak hafızasını alkolle ve yozlaştırmayla silme taktiğidir.

1 Mayıs 77’de bir otelin ve Sular İdaresi’nin “tepesinden” açılan ateşle işçiler emekçiler katledildi. İnsan, kavramlarla düşünür ve hayatı algılar. Kavramlar manipüle edildiğinde, zihnin düşünme biçimi, değerler ve davranışlar dönüşüme uğrar. Diğer yandan, teknede ve otellerde düzenlenen alkollü kokteyller, burjuvaya olan özentinin ve imrenmenin yansımalarıdır. Kitle, kendi sınıfsal gerçeğini unutup sınıf atlamaya çalıştığında hem ideolojik bunalıma girer hem de sosyal sınıfsal özünden kopuş yaşar.

Otelin çalışanı işçi ve emekçilerin dünya öğretmenler gününde civardaki okullarda eğitim gören öğrencilerinin öğretmenlerine alkol için servis yapıp ter dökmeleri, hem öğretmen ile emekçi halk hem öğretmen ile veli hem de “Geçinemiyoruz” düzleminde öğretmen ve işçi sınıfı arasındaki kopuşun gün yüzüne çıkmasıdır. Öğretmenin bireysel yaşam biçimi kendisinin sorumluluğundadır fakat burada kitlesel bir kutlama vardır, lüks otel ve teknelerde alkol alındığının gösterilmesi hiçbir şekilde sınıfa samimi gelmez. Beyazlaşma ve sterilizasyon, burada bir kez daha devreye girer.

“Motorları maviliklere sürüp, dostların arasında güneşin sofrasında olup, hoş geldin kokteyli düzenleyip” ardından alkol partisine geçmenin hiçbir şekilde sınıf kültürüyle ve sendikal gelenekle ilişkisi olamaz. Alkol, girdiği yeri kirletir, kişiyi bilinç durumundan uzaklaştırır, değerlerin ve ilişkilerin yanlış davranış biçimleriyle yozlaşmasına yol açar. Bu yaşanan çarpıklık, tam olarak burjuva ahlakının, yaşam biçiminin ve kültürünün sömürülen sınıflara aşılanmaya çalışılmasıdır. Burjuvazinin ve egemenlerin kitleyi manipüle etme yöntemlerine ortak olup onu sınıfa ve kitleye taşımak hiçbir şekilde kabul edilemez.

Hafta sonu sınav görevlerine giden öğretmenler var, geçinebilmek için fakat Eğitim Sen’in sınav ücretlerine dair bir mücadelesi yok. Tüm gün süren uygulamalı sınavlar var fakat yine sendikadan ses yok. Eğitim-öğretime hazırlık ödeneğinin yıllardır düşük tutulması karşısında sendikadan yine ses yok.

Öğretmenin yıllık internet aboneliği ücreti bile bu ödeneği aşıyor, cep telefonu faturası hesabı katılmadığı hâlde. Öğretmenin herhangi bir yol ve yemek ücreti ödeneği, yemekhane imkânı yok. Kira ve barınma konusunda sendikanın ne bir kooperatif girişimi ne de bir çadır eylemi var. Zincir marketler ve enerji şirketlerinin emekçilerin sırtına yüklediği yüksek faturalar karşısında sendikanın bir eylemi ve sendikal programı yok. Buraya kadar olup da alınmayan haklar ekonomik. Buna emeklilik yaşının 65 olması karşısında çıkarılamayan ses de eklenebilir. MESEM’e bağlı iş yerlerinde bir yılda on civarı çocuğun can vermesi karşısında da sendikanın bir eylemi yok.

E-sınavlarda öğretmenin yüz tarama sisteminden, merkezi sınavlarda kameralar eşliğinde öğretmenin üstünün aranıp itibarsız duruma düşürülüp mahremiyetinin ihlal edilmesi karşısında geliştirilmesi gereken “öğretmenlik onuru” söylemine rastlamıyoruz. Mobbing, her geçen ivme kazanırken, öğretmenin bir emekçi olarak onurunu korumaya yönelik bir sendikal mücadele hattı yok. Bu olmadığı gibi TTB ile birlikte düzenlenen mobbing seminerleri ve panelleri de yok. Öğretmenin çalışmalarını sunacağı bir sendika dergisi yok, varolan dergi de akademisyenlere yönelik, puan toplama sistemine uygun bir yayın. Kadın bültenleri ve süreli yayınları/dergileri var. Yokları saydık, sendikanın neleri var?


Sendikanın ritüelleri ve buna uygun takvimi var. Her yıl 5 Ekim’de tekne gezintileri ve otelde kutlamaları var. Sendika kuruluş yıldönümünde kokteylleri var. Şube’de kutlanan Newroz’a eklenen alkol serbestisi var. 21 Şubat ana dil gününde sınıf defterine yazılması çağrısı yapılan ana dil konulu ders planı var. Belediyelere atanan ya da atanacak olan kayyum için protesto eylemi var. Depremlerde, yangınlarda ve sellerde yaşamını yitirenler için pencerede ve meydanda mum yakma “eylemi” var. Üyesinin tepkisini itidal etmek için belirli periyotlarla düzenlenip şube yöneticileri dâhil 20 üyeyi aşmayan sendika şube toplantısı var.

Toplulukta eleştiriyi kabullenmediklerinden şube toplantısına çağırırlar, düşük katılımlı toplantıda eleştirileriniz hiçbiri genel merkeze iletilmez. Genel merkez yöneticisine doğrudan bildirdiğiniz eleştiri sumen altı edilecek şekilde dinlenir ya da ajandaya yazılır ama genel merkez toplantısına ulaşmaz, ulaştırılmaz. İşyeri ve okul panolarına eğitim ve sınıf gündemi olmayan afişlerin basılması var. Eleştiren üyeyi “sekter, bozguncu, hizip, ulusalcı, şoven, eril, Kemalist” ilan etme var. Her yıl okulların kapandığı gün il milli eğitim müdürlükleri önüne gidip “MEB’e karne verme” eylemi var. Kadınlara özel atölye, kitap okuma etkinliği ve eylem düzenlenmesi var. Yoga, sirtaki, beden, dans, İngilizce atölyeleri var. Çok şey var ama ortada sendikal bir durum yok.

Tekrar 5 Ekim kokteyline ve kutlamalarına dönersek, bölgedeki şubelerin etkinliklerinde alkol alınmadığı ve kendi yerel kültürlerine uygun etkinlikler düzenlendiği görülecektir. Radikal demokrasi hareketinin sendikal anlayışı ve yönetim biçimi bölgeler arası farklılığa bağlı şekilde gelişir. Bölge şubelerinde halkın değerleri ve hassasiyetleri gözetilirken, batı şubelerinde yozlaştırıcı ve AB tandanslı etkinlikler düzenlenir. Bunun tek sorumlusu, radikal demokrasi hareketidir.

2014 Kobane sürecinde bölge illerindeki sendika şubeleri “süreç ve sürecin hassasiyeti gereği” kutlama etkinlikleri yapmamıştı. Bu örnek bile radikal demokrasi hareketinin alkollü-alkolsüz tekne ve otel kutlamalarının kararını bürokratik şekilde tepeden aldığını ve üye inisiyatifini ölçüt almadığını gösterir. Bu durum bile batı şubelerini ayrı bir sendikasızlaştırma, üyeyi apolitize-depolitize etme politikasının emperyalizm adına yürütüldüğünün kanıtıdır. Tepeden başlatılan yozlaştırma pratikleri, zaman içinde “gelenek” hâlini alarak üye talebine dönüşüyor. Tıpkı Cesur Yeni Dünya romanında günlük uyuşturucu, sakinleştirici tableti geç dağılan işçilerin “kargaşa” çıkarmasında olduğu gibi. Bu kokteyller de zamanla bir kesim üye profilinin talebine dönüşüyor çünkü depolitize edilen sendikada ideolojisiz liberal üye profili oluşturmak hedefleniyor.

Sendika, onlar için ülke siyasetinde bir taraftar, sivil toplum kuruluşu ve egemenlerle “pazarlıkta” el güçlendirici yapı olarak görülüyor. Sendikacılık yapılması doğrudan engelleniyor. Sınıf dinamiği ne zaman harekete geçse sendikanın gündemine kimlik politikaları dayatılıyor. Diğer sol çevrelerin de “sınıf mücadelesiyle kimlik-demokrasi-barış mücadelesi sendikalarda at başı gitmelidir” söylemi, bu zemini daha da güçlendiriyor.

Bir sendika sadece sınıf hareketidir. Üyesini ekonomik, siyasi ve ideolojik mücadeleye hazırlar. Sendikaların sivil toplum kuruluşu ya da siyasi parti olmak gibi misyonu yoktur, olamaz. Bu politikaların mücadelesinin verileceği yer siyasi partidir. Sendika siyaset yapar, yapmak zorundadır fakat bu, sınıf siyasetidir, çünkü her sınıf mücadelesi aynı zamanda ideolojik-politik mücadeledir.

5 Ekim’de içilecek şarap, Filistinli çocukların ve öğretmenlerin kanıdır. O gün içilecek bira, burjuvazinin ve Siyonistlerin uyuşturucusudur.

Söylem değil, hayat son derece sert ve acımasız işliyor. Her gün kendimizi ideolojik olarak yenilememiz gerekiyor, her gün ideolojik-politik ikna yeteneğimizi ve gücümüzü geliştirmemiz gerekiyor.

Eyleme 20, tekne gezisine ve otel kokteyline 300 üyenin geldiği hiçbir sendika şubesinin sendikacılık yaptığı söylenemez. Bu bağlamda, tüm üyelerimize çağrımız, bu etkinliklere gidilmemesi ve bu etkinliklerin kendi sınıfsal gerçekleri ve gerekçeleri düzleminde sendika bürokratlarının eleştirilmesi yönündedir. O teknelerde lise öğrencilerinin organizasyon ekibinde yer alarak okul çıkışı çalıştığı da unutulmamalıdır. Öğretmenin mücadelesi, o öğrencilerin ve ailelerinin emeğiyle yeniden bağ kurmalı, o bağ ile varolabilmelidir.

S. Adalı
28 Eylül 2024

27 Eylül 2024

Kimse Dünyayı Tek Başına Değiştiremez



Toplum yoksa kurtuluş da yok, bugün ancak kadın ve maruz kaldığı zulüm arasında tesis edilmiş, artık giderek kırılganlaşmış ve geçici olan bir ateşkesten söz edebiliriz.

[Audre Lorde]

 

Yapıdan çok söz ediyoruz, bugün biraz da yapı ile faillik arasındaki diyalektiği içeren gerçekliği anımsamak gerekiyor. Yapı, tek kişinin failliğinden daha güçlü, ama mevcuttaki güçler korelasyonunu değiştirmede kolektivitenin (bilhassa örgütlü kolektivitenin) önemli bir katkısı var.

Solcuların analizinde “güçler korelasyonu” tabiri sıklıkla kullanılıyor, bu tabir, militan çevreler arasında süren tartışmalarda her daim karşımıza çıkıyor. Mesele, güçler korelasyonunun reformlar ve devrim lehine olup olmadığını tespit etmek değil. Lehte olsa bile bu sefer de uyumsuzluk sorunu gündeme geliyor, zira, birbirinden farklı olan sol güçler ortaklaşamıyor, öyle ki kurumsal iktidarı ele geçirmiş bir sol hükümet kurulmuş olsa bile belirli bir oydaşmadan söz edilemiyor.

Güçler korelasyonu analizi, tarihsel ve diyalektik materyalizmin yöntemini kullanarak, dikkatle yapılmalı. Bu analiz dâhilinde, bir tarafın harekete geçirme becerisine, diğer tarafın harekete geçirebileceği ekonomik sabotaj ve baskı aygıtına özel olarak eğilmek gerekiyor.

Bu hususu gündeme getirmemin nedeni, bugün dünyada genel güçler korelasyonunun bizim lehimize olmadığına dair çıkarımımı aktarmak istemem. Aleyhte olan durumların kısa bir listesini şu şekilde sunmak mümkün:

Küresel ısınma eğilimini terse çevirmekten hâlâ çok uzağız.

Bir dizi ülkede aşırı sağ hükümetler ciddi bir desteğe kavuşuyorlar.

Amazon ormanları kesilmeye devam ediyor.

Yerli halkların toprağa sahip olma ve yaşama hakları ellerinden alınıyor.

Irkçılık, inkâr politikası veya kullandığı silâhlarla öldürmeye devam ediyor.

Eşitsizlik devasa boyutlarda.

Kadınlar, güvence altına alınmış haklara sahip değiller, tecavüz riski, cinayete kurban gitme ihtimali veya istenmeyen hamilelik günbegün yaşanan gerçekler.

Bugün yığınla gıda ürünü üretiyoruz, ama yüz milyonlarca insan hâlen daha aç.

Dünyanın önemli bir kısmında kaliteli sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim denilen olgu giderek metalaşıyor.

Normal, engellileri, farklı veya olumsuz sağlık koşullarına sahip insanları dışlıyor ve bu dışlama faaliyeti onların hayatta kalma imkânlarına halel getiriyor.

Büyük şirketler madenleri sömürüyor, kirlenen nehirlerin veya yıkılan barajların yol açtığı ekolojik tahribatın sorumluluğunu kimse almıyor.

Verilen asgari ücret yaşamaya değil, sadece hayatta kalmaya, o da güçbelâ yetiyor.

Cinsel kimlik ve cinsel yönelim üzerinden uygulanan şiddet ve ayrımcılık birçok ülkede kural hâlini alıyor, bu şiddet ve ayrımcılık, daha da kötü bir düzeye çıkıyor.

Biyolojik çeşitlilik giderek kayboluyor, bu süreç alarm verecek düzeye ulaşmış durumda. Yeme alışkanlıklarımızı, pazarlama faaliyetleri ve birkaç büyük çokuluslu şirketin çıkarları belirliyor. Kârlar her zaman özel ellerde toplaşırken, yaşanan kayıpların çilesini tüm toplum çekiyor.

Öte yandan, insanlar giderek konformizm bataklığına yuvarlanıyor. En kötü şeylerin bile sizi kişisel düzeyde etkilemediği, siyaseti sıkıcı bir konu olarak gördüğünüz konforlu bir bağlam içinde yaşadığınızdan, bu konformizm zamanla politikadan uzaklaşıyor. Bu bilgili ama ümitsiz insanın, hiçbir çıkış yolu olmadığına inanan kişinin konformizmidir. Buna bir de yaşaması mümkün olan yegâne düzenin kapitalizm olduğuna sizi ikna eden, konformizmin reklâmını yapıp onu savunan kişilerin çabaları eşlik ediyor.

Gerekçe olarak da imkânsızlığa işaret edip duran ideologlar, yirminci yüzyıldaki sosyalist deneylerin yanlışlarına ve yaşadığı yenilgilere işaret ediyorlar, bu yenilgileri ve yanlışları sosyalist projeyi tanımlayan ana faktörler olarak sunuyorlar, tüm sorumluluğu o projeyi uygulayanların sırtına yüklüyorlar. Kimse, Sovyetler Birliği’nin gerçek savaşlar ve soğuk savaşlar arasında bir dizi dışsal güçlükle yüzleştiği, onca ağır ekonomik ablukaya rağmen Küba’nın kendi özgür iradesiyle geliştiği üzerinde durmuyor. Brezilya’da komünizmi popüler kılma çabasının aşırı sağdan sol hiziplere dek geniş bir kesimi bir araya getiren eylem birliktelikleri üzerinden ortaya konduğuna kimse bakmıyor. Herkes, sanki kapitalizm gerçekliğimiz değilmiş, sistemi daimi kılan hâkimiyet, depolitizasyon, sömürü ve şiddet konusunda niteliksel açıdan üstünlüğe sahip değilmiş gibi konuşuyor.

“İnsani” kapitalizm bir komediden ibaret. Bu komedi, gerçeklikten memnun olmayan birçok insana hâlâ cazip geliyor, çünkü o, fazlasıyla basit ve epey mümkünmüş gibi görünen bir şeyi anlatıyor. Oysa kapitalizm eşitsizlik ve sömürü üzerine kuruludur, dolayısıyla o insanileştirilemez. O bir ütopya değil, uzlaştırılması mümkün olmayan bir çelişkiyle malul bir gerçekliktir. Onun insanileştirilebileceğini söyleyenler, esasında kapitalizmin önceki denemeleri mağlup etmesi sebebiyle, başka bir seçenek olmadığı fikrini satanların çıkarlarına hizmet ediyorlar.

Asıl önemli olan, bu bahsini ettiğimiz yanlışı bilince çıkartmakta. Zira bizim bugün kapitalizm koşullarında yaşıyor olmamızın sebebi, onun kazanmış olması değil, bizim henüz onu alt etmemiş olmamızdır.

Sabrina Fernandes

[Kaynak: Se Quiser Mudar o Mundo: Um Guia Politico, Para Quem Se Importa, Planeta, 2020, s. 113-115.]

26 Eylül 2024

,

Hizbullah’ın Stratejisi



İsrail’in son günlerde Lübnan’a karşı yürüttüğü askeri, güvenlikle alakalı, terörist harekâtı “tırmanan çatışma” olarak nitelendirmeyi bırakıp, bu gelişmeyi savaş olarak nitelemeliyiz.

Ortada ucu bucağı olmayan ama gene de savaş olarak nitelendirilmesi gereken bir süreç var.

İsrail, “şok ve dehşete yol açma” amaçlı saldırılarını esasen stratejik kayıplarının üzerini örtecek kısa vadeli taktiksel kazanımlar için gerçekleştiriyor. Hizbullah ise son haftada kimi taktiksel kayıplar yaşamasına karşın, uzun vadeli stratejik hedeflerine ulaşmak için çaba harcıyor.

İsrail’in “ileri doğru hamle yapıp, açıklarını kapama” stratejisi, gerçek dışı bir dizi hedefi temel alıyor. Bu hedeflere ulaşması mümkün değil:

* İsrail, Hizbullah’ın sınırdan uzaklaşmasını ve Gazze’ye destek sunmak için açtığı cepheyi ortadan kaldırmayı;

* Güney Lübnan’ı boşaltıp ileride kuzeye yerleşimcilerin dönmesi için bu durumu pazarlık kozu olarak kullanmayı;

* Mukamevet’e mensup savaşçıların ve onun etrafında örgütlenmiş halkların moralini çökertip direncini kırmayı, bunun yanında, Hizbullah’ın askeri imkânlarını azaltmayı amaçlıyor.

Lübnan’da evlerde kruz füzeleri olduğu iddiası, komik. Bu saçma, tembellikle imal edilmiş, kaba saba bir fikriyatla ortaya atılmış iddia ile İsrail, esasında kendi taleplerine teslim olması konusunda Hizbullah’a şantaj yapmayı amaçlıyor.

Dün Hizbullah bölgesinde bulunan, ekseriyeti silâh barındıran 1.600’den fazla evi vurduğunu iddia eden İsrail, esasen 1.600’den fazla aileyi öldürdüğünü veya evsiz bıraktığını kabul etmiş oluyor.

İsrail’in Salı gününden beri gerçekleştirdiği terörist saldırılar karşısında Hizbullah, stratejik açıdan, yatay düzlemde çatışma sürecini tırmandırma, İsrail geneline yönelik saldırıların kapsamını genişletme, dikey düzlemde ise yeni silâhlarını devreye sokmak suretiyle saldırıların yoğunluğunu artırma, öte yandan, en gelişkin füzelerini kullanmama yoluna gitti. Böyle yaparak Hizbullah, Kuzey İsrail’de tesis edilmiş olan güvenlik bölgesini hedef aldı, ayrıca Hayfa’ya kadar ulaşabileceğini gösterdi. Böylelikle, evlerinden olan İsrailli sayısı on binlerden yüz binlere çıktı.

Saldırılarını silâh fabrikaları ile askeri tesisler gibi önemli ve stratejik askeri hedeflerle sınırlı tutan Hizbullah, İsrail’in ısrarla Lübnanlı sivillere karşı savaş suçları işlediği koşullarda, sivil hedeflerden ve altyapıdan uzak durdu.

İsrail, bu dönemde Lübnanlıları evlerinden etmeyi ve katliamı temel alan bir yaklaşımı benimserken Hizbullah, karşı tarafı evlerinden kopartma ve felç etme odaklı bir stratejiyi benimsedi.

Mukavemet güçleri, askeri ve ekonomik düzlemde yürütülen yıpratma savaşı stratejisi ile İsrail askerinin azmini kırmayı, ülke içerisindeki cephenin direncini azaltmayı hedefledi.

Hizbullah, ileride sivilleri hedef alabilir, İsrail’in Beyrut’a daha büyük bir güçle saldırmasına neden olabilir, bunun olup olmayacağını hep birlikte göreceğiz. Söz konusu karar, muhtemelen Hizbullah’ın intikam arzusundan ziyade misillemeye dönük stratejik ihtiyaçla ilgili algısının bir neticesi olarak alınacak.

Hizbullah’ın son çağrı cihazı saldırılarını ve üst düzey komutanlarına yönelik suikastları atlatma becerisini gösterebilmiş olması, onun operasyon yürütmeyle ilgili beceriye ve komuta-kontrol yapısının yüzleştiği şokları absorbe edebilme konusunda gerekli esnekliğe sahip olduğunun kanıtıdır.

Nasrallah’ın son konuşmasında dile getirdiği biçimiyle, tampon bölge oluşturmak adına İsrail, Güney Lübnan’a kara harekâtı düzenleyip işgal hamlesine başvuracak olursa, Hizbullah, atılan bu adımı memnuniyetle karşılayacaktır.

Hizbullah da zaten gücünü tam da yakın muharebe becerisinden ve işgallere mani olma yetisinden almaktadır.

İsrail askerleri (İsrail Savunma Güçleri) Mukamevet’in başvuracağı ileri düzey melez savaş taktikleri karşısında kolay hedef hâline geleceklerdir.

Emel Saed Gureyb
24 Eylül 2024
Kaynak