Bir
Ürkeklik ve Vazgeçiş Hikâyesi
Charlie
Hebdo’ya ve Paris’teki Yahudi süpermarketine yönelik saldırıların ardından,
Almanya, Belçika ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinde teröristler için insan avı
başlatıldı. Arama çalışmaları, bilhassa Belçika’da yoğunlaştı. Yetkililer, ülkede
yeni terörist saldırılar düzenlemesi muhtemel, uykuda olan mücahid hücreleri
olduğunu söylüyorlar.
Burada
daha çok Avrupa’dan çıkıp Kaide ve IŞİD’den eğitim aldığı, eylem için Avrupa’ya
döndüğü varsayılan kişilere odaklanılıyor. Burada kimse, bu insanları üreten
genel zemini izaha yanaşmıyor.
Bu
türden şiddet eylemlerine yönelen kişilerin ideolojik düzeyde yetiştiği zemin,
esasen Avrupa’da göçmenlere yönelik muamele. Irk, etnisite ve din temelli ayrımcılık
genç göçmenleri radikal hareketlere yönlendiriyor. Bu gençler, işsizliğin, kötü
eğitim koşullarının, geri kalmış mahallelerin, saygı görmezliğin, sık sık hapse
atılmalarının çaresini bu yönelimde buluyorlar. İşin tuhafı şu ki bu saldırılar
sonrasında gene gidip bu göçmen topluluklarına saldırılacak, gene onlar
ezilecek, bu da sorunu daha da derinleştirecek.
Teröristlerin
ülke dışında eğitim gördüğü gerçeğine bu kadar fazla vurgu yapmak yerine Avrupa
devletleri, ülke içerisinde göçmen karşıtı hareketlerin önünü alacak, solu
sadece geleneksel işçi sınıfını değil göçmenleri de örgütlemeye teşvik edecek
adımlar atabilirler.
Ateşi
Körüklemek
Korkunun
halk içinde dolaşması, devlet yetkililerini belirli konularda motive etmesi, hiç
de şaşırtıcı bir gelişme değil.
Her
şeyden önce batı medyası, Kaide ve IŞİD bünyesinde Yemen, Irak ve Suriye’de
askeri eğitim aldıktan sonra terör estirmek üzere Avrupa’ya dönen, buradaki ülkelerde
yetişmiş binlerce mücahid olduğu izlenimini yaratmak için elinden geleni yaptı.
Sansasyonel haber konusunda kimsenin eline su dökemediği bir yayın kuruluşu
olarak CNN, tüm dünyada kendisini izleyen kitleyi Fransa, Almanya, Belçika ve
Hollanda’da 120 ilâ 180 civarında insandan oluşan yirmi kadar uyuyan hücre
olduğu konusunda uyardı. Bu hikâyeye göre, Avrupa’daki güvenlik kurumları bu
kişileri takip etmekten aciz.
İstisnai
bir döneme girdiğimiz konusunda genel bir izlenim yaratmak adına önemli medya
kuruluşları, ABD’li senatör John McCain, Interpol başkanı Jürgen Stock ve eski
CIA başkanı Leon Panetta gibi isimleri ekranlara çıkarttılar.
McCain,
“Batı’nın yüzleştiği tehdit o kadar büyük ki Amerika’nın Irak ve Suriye’de IŞİD’le
mücadele etmek için sahaya inmesiyle birlikte Batı’da daha büyük bir terörizm
dalgasına tanık olunacak” dedi. Interpol başkanı Stock, “bu teröristler size
vurmadan onları vurun” deme gereği duydu. Panetta ise terörist saldırıların ABD
ve Avrupa’daki güvenlik güçlerinin gözetleme faaliyetlerini ve eylemlerini
koordineli kılmalarını gerektirecek ölçüde tehlikeli bir aşamaya geçtiğini
söylüyordu. Panetta, ayrıca IŞİD ve Kaide’nin sadece Avrupa’da değil, ABD’de de
şiddet eylemleri gerçekleştirmenin eşiğinde olduğu uyarısında bulundu.
Gerçek
Tehdit
Bu
uykudaki hücreler, ne kadar gerçek ne kadar hayal, kimse bilmiyor. Gerçek tehdit
aranıyorsa, Avrupa’daki göçmen topluluklarına yönelik yaklaşımın ve muamelenin,
Panetta’nın ifadesini ödünç alırsak, yeni ve daha tehlikeli bir aşamaya geçmiş
olması üzerinde durulmalı.
Paris’teki
olaylara verdiği tepkide Batı Avrupa hükümetleri, göçmenlerin ve Müslümanların
içerilmesini ve asimile edilmesini istediler. Alman şansölyesi Angela Merkel’in
Müslümanlarla dayanışma yürüyüşü öncesi yaptığı açıklamada da dile getirdiği
biçimiyle, kendisi “tüm Almanların şansölyesiydi.” O, neticede “geçmişine veya
kökenine bakmaksızın, bu ülkede sürekli yaşayan herkesi kucaklıyordu.” Alman
cumhurbaşkanı Joachim Gauck da söz konusu yürüyüşte benzer bir ifade kullandı: “Hepimiz
Almanya’yız.”
Fakat
tüm bu kucaklayıcı ifadelere rağmen kıta genelinde göçmenler, Macar başbakanı
Orban’ın önerdiği, Beyaz Avrupalıların giderek daha fazla destek verdiği çözüm
önerisinin uygulanmasından korkuyorlar. Orban, lafını esirgemeden, şunları
söylüyor:
“Ekonomik göç meselesine
bir faydası olan bir şeymiş gibi yaklaşamayız, zira bu göç, Avrupalılar için
daha fazla belâ ve tehditten başka bir anlama sahip değil. Bu sebeple, göç durdurulmak
zorunda. Macaristan’ın konuyla ilgili duruşu bu şekilde.”
İşin
tuhafı, Orban bu cümleleri 11 Ocak’ta Paris’te düzenlenen, herkesin “Hepimiz Charlie’yiz”
diye bağırdığı, binlerce Müslüman göçmenin de katıldığı “Birlik Yürüyüşü”nde
dile getirdi.
Bu
göçmen karşıtı dinamik kıta genelinde güçlü. Fakat Fransa’nın göçle mücadelenin
merkezi hâline geldiğini söylemek gerek. 4 milyondan fazla Müslüman göçmenin
yaşadığı ülke, kıtanın en büyük Müslüman nüfusuna ev sahipliği yapıyor. Göçmen
karşıtlığının sesi hâline gelmiş olan Marine Le Pen, New York Times’da
çıkan yazısında, sadece göçün sınırlandırılması çağrısında bulunmuyor, ayrıca
mücahidlerden Fransız vatandaşlığının alınmasını istiyor. Bu önerinin sınırı
belirsiz. Önerinin, bir süre sonra aktif mücahidlerin de ötesine uzanacak
uygulamalara kapı aralayacağı açık. Öte yandan, Le Pen ve partisi bu süreçte
güçleniyor. Mayıs 2014’te yapılan Avrupa Parlamentosu seçiminde 4,1 milyon kişiden
aldığı destekle oy oranını yüzde 26’ya çıkarttı. Başbakan Manuel Valls, bu
gelişmeyi “şok edici bir deprem” olarak tarif etti. Le Pen, süreçte nüfuzunu
koruyacakmış gibi görünüyor. Anketler, 2017’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
başa güreşeceğini söylüyor.
Kaçırılmış
Fırsatlar
Charlie
Hebdo saldırılarına yol açan zemin uzun zamandır oluşuyordu zaten. Mesele, daha
önce ele alınmış olsaydı bu kadar hasarla yüzleşilmezdi.
On
yıl önce Fransa şehirlerinin yoksul varoşlarında büyük bir ayaklanmaya tanık
olundu. 2005’teki isyan süreci 20 gün sürdü. 9.000 araç ateşe verildi, 80 okul ve
birçok iş yeri tahrip edildi. Bu isyan sayesinde dünya ve Fransa, varoşlarda
yaşayan göçmenlerin sefaletiyle ve o varoşlardaki gençlerin öfkesiyle tanıştı.
Independent
gazetesinden Mary Dejevsky’nin de dediği gibi bu isyanlar, “ülkenin köyle kent
arasına sıkıştığını, yüksek çirkin duvarlarla çevrelendiğini, içi çürümüş
kulelerle korunduğunu, Fransa’nın bu süreçte başarısız olduğunu gözler önüne
serdi.”
Charlie
Hebdo’ya saldıran eylemciler, Şerif Kuaşi ile Said Kuaşi, tam da bu varoşlarda
doğdular, büyüdüler, çalıştılar.
Her
şey çok daha farklı olabilirdi. İsyanlar, geçmişte başka Fransızlara sunulan
fırsatlardan mahrum kalan, ama bir yandan da Fransız görülen toplulukların gerçek
manada entegre edilmesi için bir tür fırsat olarak görülebilirdi. Buna karşın,
bu göçmenlerin asimilasyon sürecini hızlandırıp yaşam koşullarını iyileştirecek
hiçbir somut adım atılmadı.
Bu
reformların yapılamamasının nedeni, çelişkili bir tespit olacak ama, tam da
Fransız Devrimi’nden miras kalan ideolojiydi. Bir Fransız göç uzmanının
ifadesiyle, “entegrasyon meselesine yönelik benimsenen ve herkesi eşit gören
anlayış, sorunun önemli bir parçası aslında. Zira herkesin eşit olduğu fikri,
kurgudan ibaret. Etnik azınlıklara ‘siz yoksunuz’dan gayrı bir şey söylenmiyor.”
Fransız
resmi ideolojisi, toplumsal kesimlerin özgül yanlarını silme üzerine kurulu. Hükümet,
istatistik çalışmalarında insanların din veya etnisiteye göre tasnif edilmesine
bile izin vermiyor. Guy Arnold, Migration: Changing the World [“Göç
Dünyayı Değiştiriyor”] isimli kitabında, bu ideolojik planda belirli
gerçeklerin üzerini örten yaklaşımların, sonuçta Fransız hükümetlerinin tanımak
bile istemediği, ülkenin başkentinin göbeğinde yetişmiş, eşit oldukları söylenen
Fransız yurttaşlarında öfkeye sebebiyet verdiğini söylüyor.
Laiklik
denilen ve Fransız Devrimi’nin miras bıraktığı diğer bir ilke üzerinden göçmenlere
yönelik yaklaşım meselesi, daha da içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Kilise ve
devletin ayrışması ilkesi Fransa’da her zaman katı bir biçimde uygulanmıştır. Fakat
son yıllarda bu uygulama hoşgörüsüzlük boyutuna ulaşmış, Müslümanlarla hâkim
toplum arasındaki ilişkileri tahrip etmiştir.
2004’te
soldan ve sağdan destek gören ve laiklik fikrine vurgu yapan bir hareket,
başörtüsünün okullarda yasaklanmasını öngören bir yasanın çıkartılmasını
sağladı. Ardından, 2011 yılında gene farklı ideolojilerden destek gören başka
bir yasa ile kamusal alanda yüzün kapatılması suç ilân edildi. Bu yasa ile
birlikte ayrıca Müslüman kadınların geleneksel kıyafetleri anlamında peçe
(nikap) ve çarşaf (burka) da yasaklandı.
Bazı
isimler, asıl kusurun laiklik ideolojisinde olmadığını söylediler. Bu kişiler, meselenin
kontrolden çıkmasına izin veren, sadece kendi çıkarını düşünen siyasetçileri ve
doktriner ideologları suçladılar. Bu türden kamuoyuna mal olmuş isimler,
Müslüman kadınların giydikleri böylesi kıyafetlere hoşgörü göstermediler, onları
ABD ve İngiltere’de olduğu gibi çeşitliliğin bir parçası olarak görmediler.
Fransız
Asimilasyon Modelinin Başarısızlığı
Reform
eksikliğinin bir nedeni, kendini beğenmiş teknokratlar arasında hüküm süren şu
kanaatti: “Fransız asimilasyon modeli” bütün olarak işliyor; 2005 ayaklanmaları
ise yol üzerinde karşılarına çıkan basit bir engeldi.
Francois
Dubet’ye göre, Fransız modelinde “göç süreci, üç aşamada ilerlemeli ve
‘mükemmel Fransız halkı’nın oluşumuna yol açmalı. İlkin zorla sömürünün ana
niteliğini teşkil ettiği, göçmenler için tahsis edilmiş belirli faaliyetlerin
ekonomiye entegre edilmesi gerekli. İkinci aşama, sendikalar ve politik partiler
aracılığıyla gerçekleşecek politik katılım ile ilgili. Üçüncü aşama ise ulusal
Fransız varlığına kültürel manada asimile edilme ve onun içinde erime aşaması.
Bu aşamada özgün varlığa ait kültür, zaman içerisinde özel alanda tek başına
muhafaza ediliyor.”
Teknokratların
anlamadığı ise şu: doksanlarla birlikte bu modelin yaşamasını sağlayan
mekanizma paramparça oldu. Neoliberal politikaların baskın olduğu kapitalist
ekonomik sistem, ilk kuşak göçmenler nezdinde işçi sınıfıyla bütünleşme aracı
olarak iş gören yarı vasıflı ve vasıfsız işler üretebilme becerisini yitirdi.
Varoşlarda gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde kırka ulaştı ki bu oran,
ulusal ortalamanın iki katıydı. Düzenli iş imkânlarının bulunmadığı koşullarda
genç göçmenler sendikalara, politik partilere ve kültür kurumlarına dâhil olma
imkânı sunan zeminden mahrum kaldılar.
Eşitsizliğe
ideolojik manada kör bakmanın getirdiği engelle Müslümanların giyinmesi
meselesi politik açıdan yanlış ele alındı, bu aşamada teknokratlar,
neoliberalizmin “göçmen sorunu” ile başa çıkmak için devletin baskıcı
tedbirleri giderek daha fazla kullanmasıyla, entegrasyona uzanan ekonomik
merdivenin ayaklarını kestiğini fark edemedi. Bu teknokratlar, varoşlara daha
fazla polis takviyesi yaptılar, genç erkekleri kontrol edilmesi, hatta
gerekirse sınır dışı edilmesi zorunlu unsurlar olarak gördüler.
2007’de
Nicolas Sarkozy cumhurbaşkanı olunca sınır dışı etme, göçmenlerle ilgili olarak
en fazla tercih edilen yöntem hâline geldi. Tam yetkiyle donattığı içişleri
bakanı, 2011 yılında 32.912 kişiyi sınır dışı etti ki bu rakam, önceki yılda
ulaşılan rakamın yüzde 17 fazlasıydı. Bakan Claude Gueant, göçmen ve İslam
karşıtı retoriğe başvuran bir isim olarak, Müslüman göçmenleri sürekli suç ve
uyuşturucuyla ilişkilendiriyor, Müslümanların sokakta namaz kılması konusunda
“Artık Fransızlar kendilerini evdeymiş gibi hissedemiyorlar” diyordu.
2012
cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça Müslüman ve göçmen karşıtlığı
Sarkozy’nin başvurduğu bir araç hâline geldi, sağcı Marine Le Pen’in
yükselişini durdurmaya dönük bu hamle başarısız oldu ve sonuçta seçimi Francois
Hollande kazandı.
Peki
Bu Arada Sol Neredeydi?
Sol,
göçmen politikasının nihai manada biçimlendirilmesi sürecinde eksik olan güçtü.
Bunun
kısmî nedeni, solun kendi kendisini marjinalleştirmiş olmasıydı. Sosyalistler,
büyük ölçüde teknokratların asimilasyon modeline meyletmişlerdi, Fransız
Komünist Partisi ise göçmenlere düşmanlık ile rahatsız edici bir kabul arasında
salınıp duruyordu. Kapitalizmin yeni bir marjinalleştirilmiş işçiler katmanı
yarattığını anlayamayan komünistler, aslolarak kendi geleneksel endüstriyel
işçi sınıfı tabanını temsil etmek, onun için çalışmak ve bu sınıfı korumakla
ilgili kararına sadık kaldı. Esasında komünist parti, ilk başta göçmenlere
düşmanlıkla yaklaştı; parti liderliği, 1980’de göçü sınırlama lehinde oy
kullandı, partinin hâkim olduğu yereldeki hükümetler, göçmenlerin barınma
projelerine dâhil edilmesine karşı çıktılar. Bugün her ne kadar parti, belgesiz
göçmenlerin belirli bir düzene kavuşturulması kararını desteklese de
komünistler ve göçmen topluluğu birbirlerine şüpheyle yaklaşıyor.
Elbette
bu, militan solun göçmenleri örgütlemek için hiçbir çaba harcamadığı anlamına
gelmiyor. Küçük kimi Maoist gruplar, yetmişlerde ve seksenlerde göçmenlerin
örgütlenmesi meselesine amatörce de olsa eğildiler. Ama Sovyetler Birliği’nin
ve sosyalist projenin çöküşüyle birlikte birçok ilerici eylemci, işçi sınıfının
örgütsüz kesimleri içinde çalışma yürütmekten kaçındı ve bunları değişimin
başarısız failleri olarak gördü.
Bu
esnada diğer eski eylemciler sendika bürokratı oldular. Belirli sayıda militan,
küreselleşme karşıtı harekete dayanan orta sınıf taban dâhilinde faaliyet
yürütmeye başladı, bir kısmı da (kendisi göçmenleri sınıf bilinçli işçilerle
birlikte örgütlemeye çalışan Marksist Leninist Fransız Komünist Birliği’nin kurucusu)
ünlü Alain Badiou gibi, birer ilerici aydın olarak politikadan felsefe alanına
geçti.
Son
on yıl içerisinde bilhassa bir mesele, Müslüman göçmen toplumu ile sol
arasındaki zaten incelmiş olan bağı iyiden iyiye koparttı. Tüm sektörler,
ırkçılık ve İslamofobi aleyhine birleşebilecekken, başörtüsü ile ilgili
hareketi zaafa uğratan tartışma, saflarda ciddi ayrışmalara yol açtı. Kimileri başörtüsünün
kamusal alanda kullanılmasını laikliğin ihlali olarak görürken kimileri de
kadınların örtünme hakkını savundu.
Sınıf
politikası kemikleştikçe, etnik, kültürel, ulusal ve ırksal temalar da hem
varoşların içerisinde hem dışında süren kamusal tartışmaya hâkim olmaya
başladı. Varoşlardaki gençler için, solun yokluğu nedeniyle oluşan boşluk
önemli sonuçlara yol açtı. Dubet’nin tespitiyle, “Halkın kolektif tepkisine
destek olan solcu eylemciye ait geleneksel karakter, kirli olarak görülen bir
toplumdan korunan toplumda, ‘gerçek dünya dışındaki bir şehirde haysiyetli ve
ahlâklı bir hayat’ için alternatif bir yol içeren dinî bir sima ardında gözden
kayboluyor”du.
Yürüdükleri
yola dair değerlendirmeler okunduğunda, Şerif ve Said Kuaşi kardeşlerin başka
koşullarda ilerici bir harekete devşirilebilme ihtimali bulunduğu görülecektir.
Ama seküler soldan hiç kimse, onlardaki adaletsizlikle ilgili gelişen duygulara
ve idealizme gerekli kılavuzluğu yapmadı ve var olan boşluğu başkaları
doldurdu.
Şerif
örneğinde bu kılavuzluğu yapan Ferid Benyettu oldu. Aslen Cezayirli dindar bir
Müslüman olan bu kişi, hassas gençlerle tartışma grupları kuruyor ve yorulmak
nedir bilmeksizin çalışmalar yürütüyor, onları cihada iştirak etme konusunda
yüreklendiriyor ve bir soruşturma raporuna göre, Irak’ta Ebu Musab Zerkavi’ye
bağlı Kaide şebekesine katılmak isteyen genç Fransız Müslümanlar için gerekli
hattı oluşturuyordu.
Bundan
sonrası, tıpkı anlattıkları gibi yaşandı ve tarih oldu.
Bu
Nüfuz Kaçınılmaz mı?
Fransa
ve daha geniş manada Avrupa’da gerçek tehdit, bin kadar uykuya yatmış ve
toplumu mahvedecek mücahid hücresine dair fantezi değil. Gerçek tehdit, ulusal
güvenlik devletleri eliyle göçmen topluluklarının ezilmesi. Bunlara bir de
sağcı güçlerce seferber edilmiş geniş halk kesiminin önemli bir kısmından gelen
destek eşlik ediyor.
Bu
güçler, bugün kendi gerici projesini popülerleştirme konusunda giderek daha
fazla tecrübe ediniyor. New York Times’da çıkan son makalesinde Marine
Le Pen, liberal ikon Albert Camus’nün ismini hatırlatıyor ve cumhuriyetçi
söyleme başvuruyor:
“Biz Fransızlar laikliğe,
egemenliğimize, bağımsızlığımıza ve değerlerimize duygusal manada bağlıyızdır.
Dünya, Fransa ne vakit saldırıya uğrasa, asıl saldırıya uğrayanın özgürlük
olduğunu biliyor. […] Ülkemizin ismi, Fransa, hâlâ özgürlük kelimesi gibi
çınlıyor.”
Kimi
yorumcular, bu yeni tarzı “hâkim eğilim”e dâhil olmaya dönük bir hamle olarak
yorumladılar. Ama bence hatalılar. Bu yaklaşım, seküler cumhuriyetçi söylem
içerisinde maskelenmiş aşırıcı bir niyeti yansıtıyor. Le Pen, bugün Batı’ya
güvenle hitap ediyor. Bu güven, onun iktidarın bekleme odasında oturduğunu
düşünmesiyle ilgili.
Le
Pen’in ve aynı şekilde diğer sağcı liderlerin elindeki nüfuz kaçınılmaz mı?
Fransa’da
ve tüm Avrupa’da hâkim toplum ile göçmen topluluğu arasındaki ilişki, kayıp
fırsatlar, ürkek teşebbüsler ve liderlik konusunda yapılan yanlışlardan oluşan
bir hikâye. Bu ilişki aynı zamanda bir vazgeçiş hikâyesi. İlk dönem mazlum ve
sömürülen toplulukların entegrasyonu ve koşullarının iyileştirilmesi konusunda
merkezî bir aktör olarak önemli bir rol oynayan örgütlü sol, sahneyi terk etti
ve sahayı ırkçı ve dindar köktencilere bıraktı.
Walden Bello
5 Şubat 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder