İlyas Sanber ile Söyleşi
Gilles Deleuze
8-9 Mayıs 1982
1982’de Fransız felsefeci Gilles Deleuze, Filistin Çalışmaları dergisinin (La Revue
d'Études Palestiniennes) kurucusu, Filistinli yazar İlyas Sanber ile bir
mülâkat yaptı. İkili, derginin önemini, halkın varoluşunu ve Filistin ülkesini
inceledi. Otuz yılı aşkın bir süredir buradaki tartışmaların bugünün iklimi
için hâlâ ümitsiz biçimde geçerli oluşu, gerçekten utanç verici.
“Fransızca yayın yapacak bir Arap dergisini uzun bir
süredir bekliyorduk, ama beklentilerimizin aksine dergi, Kuzey Afrika’da değil,
Filistin’de çıktı. La Revue d'Études
Palestiniennes isimli derginin, aynı zamanda tüm Arap dünyası ile ilgili
olan Filistin merkezli sorunlara odaklanan iki özelliği var. Bir yandan dergi,
ustalıklı ama sakin bir tonda kapsamlı bir sosyo-politik analiz sunuyor. Diğer
yandan da, özel olarak, oldukça zengin ve çok az bilinen tarihsel ve sosyolojik
bir ‘külliyat’ ile birlikte, Arap yazınını seferber ediyor.” -Gilles Deleuze,
1982
* * *
Filistin tarafında bir şeylerin olgunlaşmış olduğu
görülüyor. Sanki Filistinliler ilk kriz hâlini aşmışlar, sanki yeni bir bilince
tanıklık eden bir belirlilik ve dinginlik bölgesi, bir “hak” (hukuk) yurdu
hâline gelmiş gibi, yeni bir sese sahip olmuşlar. Bu hâl, onların saldırgan ya
da savunmacı olmayan, “herkesle birebir eşit” olduklarına işaret eden yeni bir
tarzda konuşmalarına imkân veriyor. Filistinliler, henüz amaçlarına
ulaşmamışlarken, bu durumu nasıl izah edersiniz?
İlk meselenin zuhur etmesinden beri bu tepkiyi
hissediyoruz. Kendilerine, “bak, Filistinliler de bu tarz dergiler çıkartıyor”
diyen kimi isimler var ve bunlar, kafalarının içerisinde gayet iyi kurulmuş bir
imajı yansıttılar. Birçok insan için, sorumluluk dediğimiz şey adına dövüşen
Filistinli savaşçı imajı epey soyut kalmıştı. Bunu izah edeyim. Varlığımızın
gerçekliğini kurmazdan önce biz mülteciler olarak algılanırdık. Direniş
hareketimiz, ne zamanki hesaba katılmak zorunda kalınan bir mücadeleyi kurdu,
biz de bir kez daha indirgemeci bir imajın mevcut tuzağına düştük.
Çoğaltılmış ve sonsuzluk içinde tecrit edilmiş olan bu
imajımız saf militaristlere aitti, bizler de sadece bunun gereğini yapanlar
olarak algılanıyorduk. Bizler, bu imajı geride bırakmak amacıyla, en katı
manada, mevcut savaşçı imajımızı milis imajına tercih ediyoruz.
Ben bu derginin ortaya çıkışının yol açtığı
şaşkınlığın, aynı zamanda bazı insanların bugün kendilerine Filistinlilerin
varolduğunu ve soyut ilkeleri hatırlatmanın yeterli olmadığını kabul etmek
zorunda kalmalarına dair gerçekten kaynaklandığını düşünüyorum. Eğer bu dergi
Filistin’den çıkıyorsa, o, birçok zihni meşgul eden bir bölgeyi inşa ediyordur,
bu bölgede sadece Filistinliler değil, Araplar, Avrupalılar, Yahudiler vb. de
yaşamaktadır.
Her şeyin ötesinde, bu insanların söz konusu derginin,
varlıklarını değerlendirmeye tabi tuttuğu, Filistin’in diğer düzeylerindeki,
ressamları, heykeltıraşları, işçileri, köylüleri, bankacıları, romancıları,
aktörleri, işadamlarını, profesörleri, kısacası gerçek bir toplumu içermek
zorunda olan bir ufuk çeşitliliğini anlamaya başlamaları gerek.
Filistin sadece bir halk değil, bir ülkedir de. O, bu
halkla, halktan yağmalanmış ülke arasındaki bağdır, Filistin, geri dönmeye dair
arzunun ve hasretin derin olduğu bir yerdir. Bu yer biriciktir, halkımızın
1948’den beri tecrübe ettiği tüm sınır dışı edilmelerden müteşekkildir. Bir
insanın gözünde Filistin tüttüğünde, onu incelediğinde, ondaki hareketleri
takip ettiğinde, bu insan, ülkeyi bekleyen her bir değişikliği not eder, eski
imajlarını yığar üst üste, kısacası, bu insan, hiçbir zaman kaçırmaz gözünü
ondan.
Dergideki birçok makale, Filistinlilerin ülkeden
sürülme usullerini yeni bir tarzda anımsatıp analiz ediyor. Bu, çok önemli,
zira Filistinliler sömürgeleştirilmiş değil, tahliye edilmiş, sürülmüş
halklarla aynı durumda. Yazmakta olduğunuz kitabınızda siz Amerikan
Yerlileriyle kıyaslıyorsunuz Filistinlileri. Kapitalizmde iki farklı hareket
söz konusu. Eskiden mesele, artığı biriktirmek için, bir halkı kendi ülkesine
götürüp çalıştırmak ve sömürmekti: buna da sömürge deniliyordu. Bugünse aksine
mesele, halkı başka bir yerde işgücüne dönüştürmek anlamına gelse bile, ileri
doğru sıçramak için, bir halka ait araziyi boşaltmak. Siyonizmin ve İsrail’in
tarihi, tıpkı Amerika gibi, ikinci yolu izliyor: boş bir uzam nasıl
yaratabiliriz, bir halkı nasıl söküp atabiliriz, mesele bu.
Bir mülâkatında, Yaser Arafat, bu kıyaslamanın
sınırına işaret ediyor ve sınır da Revue d’Etudes Palestiniennes’in ufkunu
tayin ediyor: Bir Arap dünyası söz konusu iken, Amerikan Yerlileri,
kovuldukları bölgenin dışında kendi hesaplarına olan bir temele ya da güce
sahip değillerdi.
Bizler kendine has sürgünleriz, çünkü biz “yabancı
ülkelere değil, kendi yerimiz”in sürekliliğine kovulduk. Bizler, yerimizden
yurdumuzdan edildik ve Arap coğrafyasına dağıldık, burada ise kimse bizi
parçalamak istemedi ki bu fikir esasen bir sapmaydı. Bu noktada aklıma,
İsrail’in, diğer Araplara yönelik, bizi “bütünleştirmedikleri” için serzenişte
bulunan ikiyüzlü iddiaları geliyor. Bu iddialar, aslında İsrail’in dilinde,
onun “bizim ortadan kaybolmamız”a dönük arzusuna denk düşüyorlar. Bizi
ülkemizden kovanlar, nedense birden Arapların bize yönelik ırkçılığını kafaya
takıyorlar. Bu, kimi Arap ülkelerinde bizim belirli çatışmalar yaşamadığımız
anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır, ama bu çatışmaların nedeni, bizim Arap
olmamız değil; bu çatışmalar, kimi zaman kaçınılmaz, zira bizler, geçmişte
olduğu gibi bugün de silâhlı bir devrimiz. Ayrıca Filistin’deki Yahudi
yerleşimcilerin “Amerikan Yerlileriyiz”. Onların gözünde bizim oynamamız
gereken tek rol, ortadan kaybolmak. İsrail’i kuran tarihin, Amerika Birleşik
Devletleri’nin doğmasına yol açan süreci yeniden ürettiğini söylemek gerek bu
noktada.
Bu, belki de ulusların karşılıklı dayanışmasını
anlamanın temel unsurlarından birisidir. Manda dönemi boyunca bizim “klasik”
sömürgeleştirmeye, yerleşimcilerle sömürgeleştirilmiş olanın birlikte
yaşamasına dair işlere tanık olmadığımızı gösteren kimi unsurlar da var.
Fransızlar, İngilizler vs. belirli yerleşim alanları açmak istediler ki bu
alanların varoluşunun koşulu, yerli halkın varlığı idi. Hâkimiyetin
uygulanabilmesi için hâkimiyet altına alınmış olanın orada olması bir
gereklilikti. Bu, birileri istesin ya da istemesin, ortak alanlar yarattı, yani
şebekeler, sektörler, toplumsal hayata ait düzeyler oluşturuldu, buralarda
yerleşimcilerle sömürgeleştirilmiş olan “karşı karşıya” geldi. Karşılaşmanın
hoşgörülemez, yıkıcı, patlamaya hazır bir bomba olduğu, hâkim olma sürecinin bu
gerçeği değiştiremeyeceğinin anlaşılması üzerine, “yerel halk”a hâkim olmak
için “yabancı”, “yerel”le “temas” kurmaya başlamak zorunda kaldı. Sonrasında
sahneye Siyonizm çıktı ve bizim buradaki varlığımızın gerekliliğine itiraz etti.
Üyelerindeki özgüllükten ötürü (üyelerini Yahudi cemaatlerinden devşiriyordu)
Siyonizm, bizim itirazımızın, yurdumuzdan kovulmamızın, “başka yere
nakledilmemizin” ve İlan Halevî’nin çok güzel tarif ettiği üzere, başkalarıyla
ikame edilmemizin temelini oluşturdu. Böylelikle bize göre “bilinmeyen
yerleşimciler” olarak anılması gereken bir kesim doğdu, bunlar, “yabancı
yerleşimciler” dediğim kesimlerle aynı dönemde geldiler. “Bilinmeyen
yerleşimciler”in ana yaklaşımı, kendi özelliklerini Öteki’nin bütün itirazının
temeli kılmaktı.
Dahası bana kalırsa, 1948’de ülkemiz sadece işgal
edilmekle kalmadı, ayrıca bir biçimde “ortadan kayboldu”. Bu, söz konusu
dönemde “İsrailli” olmuş olan Yahudi yerleşimcilerin meseleyi tecrübe etme
noktasında zorunlu olarak girdiği bir yoldu.
Siyonist hareket, Yahudi cemaatini sadece
Filistinlilerin bir gün gidecekleri fikri ile değil, ayrıca ülkenin “boş”
olduğu fikriyle seferber ettiler. Elbette ülkeye gelenler, orada bir halkın
yaşadığını gördüler ve bunu yazmaya başladılar! Ama cemaatin önemli bir bölümü
her gün fiziken temas kurduğu halka yokmuş gibi davrandı. Bu körlük fizikî bir
körlük değildi, kimse aldatılmamıştı, herkes bu halkın bugün burada olduğunu
ama “ileride ortadan kaybolacağını” biliyordu, herkes ayrıca bu ortadan
kaybolma sürecinin başarıyla sonuçlandırılabilmesi için ilgili sürecin ta
başından beri işliyormuş gibi davranılması, yani tartışmasız orada olan
ötekinin varoluşunu kesinlikle “görmemek” gerektiğini anladı. Başarı için,
ülkenin boş olması gerekliydi ve bu, “öteki”nin yerleşimcilerin kafalarından
silinmesine bağlıydı.
Bu sonuca ulaşmak için Siyonist hareket sürekli,
Yahudiliği ötekini reddetmenin, onu ülkeden kovmanın temeli hâline getiren
ırkçı bir vizyonu devreye soktu. Söz konusu işleme, Avrupa’da başka ırkçıların
yol açtığı zulümler katkı sundu ve Siyonistlerin kendi yaklaşımlarını
onaylatmalarına yardım etti.
Ayrıca biz, Siyonizmin Yahudileri tutsak ettiğini,
onları yukarıda tarif ettiğim vizyonun tutsağı hâline getirdiğini düşünüyoruz.
Ama bu tutsaklık belirli bir zamanda gerçekleşmedi. Bence bunun için holokostun
geçmesi ve söz konusu yaklaşımın evrim geçirip Yahudilerin her zaman ve her
yerde, içinde yaşadıkları toplumların “Öteki”si olduklarını söyleyen sahte
“ebedî ilke”ye dönüşmesi gerekiyordu.
Ama reddedilmiş ve lanetlenmiş bir “öteki” konumunu
sürekli işgal etme iddiasında olan ve bu hususu mutlulukla karşılayan hiçbir
halk ya da toplum yoktur.
Bugün Ortadoğu’da öteki, Arap’tır, Filistinli’dir.
Batılı güçlerin bu ötekiden ortadan kaybolmasını istemesindeki ikiyüzlülük ve
kinizm, bugünün emridir ve eldeki güvenceler içindir. Ancak İsrailli ordu
liderlerinin deliliklerine karşı asıl güvencelere muhtaç olan, bizleriz.
Buna karşın bizim tek ve yegâne temsilcimiz olan FKÖ,
söz konusu çatışmaya dair çözümünü sundu: Kim olursa olsun, ülkede yaşayan
herkesi birbirinden ayıran mevcut duvarları paramparça edecek olan Demokratik
Filistin devleti.
La Revue d'Études Palestiniennes, kendi manifestosunu
1. sayısının ilk iki sayfasında yayınladı: Bizler “diğer halklar gibi bir
halkız.” Bu, birçok anlama sahip bir çığlık aslında. İlk planda, bir andaç ya
da bir çağrı.
Filistinlilere İsrail’i tanımayı reddettikleri için
sürekli sitemde bulunuldu. Bakın, İsrailliler bizi yok etmek istediklerini
söylüyorlar. Ama Filistinliler, tanınmak için elli yıldan fazla bir süredir
mücadele ediyorlar.
İkinci olarak, bizim manifestomuz, İsrail’in
aşkınlıkları ve çektikleri zulüm yüzünden, “biz diğer halklar gibi bir halk
değiliz” diyen manifestosunun karşısında duruyor. Bu nedenle Dergi’nin 2.
sayısında holokostla, Siyonistlerin holokosta yönelik tepkileriyle ve bu olayın
Filistin ve tüm Arap dünyası ile ilişkisi içinde sahip olduğu anlamla ilgili,
İsrailli yazarlarca kaleme alınmış iki makalenin bulunması önemli. “Mevcut
normun dışında, bir halk olarak muamele görmek” isteyen İsrail devleti, kendi
varlığını bütünüyle, başka bir devletin hiç bilmediği, Batı’ya dönük ekonomik
ve mali bağımlılık durumu dâhilinde muhafaza ediyor (Boaz Evron).
Filistinlilerin karşıt iddiayı hızla ortaya atmalarının nedeni bu: onlar neyse
o, yani tümüyle “normal” bir halk olmak istiyorlar.
Apokaliptik tarihe karşı bir de her andaki bolluk,
imkânların çokluğu ve sadece mümkün olanla yapılan başka bir tarih anlayışı
daha var. Revue’nün de, mevcut olayların analizinde her şeyden önce
göstermek istediği bu değil mi?
Kesinlikle. Varoluşumuzun dünyasını anımsatma
meselesi, kesinlikle belirli bir anlama sahip ama bu mesele aynı ölçüde aşırı
basit. O, dosdoğru kabul edildiğinde, Filistin halkının ortadan kaybolmasını
dört gözle bekleyenler için işi zorlaştıracak türden bir hakikattir. Çünkü
nihayetinde, onun söylediği şudur: tüm insanların haklara sahip olma hakkı
vardır. Bu, apaçık bir ifadedir, ancak böylesi bir güç, tüm politik mücadelenin
hem çıkış noktasını hem de varış noktasını verir. Bu konuyla ilgili olarak Siyonistlerin
söylediklerine bir bakalım. Onların, “Filistin halkının hiçbir şeye hakkı
yoktur” dediğini duymazsınız, hiçbir güç böylesi bir konumu destekleyemez, bunu
onlar da iyi biliyorlar. Aksine onlardan sürekli duyduğunuz cümle şudur:
“Filistin halkı diye bir halk yoktur.”
Tam da bu nedenle, Filistin halkının varlığına dair
ifademiz, ilk bakışta göründüğünden daha güçlü bir ifadedir.
[İlk olarak “Filistin’in Yerlileri” başlığıyla Libération’da,
8-9 Mayıs 1982 tarihinde yayımlanmıştır.]