Tayyip Erdoğan’ın, “Yıkın şu ucube heykeli” emriyle
yıkılan Kars’taki “İnsanlık Anıtı”, Ermenilerle kurulan “dostluk” ilişkilerinin
bir nişanesiydi.
Demek ki Karacaahmet Cemevi’ne “ucube” demesi de örtük
olarak “yıkılsın” emrini içeriyor. Onun belediye başkanlığı döneminde yarım
bıraktığı işi tamamlamak niyetinde olduğu açık.
Derler ki Hrant Dink’in ölmeden önce Sabiha Gökçen’in
Ermeni olduğunu söylemesi ciddi bir öfkeye neden olmuştur. “Ata’nın mirasını
lekelemek”, Dink’in gömleğinin kanla lekelenmesi ile cezalandırıldı.
1918-1920 arası dönemde Dersim’deki Ermeniler Seyyid
Rıza ve diğer aşiretlerden yardım istemiş ama bu aşiretler destek vermeyip
devletin yanına koşmuşlardır. Ama aynı devlet Dersim’de, Ruslara, dolayısıyla,
Ermenilere karşı bölge halkına verilen silâhların teslim alınması emrinin
mazeret gösterilmesi sonucu başlayan askerî operasyonda toplu kıyım yapmıştır.
1915’i görmüş Ermenileri at üstünde kovalayan Dersim aşiretleri, bu sefer
Kemalist kıyımın kurbanları olmuşlardır. Tepelerine ise devşirme bir Ermeni
olan Sabiha Gökçen’in bombaları yağmıştır.
Yıllar sonra ise birileri “Alevilik İslam dışıdır”
demiş, MHP’li “tarihçi” Yusuf Halaçoğlu’nun üflediği gizli devşirme raporları
üzerinden bu kişiler “Ermeni dönmesi” olarak etiketlenmiş ve bunların
ekseriyetle Dersimli oldukları söylenmiştir.
Devlet, her daim halk içindeki sınıfî, dinî ve millî
unsurları birbirine karşı kışkırtmış ve onların yok oluşunu, mutlak olduğunu
düşündüğü koltuğundan seyreylemiştir.
Bugün liberaller, Ak Parti’nin kendilerinden uzaklaşıp
MHP ile bir tür ittifaka yöneldiğini söylüyorlar. Hrant Dink vak’asında MHP’nin
12 Eylül öncesi oynadığı role soyunmak isteyen BBP, başkanının çark edip
öldürülmesi karşısında sinmiştir. Zira Ak Parti ile MHP arasındaki dolayım
hattı olarak BBP, doğası gereği, tasfiye edilmek zorunda kalmıştır.
Bugün Ak Parti medyası Kürd hareketine, seksenlerdeki
“Anadolu’dan Görünüm” programını hatırlatan yayınlarla saldırıyor. Tek farkla,
bu sefer işe yoğun miktarda din sosu ekleniyor. Bu tip yayınlarda “Kürd
hareketinin doğuda misyoner faaliyetlerine destek verdiği” ya da “gerillaların
domuz eti yediği” gibi propagandatif unsurlara başvuruluyor.
Dolayısıyla, Türk ili Kerkük’e giremeyen Devlet
Bahçeli’nin “yürü Tayyip, Kandil’e Türk bayrağını dik, ülkücüler arkandadır”
demesi şaşırtıcı değil. Seçim döneminde eşref-i mahlûkat sayılmayıp “kurt
sürüsü” denilerek aşağılanan ülkücüler, başbuğlarının emriyle, direnemeden ve
dilenerek, hizaya getiriliyorlar.
Hep denildiği gibi, Türk’ün Kürd düşmanlığı yapmak
dışında bir iradesi yok. Tüm iradesini ve mevcudiyetini egemen güçlere tabi
kılmış bir millet, sömürü ve zulme karşı direnmek yerine, hep o güçlerden biraz
varolma imkânı dilenmek zorunda kalacaktır.
Fıkrada denildiği gibi, “o Ermeni’nin dövülmesine izin
vermeyecektik.” Verilirse, bugün Müslüman ahali, iftarı Amerikan büyükelçileri
ve ajanları ile birlikte açar. Verilirse, bölge halklarına karşı konuşlanmış
füzelerin gölgesinde, bir millet bayrağının hep batı rüzgârları ile esmesine
razı olur. Verilirse, grev yapma hakkı bile elinden alınır.
Bugün İslam’ı şeklî ibadete indirgemenin temel nedeni,
o ibadetlerin icra alanlarında ciddi bir sermaye akışının gerçekleşiyor
olmasıdır. İyi niyetli olarak o icra alanlarındaki fethullahî kudretten pay
almak amacıyla, “infak” ya da “paylaşım” edebiyatı yapılsa da sermaye akışının
hızı karşısında tüm değerler aşınmaya devam edecektir.
Eğer İslam hacı olmaya indirgenmişse, bu,
Müslümanların, Suudi sermayesinin ve onun işgali altındaki kutsal toprakların
kölesi kılınması amacını güder. Eğer namaz ise mesele, cami duvarlarının önünde
ya da içinde dönen rant ilişkilerine kul olmak, mümin oluşun yerini almış
demektir. Eğer oruçsa, toplu iftar merasimlerinde kimi ticarî markaların
reklâmı ve tüketim kölesi bireyler için tertiplenen kapitalist şenliklerin
dinin yerini almasıdır mesele.
Ak Parti kalemşorları, bu gerçeklik dâhilinde, “hâlâ
doksanlara geri mi dönüyoruz?” sorusunu çeşitli manevra ve taklalarla
savuşturma yoluna gidiyorlar. Doksanlarda elde pala ve silâh, Kürd avına çıkmış
Hizbullah çeteleri vardı, artık bu çeteler Ak Parti sayesinde geçersizleşti,
zira bu çetelerin varlık zemini üzerinde bir başka iktidar binası yükseliyor.
Tıpkı Rum ve Ermeni arazilerine ve mallarına el koymuş, tek direnci bu malı
muhafaza etmek olan Türk ağalarının Kuvvayı Milliye çetelerini tasfiye edip
iktidara çöreklenmesinde olduğu gibi.
İktidara çöreklenen Türk ağalarının Alman ve İtalyan
faşizminden beslenen kesimi ile İngiliz-Amerikan beslemesi Menderes çizgisi ile
yan yana düşmesi, bugünü özetliyor. İngilizlerin eliyle kurulan ve Amerikan
eliyle güçlendirilen devlet, Ak Parti şahsında, yeniden organize oluyor.
Direnenlerin tasfiye edildiği, dilenenlerinse iktidar olduğu bu ülkede para
keseleri herkesi kendisine kul ediyor.
Bugün dilenmenin ürünü olan devlet, dik durmanın,
direnmenin ne demek olduğunu bilmediğinden, millet ve din ayağında, bölünmeye
karşı mazlum-sömürülen halkın kendiliğinden direncini istismar etmek zorunda
kalıyor.
Alevî hassasiyeti din payandasını, Kürd hassasiyeti de
millet payandasını tehdit ettiği gerekçesiyle devlet bu iki kesime karşı halkın
belli bir bölümünü kendisine nefer olarak örgütlemek derdinde. Devlet dik
durmayı hiç bilmediğinden, din payandası da millet payandası da sunidir ve özel
odalarda bir bakıma icat edilmiştir.
Özellikle MHP’liler, devletin millî ve dinî
payandasının ortak kirişi çatılırken devreye sokulan Osmanlı edebiyatı
dâhilinde, üç padişaha kutsallık ve evliyalık atfediyorlar: Fatih, Yavuz ve
Kanunî. Oysa Fatih’in Müslüman olduğu bile şüphelidir, Yavuz’un Türkmen-Alevî
katliamları aşikârdır, Kanunî ise Osmanlı’nın çöküşünü başlatan isimdir.
Direnmek değil, dilenmek üzerinden oluşturulmuş bu
payandalar zayıftır. Zayıflığın her sarsıntıda kendisini hissettirmesi, sonuç
olarak Alevî’ye ve Kürd’e karşı zulmü beraberinde getiriyor. Dışa karşı kuzu
olan, içe karşı kurtlaşıyor. Devlet, içerideki kurt sürüsünde ve kuzunun
boynuna dayanmış hançerde cisimleşiyor. Bu noktada, Türklük de Müslümanlık da
bileğilenmek zorundadır. Bileği taşına her vurulduğunda, bu iki unsurun dış
yüzü körelir, iç yüzü keskinleşir. İç yüzü de hep devletin potansiyel
tehditlerine dönüktür.
Bu kurtluk karşısında Hacı Bektaş-ı Veli törenlerinde
“Kürt Alevi yoktur” deyip Aleviliği sağcı bir Türkçülüğe, oradan da devlete
bağlamak dışında bir varlık gerekçesi bulunmayan, bir dönem Fethullah
güzellemesi yapan Rıza Zelyut’un ödüllendirilmesi manidardır. Alevîliğin
bileğilenmesi buradadır: CHP, kendisini kuran gasıpların ve o gasıpların
kurduğu devletin dışında düşünemez. Kılıçdaroğlu’nun meclis ısrarı, biraz da bu
meclisin tapusunun ve mülkiyetinin kendi partisinde olduğuna inanması ile
ilgilidir. Camilerin tapusunu elinde tuttuğunu söyleyenlerle meclisin tapusuna
sahip olduğunu iddia edenler arasındaki kayıkçı kavgası, bugünün gerçeğinde
artık konu dışıdır.
Batının rıza gösterdiği kadar Türk ve batının istediği
kadar Müslüman olan bu devlet, halkların sömürü ve zulme karşı mücadele ederken
ortaya koyduğu direnme iradesini tasfiye etmeye mahkûmdur. Bu tasfiye işlemi
esnasında kendisi gibi Türk ve Müslüman olan bir kütle teşkil etmek zorundadır.
Bu kütle, tapulara ucundan kıyısından ortak olan ya da olmak isteyenlerden
müteşekkildir.
Ama Allah’ın, Kur’an’ın ve Peygamber’in dile döktüğü
biçimiyle, “üstünlük takvada”dır ve takva da ancak sömürü ve zulme karşı
mücadele etmekte tanımlıdır. Sadece bu mücadeleyi verenler birbirlerini
gerçekten tanırlar.
Eren Balkır
25 Ağustos 2012