Pages

26 Ağustos 2012

Direnmek


Tayyip Erdoğan’ın, “Yıkın şu ucube heykeli” emriyle yıkılan Kars’taki “İnsanlık Anıtı”, Ermenilerle kurulan “dostluk” ilişkilerinin bir nişanesiydi.

Demek ki Karacaahmet Cemevi’ne “ucube” demesi de örtük olarak “yıkılsın” emrini içeriyor. Onun belediye başkanlığı döneminde yarım bıraktığı işi tamamlamak niyetinde olduğu açık.

Derler ki Hrant Dink’in ölmeden önce Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğunu söylemesi ciddi bir öfkeye neden olmuştur. “Ata’nın mirasını lekelemek”, Dink’in gömleğinin kanla lekelenmesi ile cezalandırıldı.

1918-1920 arası dönemde Dersim’deki Ermeniler Seyyid Rıza ve diğer aşiretlerden yardım istemiş ama bu aşiretler destek vermeyip devletin yanına koşmuşlardır. Ama aynı devlet Dersim’de, Ruslara, dolayısıyla, Ermenilere karşı bölge halkına verilen silâhların teslim alınması emrinin mazeret gösterilmesi sonucu başlayan askerî operasyonda toplu kıyım yapmıştır. 1915’i görmüş Ermenileri at üstünde kovalayan Dersim aşiretleri, bu sefer Kemalist kıyımın kurbanları olmuşlardır. Tepelerine ise devşirme bir Ermeni olan Sabiha Gökçen’in bombaları yağmıştır.

Yıllar sonra ise birileri “Alevilik İslam dışıdır” demiş, MHP’li “tarihçi” Yusuf Halaçoğlu’nun üflediği gizli devşirme raporları üzerinden bu kişiler “Ermeni dönmesi” olarak etiketlenmiş ve bunların ekseriyetle Dersimli oldukları söylenmiştir.

Devlet, her daim halk içindeki sınıfî, dinî ve millî unsurları birbirine karşı kışkırtmış ve onların yok oluşunu, mutlak olduğunu düşündüğü koltuğundan seyreylemiştir.

Bugün liberaller, Ak Parti’nin kendilerinden uzaklaşıp MHP ile bir tür ittifaka yöneldiğini söylüyorlar. Hrant Dink vak’asında MHP’nin 12 Eylül öncesi oynadığı role soyunmak isteyen BBP, başkanının çark edip öldürülmesi karşısında sinmiştir. Zira Ak Parti ile MHP arasındaki dolayım hattı olarak BBP, doğası gereği, tasfiye edilmek zorunda kalmıştır.

Bugün Ak Parti medyası Kürd hareketine, seksenlerdeki “Anadolu’dan Görünüm” programını hatırlatan yayınlarla saldırıyor. Tek farkla, bu sefer işe yoğun miktarda din sosu ekleniyor. Bu tip yayınlarda “Kürd hareketinin doğuda misyoner faaliyetlerine destek verdiği” ya da “gerillaların domuz eti yediği” gibi propagandatif unsurlara başvuruluyor.

Dolayısıyla, Türk ili Kerkük’e giremeyen Devlet Bahçeli’nin “yürü Tayyip, Kandil’e Türk bayrağını dik, ülkücüler arkandadır” demesi şaşırtıcı değil. Seçim döneminde eşref-i mahlûkat sayılmayıp “kurt sürüsü” denilerek aşağılanan ülkücüler, başbuğlarının emriyle, direnemeden ve dilenerek, hizaya getiriliyorlar.

Hep denildiği gibi, Türk’ün Kürd düşmanlığı yapmak dışında bir iradesi yok. Tüm iradesini ve mevcudiyetini egemen güçlere tabi kılmış bir millet, sömürü ve zulme karşı direnmek yerine, hep o güçlerden biraz varolma imkânı dilenmek zorunda kalacaktır.

Fıkrada denildiği gibi, “o Ermeni’nin dövülmesine izin vermeyecektik.” Verilirse, bugün Müslüman ahali, iftarı Amerikan büyükelçileri ve ajanları ile birlikte açar. Verilirse, bölge halklarına karşı konuşlanmış füzelerin gölgesinde, bir millet bayrağının hep batı rüzgârları ile esmesine razı olur. Verilirse, grev yapma hakkı bile elinden alınır.

Bugün İslam’ı şeklî ibadete indirgemenin temel nedeni, o ibadetlerin icra alanlarında ciddi bir sermaye akışının gerçekleşiyor olmasıdır. İyi niyetli olarak o icra alanlarındaki fethullahî kudretten pay almak amacıyla, “infak” ya da “paylaşım” edebiyatı yapılsa da sermaye akışının hızı karşısında tüm değerler aşınmaya devam edecektir.

Eğer İslam hacı olmaya indirgenmişse, bu, Müslümanların, Suudi sermayesinin ve onun işgali altındaki kutsal toprakların kölesi kılınması amacını güder. Eğer namaz ise mesele, cami duvarlarının önünde ya da içinde dönen rant ilişkilerine kul olmak, mümin oluşun yerini almış demektir. Eğer oruçsa, toplu iftar merasimlerinde kimi ticarî markaların reklâmı ve tüketim kölesi bireyler için tertiplenen kapitalist şenliklerin dinin yerini almasıdır mesele.

Ak Parti kalemşorları, bu gerçeklik dâhilinde, “hâlâ doksanlara geri mi dönüyoruz?” sorusunu çeşitli manevra ve taklalarla savuşturma yoluna gidiyorlar. Doksanlarda elde pala ve silâh, Kürd avına çıkmış Hizbullah çeteleri vardı, artık bu çeteler Ak Parti sayesinde geçersizleşti, zira bu çetelerin varlık zemini üzerinde bir başka iktidar binası yükseliyor. Tıpkı Rum ve Ermeni arazilerine ve mallarına el koymuş, tek direnci bu malı muhafaza etmek olan Türk ağalarının Kuvvayı Milliye çetelerini tasfiye edip iktidara çöreklenmesinde olduğu gibi.

İktidara çöreklenen Türk ağalarının Alman ve İtalyan faşizminden beslenen kesimi ile İngiliz-Amerikan beslemesi Menderes çizgisi ile yan yana düşmesi, bugünü özetliyor. İngilizlerin eliyle kurulan ve Amerikan eliyle güçlendirilen devlet, Ak Parti şahsında, yeniden organize oluyor. Direnenlerin tasfiye edildiği, dilenenlerinse iktidar olduğu bu ülkede para keseleri herkesi kendisine kul ediyor.

Bugün dilenmenin ürünü olan devlet, dik durmanın, direnmenin ne demek olduğunu bilmediğinden, millet ve din ayağında, bölünmeye karşı mazlum-sömürülen halkın kendiliğinden direncini istismar etmek zorunda kalıyor.

Alevî hassasiyeti din payandasını, Kürd hassasiyeti de millet payandasını tehdit ettiği gerekçesiyle devlet bu iki kesime karşı halkın belli bir bölümünü kendisine nefer olarak örgütlemek derdinde. Devlet dik durmayı hiç bilmediğinden, din payandası da millet payandası da sunidir ve özel odalarda bir bakıma icat edilmiştir.

Özellikle MHP’liler, devletin millî ve dinî payandasının ortak kirişi çatılırken devreye sokulan Osmanlı edebiyatı dâhilinde, üç padişaha kutsallık ve evliyalık atfediyorlar: Fatih, Yavuz ve Kanunî. Oysa Fatih’in Müslüman olduğu bile şüphelidir, Yavuz’un Türkmen-Alevî katliamları aşikârdır, Kanunî ise Osmanlı’nın çöküşünü başlatan isimdir.

Direnmek değil, dilenmek üzerinden oluşturulmuş bu payandalar zayıftır. Zayıflığın her sarsıntıda kendisini hissettirmesi, sonuç olarak Alevî’ye ve Kürd’e karşı zulmü beraberinde getiriyor. Dışa karşı kuzu olan, içe karşı kurtlaşıyor. Devlet, içerideki kurt sürüsünde ve kuzunun boynuna dayanmış hançerde cisimleşiyor. Bu noktada, Türklük de Müslümanlık da bileğilenmek zorundadır. Bileği taşına her vurulduğunda, bu iki unsurun dış yüzü körelir, iç yüzü keskinleşir. İç yüzü de hep devletin potansiyel tehditlerine dönüktür.

Bu kurtluk karşısında Hacı Bektaş-ı Veli törenlerinde “Kürt Alevi yoktur” deyip Aleviliği sağcı bir Türkçülüğe, oradan da devlete bağlamak dışında bir varlık gerekçesi bulunmayan, bir dönem Fethullah güzellemesi yapan Rıza Zelyut’un ödüllendirilmesi manidardır. Alevîliğin bileğilenmesi buradadır: CHP, kendisini kuran gasıpların ve o gasıpların kurduğu devletin dışında düşünemez. Kılıçdaroğlu’nun meclis ısrarı, biraz da bu meclisin tapusunun ve mülkiyetinin kendi partisinde olduğuna inanması ile ilgilidir. Camilerin tapusunu elinde tuttuğunu söyleyenlerle meclisin tapusuna sahip olduğunu iddia edenler arasındaki kayıkçı kavgası, bugünün gerçeğinde artık konu dışıdır.

Batının rıza gösterdiği kadar Türk ve batının istediği kadar Müslüman olan bu devlet, halkların sömürü ve zulme karşı mücadele ederken ortaya koyduğu direnme iradesini tasfiye etmeye mahkûmdur. Bu tasfiye işlemi esnasında kendisi gibi Türk ve Müslüman olan bir kütle teşkil etmek zorundadır. Bu kütle, tapulara ucundan kıyısından ortak olan ya da olmak isteyenlerden müteşekkildir.

Ama Allah’ın, Kur’an’ın ve Peygamber’in dile döktüğü biçimiyle, “üstünlük takvada”dır ve takva da ancak sömürü ve zulme karşı mücadele etmekte tanımlıdır. Sadece bu mücadeleyi verenler birbirlerini gerçekten tanırlar.

Eren Balkır
25 Ağustos 2012

23 Ağustos 2012

Ak Parti’nin Tağut Rejimi


1
Türk devleti, milliyetçiliği Batı’da Arnavut, Elen doğuda Ermeni’den öğrenen asker ve bürokratların yedek Yahudi devleti olarak kurdukları bir yapıdır. Burada söz, yetki ve karar kudreti Batı Anadolu’nun batılılarla çıkar ilişkilerine sahip olan tefeci-bezirgân kesimindedir. Sonrasında ise, en fazla, bu kesimle bir pazar ve kudret kavgası verilebilmiş, bu kavgada hep kurucu iradenin sözü, yetkisi ve kararı tayin edici olmuştur. Menderes-Özal-Tayyip çizgisi ise bu ortadaki rant mekanizmasına Osmanlı’da güçlendirilen ve bugüne gelen, İsrailiyyat’tan beslenmiş bir tasavvufî geleneğin belirlediği tarikatların ve cemaatlerin ortak olmasını ifade eder. Eni sonu tağut rejiminin bir kalesi, kamalı, cephaneliği ve mevzii olarak devlet olduğu gibi orta yerde durmakta, ona hiç dokunulmamakta, pay isteyenler efendilerin kudretine ortak olmak istedikleri için pay talep etmektedirler. Ama efendilerin sömürü ve zulmü tüm çıplaklığı ile uygulanmaya devam etmektedir.
2
Bugün Gaziantep saldırısı üzerinden bu ilin milletvekili Şamil Tayyar, “saldırı Şam’daki bombalı saldırının intikamıdır” diyerek, kendi devletinin Şam’daki saldırının suç ortağı olduğunu ikrar etmiştir. Şamil Tayyar, öte yandan ilin emniyet müdürünün ayağını kaydırmak adına açıklamalarda bulunmakta, “bu adam bizi, işadamlarını ve bürokratları dinleyeceğine, teröristleri takip etmeliydi” diye hedef göstermektedir. Bu cümleden birkaç dakika önce de Ak Parti’nin bürokrat vesayetini kırdığından bahsetmektedir. "Feveylün lil musallin" denilebilecek bu bürokrat ve eşraf, İslamî sosa batırılmış cumhuriyet kadrolarıdır. Müslüman hareket, Tayyar gibiler nezdinde, kendisine onca yıl zulmeden devlet ve tağutî rejim karşısında diz çöktürülmüştür.
3
Antep saldırısı, savaşın bu tağut rejiminin bir kalesi olarak devlete ve devlet ile halk arasındaki bağa yönelik gerçekleştirilmiş gibi görünmektedir. Kürtaj üzerinden, “bu ülkede her şeyden ben sorumluyum, her şey benden sorulur” diyen Tayyip, dolayısıyla, saldırının birinci dereceden muhatabı ve suç ortağı olmalıdır. Ülkenin çeşitli illerinin cami avlularına taşınan asker cenazeleri Ak Parti ve onun korumalığında olan devletin tağutî gerçekliğinin birer eseridir. Öfkenin kılıcı oraya doğru bileylenmelidir.
4
Devlet, batı karargahlarında geliştirilen kontrgerilla talimnamelerini Kur’an misali hatmederek hareket etmekte, işin propaganda ve ajitasyon kısmını boş geçmemektedir. Yukarıdan aşağı zalimane bir içerik ve biçimle tüm tarihsel-toplumsal değerler, algı, bilgi ve iman yeniden teşkil edilmekte, kurulmakta ve an be an halka dayatılmaktadır. Devlet, her zamanki gibi boşluk, kırılma, sekme, yanlış, zaaf vb. tanımamakta, gerçekliği insanlara bu şekilde takdim etmeye çalışmaktadır. Devletin bu gayreti, nihayetinde, halktaki irade kırılmasına denk düşer ya da bu iradenin kırılması içindir.
5
“Şehid”, propagandatif düzeyde bu tağutî rejim tarafından en fazla istismar edilen kavramdır. Devlet, söz konusu kontrgerilla talimnameleri uyarınca, geçmişte korucu ordusu teşkil etmiş, uzun süre onları şehid olarak saymamış, maaş bağlamamıştır. Ama bugün görüyoruz ki bir yaşındaki bir bebeğin vefatı dahi “şehadete erdi” sözü ile karşılanmaktadır. Şehadet, Allah’ın birliğine tanıklık etmekse, demek ki burada Allah olarak görülen, devletin ta kendisidir. Bu iman, yukarıdan aşağı doğru kurulmuş bu İslam algısı, esas olarak mal-mülk derekesinde halkta mevcut olan korkuya dayanmaktadır.
6
Kimi ilahiyatçılar, Alâk Suresi’ndeki “insan […] azar” ifadesini bugünün koşullarına uygun olarak yorumlamakta ve “burada müşrikler kastedilmektedir” deyip, bugün mal-mülk üzere azgınlık edenleri temize çıkartmaktadırlar. Özü itibarıyla bu mal-mülk düşkünlüğü Tayyip’in ağzında şu şekle bürünmektedir: “Suriye’de bizim bir kalemiz, toprağımız var, oraya yönelik saldırı olursa, bize saldırılmış sayarız, biz NATO üyesi olduğumuza göre, bu saldırı, aynı zamanda NATO’ya yapılmış olacaktır.” Bu “NATO İslam’ı”, halkın hücrelerine ellerindeki üç kuruşluk malı muhafaza etme derdi üzerinden yedirilmektedir.
7
Antep saldırısı üzerinden yapılan tüm açıklamalar, devleti birlemek amaçlıdır. İskenderun’daki asker cenazesinde ölen askerin eşi, “niye oraya gönderiyorlar ki, bunun hesabını versinler” diye ağlamaktadır. Bu gözyaşı, tağutî rejimin kibri ve öfkesi karşısında buhar edilmektedir. Halkın acısı ve çilesi üzerinden rejimin kaleleri pekiştirilmek istenmektedir.
8
Tayyip, kendi merhume teyzesinin cenazesini bile siyasî bir şova, mitinge dönüştürebilmektedir. Düne kadar mehepelilere laf söyleyen bu zat, verili durum itibarıyla, camileri kışlaya, nihayet, çevirmiştir. Bu dönüştürme işlemi, genelkurmayla imzalanan protokolün bir karşılığıdır.
9
Mehepe, milliyetçiliği “update” edip küreselleşmenin nimetlerinden faydalanma eksenine kaydığına göre, sağ siyasetin tekâmülü tamamlanmıştır.
10
Haksöz ekibi, Suriye’de öldürülen Türk Müslümanlar için Hacı Bayram Camii’nde cenaze namazına duracak. Şehadet, Allah’ın birliğine tanıklık etmekse, burada birlenen “Allah”, mecazî olarak, Türkiye devleti ve onun küresel bağlarıdır. Birlik buradadır. Dağılma ve ayrışma hâlinde halka kendisinin elindeki malı mülkü kaybedeceği korkusu salınmaktadır.
11
Bin yıldır “el kârda, gönül yarda” diyen tasavvufî İslam, örnek olarak, bir kanalda yayın yapan Sadık Yalsızuçanlar nezdinde, bugüne “update” edilmektedir. “Kalvinist, Protestan takısına ihtiyaç yok, bu zihniyet, bizde bin yıldır vardı zaten” denilmektedir. Bu tip yayınlar eşliğinde İslam algısı ve bilgisi, Tayyibî-tağutî rejimin güncel ideolojik ihtiyaçlarına göre ayarlanmaktadır.
12
Mısır cumhurbaşkanı, gençlere "sokakları temizleyin" talimatı vermektedir. Temizlenen, devrim ve izleridir. Haber kanalları, Antep’teki saldırı ardından belediyenin hummalı bir çalışma ile saldırının izlerini temizlediğini, olağan huzurlu ortamın yeniden tesis edildiğini söylemektedir. Silinen izler devletin günahlarıdır.
13
Ortadoğu’da genel olarak devrimlerin tüm izleriyle birlikte silindiği söylenebilir. Mesele, tek başına petrol ve gaz akışı, güvenliği meselesi değildir. Halkların iradeleri kırılmaktadır. Silme işlemi, bir daha devrim olmasın, akış bozulmasın, düzen sarsılmasın, pazarlar ve banka transferleri ve bilcümle petrodolar çantalarının geleceği güvence altına alınsın diyedir.
14
Tağutî rejimlere karşı mücadelenin amacı, halk cisminde Allah’ın, Allah’ın isminde halkın iradesini hâkim kılmaktır.
15
Rantiye, siyasiye ve ilmiye açısından bugün tüm tarikatlar, istisnasız, devlet denilen tağutî rejimin cumhuriyetle birlikte yeniden kurgulanmış bileşenleridirler. Menzil Tarikatı’nın geçmişte Özal ile bugün de BBP ve oradan batı istihbarat odakları ile ilişkisi, bilinen bir gerçekliktir. Devletle kurulan ilişkilerin ekonomik ve sosyal anlamda kullanılması sonucu tarikatlar, zulüm ve sömürü gerçeğinde, devletin birer payandasına dönüşmüşlerdir. Bugün Şerif Mardin tıyneti ile tarikatlara sosyolojik güzellemeler yapmanın vakti değildir.
16
Son dönemdeki İslamcılık tartışmalarında Müslüman ahaliye yeni dönemin gereğince, kaba anlamda, ayar çekilmektedir. “İslamcılık bizi kuruttu” diyen de, bir tür İslamcılık savunusu yapan da aşağı yukarı aynı şeyi söylemekte ve aynı yerde durmaktadır. Misal, TV’deki tartışmada Abdülaziz Tantik ve Hamza Türkmen, onca küfrettikleri aydınlanma ve modernizm içinde durarak, bir tür “İnsan” kavramsallığı ile düşünüp, İslamî kurgularını bu kavramsallık etrafında tavaf ettirmektedirler. Kimse, “ne insanı, kul değil miydik biz?” diye sormamakta, esas olarak batılıların tayin ettikleri ölçülere göre İslamcı ya da Müslüman olacaklarına ilişkin gizli bir söz vermektedirler. Aynı şekilde, Hamza Türkmen’in “sol kızıla vs.’ye, bir başkası başka bir şeye tapar, biz de Allah’a tapıyoruz” diyerek Allah’ı basit dünyevî bir olgu olarak anladığını ikrar etmekte, Allah’ı O’nun yarattıkları ile eşitlemekte, ideolojik yarış içerisinde, kâfirin sözü karşısında diz çökmekte, bu açıdan kendi İslamcılığının da bu dünyanın gereklerine göre eğilip büküleceğini vaat etmiş olmaktadır. Menderes’ten bugüne tüm örtülü ödenekler bu kişiliklere tahsis edilmiş bir nevi “cülus bahşişi”dir.
17
Kanaatimizce, son dönemde yaşanan olaylar karşısında Müslümanların devlete dönüp söyleyecekleri şu söz tek hakiki cevap niteliğindedir: “Bizi kendi işlediğin suça ve günahlara ortak etme!”
18
Yanma, pervaneler gibi aşk ateşinde tutuşma ayı olan Ramazan’da ve kutlanan bayramda tek hakiki hediyeyi ise üzerlerine bomba yağdıran askerlerin dereye uçmuş yaralı bedenlerine sarılan Roboskî halkı vermiştir.
Eren Balkır
22 Ağustos 2012

21 Ağustos 2012

Neokonlar ve “Arap Baharı”


Yeni muhafazakârlar geri döndüler, hem de büyük bir güçle. Tunus, Mısır, Yemen ve diğer Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları yeni muhafazakârları bölgede sahnenin dışına itmiş olmasına karşın batının Libyaya yönelik müdahalesi onlar için yeni bir fırsat kapısı açtı. Şimdi ise Suriye, neokonların Ortadoğudaki savaş gerçeğine tam anlamıyla duhul edebilmelerine dönük ciddi bir vaatte bulunuyor.

Amerikan Teşebbüs Enstitüsü’ndeki dış siyaset ve savunma çalışmaları başkan yardımcısı Danielle Pletka şunları söylüyor:

“Washington, Suriye politikası ile ilgili taşeronluk işlerini Türklere, Suudilere ve Katarlılara vermeyi bırakmalıdır. Bunların Esad karşıtı çabanın bir parçası oldukları açık ama Birleşik Devletler, gene de Suriye’nin başka bir bölgesel gücün vekil devleti hâline gelişine müsamaha gösteremez. [Washington Post, 20 Temmuz]

Diğer birçok İsrail yanlısı neokon düşünce kuruluşu üyesi gibi Pletka da Arap gazetecilerin aşina olduğu bir isim. Ortadoğudaki yıkım düzeyinin bizatihi neokonların irfan ve siyasetleri sonucu gerçekleştiğinin o da çok açık farkında. Bölgenin jeopolitika haritalarının yeniden çizilmesinden sorumlu temel güçler sanki hiç önemli değilmiş gibi, bu tarz ünsüz isimler, Suriyede sürüp giden çatışmanın haber yapıldığı noktada nadiren de olsa akla geliyorlar.

Pletka, kendisinin “CIA’in güvenilir bir dostu ve doksanlarda Saddam Hüseyin’e karşı tertiplenen başarısız darbe girişiminin kilit oyuncusu [LA Times, 4 Haziran 2004] olarak tanımladığı, bir süre sürgünde yaşamış Iraklı siyasetçi Ahmed Çelebinin en önemli destekçilerinden. Çelebi, bir zamanlar yanlışlıkla Irak’ın özgün ulusal inisiyatifi olarak önerilen Irak Ulusal Kongresinin lideriydi. Neticede önemli bir bölümü CIA ve diğer batılı istihbarat servisleri ile bağlantılı Iraklı sürgünlerden oluşan konsey üyeleri, süreci kendi lehlerine çevirdiler ve Irak yıkıldı.

Bir Arap ülkesinin yıkımı, neokonlar nezdinde ahlâkî bir mesele olarak asla görülmez. 2003’teki savaşı müteakip yaşanan kaos ve şiddet, savaşta Amerikan yanlısı tutum sergileyen aydınlar”ın kendi fikirlerini eskinin diliyle birlikte takdim etmelerine imkân verdi. Yeniden icat edilmiş kimi fikirler şimdi çok gerekli. İtibarsızlaşmış örgütler kapatıldı ve alelacele yenileri kuruldu. Bunlardan biri, neokonlar eliyle kurulmuş ve eski sloganları yeni kelimelerle zekice ifade edebilme becerisine sahip Dış Siyaset İnisiyatifi. Matt Duss, bu kurumun Mart 2009da Afganistanda tertiplenen açılış konferansı ile ilgili olarak şunları söylüyor:

“Söylenen üç beş kelimenin de tartışmalı oluşu beni çok şaşırttı. [] Herkesçe ve doğru bir biçimde sorumlu tutuldukları Irak hezimeti sonrası neokonlar, Amerikanın askerî yayılmacılığını övme konusunda kıllarını kıpırdatmayacaklar. Bu konularda usta olan bir kişi, zaten böyle bir şey yapmaz. Bu adamlar da usta değilseler eğer, hiçbir şeyler.

Evet, gerçekten de ustaca davranıyorlar ve Suriye’deki sürecin son deminde sinsice hareket ediyorlar. Tüm gayretleri, esas olarak, belli bir noktaya yoğunlaşmış durumda, gayet koordineli çalışıyorlar ve İsrail lobisi, ABDdeki ana akım medya ve sürgündeki Suriyeli liderlerle kurdukları bağları etkin bir biçimde kullanıyorlar. Neokonlar her yerde dış siyaset uzmanları” olarak anılıyorlar, oysa uzmanlıkları sadece ülkeleri yıkıma sürüklemek ve onları kendi istedikleri gibi yeniden inşa etme becerisi ile sınırlı ki bu çabaları bile ciddi hatalarla yüklü.

CNN’in internet sitesinde yazan Elise Labott, Amerika’nın Suriye’deki sürece dahlinin güncellenmesine ilişkin neokonların yaptıkları son müdahaleden bahsediyor: Dış siyaset uzmanları Çarşamba günü (1 Ağustos) Obama yönetimine silâhlı muhalefete verilen desteğin artırılması yönünde baskı yaptı. Burada bahsedilen uzmanlar ifadesi, Washingtondaki İsrail yanlısı diğer bir kanal olan Washington Yakın Doğu Siyaseti Enstitüsü’nden Andrew Tabler gibi isimleri içeriyor. Bu enstitü, 1985te AIPAC (Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) denilen etkin İsrail lobi grubu için çalışmalar yürüten bir araştırma departmanı olarak kuruldu. O günden beri tek başarısı, kendisini Ortadoğudaki Amerikan çıkarlarının dengeli ve gerçekçi bir biçimde anlaşılmasına yönelik olarak gayret gösteren Amerikalı bir örgüt olarak satabilmesi.

Elbette Obama, bu uzmanlardan gelen baskıya boyun eğdi. CNNe göre, Obama istihbarî bir bulgu olarak anılan gizli bir emri imzalayarak, CIA ile diğer istihbarat kuruluşlarının gizlice desteklenmesine izin verdi.

Ama neokonlar, bundan daha fazlasını istiyorlar. Suriye’deki kan banyosu sadece Suriye toplumunu harap etmekle kalmıyor ayrıca Arap toplumlarında kendi tercihlerine göre demokrasi lehine talepte bulunan kolektif tüm kampanyaları da sekteye uğratıyor. Suriyedeki uzun soluklu çatışma süreci ve muhtelif bölgesel oyuncuların dahli, neokonların yeni makyajlarının ardında daha fazla saklanamamalarına neden oluyor. Neokonlar sahneye gizliden gizliye tekrar çıkmanın yollarını arıyorlar. Zira bu onlar için bir ölüm-kalım meselesi artık.


31 Temmuz’da AIPAC, Ileana Ros-Lehtinen ve Howard Berman tarafından sunulan bir yasa tasarısının imzalanması için Kongre’ye yönelik bir yazı yazdı. “İran Tehdidinin Azaltılması ve Suriye’de İnsan Hakları Yasası” (H.R.1905) ismini taşıyan tasarı eğer geçerse, Ulusal Çıkar Konseyi’ne göre, İran’a karşı fiilî savaş durumunun oluşmasına neden olacak. Suriye, İran ve diğer müttefikleri arasındaki önlenemez bağı irdeleyen neokon irfanı tüm yönleri ile iş başında.

Birkaç gün önce, 27 Temmuz’da, 56 önde gelen “muhafazakâr dış siyaset uzmanı” Obama’ya Suriye’ye müdahale etmesi için baskı yaptı. “ABD tek başına ya da kendisi gibi düşünen diğer ülkelerle öne çıkıp harekete geçmezse binlerce Suriyeli sivil ölecek ve Suriye’de zuhur edecek bir iç savaş Ortadoğu’da daha kapsamlı bir istikrarsızlık sürecini tetikleyecektir.”

Kısmen Dış Siyaset İnisiyatifi tarafından tertiplenen mektubun zamanlaması elbette ki tesadüfî değil. Mektup, Amerika’nın Suriye ile ilgili gündemini tanımlama konusunda katkı sunduğunu varsayan, Tunus’taki “Suriye Dostları” temas grubunun ilk toplantısından bir gün önce kaleme alındı. İmzacılar arasında Irak Savaşı’ndan tanıdığımız, Paul Bremer, Elizabeth Cheney, Eric Edelman, William Kristol ve elbette Danielle Pletka gibi tanıdık isimler var.

Suriye ile ilgili açık bir ABD stratejisinin yokluğunda, her ne kadar olumsuz bir nitelik arz etse de, en açık stratejiye sadece herkesten daha örgütlü olan neokonlar sahip. Örneğin Washington Post’taki yazısında Pletka müdahale noktasında ülkeleri, halkları, mezhepleri ve her türden grubu yan yana getiriyor ve esas olarak Ortadoğu’yu kuruntularla yüklü ama bir yandan direşken bir azmin güdümündeki bir oyunun sergilendiği bir satranç tahtası olarak görüyor. Yazısında Pletka, tek paragrafta, İran’dan, Hizbullah’tan, İran Devrim Muhafızları’ndan, Irak’ı istikrarsızlaştırmak isteyen teröristlerden, “Beyrut’taki kukla hükümetler”den ve “kendilerini İsrail’in yıkımına adamış Filistinli terör grupları”ndan bahsediyor.

Son yirmi yıldır ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik dış siyasetini yöneten “politik uzmanlık” işte bu. Bir süre önce verilmiş olan mola artık sona eriyor ve neokonlar ellerindeki tuhaf haritalarla, kafalarındaki iç karartıcı vizyonlarla ve önerdikleri ebedi çatışmaya dayalı reçeteleri ile geri dönüyorlar.

Remzi Barud
8 Ağustos 2012

Kaynak