Pages

26 Ağustos 2012

Direnmek


Tayyip Erdoğan’ın, “Yıkın şu ucube heykeli” emriyle yıkılan Kars’taki “İnsanlık Anıtı”, Ermenilerle kurulan “dostluk” ilişkilerinin bir nişanesiydi.

Demek ki Karacaahmet Cemevi’ne “ucube” demesi de örtük olarak “yıkılsın” emrini içeriyor. Onun belediye başkanlığı döneminde yarım bıraktığı işi tamamlamak niyetinde olduğu açık.

Derler ki Hrant Dink’in ölmeden önce Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğunu söylemesi ciddi bir öfkeye neden olmuştur. “Ata’nın mirasını lekelemek”, Dink’in gömleğinin kanla lekelenmesi ile cezalandırıldı.

1918-1920 arası dönemde Dersim’deki Ermeniler Seyyid Rıza ve diğer aşiretlerden yardım istemiş ama bu aşiretler destek vermeyip devletin yanına koşmuşlardır. Ama aynı devlet Dersim’de, Ruslara, dolayısıyla, Ermenilere karşı bölge halkına verilen silâhların teslim alınması emrinin mazeret gösterilmesi sonucu başlayan askerî operasyonda toplu kıyım yapmıştır. 1915’i görmüş Ermenileri at üstünde kovalayan Dersim aşiretleri, bu sefer Kemalist kıyımın kurbanları olmuşlardır. Tepelerine ise devşirme bir Ermeni olan Sabiha Gökçen’in bombaları yağmıştır.

Yıllar sonra ise birileri “Alevilik İslam dışıdır” demiş, MHP’li “tarihçi” Yusuf Halaçoğlu’nun üflediği gizli devşirme raporları üzerinden bu kişiler “Ermeni dönmesi” olarak etiketlenmiş ve bunların ekseriyetle Dersimli oldukları söylenmiştir.

Devlet, her daim halk içindeki sınıfî, dinî ve millî unsurları birbirine karşı kışkırtmış ve onların yok oluşunu, mutlak olduğunu düşündüğü koltuğundan seyreylemiştir.

Bugün liberaller, Ak Parti’nin kendilerinden uzaklaşıp MHP ile bir tür ittifaka yöneldiğini söylüyorlar. Hrant Dink vak’asında MHP’nin 12 Eylül öncesi oynadığı role soyunmak isteyen BBP, başkanının çark edip öldürülmesi karşısında sinmiştir. Zira Ak Parti ile MHP arasındaki dolayım hattı olarak BBP, doğası gereği, tasfiye edilmek zorunda kalmıştır.

Bugün Ak Parti medyası Kürd hareketine, seksenlerdeki “Anadolu’dan Görünüm” programını hatırlatan yayınlarla saldırıyor. Tek farkla, bu sefer işe yoğun miktarda din sosu ekleniyor. Bu tip yayınlarda “Kürd hareketinin doğuda misyoner faaliyetlerine destek verdiği” ya da “gerillaların domuz eti yediği” gibi propagandatif unsurlara başvuruluyor.

Dolayısıyla, Türk ili Kerkük’e giremeyen Devlet Bahçeli’nin “yürü Tayyip, Kandil’e Türk bayrağını dik, ülkücüler arkandadır” demesi şaşırtıcı değil. Seçim döneminde eşref-i mahlûkat sayılmayıp “kurt sürüsü” denilerek aşağılanan ülkücüler, başbuğlarının emriyle, direnemeden ve dilenerek, hizaya getiriliyorlar.

Hep denildiği gibi, Türk’ün Kürd düşmanlığı yapmak dışında bir iradesi yok. Tüm iradesini ve mevcudiyetini egemen güçlere tabi kılmış bir millet, sömürü ve zulme karşı direnmek yerine, hep o güçlerden biraz varolma imkânı dilenmek zorunda kalacaktır.

Fıkrada denildiği gibi, “o Ermeni’nin dövülmesine izin vermeyecektik.” Verilirse, bugün Müslüman ahali, iftarı Amerikan büyükelçileri ve ajanları ile birlikte açar. Verilirse, bölge halklarına karşı konuşlanmış füzelerin gölgesinde, bir millet bayrağının hep batı rüzgârları ile esmesine razı olur. Verilirse, grev yapma hakkı bile elinden alınır.

Bugün İslam’ı şeklî ibadete indirgemenin temel nedeni, o ibadetlerin icra alanlarında ciddi bir sermaye akışının gerçekleşiyor olmasıdır. İyi niyetli olarak o icra alanlarındaki fethullahî kudretten pay almak amacıyla, “infak” ya da “paylaşım” edebiyatı yapılsa da sermaye akışının hızı karşısında tüm değerler aşınmaya devam edecektir.

Eğer İslam hacı olmaya indirgenmişse, bu, Müslümanların, Suudi sermayesinin ve onun işgali altındaki kutsal toprakların kölesi kılınması amacını güder. Eğer namaz ise mesele, cami duvarlarının önünde ya da içinde dönen rant ilişkilerine kul olmak, mümin oluşun yerini almış demektir. Eğer oruçsa, toplu iftar merasimlerinde kimi ticarî markaların reklâmı ve tüketim kölesi bireyler için tertiplenen kapitalist şenliklerin dinin yerini almasıdır mesele.

Ak Parti kalemşorları, bu gerçeklik dâhilinde, “hâlâ doksanlara geri mi dönüyoruz?” sorusunu çeşitli manevra ve taklalarla savuşturma yoluna gidiyorlar. Doksanlarda elde pala ve silâh, Kürd avına çıkmış Hizbullah çeteleri vardı, artık bu çeteler Ak Parti sayesinde geçersizleşti, zira bu çetelerin varlık zemini üzerinde bir başka iktidar binası yükseliyor. Tıpkı Rum ve Ermeni arazilerine ve mallarına el koymuş, tek direnci bu malı muhafaza etmek olan Türk ağalarının Kuvvayı Milliye çetelerini tasfiye edip iktidara çöreklenmesinde olduğu gibi.

İktidara çöreklenen Türk ağalarının Alman ve İtalyan faşizminden beslenen kesimi ile İngiliz-Amerikan beslemesi Menderes çizgisi ile yan yana düşmesi, bugünü özetliyor. İngilizlerin eliyle kurulan ve Amerikan eliyle güçlendirilen devlet, Ak Parti şahsında, yeniden organize oluyor. Direnenlerin tasfiye edildiği, dilenenlerinse iktidar olduğu bu ülkede para keseleri herkesi kendisine kul ediyor.

Bugün dilenmenin ürünü olan devlet, dik durmanın, direnmenin ne demek olduğunu bilmediğinden, millet ve din ayağında, bölünmeye karşı mazlum-sömürülen halkın kendiliğinden direncini istismar etmek zorunda kalıyor.

Alevî hassasiyeti din payandasını, Kürd hassasiyeti de millet payandasını tehdit ettiği gerekçesiyle devlet bu iki kesime karşı halkın belli bir bölümünü kendisine nefer olarak örgütlemek derdinde. Devlet dik durmayı hiç bilmediğinden, din payandası da millet payandası da sunidir ve özel odalarda bir bakıma icat edilmiştir.

Özellikle MHP’liler, devletin millî ve dinî payandasının ortak kirişi çatılırken devreye sokulan Osmanlı edebiyatı dâhilinde, üç padişaha kutsallık ve evliyalık atfediyorlar: Fatih, Yavuz ve Kanunî. Oysa Fatih’in Müslüman olduğu bile şüphelidir, Yavuz’un Türkmen-Alevî katliamları aşikârdır, Kanunî ise Osmanlı’nın çöküşünü başlatan isimdir.

Direnmek değil, dilenmek üzerinden oluşturulmuş bu payandalar zayıftır. Zayıflığın her sarsıntıda kendisini hissettirmesi, sonuç olarak Alevî’ye ve Kürd’e karşı zulmü beraberinde getiriyor. Dışa karşı kuzu olan, içe karşı kurtlaşıyor. Devlet, içerideki kurt sürüsünde ve kuzunun boynuna dayanmış hançerde cisimleşiyor. Bu noktada, Türklük de Müslümanlık da bileğilenmek zorundadır. Bileği taşına her vurulduğunda, bu iki unsurun dış yüzü körelir, iç yüzü keskinleşir. İç yüzü de hep devletin potansiyel tehditlerine dönüktür.

Bu kurtluk karşısında Hacı Bektaş-ı Veli törenlerinde “Kürt Alevi yoktur” deyip Aleviliği sağcı bir Türkçülüğe, oradan da devlete bağlamak dışında bir varlık gerekçesi bulunmayan, bir dönem Fethullah güzellemesi yapan Rıza Zelyut’un ödüllendirilmesi manidardır. Alevîliğin bileğilenmesi buradadır: CHP, kendisini kuran gasıpların ve o gasıpların kurduğu devletin dışında düşünemez. Kılıçdaroğlu’nun meclis ısrarı, biraz da bu meclisin tapusunun ve mülkiyetinin kendi partisinde olduğuna inanması ile ilgilidir. Camilerin tapusunu elinde tuttuğunu söyleyenlerle meclisin tapusuna sahip olduğunu iddia edenler arasındaki kayıkçı kavgası, bugünün gerçeğinde artık konu dışıdır.

Batının rıza gösterdiği kadar Türk ve batının istediği kadar Müslüman olan bu devlet, halkların sömürü ve zulme karşı mücadele ederken ortaya koyduğu direnme iradesini tasfiye etmeye mahkûmdur. Bu tasfiye işlemi esnasında kendisi gibi Türk ve Müslüman olan bir kütle teşkil etmek zorundadır. Bu kütle, tapulara ucundan kıyısından ortak olan ya da olmak isteyenlerden müteşekkildir.

Ama Allah’ın, Kur’an’ın ve Peygamber’in dile döktüğü biçimiyle, “üstünlük takvada”dır ve takva da ancak sömürü ve zulme karşı mücadele etmekte tanımlıdır. Sadece bu mücadeleyi verenler birbirlerini gerçekten tanırlar.

Eren Balkır
25 Ağustos 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder