“Teori saf, pratik kirli” deniliyor bugünlerde.
Pratiğin arkasındaki akıl açısından bu önermenin tersi de doğru: “teori kirli,
pratik temiz.”
Yani saf, bakir, steril, öz ve pak teorinin kendisinde
olduğunu söyleyen özneler, militanlarını sürekli pratiğe teksif ediyorlar. O
teorinin geriye dönük olarak bozulmasına izin vermiyorlar. Kendi özneliğini o
teorinin taşıyıcılığı üzerinden kuran bir militan, teoriyi tartışılmaz,
dokunulmaz, su sızdırmaz ve steril kılmak için sürekli koşturmak zorunda
kalıyor. “Sustuğumda ölecekmişim gibi hissediyorum” diyen Žižek gibi, sürekli
bir pratik koşturmacayla geçiyor ömür. 22-23 yaşında da defter kapatılıyor, solculuk
şalteri iniyor, kırk-elli yaşındaki ağabeylerine, ablalarına hasetle ve
nefretle bakılıyor sonra. Çünkü o yaşa geldiğinde devrimci ya da komünist
olmayı gözü hiç kesmiyor. Sürekli koşturmacanın, çatışmanın böylesi bir
gerekçesi de var: o ağabeylerinin, ablalarının o barikata gelemeyeceği kesin
olarak biliniyor. Dolayısıyla bu zihniyetin Gezi sürecinde takma bacağını
TOMA’ya vuran insanı anlaması, örgütlemesi mümkün değil. O, Hitler’in SA’ları
gibi, yaşlı, toplum dışı, barikat dışı dünyayı redde tabi tutmak, politikanın
sadece barikattan müteşekkil bir şey olduğunu düşünmek zorunda. Buna dair
gevezeliklerin Marksist, anarşist vb. sosuna bandırılması arasında bir fark
yok. Hele ki “bugün barikat halk meclisidir” türünden gevezelikler, sadece
barikat seviciliğinin, o barikat fotoğraflarını pazarlamanın ifadesi. Barikat,
politik ve devrimci mücadelenin yegâne alanı, çünkü sol sadece poz, zarf, şekil
ve sonuç satıyor. Cisimle, mazrufla, özle ve nedenle ilgilenmiyor. Daha doğrusu
bunların sadece kendi varlığı olduğunu düşünüyor.
Söz konusu teorik öznellik, kendine göre bir pratik
militanlık kuruyor. Sadece kendine uygun bireylere sesleniyor, kitlelere değil.
Teorinin sarsılmazlığı, dokunulmazlığı, dönüşmezliği o militanda temsil
olunuyor. Dolayısıyla en büyük tehlike aslında kitlesel başkaldırılar,
kırılmalar, politik depremler… O barikatlarda dökülen kana ve tere esasen kimin
küfrettiği, tam da o başkaldırılarda, kırılmalarda, depremlerde tüm
çıplaklığıyla görülüyor. O kan ve ter teoriyi sokağa akıtıyor aslında. Ama
teorinin mülk sahipleri, kanı ve teri çamaşır suyundan geçirip tekrar kendi
kasalarına kilitliyorlar.
2003 1 Mayıs’ında bir örgüt 1 Mayıs alanına sadece
AKP’yi hedef alan pankart ve dövizlerle geldiğinde, herkes o örgütle dalga
geçiyor. “Hükümete değil, devlete” o da yetmedi, “devlete değil emperyalizme”,
o da yetmedi,” emperyalizme değil kapitalizme” karşı mücadele edilmesi
gerektiğini söyleyip duruyorlar. Herkes teorisiyle bir sema, bir kat üste
çıkıyor hemen. Kimsenin sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü bu katla teması yok
aslında. Kaçırılan, semaya, metafiziğe atılan nedir? Bugün “hükümet istifa”
düzlemine nasıl gelinmiştir?
19 Aralık oluyor, devrimciler katlediliyor, deniliyor
ki, “asıl operasyon dışarıya, tahkimat yapmak lâzım, düzen bizi tek tek
hücrelere kapatacak.” İtiraz dil olup konuşuyor sürekli. Gardiyanlar iki
kişilik hücrede bir devrimciye az, diğerine çok yemek veriyorlar. Hikmet Sami
Türk, “devrimcilerin de insan ve birey olduklarını onlara hatırlatmak
istiyoruz.” diyor. Tasfiyeyi buradan kuruyor. Şimdi bu cümleler, Gezi
parklarında ânın manifestosu niyetine piyasaya sürülüyor. Bugün o insan ve
bireyler, Fethullah’ın kolektif İslam ve devrimci Kürt hareketine düşman olan
liberal siyasetinin peşinden gidiyorlar. Olta da zoka da burada aranmalı.
Beklenen sayfa, solun haberi olmaksızın, 2013
Mayıs’ında açılıyor. Hayal âlemi tehdit altında. Daha geriye kaçılıp hayal
âlemi orada kuruluyor. Solun o saf, tertemiz, su sızdırmaz teori taşıyıcıları
kendilerine gün doğduğunu düşünüyorlar. Ama ortalık toz duman. Bu ortamda koca
koca örgütler geri çekiliyorlar ve ortalığı Facebook, Twitter ortamının sözde
“örgüt”leri kaplıyor. Bu örgütler, bir ânda, derin bir şizofreniyle, o sanal
âlemden kitleleri yönettiklerini, onlara bilinç aşıladıklarını ve kitle içinden
devrimci hat açtıklarını düşünmeye başlıyorlar. O insanlar ve bireyler, kimlik
siyasetine kapanıyorlar. Sanal âlemde dönen “e-politika” e-ticaret hâlinde
arz-ı endam ediyor. Devrimci şiddet ve devrimcilik de bir kimlik olarak belirli
bir reyona konuluyor. Kitlenin değil, bireyin yiğitliği ve cesaretine ikinci
yenici nağmeler düzülüyor, o satılıyor. Zira sadece o bireye sesleniliyor.
Kitle bireylere bölünüyor, birey kendi kârhanesinin kapısına kul ya da kuyruk
ediliyor. Tasfiyenin işaretleri burada aranmalı…
Gezi pazarı tam da bu aşamada kuruluyor. Gezi yeli
duruyor, başka bir moment geliyor, Fethullah saldırıya geçiyor, AKP direniyor,
karşı saldırı gerçekleştiriyor, Gezi pazarının kendinden menkul özneleri bir
ânda tekrar çıkıp kitleleri yönetebileceğini, devrimci hat açabileceğini
düşünmeye başlıyorlar. Üstelik nesnellik öyle tiksinti verici bir şey ki,
devrimci hat sadece kurulabiliyor, oluşmuyor. O başlatıyor, o bitiriyor, tam
bir esnaf-zanaatkâr solculuğu!
Bu solculuk sadece kendisini tanıdığından, sadece
kendi teorisini muhafaza ettiğinden, sürekli, daima, kesintisiz bir çatışma
ânına işaret edebiliyor. Çatışmanın ne’liği üzerine bir tartışmaya asla izin
vermiyor. Nesnellik tiksinti vermiyor aslında, nesnelliği bir tek o
gördüğünden, nesnelliğe dönük teorik analiz imkânı kapı dışarı ediliyor, kendi
teorisinin tali, geçici, kısmî ve parçalı olduğunun görülmesi istenmiyor.
Böylelikle verili gerçek tam da düşman gibi koruma altına alınmış oluyor. İki
kardeş birbirini pazarda buluyor, sarılıyorlar ve “kardeşlik zamanı” deyip
bilboardlara poz veriyorlar. İslam’ın ne’liğini unutmuş olanla devrimciliğin,
solculuğun ne’liğini unutmuş olan bir ânda kolkola giriyor. Şefkat Tepe’sinde
çaylar yudumlanıyor, suyun başını Kollamak üzerine sohbetler ediliyor.
AKP’nin bir hamle olarak mustazaflara, kendi fukara
tabanına oynadığı açık. Gezi pazarının liberal orta sınıf siyasetine râm ve kul
olmuş bu solcular diyorlar ki, “o tabanın Allah belâsını versin.” Peki nesnel
olarak AKP’cilik yapan kim? “Onun kitlesini devrimcileştirelim, bölelim” diyen
mi, yoksa “o kitlenin AKP’nin varlığında kemikleşmesine hizmet edelim,
kendimizi ona karşı kuralım” diyen mi? Taksi Şoförü filmindeki Robert
de Niro gibi, aynanın karşısına geçip “ben devrimciyim, benden daha devrimci
yok!” demek, devrimci politika veya Marksizm için ne ifade ediyor örneğin?
Bir yanıyla bu solculuk, kendi saf, steril, mutlak ve
su sızdırmaz teorisinin uygulanması için pragmatik adımlara meylediyor, bunu
siyaset yapmak zannediyor. Bu teori-özne, teoriyle kurulan özne, bugün
yıldızının parladığını düşünüyor. Neden?
Nedeni şu: o teorinin kitlelerce anlaşılmasının önünde
iki engel var. Biri Kürd hareketinin “yol açtığı” milliyetçilik, ikincisi din.
Saflığının pazarlanması için bu iki ideolojinin sahadan çekilmesi gerekiyor.
Bir ara bunların yanına ilişiyor, hatta içine giriyor, tasfiye ediyor, sonra o
sırdaki ses emredince, geri yuvasına dönüyor. Artık AKP’nin yıpranması, düşmesi
sayesinde ya da verili iktidar ve siyaset boşluğunda kendisine yol açılacağına
dair bir umut besleniyor. Umut fakirin ekmeği!.. Özünde sol siyaset tam da
efendilere gizli mesaj vererek, “Kürd’ü ve Müslüman’ı tasfiye etmek istersen,
ben hep buradayım, bilesin.” diyor.
Tam da bu nedenle, lütufkâr, üstenci bir üslupla, Kürd
hareketi Kürdistan sınırlarına hapsediliyor, buranın sokaklarından
temizleniyor. En fazla, vurucu güç, sokak serserisi ya da şiddetin doğal ama
zavallı bedeni olarak görülüyor. “Kürdler de barikatlarda iyi dövüşüyor canım!”
deniliyor, ama o kadar. O Kürd’ün siyaset yapabileceği akla bile getirilmiyor,
yapsa, o siyasete örtük ya da açık küfrediliyor. Hele ki bireyin iç sızısı
olması gereken bir dinin toplumsal, politik meselelere el atması tahammül edilir
bir şey değil. Bu solculuğa Marksizmden cephane taşımak nafile.
Kemalizm, özünde, Kürd ve Müslüman düşmanlığı demek.
Sol, Gezi’yle birlikte o kadar uzak durmak istemesine, alanı neredeyse dürüp
başka yere taşımaya niyetlenmesine rağmen, Kemalist ağa yakalanıyor.
Öznelliğini o Gezi pazarında tam da Kürd ve Müslüman dışılık, hatta bunlara
yönelik düşmanlık üzerinden kuruyor. AKP’nin gemisinin sallandığı ortamda kendi
kayığına binenler olacağı düşüncesiyle, ona bulaşmış Kürd’ü ve Müslüman’ı
ayıklamaya başlıyor.
Esasında bu, 2010’daki referandumun solda yarattığı
psikolojinin bir devamı. Orada da yekpâre bir “yüzde kırk iki” gören solun
gözleri kamaştı ve oraya doğru yelkenini şişirdi. Teorilerine
dokundurtmayanlar, bir ânda Marksist olmadıklarını, Marksizmi salt referans
noktası olarak gördüklerini söyler oldular. Gezi’nin tarihsel-toplumsal olarak
ne söylediğine ilişkin tartışmalara bakıldığında, o yelkenin hangi rüzgârla
şişirildiği apaçık görülüyor aslında... Siyaset ne satranç tahtasında yapılıyor
ne de aritmetikle bir alâkası var.
Bugün eskinin Kürt’çüleri, Müslüman’cıları,
ezilencileri, gemiye doğru kürek sallıyorlar. Bu hamlenin kendilerini
güçlendireceklerini zannediyorlar. Somut düşmana işaret etmekle kendi
soyutluklarından kurtulacakları vehmine kapılıyorlar. “İyi de biz niye
soyutuz?” diye sorana rastlanmıyor. Bu yönelimin burjuva siyasetinin tam
göbeğinde olduğu, teorik dogmatizm sebebiyle görülmüyor. “Bu pazarda bize de
bir şeyler düşer elbet” umuduyla, küçük esnaf gibi avuçlar ovuşturuluyor. Buna
“friksiyonist siyaset” demek pekâlâ mümkün.
Fethullah’ın artık “kültürel Atatürkçü” olduğu
dillendiriliyor bugün. Kültürel Müslümanlarla kültürel Atatürkçüler orta sınıf
solculuğunda buluşuyorlar. AKP’yle mücadelenin böylesi bir solculuğa muhtaç
olduğunu düşünmek yanlış. En devrimcisi de, marksisti de bugün kültürel
Atatürkçü! Atatürk, Müslüman’ın Peygamber’ine tercih ediliyor bir biçimde.
“Sadece kendi kurduğumu ve kendi yıktığımı tanırım ben” diyen öznelci, bu
hengâmede bir ânda yeni kurulumun parçası oluveriyor ama bunu bizzat kendi
öznelliğinin yaptığına kendisini ve başkalarını inandırıyor.
Gezi pazarı bir kurgu olarak solun oluştuğu yer.
Burada pak, saf ve steril olmak alıcı bulduğundan, sol Kürd’e ve Müslüman’a
karşı olan yeminli bileşenlerini pazarda öne çıkartıyor. Kürd’ü ve Müslüman’ı
bir süre sömürüp, kullanıp atacağını zannedenler de hemen tezgâh açma derdine
düşüyorlar. Lenin ve bilcümle anarşizmler yan yana diziliyor. Marx-Engels’in ve
Lenin’in ısrarla üzerinde durduğu, ara kademeleri, aşamaları gören, sabrı öne
çıkartan uzun erimli politik mücadelesi yaşanan coşkuya ve panayır hâline feda
ediliyor. Dolayısıyla mevcut dönem, politik mücadelenin uzun
soluklu fedailerini kesinlikle doğurmuyor. Hele ki ilgili dönemi
tarihsel-toplumsal bağlama oturtup buraya dair söz üretmeye çalışan dailerin
kelleleri bir bir alınıyor.
Kadın, “Kılıçdaroğlu Tayyip’in g.tünün kılı” diyor, bu
videoya ufak bir müdahale yapılıyor, sanal âlemde dolaştırılıyor. AKP tabanı
kıl yumağı olarak takdim ediliyor. Orta sınıf solculuğu, bu kadın gibi
olmadığına şükrediyor, gururu okşanıyor, okuduğu okulları, diplomasını
anımsıyor, İspanyolca küfredebildiğini gösteriyor, kadın üzerinden liberalizmin
pisliğine batmış bir kentli yaklaşım aklanıyor. Varsın birileri bu orta sınıf
solculuğuyla “yüzde doksan dokuz” olduğunu düşünsün, o kadın kendisine edilen
hakaretleri günbegün bileyliyor. Yıldızının artık parlayacağını düşünen sol
için o kadın zaten konu dışı, önemsiz, değersiz, çöplük… Tıpkı Tayyip’in
Roboskî’li gençleri gördüğü gibi.
Bu solun bir kesimine akıl hocalığı yapan Yalçın
Küçük, tam da bu momentte, gemi azıya alıyor, Tayyip’in sara hastası olduğuna
ilişkin tezini doğrulamak için küfrünü Hz. Muhammed’e yöneltiyor, o kadar
avcılığını yaptığı Yahudiler gibi Peygamber’e “sara hastası” diyor. Küçük
nezdinde sol, o kadına değil, Peygamber’ine de küfretmeyi maharet sayıyor. Bu,
hapisten çıkış için gerekli görülüyor. “Bu İslam’dan eşitlik, özgürlük, adalet,
sosyalizm, mücadele falan filan asla çıkmaz” demek, efendilerin bahşettiği bir
görev olarak üstleniliyor.
Gezi pazarı Haziran Kıyamı’nın geride bıraktıklarının
tezgâha yerleştirilmesiyle oluşturuldu. Komünistin, bu pazardan, panayırdan
kısa günün kârını toparlayıp mahallesine dönen işportacıdan farklı bir tavrı
olması gerek. Kürd’e ve Müslüman’a karşı kurulan pazar terk edilmeli, tezgâhlar
parçalanmalı, bugün yaşanan yarılmada kendine uygun bireylerle değil, uygunsuz,
ucu açık, kontrolsüz, öfkeli, çelişkili, öne çıkan kitlelerle buluşulmalıdır.
“Cemaat’in yeni kuşağı” ile anlaşabilenlerle geçmişten gelen tüm teorik,
ideolojik ve politik bağlar kesilmelidir. Bağ, şirketleşen devletle bağları
gerilen kitlelerle, devletleşen şirketlere karşı birbirine bağlanan halkla
kurulmalıdır.
Eren Balkır
28 Aralık 2013