31 Mart 2020

, ,

Pakistan’da Solun Koronavirüsle Mücadele Stratejisi


Krizin Yoğunlaşması

Kimsenin kayıtsız ve bitaraf kalamayacağı, insanlığın yüzleştiği en ağır krizlerinden birine tanıklık ediyoruz. Krizin yönetici sınıfın önceliklerine bağlı olarak ağırlaştığı açık. Bu sınıf, halkın refahı yerine bölgesel hâkimiyet hayalleri peşinde koşuyor. Tanklarımız, füzelerimiz hatta nükleer silâhımız bile var ama yatağımız, suni solunum cihazımız ve ilâcımız yok.

Devlet, tam da politik irade yoksunluğu ve yapısal zafiyetlerin birikmesi sonucu krizde. Toplumsal hayatın her bir kısmı, allak bullak ve darmaduman. Zira medeniyetimizin bekçisi olan devlet, en zor zamanlarda kifayetsiz ve zalim olduğunu ortaya koydu. Toplumumuz, olağanüstü koşullarda devletsizliği tecrübe ediyor. Bugün devlet yok, tüm asli işleri sağlık emekçileri yapıyor.

Herkes, bu tür kriz momentlerinde bir araya gelip politik farklılıklarımızı unutmamız gerektiğini söylüyor. Oysa mevcut sorun, esasen yıllardır yönetici elitlerimizin yaptıkları tercihlere bağlı olarak yaşanan hazırlıksızlık, kaynak yetersizliği ve altyapı düzleminde uygulanan ırk ayrımcılığı sebebiyle krize dönüştü. Yönetici sınıfın uyguladığı politikalar iflas etti, zira bunlar insanlığın bekasını riske attı.

Öte yandan hayatımızın en önemli kararlarını kriz zamanlarında alıyoruz. Ama kararlarımızın kapitalistlerin, ordudaki şahinlerin ve hesap sorulmayan teknokratların cepleri karşısında hiçbir anlam ve değer ifade etmiyor. Yöneticiler, ısrarla avamın kriz dönemlerinde siyasetten uzak durması gerektiğini söylüyor. Oysa geleceğimizi ilgilendiren önemli kararlar bu türden olağanüstü durumlarda alınıyorsa, o vakit bizim de krizi politik düzlemde ele almamız, siyasetle iştigal etme hakkımızı kimseye teslim etmememiz gerekiyor.

Koronavirüs politik açıdan nötr bir mesele değil, medeniyetimize yönelik en önemli tehditlerden biri olarak bu virüs salgını, küresel düzeni biçimlendiren toplumsal, ekonomik ve politik çelişkilerin yoğunlaşmış bir ifadesi olarak çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla onu genelde düzgün işleyen sistemdeki bir sapma olarak görmememiz gerekiyor. İklim felaketinin varoluşumuzun genel dokusunu tehdit ettiği koşullarda bizi kapıda daha fazla sağlık krizi bekliyor. Bu krizlerden kaçış yok.

Bugünün değer ve uygulamalarından ayrı, herkesin paylaştığı değerler ve uygulamalar üzerine yeni bir dünya kurmamız gerekiyor. Temel gelir ve kamu hizmetlerinin ücretsiz olması gibi halkçı talepler önemli ama yetersiz, zira sistem bu talepleri karşılayacak bir yapıya sahip değil. Bu nedenle solun sistemi onun imkânsız gördüğü rasyonel taleplerle topa tutmayla yetinmemesi, ayrıca teoriye ve pratiğe yeniden yön vermek adına uzun soluklu bir strateji geliştirmesi gerekiyor. Solun ve sağın elindeki politik kurumlar, bugünün güçlüklerine cevap verecek düzeyde değil. Bu bağlamda eğer yüzleştiğimiz krizlerin aciliyeti karşısında ezilmek istemiyorsak, yeni bir sosyalizm pratiği ve dili geliştirmemiz şart.

Koronavirüs Krize Ait Bir Temsildir

Çin Kızıl Haçı’ndan bir doktorun dediği gibi: “bizim zamanı, tüm ekonomik faaliyeti durdurmamız gerekiyor.” Bu tuhaf açıklamanın doğru bir yanı var. Doktor, farkında olmadan, bizim bugünkü kapitalist tarzın akışını durdurmamız, bu akışın işçilerin sömürüsü, emtianın dolaşımı, sermayenin dizginsiz biçimde birikmesi ile dönen çarklarını kırmamız gerektiğini söylüyor. Başka bir ifadeyle, COVID-19’un yayılımını durdurmak istiyorsak, bizim üretim sürecini ve emtia dolaşımını durdurmamız şart.

Tüm bu yaşananlar kumdan kaleyi yıktı. Yanılsamalardan, kendini aldatma biçimlerinden ve safsatalardan oluşan dünya yıkıldı. Bir sürecin sonuna geldik. Emtia dolaşımı ile ilgili kriz kapıda. COVID-19, piyasa ekonomisinin saçma sapan olduğunu ortaya koydu.

Öncelikle tanık olduğumuz şeyin “resesyon” olmadığını net olarak görmeliyiz. Bu, bir “finansal kriz” değil. Koronavirüs salgını, ekonomik ve toplumsal hayata ait temel bileşenleri yerinden yurdundan etti. İmran Han hükümeti gibi meseleyi bu şekilde ele alıp olağan koşullarda yönetilebilecek bir şeymiş gibi görürsek ve sıcak havanın virüsü öldüreceği beklentisi içine girersek, devletin geliştirdiği modelin de gösterdiği üzere, yüz binlerce insan ölür. Bu ağır sonuçtan kaçınmak için olağan ekonomik ve toplumsal hayat kökten değiştirilmelidir. Peki daha önce Pakistan’da olağan ekonomik ve toplumsal hayat nasıldı?

Orta sınıf ve elitler için olağan hayat demek, güzel alışkanlıklar ve mutlu yaşamak için gerekli kaynakları kullanmak demekti. Öte yandan bu virüsten önce işçilerin hayatı tam bir kâbustu. Asgari ücret, sosyal güvenlik ve iş güvenliği resmi kayıtlı işçilerin temel talepleriyken gayriresmi, sözleşmeli işçiler her gün mücadele yürütmekte, fabrikada, atölyede veya eğitim kurumunda duyuru veya ikaz yapılmadan işten atılabilmekteydi.

Demek ki virüsten kurtulmak demek, olağan toplumsal ve ekonomik hayatı kökünden değiştirmek demek. Yani işçilerin kullanılıp atılan birer mal olarak görüldükleri kapitalist ekonomiyi değiştirmek zorundayız. Devletle işbirliği içerisinde olan kapitalistler fabrikaları, işletmeleri ve diğer üretim alanlarını yoksul işçilerin hayatını umursamaksızın kapatabileceklerini düşünüyorlar. Bununsa iki sonucu olacak.

İlk sonuç dâhilinde sosyal izolasyon ve mesafelenme üzerinden ekonominin büyük bir kısmı duracak, dolayısıyla halk sağlığı hiçbir şekilde umursanmayacak. Virüs salgını zirveye ulaşıp kriz son bulana dek toplumun virüsün yayılımının yavaşlayacağı gerekli uyku süresi devreye giremeyecek. İşçiler yeterli sağlık hizmeti, yemek desteği ve temel gelir alamazsa evlerinde kalma imkânı da bulamayacaklar. İnsanlar dışarı çıkıp iş bulmaya çalışacak ki bu da salgının süresini uzatacak. İşçilerin evde izolasyonda kalmaları için gerekli tüm kaynaklara sahip olması gibi bir durum söz konusu değilse herkesin belirsiz bir süre karantina alınması da mümkün değil. Çünkü bilindiği gibi, halk sağlığı bağlamında insanlara para verilmeli ki sosyal mesafeyi muhafaza edebilsinler, kendilerini güvenli bir biçimde izole etsinler ve çalışmaya hiç ihtiyaç duymasınlar.

Güvencesiz, sigortasız, geçici ve gündelik işlerde çalışan işçilerin, yarı zamanlı çalışanların önemli bir yer tuttuğu ekonomide herkesin sağlık hizmeti ve maddi yardım alabilmesi için servetin yeniden dağıtılması gerekir. Bu krizde asıl kaybedenler, işçiler ve işçi aileleri. Limelight, Generations ve Outfitters gibi giysi markaları işçilere ücret hatta ücretli izin bile vermeden onları işten çıkartıyor, bazı fabrikalarsa tüm işçilerin işine son veriyor.

O uzun ve daha önce görmediğimiz kriz böyle başladı. Artık temel gelir yardımını istemenin yanında kendi kendimize yardım etmemizi sağlayacak komiteler oluşturmalıyız. Çünkü önümüzdeki günlerde her şey daha da güçleşecek.

Devletin işçilere yardım etmemesinin veya edememesinin ikinci sonucu ise şudur: işçilere gıda, barınma, gelir ve sağlık imkânları sağlanmadığı takdirde işçiler sokağa dökülecek ve bu yönde talepler dile getireceklerdir. Çünkü devlet, ücretli izin ve yiyecek kartı verememekte, işçilerin sağlık imkânlarından yararlanmasını güvence altına alamamaktadır.

Eğer tüm işletmeler, fabrikalar ve işyerleri işçileri ücretsiz olarak izne ayırırsa veya işten atarsa kısa süre sonra Pakistanlı işçiler, “bu karantina altındaki yeni gerçeklikte bizim yerimiz nedir?” olarak özetlenebilecek o can alıcı soruyu soracaklar.

Koronavirüs krizinde hem sağlık hem de eğitim sistemindeki çöküşün hem ücret ve sosyal güvenlik yetersizliğinin hem de işçilerin insanlıktan çıkartılmasına dönük adımların ve rantiyeci, aşırı şişmiş devletin bir araya toplaştığı bir krizdir.

Bu ülkenin yoksulları karşısında zulmün kaleleri üzerine işçi grevleriyle, Peştun Tahafuz Hareketi ile, kadın hareketiyle, öğrenci hareketiyle ve köylü hareketiyle yürüyor. Bu kriz, sermayenin dolaşımındaki sınırlar sebebiyle işçilerin “neoliberal kapitalist toplumda ne tür insani ilişkilere yer var?” olarak özetlenebilecek temel soruya cevap vermek için mevcut yapıları olumsuzlamanın ötesine geçmesini sağlayacak. Tüm kapitalist ekonominin bu ikinci olumsuzlamasının (olumsuzlamanın olumsuzlanmasının) devrimci sonuçları olacak.

İyi Yönetişim mi İkili İktidar mı?

Birçok yorumcu, krizi ihmal edilecek kötü yönetişim olarak görüyor. Oysa mevcut rejimin yetersizliği, sadece ondaki kararsızlıktan kaynaklı olarak oluşan tehdidi büyüttü. Daha önce izah ettiğimiz üzere bu kriz, basit bir politikanın ürünü değil, devletimizin ve politik ekonominin genel yöneliminin bir sonucudur. Daha da önemlisi geri dönebileceğimiz bir olağan durum mevcut değildir. Zira devlet, krizde işçilere ödeme yapmayarak işçi sömürüsünü daha da hızlandırmaktadır.

Dolayısıyla makul herhangi bir yönetim modelinin yokluğunda bizim sermaye birikim mantığına ve devlete tabi olmayan başka varolma ve aidiyet biçimleri tahayyül etmeye başlamamız gerekmektedir. Bunun için de devleti aşan yeni dayanışma alanları oluşturmalıyız. Devletin terk ettiği işçi mahalleleri gibi yerlerde bakım konusunda ağlar meydana getirmeliyiz.

Peki bu dayanışma ne tür bir biçim alacak? Bilinçlendirme faaliyeti dâhilinde devletin olmadığı yerlerde yardım grupları ve gönüllü ekipler oluşturulmalı, işverenlerin attığı işçilerin sesine ses katılmalı, sağlık emekçileriyle toplum arasında gerekli olan koordinasyon sağlanmalıdır.

Bu tür faaliyetler, yoksullara acıma üzerine kurulu yardım çalışmalarına dönüşmemeli. Bu pratikler politik olarak ele alınmalı, kapitalizmin dayattığı sınırların ötesine uzanıp yeni bir dünya kurulmalı. Bizim amacımız, gücünü topluluklar içerisinde güven ve dayanışma duygusu oluşturmaktan ve topluma hizmet etmekten alan insan ve örgüt ağları oluşturmak olmalıdır.

Devlet aygıtının zayıfladığı koşullarda biz, ya toplumun askerîleştirilmesi ile mevcut toplumsal çürümenin kontrol altına alındığına ya da kurumsal temsil ötesine uzanan özerk işçi iktidarı kurmayı öngören strateji olarak ikili iktidar anlayışının öne çıkışına tanıklık edeceğiz.

Biliyoruz ki kriz bitince yönetici sınıflar, halkı krizin bedelini işsizlikle, yetersiz istihdamla, borçla ve artan fiyatlarla ödemeye mecbur edecek. Böylesi bir durumda mücadelenin ömrünü uzatmak için karşılıklı yardım ağlarını kullanan özörgütlenme ve direnme becerileri, halkın kendisini savunmasını sağlayacaklar.

İkili iktidar, insanî ihtiyaçların karşılanması noktasında üretimi ve dağıtımı yöneten ve mevcut toplumsal ilişkileri dönüştüren bir kopuş stratejisinin ana bileşenidir. Bu bağlamda işçi sınıfı, yaratıcı potansiyelini açığa çıkartacağı ağlar oluşturur ve işçilerin geliştirdiği yeni irade tüm topluma dayatılır. Bilhassa insanların işlerine geri döndüğü koşullarda bu işçi komiteleri sermaye birikimine sınır koymak için gereklidirler.

Yüksek siyaset elitler arasında kilitlenmiş bir pratiktir, dolayısıyla halkın karar alma organları önemli hâle gelir. Bunun nedeni, önümüzdeki aylar içerisinde seçim veya kitlesel hareketliliğin hayal bile edilemeyecek olmasıdır. Yüksek siyasetin hükmünü yitirdiği koşullara geleceğin toplumu için alternatif görüşler ve pratikler geliştirmeliyiz. Kurumsal çerçevelerin dışında, onlardan bağımsız varolabilen alternatif iktidar biçimleri için bir çekirdek oluşturmaya başlamalıyız.

Halk, kendisine dayatılan, tahammülü zor koşullara başkaldıracaktır. Zor zamanlarda yardımları sağlayacak merkezi güç olarak işçi komiteleri, kitlelere sisteme karşı mücadelede öncülük edecektir. İşçi sınıfının en sağlam unsurlarında vücut bulan sosyalizm pratiği, en iyi böylesi koşullarda gelişecektir.

“Tüm İktidar Halka”

Devletten bir şeyler isteme üzerine kurulu olağan siyaset tarzı artık işe yaramadığından Pakistan solu cesur fikirler geliştirmelidir. Yönetici sınıfının açgözlülüğünün, IMF kredilerinin, özelleştirmelerin, aşırı şişmiş devlet yapısının bu krizi çözemeyeceğini hepimiz biliyoruz. Bunların işçileri hiç umursamadıklarının da farkındayız. Hareketin fitili tam da bu krizin orta yerinde ateşlenmelidir. Devletin ve fabrika sahiplerinin kendilerini terk edeceklerini bilen işçilerin yanında olmak, bizim sorumluluğumuzdur. İşçi, halk ve yardım komiteleri işlerine şimdi başlamalıdır. Bu krizle mücadele konusunda zaten çok geç kaldık.

Bir yandan bu komiteler virüsün yayılmasına mani olmak için gerekli tedbirler konusunda halkı bilinçlendirmeli bir yandan da işçiler, üretim sürecinin kontrolü, gıda ve kaynak dağıtımının halk kontrolüne girmesi, sağlık ve tıbbi gereçlerin ayrıca hastanelerin halk tarafından kontrol edilmesi gibi konularda eğitilmelidirler.

Bilim insanları tıp uzmanları net mesajlar veriyorlar. Çinli doktorun da dediği gibi “bizim zamanı, tüm ekonomik faaliyeti durdurmamız gerekiyor.” Bu, tüm üretim sürecini dolayısıyla emtia dolaşım sürecini durdurmayı ifade ediyor. Böylesi bir adım sermayenin dünya genelinde yaşadığı krizde sıçramaya yol açacaktır. Sermaye üretiminin ve dolaşımının gerçekleşmediği koşullarda Pakistan gibi Güney’in yoksul ülkeleri çöküşün eşiğine gelecektir.

Bugünün en acil sloganı “tüm iktidar halka”dır. Bu küresel salgın koşullarında cesaretle, netlikle ve davaya bağlılıkla hareket edilmeli, alternatif bir iktidar örgütlenmelidir. Bu süreçte bir tıp emekçisi gibi kendimizi eğitmeli, işçilerle ve mahallelerle dayanışma ilişkisi kurmalı, yiyeceklerin ve temel araç gereçlerin envanterini çıkartacak, halk kliniklerini yönetecek, temel gereksinimlerin kontrollü biçimde teminini kontrol eden topluluklar ve işçiler için sistemler geliştirecek temsilciler seçilmelidir. Bu dönemde geçmişin zincirlerinden başka kaybedeceğimiz bir şey yok, kazanacağımız yeni bir dünya vardır!

Ammar Ali Can
Zahid Ali
26 Mart 2020
Kaynak

,

Manolis Glezos

Samidoun Filistinli Tutsaklarla Dayanışma Ağı, kurtuluş mücadelesini ömrü boyunca desteklemiş, Nazi karşıtı direnişin efsanevi savaşçısı ve özgür Filistin davasına bağlı bir isim olan Manolis Glezos’un 97 yaşında aramızdan ayrılışının yasını tutmaktadır. 

Onu Avrupa Birliği’nin Yunan halkının kaynaklarını yağmalamasından işgal altındaki Filistin’de İsrail’in uyguladığı ırk ayrımcısı rejimine kadar sömürü ve zulmün tüm biçimlerine karşı sürdürülen direnişe gösterdiği bağlılıkla hatırlayacağız. 

Onun halkın kurtuluşuna yönelik devrimci bağlılığı hepimize örnek olmalı, devrimci değişim ve farklı iyi bir dünya için mücadele eden herkese ilham vermeyi, örnek teşkil etmeyi sürdürmelidir.

Glezos, yoldaşı Apostolis Santas ile birlikte Akropolis’e tırmanıp orada asılı Nazi bayrağını yırtmasıyla Yunanlıların Nazi işgaline ve istilasına karşı sürdürdükleri direnişin simgesi hâline geldi. Glezos, direnişe katıldığı için birkaç kez tutuklanıp işkence gördü, Naziler onun kimliğini bilmediği döneminde onu gıyabında ölüm cezasına çarptırdılar. Yunanistan Nazi işgalinden kurtulduktan sonra ülkesine geri döndü ve burada önce sağcı hükümete ardından diktatörlüğe karşı mücadelesini sürdürdü. Gazeteci ve eylemci olarak birçok kez tutuklandı ve hapse atıldı, üç kez idam cezası aldı, en nihayetinde 1971’deki genel afla tüm suçlamalardan aklandı. Politik faaliyetleri sebebiyle 28 kez yargılanan Glezos, 11 yıl hapis yattı. Ayrıca Yunanistan’daki askerî cunta esnasında dört buçuk yıl sürgünde kaldı.

Rizopastis gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaptı, sonrasında Avgi gazetesini yönetti. 1974’te diktatörlüğün devrilmesi ardından Birleşik Demokratik Sol (ECHR) başkanı, Panelenci Sosyalist Hareket (PASOK) milletvekili, ardından da 2014-2015 arası dönemde SYRIZA’nın Avrupa Parlamentosu milletvekili olarak hizmet verdi. SYRIZA’nın Avrupa’nın başındaki sermaye yanlısı troykanın taleplerine boyun eğmesi ardından partiden ayrıldı ve Yunan halkının haklarını savunmak adına görevlerinden istifa etti.

Ömrü boyunca Filistin halkını kucaklayan kurtuluşçu bir vizyonu benimsedi. İsrail Gazze’ye saldırdığında, Filistin halkıyla dayanışmak için Avrupa Parlamentosu’nda yapılan protesto eylemlerine katıldı, Halide Cerrar’ın ve diğer Filistinli politik tutsakların serbest bırakılmasını talep etti. 2002’de İsrail işgal güçleri, onu ve arkadaşlarının kuşatma altındaki Ramallah’a yürümesine mani oldu.

20 Aralık 2017 günü, Filistin devrimci solunun ellinci yılı anısına Atina’da Samidoun tarafından organize edilen etkinlikte iki Filistinli genç kendisini kürsüye davet ettiğinde, omzuna attığı kefiyesi ve elindeki Filistin haritası ile çıktı insanların huzuruna, burada amacı, onca yıl kavganın bağrında olmuş bir insan olarak, ömrü boyunca kurtuluş mücadelesine bağlılığını ortaya koymaktı.

Orada Glezos bir konuşma yaptı. Konuşmasında Filistin’le dayanışma konusunda geçmişte kendi yapıp ettiklerinden ve mevcut durumdan söz etti, Trump’ın Kudüs’ü (Yeruşalim’i) İsrail’in başkenti kabul etmesi üzerinde durdu. Orada Glezos, Trump’ın ABD halkını değil kendisini ve yönetici sınıfı temsil ettiğini söyledi ve onun Kudüs’ün kime ait olduğuna karar verme hakkına sahip olmadığını, Kudüs’ün Filistin halkının gerçek başkenti olduğunu ısrarla vurguladı.

Glezos konuşması dâhilinde yaptığı analizde, Filistin liderliğinin yıllar içerisinde önemli kimi yanlışlar yaptığını, ilk önemli yanlışın Filistin’i tanımak ikinci yanlışın ise Filistin dışında silâhlı mücadeleyi sonlandırmak olduğunu söyledi. Konuşmasının sonunda Glezos, Filistin’in topyekûn kurtuluşuna dek Filistin halkıyla dayanışma içinde olmaya devam edilmesi, bu dayanışmanın kesintisiz sürmesi gerektiği üzerinde durdu.

Samidoun
30 Mart 2020
Kaynak

30 Mart 2020

,

Pandemiyle Mücadele Yöntemi Olarak Sosyalizm

Yazı: “Ya maske tak ya da hapse gir.” [Kaliforniya-1918]

Koronavirüs[1], Richard Preston’ın 1995’ta çıkan, Ebola olarak bilinen, Afrika’nın ortasındaki gizemli ve içi yarasa dolu bir mağarada doğmuş, insanları yok eden bir iblisten bahsettiği Hot Zone isimli kitabından beri tekrar tekrar izlediğimiz eski bir film aslında.

Bu, insanlığın deneyimsiz bağışıklık sistemindeki “bakir alan”da açığa çıkmış bir dizi yeni hastalıktan biri sadece. Ebola’nın ardından kuş gribi çıkmış, bu virüs 1997’de insanlara geçmiş, bunu 2002 sonunda ortaya çıkan SARS takip etmişti. Her iki salgın da ilkin dünyanın imalat merkezi olan Guangdong’da patlak vermişti.

Bu gelişmeler karşısında ağzı sulanan Hollywood, hemen bu salgınlarla ilgili, bizi heyecanlandırıp korkutacak bir dizi film çekti. (Steven Soderbergh’in 2011’de çektiği Salgın filmi, bilimsel verilere dayanıyor oluşu ve şimdiki kaosu yerinde bir yaklaşımla öngörmüş olması sebebiyle ayrı tutulmalı.) Bu türden filmlere ve romanlara ek olarak, bahsi edilen salgınlarla ilgili yüzlerce kitap ve binlerce bilimsel makale yazıldı. Hepsinde de bu türden yeni hastalıkların tespiti ve onlarla mücadele konusunda dünyanın hazır olması gerektiği üzerinde durulmaktaydı.

I.

Dolayısıyla korona, zaten bildiğimiz bir canavar olarak gelip girdi kapımızdan içeri. Genom sıralaması, zaten iyice incelenmiş olan kardeşi SARS’ınkine çok benziyordu ve bu iş gayet çocuk oyuncağıydı, asıl önemli olansa gerekli bilgilerin henüz elde edilememiş olmasıydı. Salgının niteliğini anlamak için araştırmacılar gece günüz çalıştılar, ama bu noktada üç büyük güçlükle yüzleştiler.

İlki, yeniden üreme oranı, virüsün bulaştığı nüfusun büyüklüğü ve tehlike arz eden bulaş sayısı gibi önemli parametrelerin doğru bir biçimde tahminine mani olan, bilhassa ABD ve Afrika’da test kitleri konusunda yüzleşilen sıkıntı idi. Sonuçta sayılar konusunda ciddi bir karışıklık açığa çıktı.

İkinci güçlük, her yıl gördüğümüz grip virüsleri gibi bu virüsün de farklı yaş bileşimlerine ve sağlık koşullarına sahip halklar üzerinden mutasyona uğruyor olmasıyla ilgiliydi. Büyük ihtimalle Amerikalılar, Vuhan’daki ilk salgından az çok farklı bir salgına tanıklık edecekler. Mutasyon sonucu virüs tehlikeli de olabilir, şimdilerde elli yaşın üstündekiler için yüksek olan öldürme oranının mevcut dağılımını da değiştirebilir. Trump’ın “korona gribi” dediği şey, yaşlı, bağışık sistemi zayıf veya kronik solunum sorunları yaşayan Amerikan halkının dörtte biri için ölümcül bir tehdit.

Üçüncü güçlükse virüs şu anki hâlini koruyup çok az mutasyona uğrasa bile onun gençler üzerindeki etkisinin yoksul ülkelerde ve yoksul kesimlerde ciddi ölçüde farklılık arz edecek olmasıyla ilgili. Bu noktada akla, insanlığın yüzde bir ilâ ikisini öldürmüş olan ve 1918-19’da yaşanan İspanyol gribi gelebilir. ABD ve Batı Avrupa’da ilk H1N1 gribi, daha çok genç yetişkinleri öldürmüştü. Bu durum, genelde nispeten güçlü olan ve virüs bulaşmasına aşırı tepki veren bağışıklık sistemlerinin akciğer hücrelerine saldırması, böylelikle akciğer iltihabı ve septik şoka yol açması üzerinden izah edilmişti. Ama son dönemde bazı epidemiyologlar geliştirdikleri teori dâhilinde, yaşlı yetişkinlerin 1890’larda patlak veren ve koruma sağlayan ilk salgından itibaren bir “bağışıklık hafızası”na sahip olabileceklerini söylediler.

Bir şekilde grip, askerî kamplarda ve siperlerde kendisine bir yuva buldu ve buralarda on binlerce genç askeri öldürdü. Grip, süreç içerisinde imparatorluklar arasında yaşanan savaşlarda önemli bir etmen hâline geldi. Almanya’nın 1918 baharında gerçekleştirdiği saldırının başarısız olması, buna bağlı olarak savaşın ulaştığı sonuç, düşmanından farklı olarak, Müttefik Kuvvetler’in virüs kapmış ordularını yeni gelen Amerikalı askerlerle takviye edebilmeleri ile ilişkilendirildi.

Gelgelelim İspanyol gribi, yoksul ülkelerde farklı bir seyir izledi. Virüs yüzünden yaşanan ölümlerin yaklaşık yüzde altmışı Pencap’ta ve Batı Hindistan’da gerçekleşti. Buralar, Britanya’ya tahıl ihraç eden ve zorla el koyma uygulamalarına tanık olan, ama aynı zamanda büyük kuraklığın her yanı kasıp kavurduğu yerlerdi. Sonuçta ortaya çıkan yiyecek kıtlığı, milyonlarca insanı açlıktan ölmenin eşiğine getirdi. Bu insanlar, bağışıklık sisteminin virüse cevap verememesine neden olan yetersiz beslenmenin ve aynı zamanda bakteri kaynaklı akciğer iltihabının çilesini çektiler. Aynı şekilde birkaç yıl boyunca kuraklığın, koleranın ve yiyecek kıtlığının çilesini çeken, Britanya işgalindeki İran’da sıtma salgını patlak verdi, bu da tahmini olarak ülke nüfusunun beşte birinin ölümüne neden oldu.

Bu tarih, bilhassa yetersiz beslenme ile bulaşma arasındaki ilişkinin sonuçlarının bilinmediği gerçeği, COVID-19’un Afrika’nın ve Güney Asya’nın sıkış tıkış, hastalıklarla kıvranan gecekondu mahallelerinde daha fazla ölüme yol açacağı konusunda bize kimi ikazlarda bulunuyor olmalı.

Lagos, Kigali, Addis Ababa ve Kinshasa gibi yerlerde görülen vakalar ayrıca bu şehirlerdeki sağlık koşullarının ve hastalıkların nasıl bir etkileşim içine gireceğini kimse bilmiyor (test yapılmadığı için de uzun zaman bilemeyecek). Bazıları, Afrika’da kent nüfusunun dünyadaki en genç nüfus olması sebebiyle bu salgının etkisinin zayıf olacağını söylüyorlar. 1918 deneyimine baktığımızda ise bunun aptalca bir tahmin olduğunu söyleyebiliriz. Mevsimsel grip gibi bu salgının da havalar ısınınca son bulacağını söyleyen iddia da aynı şekilde aptalca (Tom Hanks virüsü yaz mevsiminin hüküm sürdüğü Avustralya’da kaptı.).

II.

Bir yıl sonra dönüp bugüne baktığımızda Çin’in salgını önleme çalışmalarında elde ettiği başarıyı hayranlıkla, ABD’nin yanlışlarını ise dehşete kapılarak anacağız. (Kanaatimce Çin’in virüs bulaşma sayısının azaldığı açıklaması doğru.) Mevcut kurumlarımızın pandoranın kutusunun açılmamasını sağlaması, zaten sürpriz olurdu. 2000 yılından beri birçok kez dile getirdiğimiz gibi, hastalarla ilk temas kuran doktorlar ve hemşireler ciddi sorunlar yaşıyorlar.

Örneğin hem 2009’da hem de 2018’de grip salgınlarının görüldüğü mevsimlerde ABD’de hastaneler dolup taştı. Yatak kapasitesinde kâr güdüsüyle yapılan kesintiler sonrasında hastane yatakları kimseye yetmez oldu. Dolayısıyla mevcut krizin kaynağını Reagan’ı iktidara getiren ve önde gelen Demokratları birer neoliberalizm borazanına dönüştüren kapitalist saldırıya kadar geriye götürmek mümkün.

Amerika Hastaneler Birliği’ne göre yatak sayısı 1981’den 1999 yılına gelindiğinde yüzde 39 azaldı. Burada amaç, kullanılan yatak sayısını artırmak suretiyle kâr elde etmekti. Hastane yönetimleri, kullanılan yatak oranını yüzde doksana çıkartmayı hedefledi, bu da salgınlar ve acil durumlar esnasında yaşanan hasta akınını karşılama becerisini ortadan kaldırdı.

Yeni yüzyılda kemer sıkma politikaları, devletin ve eyaletlerin hazırladığı bütçeler sebebiyle kamu sektöründe ve artan kısa vadeli kâr payları ve kârların dayattığı “hissedar değeri” üzerinden özel sektörde acil tıp iyice zayıfladı.

Sonuçta bugün ciddi ve önemli korona vakaları akınıyla başa çıkma noktasında hastanelerin elinde sadece 45.000 yoğun bakım ünitesi yatağı var. (Güney Kore’deki sayı, ABD’deki sayının üç katından fazla.) USA Today’in incelemesine göre, “COVID-19 yüzünden hasta olacak altmış ve üzerindeki yaşlarda bir milyon Amerikalıyı tedavi yetecek hasta yatağına sadece sekiz eyalet sahip.”[2]

Bugün tıp sahasında tanık olduğumuz Katrina Kasırgası’nın ilk aşamasındayız. Tüm uzmanların kapasitesinin artırılmasını önerdiği acil tıp sahasına yeterince yatırım yapılmadığı koşullarda, bu sahanın ihtiyaç duyduğu temel araç gerece ve yatağa sahip değiliz. Ülke genelinde ve bölgeler temelinde elde mevcut olan stoklar, salgınla ilgili geliştirilen modellerin çok altında. Dolayısıyla test kiti konusunda yaşanan fiyaskoya sağlık emekçilerine temel koruyucu ekipmanın yeterince temin edilememesi sorunu eşlik ediyor. Ulusal ve toplumsal vicdanımız olarak militanca mücadele eden hemşireler, N95 yüz maskeleri türünden korucu malzemelerdeki yetersizliğin yol açtığı büyük tehlikeleri anlamamızı sağlıyorlar. Bu insanlar, bir yandan da hastanelerin kalabalık koğuşlarda ölümlere yol açabilecek Klostridyum Diffisil denilen bağırsak bakterisi gibi antibiyotiklere dirençli bakterilerin gelişeceği bir alan hâline geldiğini söylüyorlar.

III.

Salgın, Bernie Sanders’ın “Bizim Devrimimiz” dediği kampanyasının gündemine aldığı sağlık hizmetlerinde varolan keskin sınıfsal ayrımı açığa çıkarttı. Hâsılı, evden ders verebilen veya çalışabilen, iyi sağlık hizmeti alan kişiler, şahsi izolasyonu rahatlıkla uyguladılar ve kendilerini akıllıca korumayı bildiler. Düzgün bir sağlık sigortası bulunmayan kamu çalışanları ve diğer sendikasız işçiler, gelir ve koruma arasında zor bir seçim yapmak durumunda kaldılar. Öte yandan milyonlarca düşük ücretli hizmet sektörü emekçisi, çiftlik işçisi, işsiz ve evsiz, kurtların önüne atıldı.

Hepimizin de bildiği üzere genel sağlık güvencesi, ücretli hastalık izinleri için herkese ücret ödenmesini gerekli kılar. Bugün işgücünün yüzde kırk beşi bu haktan mahrum, dolayısıyla bu insanlar ya virüsü başkalarına bulaştıracak ya da masalarındaki tabak boş kalacak.

Aynı şekilde, on dört Cumhuriyetçi eyalet, tıbbi yardımların yoksul işçileri de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören Uygun Bakım Yasası’nın yürürlüğe girmesine karşı çıktı. Tam da bu sebeple bugün her dört Teksaslıdan birinin sigortası yok ve tedavi görmek için kasabalarındaki hastanede bulunan acilden başka bir imkâna sahip değil.

Salgının görüldüğü dönemde özel sağlık hizmetleri dâhilinde varolan ve ölümcül sonuçlara yol açabilecek çelişkiler, kâr amacı güden bakımevi işkolunda görünür hâle geldi. Bu bakımevlerinde 2,5 milyon yaşlı Amerikalı, devlet sağlık sigortası kapsamında. Bu işkolu, düşük ücretlerin ödendiği, yeterli çalışanın istihdam edilmediği, yasadışı yollardan maliyetlerin kısıldığı bir sektör. Basit enfeksiyon kontrolü prosedürlerinin gözetilmemesi ve hükümetlerin bu kasti kıyımın hesabını sormaması sebebiyle bakımevlerinde her yıl on binlerce insan ölüyor. Özellikle güney eyaletlerindeki bakımevlerinde basit temizlik kuralları için kesilen cezalara gerekli eğitimi almamış personele verilenden daha fazla para harcanıyor.

Dolayısıyla Seattle’ın Kirkland mahallesindeki Hayat Bakım Merkezi’nin virüsün yayıldığı merkezlerden biri olması asla şaşırtıcı değil. Seattle’da bakımevlerinde sendika çalışması yürüten ve kısa süre önce Nation’da bir makalesi yayımlanan Jim Straub’la konuştum. Straub’a göre bu adı geçen bakımevi, “eyaletteki en az personele sahip bakımevlerinden biri. Ayrıca Washington’daki tüm bakımevi sistemi, ülkede en az para alan sistem. Oysa Washington, teknoloji kaynaklı paranın toplandığı yer.”

Straub, aynı zamanda halk sağlığı yetkililerinin Hayat Bakım Merkezi’nden yakındaki bakımevlerine virüsün hızla yayılmasına neyin sebep olduğu üzerinde durmadıklarını söylüyor: Amerika’da en düşük ücretlerin ödendiği bakım sektöründe çalışan emekçiler, birden fazla işte çalışmak zorunda kalıyorlar ve birkaç bakımevinde çalışıyorlar.” Straub’a göre devlet, işçilerin çalıştıkları bu ikinci işyerlerinin adını ve yerlerini tespit edemedi, dolayısıyla virüsün kontrolünü kaybetti. Ayrıca işçilerin evde kaldıklarında yaşayacakları kaybın tazmin edileceği konusunda henüz bir öneri sunulmuş da değil.

Ülke genelinde onlarca belki de yüzlerce bakımevi, birer koronavirüs merkezi hâline gelecek. Birçok işçi, nihayetinde bu koşullarda çalışmak yerine aşevlerini ve evde kalmayı tercih edecek. Bu durumda sistem çökecek, ama sonuçta bakımevlerinde lazımlıkları Ulusal Muhafızlar boşaltmayacak.

IV.

Küresel salgın, herkese sağlık güvencesi sağlanması ve salgının ölümlerle ilerlediği süreçte herkese ücretli izin verilmesi gerektiğini söylüyor. Biden’ın Trump’ın altını oyduğu koşullarda Bernie’nin de önerdiği, herkese sağlık hizmeti sağlanacağı günlere kavuşmak için ilericilerin birleşmesi gerekiyor. Sonuçta şu bilinmeli: Sanders ve Warren’ın delegeleri, Temmuz ortasında Milwaukee’de düzenlenen ve finansal hizmetler şirketi Fiserv’in organize ettiği forumda önemli bir rol oynadılar.

Bizimse sokağa karşı sorumluluğumuz var. İşçilere ücretli izin vermeyi reddeden patronlarla, ev tahliyeleriyle ve işten çıkartmalarla mücadele etmeye başlamak zorundayız. (Salgından mı korkuyoruz? O zaman göstericiler arasında 1,8 metre olsun, hatta o vakit ekranlarda daha güçlü çıkarız. Ama bizim her şeyden önce sokakları geri kazanmamız gerekiyor.)

Herkese sağlık güvencesi ve bununla bağlantılı talepler, bizim atmamız gereken ilk adım. Sanders’ın da Warren’ın da tartışmalar esnasında büyük ilâç şirketlerinin yeni antibiyotikler ve antiviraller ile ilgili olarak yürütülen araştırma-geliştirme çalışmalarına son vermiş olmalarından hiç bahsetmemeleri gerçekten de üzücü. En büyük on sekiz ilâç şirketinin on beşi, bu sahayı terk etti. Kalp ilâçları, bağımlılara verilen müsekkinler ve iktidarsız erkeklere uygulanan tedaviler, en fazla kâr getiren alanlar; hastane enfeksiyonlarına karşı savunma önlemleri, yeni hastalıklar ve eskiden beri insanları öldüren hastalıklarsa pek rağbet görmüyor. Virüsün yüzeyindeki proteinlerin kalıcı kısımlarını hedef alan genel grip aşısı onlarca yıl içerisinde geliştirilebilirdi, ama bunu kimse kârlı görmediği için bu aşı öne alınıp üretilemedi.

Antibiyotik devriminin etkilerinin ortadan kalkmasıyla eski hastalıklar yeni bulaşıcı hastalıklarla birlikte yeniden ortaya çıkacak, dolayısıyla hastaneler cesetle dolup taşacak. Trump bile oportünist bir tutumla ilâç maliyetlerinden yakınıyorken bizim ilâç tekellerini ortadan kaldırıp halka hayat kurtaran ilâçlar üretmeyi öngören cesur görüşler geliştirmemiz gerekiyor. (İkinci Dünya Savaşı esnasında Kara Kuvvetleri, Jonas Salk gibi araştırmacıların ilk grip aşısını yapmalarını istedi.) On beş yıl önce kaleme aldığım Kapımızdaki Canavar: Küresel Kuş Gribi Tehdidi isimli kitabımda belirttiğim gibi:

“Aşılar, antibiyotikler ve antiviraller gibi hayat kurtaran ilâçlara erişim bir insan hakkı olmalı, bu ilâçlara herkes ücretsiz erişebilmelidir. Piyasa, bu türden ilâçları ucuza üretme konusunda gerekli teşviki sağlayamıyorsa o vakit hükümetler ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, bu ilâçların üretimi ve dağıtımı noktasında sorumluluk üstlenmelidirler. Yoksulların hayatta kalmasına her zaman büyük ilâç şirketlerinin kârlarına nazaran daha fazla öncelik verilmelidir.”[3]

Bugünkü küresel salgın, şu argümanın kapsamını iyice güçlendirdi: Kapitalist küreselleşme, gerçek mânâda beynelmilel olan bir halk sağlığı altyapısının bulunmadığı koşullarda biyolojik planda artık sürdürülemezmiş gibi görünüyor. Gelgelelim böylesi bir altyapı, halk hareketleri büyük ilâç şirketlerinin ve kâr amacı güden sağlık hizmetlerinin gücünü kırana dek var olamayacak.

Bu da İkinci Yeni Akit’in ötesine uzanan, insanların hayatta kalması ile ilgili bağımsız bir sosyalist planı gerekli kılıyor. Wall Street’i İşgal Et günlerinden beri ilericiler gelir ve servet eşitsizliği ile mücadeleyi başarıyla yürüttüler ve önemli mevziler elde ettiler. Ama bugün sosyalistler, yeni bir adım atmalı ve sağlık hizmetleri endüstrisi ile ilâç endüstrisinin belirlediği acil hedefler karşısında, ekonomik gücün toplumsal mülkiyetini ve demokratikleştirilmesini savunmalıdırlar.

Ama öte yandan bizim, politik ve ahlaki zayıflıklarımızı dürüstçe değerlendirmemiz şart. Yeni kuşağın yüzünü sola dönmesi ve “sosyalizm” sözcüğünün politik söyleme tekrar dâhil olması tabii ki heyecan verici, ama bir yandan da ülke genelinde yeni milliyetçiliğe paralel olarak ilerici hareketin ülke genelinde bencillik tuzağına düşmüş olmasının da rahatsız edici olduğunu belirtmek lazım.

Bu bencillik, sadece Amerikan işçi sınıfından ve sadece Amerika’nın radikal tarihinden bahsedip duruyor (tabii bu noktada Eugene V. Debs’in tepeden tırnağa enternasyonalist olduğunu unutuyor.). Bu siyaset tarzı, kimi vakit “Önce Amerika” diyen sağ siyasetin solcu versiyonuna doğru evriliyor.

Küresel salgını ele alırken sosyalistler, başkalarına uluslararası dayanışmanın aciliyetini her fırsatta hatırlatmalıdırlar. Somut koşullarda bizim, test kiti, koruyucu malzeme ve hayat kurtarıcı ilâçların üretiminin artırılmasını ve yoksul ülkelere ücretsiz dağıtılmasını istemeleri konusunda ilerici dostlarımızı ve onların idol kabul ettikleri politik liderlerini teşvik etmemiz gerekiyor. Sonuçta herkese sağlık hizmeti politikasının ülke içinde ve dışında yürürlüğe konulmasını sağlamak, bize bağlı.

Mike Davis
14 Mart 2020
Kaynak

[Mike Davis, eylemci, tarihçi ve Kaliforniya Üniversi Riverside Kampüsü’nde yaratıcı yazarlık alanında fahri profesördür. Late Victorian Holocausts: El Niño Famines and the Making of the Third World (Geç Viktoryen Çağın Holokostları: El Niño Kıtlıkları ve Üçüncü Dünya’nın Oluşumu -2001) ve The Monster At Our Door: The Global Threat of Avian Flu (Canavar Kapımızda: Küresel Kuş Gribi Tehdidi -2005) gibi bir dizi kitap yazmıştır.]

Dipnotlar:
[1] Bilimsel terim konusunda bir kafa karışıklığı var. Uluslararası Virüsleri Sınıflandırma Komitesi virüsü “SARS-CoV-2” olarak adlandırdı. Salgına ise “COVID-19” adı verildi.

[2] Jayme Fraser ve Matt Wynn, “US Hospitals Will Run Out of Beds If Coronavirus Cases Spike“, USA Today (13 Mart 2020).

[3] Mike Davis, The Monster At Our Door: The Global Threat of Avian Flu (New York: New Press, 2005).

,

Krizde Herkes Sosyalist


Batı kapitalizmi, ideolojik planda sürekli şunu söylüyor: “Her şeyi piyasa yönetmeli”. Ama son sağlık ve ekonomi krizinin de ortaya koyduğu biçimiyle kapitalistler işler sıkılaştığında piyasa denilen putu hemen unutuveriyorlar. Alelacele devletten para dileniyorlar. İşçilere düşük ücretleri kabul ettirmek istediklerinde piyasa melek, kârlar düştüğünde şeytan oluveriyor.

Ekonomi okuyan herkes bilir ki piyasa, hepimizin önünde diz çökmesi gereken tanrıdır. Piyasa, tüketicileri ve üreticileri bir araya getirir, arzla talebi dengeler. Tüm o ders kitaplarının anlattığı budur. Hepimiz kendi çıkarları peşinde koşan bireylerizdir ama piyasa sayesinde bu bencillik, mucizevi bir biçimde optimumla sonuçlanır.

Bu lafları işitmek için bir sınıftan içeri adım atmış olmanız gerekmez. Gazeteler, haber bültenleri, siyasetçiler hep bu türden laflar ederler. Onlara kulak vermek yeter. Devlet herhangi bir konuda harcamaları artıramaz çünkü buna piyasa izin vermez. Toplu konut çalışmaları konut piyasasına zarar vereceği için kabul edilmez. Üniversiteler rekabete sürüklenir ki kötü olanlar eğitim sahasından ayıklansın.

Piyasanın savunucuları, eski Sovyetler’deki ekonomi aksaklığı planlamaya bağlarlar ve planlamanın büyük felâketlere yol açtığını söylerler.

Bu türden lafların boş olduğunu görmek için âlim olmaya gerek yoktur. Bir kapitalistin görmek istediği en son şey serbest rekabettir, çünkü bu tür bir rekabet kârlarını azaltacaktır. Bu noktada süpermarketlerin küçük dükkânları nasıl yok ettiğine veya her türden yeni endüstrinin kısa bir süre sonra dünya genelinde üç dört şirketin hâkimiyetine girmesine bakılabilir.

Bu mesele başka bir açıdan da ele alınabilir. Kapitalistler, aslında piyasayı işçi sınıfı için vaaz ederler. Onlara “ayaklarınızın üzerinde durun, devlete asla bel bağlamayın” derler ama kendileri devleti iliğine kadar sömürürler. Bu noktada milyar sterlinlik teşviklere yapılan vergi kesintilerine bakılabilir. Otomobil imalatçıları, her yıl Avustralya hükümetinin sırtından yüz milyonlarca sterlin kazanmaktadır. Büyük şirketler eski siyasetçileri satın almakta, onlar üzerinden lobi faaliyeti yürütmektedirler. Onların gözü her daim devletin kasasındadır.

Kapitalistler, piyasanın işçi ücretlerini belirlemesi gerektiğini söylerler ama buna asla izin vermezler. Devletin baskı aygıtını, iş mahkemelerini ve polisi işçilerin hakları üzerinden kendi talepleri etrafında örgütlenmelerine mani olmak için kullanırlar.

Bir kriz patlak verdiğinde ise piyasa hemen gözden düşer. Kapitalist ekonomi çöküşün eşiğindedir. Birçok şirket iflas etmek üzeredir. Borsalar yüzde otuz değer kaybetmiştir. Eskinin ateşli serbest piyasa savunucuları, bugün devletin müdahalesini savunmaktadır. 18 Mart tarihli nüshasında Financial Times’ın da tespit ettiği üzere, “dünya liderleri küresel ekonominin yaşadığı tarihsel şoka gerekli cevap verme noktasında ekonomi siyaseti dâhilinde kullandığı o eski taktik tahtasını kaldırıp atmak zorunda kalmışlardır.”

ABD’de, serbest piyasa kapitalizminin merkezinde duran kapitalistler ve siyasetçiler, devletin yardım yapmasını isteyip durmaktadırlar. 17 Mart’ta New York Times’da yapılan açıklamada dendiği gibi, “işveren örgütleri, şehir ve eyalet liderleri, hukukçular, senatörler ve ekonomistler işçilerin evde kalabilmeleri ve tüketimdeki düşüşle mücadele eden şirketlere destek verilebilmesi için merkezî hükümetten trilyonlarca dolar istemiştir.”

Dün ekonomiyi canlandırmak amacıyla “devlet işletmelere ve tüketicilere vermek için para bassın” diyen siyasetçiler ve danışmanları, bugün verilecek rakam konusunda bir yarışa giriyorlar. Koronavirüse ve ekonomik krize savaş ilân eden Trump yönetimi, kısa süre içerisinde büyük bir teşvik paketini yürürlüğe koyacak ve bu noktada ekonomiye bir trilyon dolar pompalayacak. Muhtemelen bunu benzer başka adımlar da takip edecek.

Başka zaman olsa Trump bu politikayı önerenleri sosyalistlikle suçlardı, bugün bu konuda tek laf etmiyor. Hatta paketinin “büyük ve cüretkâr” olduğunu söylüyor. Başdanışmanı Larry Kudlow, başkanın “krizle başa çıkabilmek için gereken her adım atılsın” dediğini söylüyor. Senato’daki Cumhuriyetçi Parti grubunun ikinci üst düzey ismi olan Senatör John Cornyn, devlet müdahalesinden nefret eden bir isim olarak şunu söylüyor: “Ekonomimiz, tüm ekonomimiz risk altında.”

Son yıllarda Wall Street partisinden yana saf tutan bazı Demokrat Partililer, bugün kriz süresince her Amerikalıya aylık ödeme yapılması önerisinde bulunuyorlar. Bu para akıtma siyaseti dâhilinde Merkez Bankası, bankalara trilyonlarca dolar pompalıyor.

ABD’de atılan bu adımların benzerlerine diğer ülkelerde de rastlanıyor. Uzun zamandır üye devletlerin bütçe açıklarını GSMH’sinin yüzde üçü düzeyinde tutmasını isteyen Avrupa Komisyonu, hükümetlerin borçlanma miktarı üzerindeki sınırları kaldırdı. 2015’te komisyon, yüzde yirmilik işsizlik oranı ile yüzleşen Yunan hükümetinin harcamaları artırmasına izin vermemişti ama bugün hükümetin har vurup harman savurmasını istiyor. Avrupa kapitalizminin geleceği risk altında. Dolayısıyla işine yarayacak her şeyi gündemine alıyor.

İsveç hükümeti, şirketlerin vergi borçlarını bir yıl erteliyor. Bu vergilerin toplamı GSMH’nin yüzde altısını buluyor. Britanya ise şirketlere 330 milyar sterlik acil durum kredisi veriyor, buna ek olarak 20 milyar sterlin tutarında mali destek sunuluyor.

Muhafazakâr Parti’nin mali işler sorumlusu Rishi Sunak, şunu söylüyor: “Bugün ideolojinin peşinden gitmenin, kitaba bağlı kalmanın değil, cesur olmanın vakti. Ne gerekiyorsa yapılacak.”

İspanya başbakanı Pablo Sanchez, ülkenin demokrasi tarihinde görülen, kaynakların seferberliği ile ilgili en büyük adımı attıklarını söylüyor. Bu adım dâhilinde 100 milyar avro kredi verilecek. Şirketlere 300 milyar avro kredi veren Fransa başbakanı Bruno Le Maire, basına şu açıklamayı yapıyor: “Elimdeki tüm araçları kullanmaktan asla tereddüt etmeyeceğim.”

Krizin Avrupa ekonomisinde bu yıl içerisinde yüzde dörtten fazla küçülmeye sebep olacağını öngören Avrupa Merkez Bankası, kısa süre içerisinde, önümüzdeki dokuz aylık dönem için Avrupa bankalarına bir trilyon avrodan fazla para aktaracak. Bankanın başkanı Christine Lagarde, “olağanüstü dönemlerin olağanüstü eylemlere ihtiyaç duyduğunu” söylüyor.

Avustralya’da esas olarak bütçeyi dengeleme vaadi üzerinden ayakta duran koalisyon hükümeti, 18 milyar dolar harcayacak ki bu paranın dörtte üçü şirketlere gidecek. Bugünlerde hükümet, işletmelere sunulacak başka bir yardım paketi üzerinde çalışıyor. Burada özellikle turizm, spor, sanat ve eğlence ile havayolları gibi alanlarda faal olan şirketlere bir milyar dolardan fazla para verilmesi öngörülüyor.

Avustralya Sanayi ve Ticaret Odası, hükümetin işçilere ücret teşvikleri vermesini, aynı yardımın ciddi kayıplara maruz kalan işletmelere yapılmasını istiyor. Oda, ayrıca hükümetin yüzde sekseni devlet garantili yarım milyon dolarlık kredi vermesini, ayrıca hastalık izni alanlara ücret desteği sağlanmasını talep ediyor. Ama işçilere yapılan yardım, şirketlere yapılan yardımın yanında devede kulak kalıyor.

Kısa vadede işçilerin nasibine, bu para saçma politikasından bir şeyler elbette ki düşecek. Avustralya’daki sosyal yardımlara banka hesapları üzerinden 750 dolar eklenecek. ABD’de ise muhtemelen Amerikalılara yaklaşık bin dolar verilecek. Fakat bu para kısa vadede ekonomiyi canlandırmak için veriliyor. Uzun vadeli yardımlar ise vergi kesintileri ve mali alanda verilen diğer tavizler üzerinden kapitalist sınıfa yapılıyor.

Mevcut kriz, kapitalistlerin çıkarları tehdit edildiğinde serbest piyasanın faziletleri konusunda edilen onca ideolojik lafın zırva olduğunu göstermekle kalmadı, ayrıca hükümetlerin temelde piyasa karşısında güçsüz olduğunu söyleyen fikrin de çöp olduğunu ortaya koydu.

Hükümetler, “ekonomik gerçeklik” karşısında hiçbir şey yapamayan biçare mağdurlar değiller. Ama olağan zamanlarda hükümetler, bizim daha fazla sosyal yardım, sağlık hizmeti ve eğitim taleplerimizi “bu talepleri karşılamak imkânsız” diyerek karşılıyorlar.

İşçiler, kendi kişisel krizleriyle günbegün karşı karşıya. Patronlar bu hafta işe çağırmadığı için kirayı ödeyecek parayı bulamıyorlar, bankadan aldıkları ev kredilerini ödeyemiyorlar, faturalara bakmak bile istemiyorlar, elektrikleri, suları, doğal gazları kesiliyor, çocuklarının eğitim masraflarını karşılayamıyorlar, işsizlik korkusu ile yaşamaya çalışıyorlar.

İşçi sınıfı, gündelik hayatta böylesi bir krizle boğuşuyor. Hükümetlerden bu krizle ilgilenmesini istediğimizde, onlar bu krizi çözüme kavuşturmanın imkânsız olduğunu söylüyorlar, “böyle gelmiş böyle gider” diyorlar.

Ama kapitalist sınıf krize girdiğinde, aynı hükümetler anında harekete geçiyorlar. Ekonomiyle ilgili politik kararlar alınıyor, hükümetler piyasaların canlanması için hamleler yapıyorlar. Avrupa maliye bakanları komitesi başkanı, bugünkü hâkim yaklaşımı gayet güzel özetliyor: “Avroyu elimizdeki her şeyle savunacağımıza hiç şüpheniz olmasın.” AB üyesi ülkelerin maliye bakanları, son avro krizi esnasında yaptıkları gibi, 410 milyar dolar kapasiteli bir fonu devreye sokmayı düşünüyorlar.

Financial Times’ın haberine göre İspanya’da hükümetin içinde “merkezi planlamaya dayalı ekonomiyi uygulamak için yetki alınmasını isteyelim” diyenlerin olduğu konuşuluyor. Hükümetin bu süreçte tıbbi gereçler, gıda ve enerji üretiminin tüm sorumluluğunu üstleneceğinden bahsediliyor.

Çoğu zaman bize ekonominin işçilere düzgün bir yaşam standardı sağlayamayacağını, bu ekonominin yüksek ücret, sosyal yardım, konut ve eğitim konusunda herkese hizmet edemeyeceğini söylüyorlar. Sürekli bütçenin dengede olması, işletmelerin rekabet etmesi, şirketlerin ödedikleri vergilerin düşük olması gerektiğinden bahsediyorlar.

Bugün nasıl oluyorsa ekonominin bizim uzun zamandır talep ettiğimiz şeyleri verebildiğini görüyoruz. Hükümetler, bugünlerde “tek kuruş vermeyiz” dedikleri şeylere para akıtıyorlar.

Geçmişte Morrison hükümeti, işsizlik yardımını kaldırmadı diye İş Dünyası Konseyi’nin saldırısına uğramıştı. Bugün hükümet, sosyal yardımlara kişi başına 750 dolar olmak üzere toplam 4,7 milyar dolar harcıyor. Hükümetler, bir yandan da sağlık harcamalarını artırıyor. Batı Avustralya’da hükümet, faturaları ve toplu ulaşım ücretlerini sıfırlıyor, enerji tüketimi ile ilgili ödemeleri iki katına çıkartıyor, bakıma muhtaç insanlarla ve hastalarla ilgilenmesi gereken kamu işçilerine daha fazla izin veriyor.

Bu süreçte Hong Kong hükümeti, vatandaşlarına bin dolar ödeme yaptı. Virüs salgınının en ağır şekilde vurduğu ülkelerden biri olan İtalya, ev kredisi ödemelerini askıya aldı. Yeni Zelanda’da hükümet, sosyal yardımları kalıcı olarak haftalık 25 dolar düzeyinde arttırdı, ayrıca emeklilere ve sosyal yardım alanlara yaptığı kışlık enerji desteğini iki katına çıkarttı. Fransa da sosyal yardımları artırdı ve bu yardımları daha fazla kişiye temin etmeye başladı.

Hükümetler, tabii ki bugünlerde merkez bankalarının bodrum katlarında küp küp altın bulmuş değiller. Onlar, bu tedbirleri halk sağlığını korumak ve ekonomiyi kurtarmak için aldıklarını söylüyorlar. Oysa kimlerin ayrıcalıklı olduğu gün gibi ortada. Yeni tedbirler, dünya tarihinde görülmüş en büyük kurtarma paketi dâhilinde gündeme geliyor. Burada amaç, devlet eliyle kamuya ait zenginliği ve parayı milyarderlere ve büyük şirketlere akıtmak, bu bağlamda zararları tüm toplumun sırtına yüklemek, kârları ise özel ellerde toplamak.

Sonuçta servet transfer edilecek, pekiştirilecek ve belirli ellerde yoğunlaştırılacak. Hükümetler, halka kırıntı niyetine verecekleri sadakalar için günlerce tartışma yürütürken yığınla insanı işten çıkartanlara karşı ciddi tek bir adım bile atmıyorlar.

Önerilen her harcama paketinde işletmelere teşvikler sunuluyor, hükümetler sağa sola kredi veriyor, fonların üçte ikisinden fazlasına vergi indirimi getiriliyor. Halkın çoğunluğunu oluşturan işçilerin eline ise paranın ancak üçte biri geçiyor. Örneğin Avustralya’da şirketlere 13 milyar verilirken, sosyal yardımlara 4,7 milyar dolar aktarılıyor.

Emeklilere, ailelere, bakıma muhtaç kişilere, engellilere, Aborjinlere, öğrencilere, çıraklara yardım sağlayan Centrelink, insanın gururunu ayaklar altına alan sınırlamalar getiriyor, üç kuruş vereceğim diye bin dereden su getirtiyor, ama çuvallar dolusu para, hiçbir engelle karşılaşmadan, işletmelerin kasalarına boca ediliyor.

Avustralya’da çırak ve stajyer çalıştırsın diye patronlara teşvikler veriliyor ama patronlar, stajyerleri altıncı ayın sonunda işten atıyorlar, yenisini alıyorlar, üstelik yeniden teşvikle ödüllendiriliyorlar. Yeni bir iş imkânı yaratılmadığı gibi patronların ceplerine sürekli para akıtılıyor.

Mesele, sadece para dağıtılması da değil. Bu süreçte diğer kutsal inekler de bir bir kesiliyor. Bu ineklerden biri olan özel mülkiyetin boğazına bıçak vuruluyor. Örneğin İspanyol hükümeti, özel hastanelere ve sağlık malzemesi tedarikçilerine bir süreliğine el koyduğunu açıklıyor, ayrıca evsizleri doyurmak ve barındırmak için planlar hazırladığını söylüyor.

Trump, 18 Mart’ta olağanüstü bir dizi tedbir açıkladı. Savunma Üretimi Kanunu’nun kendisine verdiği yetkilere dayanarak, suni solunum cihazı ve maske gibi sağlık gereçlerindeki yetersizliği aşmak için özel şirketlerden bu ürünleri üretmesini istedi. Test konusunda yaşanan sorunu çözmek amacıyla donanmaya ait iki hastane gemisini New York ve Batı Sahili’ne gönderdi. Emlâk zengini bir başkana sahip ABD için gayet şaşırtıcı olan bir gelişme dâhilinde İmar İskân ve Şehircilik Bakanlığı, Nisan sonuna dek ev boşaltmaların ve hacizlerin askıya alındığını açıkladı. Hükümet, ayrıca virüs bulaşmış işçilere izin verebilmek için yeni işçi alacağını duyurdu. Kaliforniya’da vali 150.000 kadar evsiz için otelleri satın almayı planladığını açıkladı.

Avustralya’da çocuklu sağlık emekçilerine işlerine devam edebilsinler diye ücretsiz çocuk bakım hizmeti sunuluyor. Güney Kore’de hükümet, işte olan ebeveynlere acil durum kapsamında çocuk bakımı hizmeti sağlıyor. Bu hizmetse eğitimli öğretmenlerin denetiminde, onar kişilik sınıflarda veriliyor. Guardian’da çıkan habere göre Avustralya hükümeti, ev ipoteklerini üstlenmeyi, hatta istihdamı güvence altına almayı tartışıyor.

Bugün “eskiden yapılamaz” denilen her şeyin yapılabildiği görülüyor.

Demek ki ekonomide acil bir durumla yüzleşildiğinde olağan kimi kuralların belirli bir kısmı uygulanabiliyor. Hükümetler, kaynakları planlayıp özel şirketlerin çıkarlarını tehdit edebiliyorlar. Damardan liberal olan kişiler ise bu tedbirleri sosyalizm olarak görüp aşağılıyorlar. Onlara göre bu türden programlar, destekledikleri serbest piyasa kapitalizmini mahkûm ediyor. Oysa bu programlar, en iyi hâliyle, kapitalist ekonominin yönetimine dönük başka bir yaklaşım olarak gündeme geliyor.

OECD ülkelerinin başındaki hükümetler, bugün mali sistemlerini kurtarmak için trilyonlar harcamaya hazırlanıyorlar. Ama bu hazırlıklar, dünya ekonomisinin piyasanın ellerine güvenle bırakılamayacağını teyit ediyor. Mevcut durumun tüm açıklığıyla ortaya koyduğu biçimiyle, kapitalist sınıf ve hükümetler, sistemlerini kurtarmaya mecbur olduklarını görüyorlar, bu noktada bir zamanlar “parasal açıdan uygulanamaz” dedikleri, ekonominin koşullarının izin vermeyeceğini düşündükleri birçok tedbire başvuruyorlar. Görülüyor ki gerektiğinde hükümetler harekete geçebiliyorlar. Dün sığınılan ideolojik bahanelerin bugün kabak tadı verdiği görülüyor. Ama şunu da anlamak gerekiyor: Bu hükümet müdahaleleri, doğası itibarıyla, işçi sınıfının değil patronların çıkarlarına hizmet ediyor.

Tom Bramble
21 Mart 2020
Kaynak

29 Mart 2020

,

Halk Cephesi Militan Teresa Halsa’nın Yasını Tutuyor

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, ömrünü Filistin davasının hizmetinde harcayan, ulusal hedeflerimize ulaşmak için mücadele eden Filistinli-Ürdünlü militan Teresa Halsa’nın yasını tutmaktadır.

Mücadelenin amaçları doğrultusunda Halsa, Filistinli ve Arap tutsakları Siyonist düşmanın hapishanelerinden kurtarmak için gerçekleştirilen uçak kaçırma eylemine katılması sebebiyle on yıl hapiste kaldı.

FHKC, ailesine ve sevdiklerine başsağlığı diler. Halk Cephesi, Filistinlilerin ve Arapların milli mücadelesinin tarihinin, yiğitçe verdiğimiz kavgamızın adını ışıktan harflerle tarihe kaydedeceğinden eminiz.

Şan olsun ölümsüz şehitlere.

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi
Merkezî Enformasyon Bürosu
Kaynak

* * *


Teresa Halsa, Akka şehrinde dünyaya geldi. Ailesi Hristiyan Arap olan Halsa, bir İsrail okulundan mezun oldu. Ülke içinde ve dışında Araplara karşı düşmanlığın artmasıyla Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katıldı. 1971 sonlarında Lübnan’ın başkenti Beyrut yakınlarında bulunan bir eğitim kampında, silâh, patlayıcı ve el bombası eğitimi aldı. 7 Mayıs 1972’de Rima Tannuz, Ali Taha Ebu Snina ve Abdulaziz Atraş ile bir araya geldi. İki çift hâlinde sahte pasaportlarla önce Roma’ya oradan Frankfurt’a ardından da Kara Eylül Örgütü için yapılacak uçak kaçırma eylemini gerçekleştirmek için Viyana’ya gidildi. Eylemciler, Tel Aviv’deki Lod Uluslararası Havalimanı’na gidecek olan Belçikalı havayolu şirketi Sabena’nın 571 sayılı uçağına bindiler. Amaçları uçağı kaçırıp yolcularla hapisteki devrimcileri takas etmekti. Uçağa bindikten yirmi dakika sonra uçağın kontrolü ele geçirildi. Ama Ehud Barak ve Binyamin Netanyahu’nun başında bulunduğu komandolar uçağa girdiler, iki adamı öldürdüler, kadınları ele geçirdiler. Halsa ve Tannus, müebbet hapse çarptırıldı. Fakat Kasım 1983’te iki devrimci kadın, Lübnan İç Savaşı esnasında yapılan tutsak takası dâhilinde serbest bırakıldı. Uzun yıllar sonra kendisine “hâlen daha Filistin davasına bağlı mısın?” diye sorulduğunda Teresa şu cevabı veriyordu: “Elbette bağlıyım. Filistin davası bir-iki yıllık veya on-yirmi yıllık bir mesele değil. Çözülürse sorun kalmaz, ama henüz çözülmüş değil.” Teresa Halasa, 28 Mart 2020 günü vefat etti.

28 Mart 2020

,

Filistin’in İki Düşmanı: İşgal ve Salgın


Küresel salgına rağmen İsrail işgal ordusu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde olağan işlerine devam ediyor.

Teyit edilmiş COVID-19 ve yeni tip koronavirüs kaynaklı solunum vakalarının sayısı, İsrail’de 2700’e yaklaştı. Kuşatma altındaki Gazze’de ve işgal altındaki Batı Şeria’da bu sayı 80’e çıktı.

Bugüne dek virüs sebebiyle sekiz İsrailli, Batı Şeria’da bir Filistinli kadın öldü.

Koronavirüsün giderek daha fazla sayıda insanı hasta ettiği koşullarda Filistin bir de karşısında kadim düşmanı İsrail işgal ordusunu buluyor.

Salgının özel olarak tehdit ettiği bir yer de kuşatma altında bulunan, yoğun bir nüfusa sahip olan Gazze.

Hafta içerisinde B’Tselem isimli İsrail insan hakları örgütü, şu tarz bir uyarıda bulundu: “İsrail kendi yazdığı, önlemek için hiçbir çaba harcamadığı kâbus senaryosu gerçeğe dönüştüğü takdirde, suçunu başkasının üstüne atma imkânını da bulamayacak.”

İsrail’in evleri yıktığı, gece baskınlar düzenlediği, çocukları keyfi olarak gözaltına aldığı, sivilleri sürekli taciz ettiği koşullarda Filistinliler, bir yandan da sosyal mesafe, evde kalma ve hijyen koşullarına uyma gibi tedbirleri almaya çalışıyor.

Sahra Kliniği Olarak Kullanmak için Binalara El Konuluyor

Perşembe sabahı İsrail askerleri, Batı Şeria’da bulunan Ürdün Vadisi’nin kuzeyindeki İbzik köyünde bazı binaları yıktı, bazılarını sahra kliniğine ve ilkyardım binasına dönüştürdü.

Tüm bunlar, İsrail işgal ordusunun bürokrasideki kolu olan Sivil İdare’nin denetiminde yapıldı.

İsrail askerleri, çadırlara, bir jeneratöre ve binalara el koydu.

B’Tselem örgütü, sağlık krizi esnasında ilk yardım kuruluşunun kapısına kilit vurulmasının halka düzenli olarak yapılan saldırılara dair önemli bir örnek olduğunu söylüyor.

İbrik köyünün konsey başkanı Abdulmecid Hdeyrat’a göre askerler tüm bunları yaparken, inşaatların şu an kapalı olan bir askerî bölgede sürdüğü bahanesine sığınıyorlar.

Eski alışkanlığına uygun olarak İsrail, Batı Şeria’daki arazilerin yakılacağını veya buraların askerî bölge olarak kullanılacağını söylüyor ama sonrasında bu bölgelere el koyup bu arazilere yasadışı İsrail yerleşimlerinin kurulması için yol açıyor.

İsrail askeri, ayrıca Eriha yakınındaki Duyuk köyünde üç Filistinli ailenin evlerini yıktı.

İsrail ordusuna ait bir buldozer Müeyyid Ebu Übeyde, Zair Şerif ve Yasi Alayan’ın evlerini İsrail’in Filistinlilere hiçbir vakit vermediği izinleri almadan inşa edildiler diye yıktı. Bu izinler alınamadığı için Filistinlilere işgalcinin izni olmaksızın ev inşa etmekten başka seçenek kalmıyor.

Üç çiftçi aile de şuan Kudüs’te yaşıyor.

Ev yıkımlarının fotoğrafları ve videoları medyada yer aldı.

On Binlerce İnsan Tecrit Altında

Öte yandan İsrail, bir yandan da Doğu Kudüs’te bir dizi mahalleyi kapatıp buralarda yaşayan on binlerce Filistinliyi şehrin geri kalan kısmından tecrit etmeyi düşünüyor.

Kudüs’e girme izni veren İsrail ikamet kartı, Şuafat mülteci kampında bulunan yüz bin insanın yaklaşık yüzde yetmişinde var.

Kudüs’te insanların eşitliği için çalışan İsrail örgütü Ir Amim bu noktada şu uyarıyı yapıyor:

“Mahallelerin kapatılması durumunda oralarda yaşayan ve tüm temel ihtiyaçlar konusunda şehre muhtaç olan insanların şehirle bağlantıları tamamıyla kopacak ki bu da muhtemelen paniğe ve huzursuzluğa yol açacak. Böylesi bir tedbirin bir adım sonrası, İsrail’in bu mahallelerle Kudüs arasındaki bağı resmi düzeyde kopartmak için Kudüs şehrinin belediye sınırlarını yeniden çizme planını yürürlüğe koyması olacak.”

İsrail koronovirüsü, bu mahalleleri Kudüs’ün geri kalan kısmından kopartmak için bir bahane olarak kullanabilir. Oysa teyit edilmiş vaka sayısına baktığımızda, bu mahallelerdeki hasta sayısı İsrail’deki hasta sayısından çok çok düşük.

Filistinliler Dünyada Virüsten En Fazla Zarar Görecek Halk

İnsan hakları örgütleri, Gazze’de virüs salgınının patlak vermesi durumunda büyük felâketle sonuçlanacağı uyarısında bulunuyor.

Uzun zamandır dünyadaki en büyük açık hava hapishanesi olarak anılan, sahil şeridine sıkışmış bir şehir olarak Gazze, 2007’den beri İsrail’in yoğun kuşatması altında. İsrail, şehrin hava ve deniz sahasını kontrol altında tutuyor, kara sınırları hem İsrail’in hem de Mısır’ın kontrolünde.

Gazze, ayrıca 2008’den beri üç kez İsrail ordusunun ağır saldırılarına maruz kaldı.

Hak isimli Filistin insan hakları örgütünün tespitine göre “Gazzeliler, küresel COVID-19 salgınından en fazla zarar görecek halk.”

Şehirde su sıkıntısı ve atık tahliyesi konusunda ciddi sorunlar yaşanıyor. İsrail’in uzun süredir şehri abluka altında tutuyor olması sebebiyle Filistinliler, salgının etkilerine mani olma ve etkileri kırma imkânlarından mahrumlar.

Gazze’de insanların tüketebileceği suyun oranı, yüzde dörtten az.

İtalya ve İspanya gibi ülkelerde modern sağlık sistemleri salgının yol açtığı basınç ile çöktü.

B’Tselem örgütünün tespitiyle, “Sağlık altyapısının zaten çöküşün eşiğinde olduğu Gazze’de patlak verecek bir virüs salgını tümüyle İsrail’in yol açtığı krizi büyük bir felâkete dönüştürecek.”

İsrail, eskiden olduğu gibi bugün de Gazze dışında tedavi görmek isteyen birçok Filistinliye izin vermiyor veya izinleri geciktiriyor, sadece tıbbi bakıma ihtiyaç duyan çok küçük bir kesime izin veriyor.

B’Tselem, virüs salgını koşullarında “zaten pek olmayan izin verme ihtimalinin da kalmayacağını” söylüyor.

Gazze’de bulunan Filistin Kızılayı başkanı Dr. Mona Farra şehirde yatak, koruyucu ekip ve test kiti sıkıntısı bulunduğunu söylüyor.

“Yeterince kitimiz yok, şu ana kadar elimize iki yüz kadar teşhis kiti geçti. Bugün 2.500 kişi karantina altında ve hepsine test yapılması lazım.”

Gazze’de koronavirüse karşı yürütülen Birleşmiş Milletler kaynaklı çalışmalara yardım etmek amacıyla Katar, önümüzdeki altı içerisinde 150 milyon dolar vereceğini vaat etti.

Kısa vadede bu yardımın bir hayrı olacak ama bir yandan da İsrail’i işgalci güç olarak mevcut olan sorumluluğundan kurtaracak.

Kimsenin Acil Tıbbi Hizmetlerine Erişimi Yok

İsrail’deki Filistinlilerin haklarını savunan Adalet örgütü, Nakkab’ın güneyinde yaşayan Filistinli Bedevilerin acil tıbbi hizmetlere erişimlerinin bulunmadığını söylüyor.

İsrail sağlık bakanlığı, soğuk algınlığı ve solunum semptomları gösteren kişilerin evlerinden çıkmasını yasakladı. Bu insanların sağlık durumları kötüleştiği takdirde ulusal ambulans sistemi (MDA) ya evde muayene ya da hastaneye yatırma önerisinde bulunuyor.

Fakat bu köylerin MDA’ya erişme imkânı bulunmuyor.

Adalet örgütü, Pazar günü yetkililere bir mektup gönderdi ve onların devlet tarafından tanınmayan köylerde yaşayan yetmiş bin kadar İsrail vatandaşı Filistinliye hizmet götürmesini istedi.

Adalet çalışanlarının dediğine göre, “İsrail yıllardır rutin sağlık hizmetleri ve acil tıbbi hizmetler sağlama noktasında esas olarak ihmal ve ayrımcılık siyaseti güdüyor. Koronavirüs krizinin yaşandığı koşullarda bu devlet politikası, Filistinlilerin ve tüm halkın tehlikeyle yüzleşmesiyle sonuçlandı.”

Tamara Nassar
26 Mart 2020
Kaynak