06 Mart 2020

İdeolojik Formasyon Olarak Femonasyonalizm



Belirli ülkelerde milliyetçi, neoliberal, feminist veya LGBT siyasetinin bir araya geldiği kavşaktan açığa çıkan politik dizilimler, farklı kavramlarla karşılandı. İster zamanın ruhu, ister söylemsel taktik, isterse politik proje desinler akademisyenler, çoğunlukla bu olgunun politik-konjonktürel boyutlarına işaret ettiler.[1] Akademisyenler, daha da özelde, bu karşılaşmaların cereyan ettiği mevcut kavşağı ön plana aldılar, ama öte yandan da bu karşılaşmaların tarihleri üzerinde yeterince durmadılar.

Esasen Hollanda, Fransa ve İtalya’da milliyetçi sağcı partiler, neoliberal politikalar ve feministler/ femokratlar arasındaki yakınlaşmayı en iyi ideolojik formasyon bağlamında kavrayabiliriz. Femonasyonalizmin bir ideolojik formasyon olarak nitelendirmesinin üç önemli teorik sebebi var.

1. İdeolojik formasyon anlayışı, bize femonasyonalizmin dayandığı felsefeyi, benim daha önce Batı’nın Doğu karşısında üstün olduğuna dair yaygın kanaat olarak tanımladığım düşünceyi incelememizi mümkün kılıyor. Ama aynı zamanda bu anlayış, bu ideolojik formasyonda neyin eski neyin yeni olduğunu tanımlamamızı, başka bir ifadeyle, ideolojik formasyona ait “birimselliği” (modülariteyi) anlamamızı sağlıyor. Femonasyonalizmin yaygınlığını, birçok farklı siyasette karşımıza çıkışını anlama noktasında bu birimsellik terimi bence önemli. Lâkin öte yandan femonasyonalizmi anlamak için burada bir de Benedict Anderson’ın milliyetçilik teorisini devreye sokmak gerekiyor.

Milliyetçilik (nasyonalizm), millet denilen formdaki hem evrensel hem de özel olan ikili karaktere ve onun tüm zamana-mekâna teşmil edilebilme becerisine atıfta bulunuyor. Manu Goswami’nin Anderson’ın birimsellik anlayışına ilişkin tartışmasında dile getirdiği biçimiyle, “milliyetçiliğin milli oluşumların özel ve hayali düzeyde biricik olduğuna dair iddiaları, ancak birbirlerine şeklen benzeyen milletlerin ve milli devletlerin dünya üzerinde oluşturdukları örgüyü karşıya alarak ve o örgü dâhilinde kavranabilir.”[2]

Buna göre femonasyonalizmin birimselliğine ilişkin anlayış da Müslüman kadın ve erkeklerin mevcut konumlanışlarını ön plana alıyor ve kadınların korumaya muhtaç varlıklar olduklarını, çünkü onların Batılı olmayan erkeklerin şiddetine maruz kaldıklarını, bu şiddetin pasif birer mağdurları olduklarını söylüyor.

Dolayısıyla femonasyonalizm, Müslüman kadınları ve erkekleri esasen Batı’ya ait o bilindik temanın güncel yüzü olarak değerlendiriyor ve Gayatri Chakravorty Spivak’ın yerinde formülüne başvuracak olursak o, “beyaz erkeklerin esmer kadınları esmer erkeklerden kurtarmaya çalıştığını” söylüyor.[3]

Bugün Müslüman kadın, Batı Avrupa’nın muhayyilesinde Batılı olmayan insanların uyguladığı şiddetin bir mağduru olan Batılı olmayan kadının cisimleşmiş, tekdüze hâli olarak görülüyor. Bugün medya ve politik dil, Müslüman erkekleri birer zalim olarak takdim ediyor ve buradan da bu erkek göçmen tehdidinin Doğu’dan doksanlarla birlikte geldiğini söylüyor.

Doksanlarda bu kötü göçmen, Doğu Avrupalı erkekleri ifade ediyordu. Bu erkekler, kadın ticareti ile uğraşan, yasadışı işlere bulaşmış kişiler olarak resmediliyordu, Doğu Avrupalı kadınlarsa çoğunlukla geri kültürün ve/veya seks endüstrisinin mağdurları olarak gösteriliyordu.

Öte yandan postkolonyalizm eleştirmenlerinin ikna edici bir biçimde gösterdikleri üzere, sömürgecilik döneminde Hollanda, Fransa ve İtalya’da cinslerarası eşitsiz ilişkilere yönelik vurgu ve yerli halklara ait birer gösterge olarak ele alınan sömürgelerdeki kadınların ataerkil şiddetin birer mağduru oldukları fikri, sömürge halklar üzerinde tesis edilen hâkimiyetin pekiştirilmesine dönük bir araç olarak iş gördü.[4]

Birer öteki olarak erkeklerin cinsel tehdit, gene birer öteki olarak kadınların mağdur ve Batılı “kurtarıcılar”ın malı olarak resmedilmesi noktasında cinsiyet eşitliği hareketi, yinelenen belirli tarihsel müdahaleler ve ideolojik öncüllerle destekleniyor. Femonasyonalizm, neoliberalizmin değişen bağlamı ile yükselen İslamofobi bağlamında yeniden gündeme getirilen, yakın geçmişe ait bu türden fikirlerin, fragmanların ve ayak izlerinin tanımladığı bir olgu.

2. Femonasyonalizm, ideolojik formasyonların özünü teşkil eden, Stuart Hall’un “söylemsel düzenler” adını verdiği şey aracılığıyla işliyor. Hall’a göre ideolojik formasyonlar, “kendi bilgi nesnelerini ve kendi konularını formüle ediyorlar; kendilerine ait kavram dağarcığı bulunan ideolojik formasyonları yine kendi mantıkları yönlendiriyor, onlar kendi ifade kanallarını kendileri yönetiyorlar, neyin doğru olduğunu kendi belirledikleri yoldan tespit ediyorlar, yanlış olanı kendi hakikat sistemi dâhilinde dışlıyorlar. İdeolojik formasyonlar kendilerine ait düzenleri, belirli ifadelerin dil bulma imkânına kavuştuğu ‘bir formasyon uzamı’ aracılığıyla teşkil ediyorlar.”[5]

Bu anlamda ideolojik formasyon anlayışı, femonasyonalizmi meydana getiren ve pekiştiren söylem düzlemini anlamamızı sağlıyor.

Günümüzde feminizmin İslamofobiyi ve göçmen karşıtlığını teşvik etmek için kullanılmasını, söze hâkim olan medya aygıtını kullanma biçimlerini anlamadan idrak etmek mümkün görünmüyor. Bu noktada bilhassa 11 Eylül’den beri Batı’nın medya üzerinden maruz kaldığı pratikleri anlamamız gerekiyor.

O medyada Afganistan’a atılan bombaların, Müslüman kadınların burkadan kurtarılması için gerekli olduğundan söz ediliyor; Hollanda’da o göçmen karşıtı kanunların Fas’tan veya Türkiye’den gelin ihracına mani olmak için çıkartıldığı söyleniyor; veya daha yakın döneme ait bir örnek bağlamında Suriyeli erkek mülteciler o medyada, Almanya’da yeni yıl arifesinde kadınlara saldıran, onların çantalarını çalan suçlular olarak takdim ediliyorlar. Aynı medya, kadına şiddet ile İslam arasında bağ kuruyor ve bu bağın asla sorgulanamayacağını, iddianın sağlam delillere dayandığını söylüyor.

Femonasyonalizm, Batı’nın kültürel muhayyilesine sinmiş anlamlandırma pratiği ve anlam üretimi aracılığıyla teşkil edilip besleniyor. Burada esas olarak söz konusu anlamlar, semboller, imajlar ve söylemsel düzenler, Gramsci’nin ifadesiyle, “senso comune”ün (sağduyunun) içine sıkıştırılıyor.[6]

3. Femonasyonalizm bir ideolojik formasyondur, çünkü milliyetçi partiler, neoliberaller ve feministler/femokratlar, kadın-erkek eşitliği temelli çalışmalarını yabancı düşmanlığını artıracak şekilde yürütüyorlar. Esasen bu durum, özünde somut kimi ekonomik çıkarlardan kaynaklanıyor.

Çığır açıcı çalışması İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları’nda Louis Althusser, bizi ideolojilerin maddiliğini, onların üretimin maddi koşularının yeniden üretimine hizmette bulundukları yollar bağlamında ele almaya davet ediyor.

Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtları (aile, medya, okul, din vb.), sömürülen işgücünün maddi ve psikolojik düzlemde her gün yeniden oluşturulduğu üretim koşulları dâhilinde garantör rolü oynuyorlar. Althusser, bu aygıtların alt sınıfların “hâkim ideoloji”ye ve onun beynelmilel hâle gelişine teslim olduğu koşulların kalıcılaştırılmasını güvence altına alacak şekilde işlediğini söylüyor.[7]

Althusser’in kullandığı mânâda ideolojik formasyon, bu hâliyle, femonasyonalizmin maddiliğini keşfetmemizi mümkün kılacak bir anlayış. O bizi, birbirinden farklı politik yönelimlerin belirli bir anlayış etrafında neden bir araya geldiklerini, bu birlikteliklerin ne tür biçimler aldığını anlamamıza katkı sunuyor. İdeolojik formasyon anlayışı, farklı politik çizgilerin, cinsiyetçiliğin Batılı olmayan Öteki’nin özel ilgi alanı olduğuna dair görüş etrafında birleşip, belirli politik-ekonomik düzenlemeleri idame ettirme ve yeniden üretme ihtiyacını bir biçimde gizlediklerini ortaya koyuyor.

Nihayetinde femonasyonalizmin bir ideolojik formasyon olarak anlaşılması bize, yabancı düşmanı cinsiyet eşitliği hareketinin üretime ve toplumsal yeniden üretime ait maddi zinciri nasıl pekiştirdiğini göstermemizi sağlıyor.

Neoliberal Politik Ekonomi Olarak Femonasyonalizm

Muhafazakâr, neoliberal veya ırkçı politikanın yüzünü toplumsal cinsiyet ve eşcinsellik meselesine dönüşünün politik-ekonomik boyutlarının arka planda işleyen bir tür güç olarak neoliberalizmle alakalı olduğu üzerinde duran çalışma sayısı çok azdır.

Sırma Bilge’nin tespitine göre toplumsal cinsiyeti ve cinselliğin “emperyalist ve ırkçı milliyetçiliklerin faaliyet sahası” hâline gelmesi, esasen bu politik akımların yapısal eşitsizlikleri kültürel çatışmalar ardına gizlemeyi temel alan tarzlarının neoliberalizmle örtüşmesinin bir sonucudur.[8]

Aynı şekilde Paul Mepschen ve Jan Duyvendack de neoliberalizmin LGBT politikası ile milliyetçi politika arasında yaşanan yakınlaşmayı nasıl mümkün kıldığı üzerinde durur. Yazarlara göre ekonomiyi dizginlerinden kurtaran neoliberalizm bu yakınlaşmayı, eşcinseller arasında yaygınlaşan tüketim kültürü ama aynı zamanda ulus-devletin kimliklerin üretimi üzerinde sahip olduğu otorite üzerinden mümkün kılmaktadır.[9] Buradan da yazarlar, cinsel kimlik temelli milliyetçiliklerin şovenist siyasetin teşvik edilmesi ve neoliberalizmin pazarı bölme stratejisiyle uyumlu olduğu sonucuna ulaşmaktadırlar.

Öte yandan bu çalışmalarda neoliberalizm, sahnedeki ana karakterlerden biri olarak değil de, farklı güçleri yakınlaştırmaya dönük faaliyetlerin ekonomik sahnesi olarak ele alınır. Bize göre neoliberalizm, bu olguların anlaşılması noktasında merkezî bir konuma elbette ki sahiptir ama oun basit manada femonasyonalist yakınlaşmanın cereyan ettiği bağlam olmadığını, onun esasen bu yakınlaşmayı teşkil ettiğini görmek gerekmektedir.

Kadın haklarının neoliberalizm koşullarında öne çıkan bir husus olarak yabancı düşmanı kampanyalarda gündeme getirilmesiyle birlikte insanları yerinden yurdundan etmeye dönük çabaların kültürel boyutuna işaret etmek suretiyle artan ekonomik eşitsizlikler dikkatlerden kaçırılır. Ayrıca kadın haklarını bu şekilde kullanan yaklaşımlar, sadece tüketimci kültürler için işlevsel olan ve eşit haklar talep eden kampanyalarda gündeme gelmezler.

Bana göre neoliberalizm, politik-ekonomik formasyon olarak, devlet aygıtının işleyişinin bir parçası olan femonasyonalist ideolojiyi “kurumsallaştırmaktadır.” Burada amaç, üretim, daha da özelde toplumsal yeniden üretim sahasını (yeniden) örgütlemektir.

Neoliberalizm, femonasyonalizmi kurumsallaştırır. Bu noktada yabancılar için hazırlanmış sivil entegrasyon programlarının ekonomik boyutuna bakılmalıdır. Bu programlar, göçmenlerin ikamet izni alabilmeleri için Avrupa devletlerinin temel kültürel ilkelerini öğrenmelerini şart koşarlar. Bu noktada toplumsal cinsiyet eşitliği, Batı Avrupa milletinin ana dayanağı olarak takdim edilir. Sonuçta kadın haklarına saygı, ülkede kalmak için asli bir şart hâline gelir. Bu programlar, Müslüman kadınları mağdur, Müslüman erkekleri zalim olarak takdim eder, sonuçta da devletin göç siyasetine ait disiplin aygıtına eklemlenir.

Bu politikalar, ötekileştirme ve İslam karşıtı klişeler üzerine kuruludur. Sadece Müslüman kadınları değil tüm Batılı olmayan göçmen kadınları etkiler. Ayrıca bu sivil entegrasyon politikaları, salt disiplin amaçlı olarak işlemezler. Müslüman ve Batılı olmayan göçmen erkekleri yeniden eğitilmeleri gereken kadın düşmanları şekilde mimler. Söz konusu politikaların ekonomik düzeyde de işlediğini görmek gerekmektedir.

2007 sonrasında Hollanda, Fransa ve İtalya’da yürürlüğe giren, Müslüman ve Batılı olmayan kadınları geri kalmış, eve mahkûm bireyler olarak kodlayan sivil entegrasyon programları, bu kadınları ev dışında iş aramalarını sağlayarak ekonomik düzlemde entegre olmaya teşvik etmişlerdir.[10] Bu kadınların ekonomik entegrasyonu, pratikte neoliberal istihdam araçları üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Sonuçta bu türden girişimleri kadın örgütleri ve cinsiyet eşitliği ile ilgili devlet kurumları desteklemiş, esas olarak göçmen kadınların geldikleri ülkelerdeki emek piyasasında kadınların yüzleştikleri güçlükler üzerinde durmuşlardır. Oysa bu girişimler derinlemesine incelendiğinde sivil entegrasyon programlarına katılan kadınların sınırlı sayıda iş sahasına yönlendirildikleri görülür: bu kadınlar çoğunlukla, otel temizliği, ev bakıcılığı, çocuk bakıcılığı ve yaşlı/engelli bakımı gibi işlerde çalışmaktadır.

Feministler, kadın örgütleri ve femokratlar bu kadınların kurtuluşu için üretim sahasına girmelerinin gerekli olduğunu söyleseler de gerçekte Batılı olmayan göçmen kadınlar sadece ev işlerinde ve bakım işlerinde istihdam edilmişlerdir. Dolayısıyla feministlerin ve femokratların Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınları özgürleştirme talepleriyle onları düşük ücretli, güvencesiz ev işlerine yönlendirmeleri arasında belirgin bir çelişki söz konusudur. Oysa bunlar, feminist hareketin yıllardır kadınları kopartmak, özgürleştirmek istedikleri çalışma sahalarıdır.

Buradaki çelişki, sadece söylem değil eylem alanında da mevcuttur. Çelişkinin temel dayanaklarını anlamak içinse toplam feminist hareket içinde dillendirilen ekonomik bağımsızlık anlayışının soykütüğünü eleştirel bir dille ortaya koymak, toplumsal yeniden üretimin karşısında duran üretim amaçlı çalışma ile ilgili kavramları incelemek gerekmektedir.

Bu eleştirel soykütük çalışması, bize üretim ve toplumsal yeniden üretim ile toplumsal yeniden üretiminin değersizleşmesi arasında belirli bir gerilim olduğunu söyler. Sonuçta toplumsal yeniden üretim meselesini değersizleştiren birçok Batı Avrupalı feminist, farkında olmadan, işgücü sahasının en fazla dışlanan ve en zayıf kesiminin baskın olduğu sektör olarak toplumsal yeniden üretimin yeniden biçimlendirilmesine katkı sunar.

2010’ların başlarında bazı milliyetçi sağcı partiler ve sağcı hükümetler, bu kadınların bakım işlerine, ev işlerine, toplumsal yeniden üretim sahasına yönlendirilmesinde aktif bir rol oynadılar. 2007-2011 arası dönemde yaşanan küresel finans krizi milliyetçilerin ve neoliberalizm yanlılarının Batılı olmayan göçmen erkekleri zalim, göçmen kadınları mağdur olarak gören yaklaşım için gerekli zemini teşkil etti.

Kriz süresince bakım işi metalaştırıldı ve bu süreç, emek piyasasının bakım işi yapan göçmen kadınları kapsamasını sağladı. Sonuçta Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınlar bakım işleri konusunda giderek artan talebe bağlı olarak toplumsal yeniden üretim sahasının ana bileşeni hâline geldiler. Buna ek olarak, 2007-2013 arası dönemde istihdam eğilimleri ve sektörler bağlamında Batılı olmayan göçmenlerin ekonomik performanslarına dair verilerin de ortaya koyduğu biçimiyle, Batılı olmayan ve Müslüman göçmen kadınlar kriz esnasında işe alınmakla kalmadılar, ayrıca bu kadınların istihdam ve faaliyet oranları giderek arttı.

Emekçilerin sayılarını düşürmek için kullanılan, kriz yönetimi araçları olarak iş gören üretim sahalarının başka yere taşındığı veya kapandığı ekonomik sektörlerde çalışan Batılı olmayan göçmen erkeklerden farklı olarak Batılı olmayan göçmen kadınlar, çoğunlukla ev işlerinde ve bakım işlerinde istihdam ediliyorlar. Bu sektörde sermayenin klasik kriz yönetimi için yürüttüğü operasyonların devreye sokulmadığını görmek gerekiyor. Sonuçta toplumsal yeniden üretim denilen iş sahasının başka bir yere taşınması veya ekonomik kriz süresince kapatılması mümkün değil.

Toplumların günbegün işlemesini güvence altına almak amacıyla, resesyon dönemlerinde bile bakım işi devam etmek zorunda. Aslında Batı Avrupalı kadınların daha fazla iş bulduğu koşullarda Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınlar, daha çok çocuk, engelli veya yaşlı bakıyor. Bu olguya tam da Batı Avrupa’nın sosyal yardım hizmetlerini özelleştirdiği ve giderek artan yaşlı nüfusu gerçeği ile yüzleştiği bir dönemde tanık oluyoruz.

Bana kalırsa Batılı olmayan göçmen kadınlara iş teklifleri gibi entegrasyon ve özgürleştirme pratikleri dâhilinde yardım edilmesi gereken bireyler olarak muamele edilmesi, esasen erkek göçmen işçilerden farklı olarak, bu kadınların çocuk bakımı, yaşlı bakımı ve temizlik gibi toplumsal yeniden üretim sahasında oynadıkları stratejik rolle alakalı bir mesele.

“İş hırsızları”, “kültürel ve toplumsal tehdit”, “sosyal yardım sisteminin parazitleri” olarak damgalanan Müslüman ve Batılı olmayan göçmen erkeklerden farklı olarak Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınlar, neoliberal yeniden yapılandırma sürecinin metalaştırdığı bakım hizmetlerini sunmak suretiyle, Batı Avrupalı erkeklerin, bilhassa kadınların kamusal alanda çalışmalarını mümkün kılıyorlar.

Halkın muhayyilesinde Müslüman ve Batılı olmayan göçmen kadınlar özel olarak dikkat edilmesi gereken, hatta “kurtarılmaları” gereken unsurlar olarak görülüyor ama bu yaklaşım, toplumsal yeniden üretimin maddi koşullarının yeniden üretimi noktasında oynadıkları önemli rolle bağlantılı olan ideolojik bir aygıt olarak iş görüyor.

Femonasyonalizmi, küresel finans krizi, daha da özelde Batı Avrupa’daki toplumsal yeniden üretim krizi bağlamında açığa çıkan ve sosyal yardım alanını, emek sahasını ve göç politikalarını neoliberalizmin ihtiyaçları temelinde yeniden örgütlenmesine dönük çalışmaların önemli bir bileşeni olarak görmek gerekiyor. Esasen milliyetçilerle neoliberallerin cinsiyet eşitliği ile ilgili özgürlükçü idealleri istismar etme ihtimalleri ayrıca feministlerin/femokratların özgürlük karşıtı, yabancı düşmanı siyasete yakınlaşmaları, büyük ölçüde son otuz yıl içerisinde Batı Avrupa ekonomisinin neoliberalizm temelinde yeniden biçimlendirildiği sürecin birer sonucudur.

Sara R. Farris

[Kaynak: In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalism, Duke University Press, 2017, s. 10-17.]

Kadın Hakları Adına

Femonasyonalizm

Dipnotlar:
[1] Zamanın ruhu: Paul Mepschen ve Jan Willem Duyvendak, “European Sexual Nationalisms: The Culturalization of Citizenship and the Sexual Politics of Belonging and Exclusion”, Perspectives on Europe Sayı 4 (2012): s. 70-76; Söylemsel taktik: Jasbir K. Puar, Terrorist Assemblages: Homonationalism in Queer Times, Durham: Duke University Press, 2007; Politik proje: Liz Fekete, “Enlightened Fundamentalism? Immigration, Feminism and the Right”, Race and Class Sayı 48 (2006): s. 1-22.

[2] Manu Goswami, “Rethinking the Modular Nation Form. Toward a Sociohistorical Conception of Nationalism, Comparative Studies in Society and History Sayı 44 (2002): s. 785.

[3] Gayatri Chakravorty Spivak, “Can the Subaltern Speak?”, Marxism and the Interpretation of Culture içinde, yayına hazırlayan: Cary Nelson ve Lawrence Grossberg, Urbana: University of Illinois Press, 1988.

[4] Neil MacMaster, “Colonial ‘Emancipation of Algerian Women: The Marriage Law of 1959 and the Failure of Legislation on Women’s Rights in the Post-Independence Era”, Wiener Zeitschrift für kritische Afrikastudien Sayı 12 (2007): s. 91-116; Ann Stoler, Race and the Education of Desire: Foucault’s History of Sexuality and the Colonial Order of Things, Durham: Duke University Press, 1995.

[5] Stuart Hall, “Toad in the Garden: Thatcherism among the Theorists”, Marxism and the Interpretation of Culture, yayına hazırlayan: Cary Nelson ve Lawrence Grossberg, Londra: Macmillan, 1988, s. 51.

[6] Gramsci’de senso comune kavramı, belirli bir dönemde ve belirli bir toplumda bir fikrin doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın, imal edildiği andan itibaren, çoğunlukla eleştirilmeden, bilinçsiz bir algılama ve içselleştirme pratiği üzerinden hâkim hâle gelişi ile alakalıdır. Bu kavramın kapsamlı olarak incelendiği, Gramsci’nin toplam eserinde bu sorunun nasıl ele alındığı ile ilgili bir çalışma için bkz. Peter Thomas, The Gramscian Moment: Philosophy, Hegemony and Marxism, Leiden: Brill, 2009.

[7] Louis Althusser, “Ideology and Ideological State Apparatuses.” Lenin and Philosophy and Other Essays içinde, New York: Monthly Review, 2001. Ben, Althusser’in teorisinde ideolojiyi sermayenin üretimi ve yeniden üretimi denilen geniş bağlam içerisinde anlamanın önemine dair görüşlerinden yararlanıyorum, ama öte yandan femonasyonalizmi, Althusser’in genel olarak ideolojiye odaklanan eğilimiyle çelişen belirli teorik açılardan okuyorum. Kısmen Michel Pecheux’nun görüşlerinden yararlanarak, ideoloji yerine ideolojik “formasyon”dan bahsediyorum, çünkü bana kalırsa tarihsel sınırlara sahip olan femonasyonalizmin şifrelerini gerekli şekilde çözebilmek için kapsamlı teorik araçlara ve tarihsel bağlam oluşturma pratiklerine ihtiyaç var. Bkz. Michel Pecheux, “Mechanism of Ideological (Mis)recognition”, Mapping Ideology içinde, yayına hazırlayan: Slavoj Žižek, Londra: Verso, 1994. Öte yandan Althusser’de görülen, ideolojileri iç yapıları itibarıyla yeknesak kabul eden eğilime karşı ben, yirmi birinci yüzyılda karşımıza çıkan özel bir ideolojik formasyon olarak femonasyonalizmin içsel tutarsızlıkları, parçalı yapısı ve çelişkileri üzerinde duruyorum. Althusser ise ideolojileri, neredeyse devletin fikrî planda dolaysız olarak ifa ettiği birer görev, ideolojinin çağırdığı alt sınıfları üreten bir unsur olarak görüyor. Çünkü Althusser, bireyleri özne olarak üretenin, ideolojinin çağırma/seslenme pratiği olduğunu, üstelik bunu eleştirel, birbiriyle çatışan öznelliklerin oluşumuna zerre alan açmadan yaptığını söylüyor. Althusserci ideoloji teorisinin bu yönüne dair bir eleştirisi için bkz.: Jan Rehmann, Theories of Ideology, Leiden: Brill, 2013.

[8] Bilge, Sirma. “Mapping Quebecois Sexual Nationalism in Times of ‘Crisis of Reasonable Accommodations’ ” Journal of Intercultural Studies 33 (2012): s. 306. Bilge, neoliberalizmi eşit haklar temelli ajandaları şirketlerin aklıyla birleştiren ve bunu feminizm ve LGBT türünden toplumsal hareketleri pazarlamak suretiyle yapan, ilgili hareketlerin destekçilerini tüketicilere ve neoliberal öznelere dönüştüren mantık olarak anlıyor. Buna göre “neoliberal eşitlik siyaseti, sosyal adaletin haklar meselesine indirgenmesi ve küresel kapitalizmin yıkıcı faaliyetlerinin gizlenmesi ve yapısal adaletsizliğe dayanan sistemlerin güçlendirilmesi ile son buluyor.”(s. 306)

[9] Mepschen, Paul ve Jan Willem Duyvendak. “European Sexual Nationalisms: The Culturalization of Citizenship and the Sexual Politics of Belonging and Exclusion.” Perspectives on Europe 4 (2012): 70–76.

[10] Avrupa Entegrasyon Fonu 2007 yılında kuruldu. Bu fon, devlet bürokrasisi içerisinde yer alan veya almayan, kadın eşitliği meselesiyle ilgilenen örgütlerce, Batılı olmayan göçmen kadınların ekonomik entegrasyonunu sağlamak amacıyla kullanılıyor. Feministlerin bu ekonomik entegrasyon politikalarını uygulamaları, esasen çelişkili bir durum.

0 Yorum: