Ta
başından beri küresel virüs salgınının damgasını vurduğu mevcut durumun
bilhassa istisnai bir durum olmadığını düşündüm. Virüs kaynaklı küresel AIDS
salgınından kuş gribine, oradan Ebola virüsü ve SARS 1 virüsü salgınına ve
bahsini etme gereği duymadığım bir dizi grip salgınına dek birçok salgın,
ayrıca artık antibiyotiklerin tedavi edemediği verem çeşitlerinin ortaya
çıkışı, hatta kızamığın tekrar görünmesi üzerinden biliyoruz ki dünya pazarının
gerekli aşılar konusunda dünya genelinde belirli bir disiplinin bulunmaması,
yeterince tıbbi yardım alamayan bölgelerin bulunduğu gerçeğine bağlı olarak,
tüm kaçınılmazlığıyla ciddi ve yıkıcı salgınlara yol açıyor (AIDS salgınında
ölü sayısı birkaç milyonu bulmuştu.)
Mevcut
küresel salgın durumu, rahat olduğu söylenen Batı dünyası üzerinde muazzam bir
etkiye yol açtı, sonuçta da bu, tek başına özel bir öneme sahip olmayan olgu,
şüpheci yakınmalara ve isyankâr ahmaklıklara yol açtı. Bu gelişmenin yanında
ben, aleni biçimde önleyici olduğu görülen tedbirler alınmadan, yeni hedefler
belirlenmeden virüsün ortadan kaybolmayacağı gerçeği karşısında insanların
mesele ile ilgili olarak neden caka satma ihtiyacı duyduklarını hiç
anlamadığımı söylemeliyim.
Daha
da önemlisi, devam eden salgının gerçek adı, bize esasen “güneşin altında yeni
bir şeyin olmadığını” söylüyor. Bu virüsün gerçek adı SARS 2, yani “Ağır Akut
Solunum Sendromu 2”. Demek ki bu virüs ikinci kez tanımlanmış, demek ki bir de
SARS 1 salgını yaşanmış ve bu salgına tüm dünyada 2003 baharında tanık olunmuş.
O
dönemde buna “yirmi birinci yüzyılın ilk bilinmeyen hastalığı” denmiş. Buradan
da anlıyoruz ki şimdiki salgın, asla yeni veya beklenmedik bir olgu olarak
görülemez. Bu yüzyılda görülen türünün ikinci örneği ve ilkinin soyuna bağlı.
Öyle ki devlet yetkilileri, bugün ancak tahmin ile ilgili çalışmalara yeterince
para aktarmamış olmakla eleştirilebilir, zira SARS 1’den sonra tıp dünyasına
SARS 2 ile mücadelede gerçek araçlar temin edebilecek araştırmalar
yapılabilirdi.
Dolayısıyla
ben, herkes gibi kendimi evde tecrit etmeye çalışmaktan ve herkesi aynı şeyi
yapmaya teşvik edecek sözler söylemekten gayrı bir şeyler yapamayacağımı
düşünüyorum. Bu noktada katı bir disipline bağlanmak, virüse en fazla maruz
kalacak insanların korunması ve onlara destek sağlanması noktasında çok daha
gerekli bir adımdır.
Elbette
virüse en fazla maruz kalacak kesim, sağlık çalışanlarıdır. Bu insanlar,
mücadelenin cephe hattındadır ve sıkı bir disiplinle hareket etmek
zorundadırlar, ayrıca virüs bulaşmış kişiler de bu disipline tabi olmalıdır.
Bir de yaşlılar, bilhassa bakım evlerinde kalanlar var, bunlar en zayıf kesim.
Ayrıca işe gitmek ve virüsün kendisine bulaşma riskini göğüslemek zorunda
olanlar var. “Evde kal” emrine uyabilecek kişilerin uygulayacağı disiplin, bir
yandan da evi olmayanlar veya güvenli bir barınak bulamayanlara, ev
denilemeyecek yerlerde kalanlara da araçlar önerebilmelidir. Bu noktada akla,
otellere el konulması gibi bir adım gelebilir.
Doğrudur,
bu görevlerin aciliyeti giderek artmaktadır ama bu görevler, en azından ilk
inceleme dâhilinde, yeni bir düşünme tarzının inşa edilmesine veya büyük büyük
analiz çalışmalarına ihtiyaç duymazlar.
Gelgelelim
yakın çevremde rastladıklarım da dâhil olmak üzere, yarattıkları kafa
karışıklığı ve içinde bulunduğumuz basit durumu anlamadaki mutlak
yetersizlikleriyle beni öfkelendiren çok şey okuyor ve duyuyorum.
Bu
buyurgan beyanlar, içler acısı çağrılar ve ısrarla dile getirilen suçlamalar
farklı biçimler alsa da, hepsinde mevcut salgın durumunun aşırı basit oluşu ve
salgının yeni olmayışı konusunda aynı küçümseyici yaklaşım söz konusu.
Bazısı,
doğası gereği yapmak zorunda olduğu şeyi yapan güçler karşısında gereksiz yere
kölece bir tutum benimsiyor. Bazısı da hiçbir yaraya merhem olmayacak bir
yaklaşım üzerinden, gezegene ve ondaki gizeme yalvarır bir üslupla sesleniyor.
Bazıları, yaşanan her konuda kadersiz Macron’u suçluyor. Oysa Macron da savaş
veya salgın dönemlerinde her devlet adamı ne yapıyorsa onu yapıyor. Bazıları da
virüsün imha edilmesi ihtimaliyle ilişkisi henüz net olmayan ve beklenmedik bir
biçimde yaşayacak devrim denilen kurucu olay için yaygara kopartıyorlar.
Oysa
bizim “devrimcilerimiz”, bu imha hususunda henüz herhangi bir araç önermiş de
değiller. Bazısı da kıyametçilerde görülen türden kötümserliğin bataklığına
saplanmış. Bazı kişilerse çağdaş ideolojinin altın kuralı olan “önce ben”
söyleminin bu durum dâhilinde ilgi görmemesi, zerre yardım sunmaması, hatta
kötülüğün belirsiz bir süre varlığını koruduğu sürecin suç ortağı olarak
görünmesi karşısında hayal kırıklığına uğruyorlar.
Görünen
o ki salgının yol açtığı güçlük, her yerde Aklın esas işlevini ortadan
kaldırıyor ve öznelerin yüzlerini Ortaçağ’da veba ortalığı süpürürken
(mistisizm, hikâyeler, dua, kehanet ve lanet gibi) gelenekselleşmiş, acınacak
fiillere dönmeye mecbur ediyor.
Sonuç
olarak, bazı basit fikirleri bir araya getirmeye zorunlu hissediyorum kendimi.
Bu fikirlere pekâlâ “Kartezyen fikirler” denilebilir.
O
hâlde başka yerlerde yetersiz bir biçimde tanımlanmış ve bu sebeple pek
yeterince ele alınamamış sorunu tanımlayarak işe başlayalım.
Bir
salgın, doğal ve toplumsal belirlenimler arasında her zaman bir bağlantı
noktası olması gerçeğine bağlı olarak, karmaşık bir olgudur. Onun analizi,
tümüyle tüm katmanlarını kesen bir yaklaşım üzerinden analiz edilmeli, bu
noktada iki belirleyici unsurun kesiştiği noktalar belirlenmeli ve sonuçlara bu
noktalar üzerinden ulaşılmalıdır.
Örneğin
bugünkü salgının ilk çıkış noktası, büyük ihtimalle Vuhan şehrindeki
pazarlardır. Çin pazarları, tehlike arz eden kirlilikleriyle, üst üste yığılmış
her türlü canlı hayvanın açık hava satışının engellenemeyişiyle bilinirler.
Dolayısıyla belirli bir anda yarasalardan gelen virüs, vasat hijyen
koşullarında ve kalabalık ortamda, bir tür hayvanda kendine yer bulmuştur.
Virüsün
bir türden diğerine seyreden yolculuğu, süreç içerisinde insana doğru uzanır.
Peki ama bu süreç, tam olarak nasıl işler? Bunu henüz bilmiyoruz, bu konudaki
bilgiyi sadece bilimsel çalışmalar söyleyecek. Hazır bahsini etmişken, şu
internette virüsün kaynağının yarı canlı yarasa yiyen Çinliler olduğunu
söyleyen, söylediklerini sahte görsellerle destekleyen ırkçı hikâyeleri
dolaşıma sokanlara küfrümüzü asla eksik etmeyelim.
Tüm
meselenin kökeni, nihayetinde insana ulaşan, hayvan türleri arasındaki bu lokal
geçiştir. Takip eden süreci, günümüz dünyasının temel verileri anlamında
Çin’deki devlet kapitalizminin emperyalizm mertebesine yükselmesi, başka bir
deyişle, onun yoğun ve evrensel bir şekilde dünya pazarında bulunma durumu
belirleyecektir. Karantina başlayana dek çoktan sayısız yayılım ağının oluşmuş
olmasının sebebini bu gerçekte aramak gerekmektedir.
Çin
hükümeti, salgının çıkış noktasını, yani 40 milyon nüfuslu bir eyaleti son
derece başarılı bir şekilde tecrit etti ama yapılan bu hamle, salgının dünyaya
yayılmak üzere çıktığı yolu kesemedi, virüsün uçaklarla ve gemilerle
taşınmasına mani olmakta fazlasıyla geç kaldı.
Salgın
konusunda benim “çifte eklem” dediğim, hareketi betimleyen, şu iki detayı,
gerçekleri açığa çıkaracak olgular olarak ele almakta fayda var: Bugün SARS 2,
Vuhan’da zapt edildi, ama bugün birçoğu yurtdışından gelen Çin vatandaşları
sebebiyle Şanghay’da bir yığın vakaya tanık olunuyor. Dolayısıyla Çin’de, ilki
arkaik sonraki modern olmak üzere, kötü koşullara sahip eski usul pazarlardaki
doğa-toplum kesişimi ile kapitalist dünya pazarının hızlı ve aralıksız
hareketliliğine dayanan küresel dağılım arasındaki bağı gözlemleyebiliyoruz.
Devamında
devletlerin bu salgının yayılmasına mani olmak için adımlar attıkları aşamaya
geçildi. Ama salgın ile ilgili belirlemeler lokal kalırken salgın, tüm yüzeyde
enine yayılma imkânı buldu. Bazı ulusötesi kurumlar, sürece müdahale etseler de
cephe hattında daha çok yerel burjuva devletler olduğu net olarak
görülmektedir.
Bu
da bizi dünyanın hâlihazırda yüzleştiği büyük çelişkiyle karşı karşıya
bırakıyor. İmal edilen malların seri üretim süreci de dâhil olmak üzere
ekonomi, dünya pazarının himayesi altına girmektedir; basit bir cep telefonu
montajının bile en az yedi farklı devlette, maden sektörü de dâhil olmak üzere
işgücü ve kaynakları harekete geçirdiğini biliyoruz.
Ne
var ki siyasi güçler, esasen ulusal ölçekte kalmaktadırlar. Avrupa, ABD gibi
eski emperyalistler ile Çin, Japonya gibi yeni emperyalistler arasındaki
rekabet, kapitalist bir dünya devletiyle sonuçlanacak her türden süreci gündem
dışına atmaktadır. Salgın, aynı zamanda ekonomi ve politika arasındaki ayrımın
çirkince kendini teşhir ettiği bir momenttir. Avrupa devletleri bile virüs
karşısında politikalarını zamanında ayarlamayı başaramıyorlar.
Bu
çelişkinin pençesine yakalanmış olan ulus devletler, riskin doğası, onları
yetkilerinin eylem ve biçiminde değişiklik yapmaya zorlasa da, Sermaye’nin
işleyişine mümkün olduğunca riayet ederek salgınla baş etmeye çalışıyorlar.
Ülkeler
arasındaki bir savaş durumunda devletlerin yerli sermayeyi kurtarmak için,
beklenileceği üzere, yalnızca halk kitlelerine değil, burjuvaziye de hatırı
sayılır sınırlamalar getirmek zorunda olduğunu çok uzun zamandır biliyoruz.
Kimi
endüstriler, doğrudan hiçbir paraya çevrilebilir artı değer yaratmayan askerî
teçhizatın ölçüsüz üretimi adına, neredeyse tümüyle millileştirilmiştir. Çoğu
burjuva, memur olarak silâhaltına alınmış ve ölümle karşı karşıya
getirilmiştir. Bilim insanları, yeni silâhlar üretmek için gece gündüz
çalışmış, pek çok aydın ve sanatçı, milliyetçi propaganda ihtiyacını
karşılamaya zorlanmıştır vs.
Bir
salgınla karşı karşıya kalındığında bu türden bir devletçi refleks
kaçınılmazdır. Bu nedenle, Macron ve başbakan Edouard Philippe’in “refah”
devletinin dönüşüne ilişkin açıklamaları (işsizleri desteklemek için harcama
yapılması, dükkânları kapanan serbest çalışanlara yardım edilmesi, devlet
hazinesinden 100 ya da 200 milyar talep edilmesi, hatta yapılan “millileştirme”
ilânları) asla şaşırtıcı ya da çelişkili değildir. Buradan şu sonuca ulaşmak
mümkündür: Macron’un kullandığı mecazî ifade, “Koronavirüse karşı savaştayız”
ifadesi doğru bir ifadedir. Savaşta ya da salgında, devlet, stratejik bir
felâketten kaçınmak için bazen sınıfsal doğasının olağan seyrini ihlal etmek,
daha otoriter ve geneli gözeten uygulamaları taahhüt etmek zorunda kalır.
Bu
tutum, mevcut toplumsal düzenin içinde kalarak ve mümkün olan en yüksek
kesinlikle, salgını zapt etme amacının, Macron’un mecazını tekrar ödünç
alırsak, savaşı kazanmanın, bütünüyle mantıksal sonucudur. Doğa (dolayısıyla
bilim insanlarının bu konudaki rakipsiz rolünü) ve toplumsal düzeni
(dolayısıyla devletin otoriter müdahalesini ki devletten başka bir şey
beklenemezdi) kesiştiren ölümcül ve asla şakası olmayan bir sürecin yayılımının
dayattığı bir zorunluluktur.
Bu
çabanın ortasında büyük bir boşluğun belirmesi kaçınılmazdır. Koruyucu maske
yokluğunu ve hastane izolasyonu konusundaki hazırlıksızlığı göz önünde
bulunduralım. Ama kim bu tür bir durumu “tahmin etmekle” övünebilirdi ki?
Belirli açılardan devletin mevcut durumu engellemediği doğru. Onlarca yıl
içinde ulusal sağlık sistemini kamu yararına hizmet eden tüm devlet
sektörleriyle birlikte zayıflatarak devlet, sanki yıkıcı bir salgın türünden
bir şey ülkemizi etkileyemezmiş gibi davrandı. Bu açıdan devlet, yalnızca
Macron olarak değil, geçtiğimiz otuz yılda göreve gelenlerin tümü şahsında,
mutlak suçludur.
Ama
şu hususu düzeltmek lazım: Bu tipte bir salgının Fransa’da ortaya
çıkabileceğini bir avuç istisnai bilim insanı dışında kimse tahmin edemedi,
bunu aklına bile getirmedi. Pek çok kimse, büyük ihtimalle bu tür bir şeye
demokratik Avrupa değil, karanlıklar içindeki Afrika ya da totaliter Çin’in
layık olduğunu düşündü. Uzun uzun gevezelik etme hakkını kullanan ve son
dönemde alaycı tavırların hedefi hâline getirdikleri Macron’u mesele yapmaya
devam eden solcular, Sarı Yelekliler hatta sendikacılar bile bunu kesinlikle
öngöremediler.
Salgın
Çin’den çıkış yaptığı günlerde bu kesim, gürültülü eylemlerine ve kontrol dışı
toplantılarına bunların sayılarını artırarak devam etti. Oysa bunlar,
yaşananlara karşı tedbirler alan iktidarı sürece müdahale konusunda eleştirecek
yaklaşımları boşa düşürecek gelişmelerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse Macron
devletinden önce bu tedbirleri hiçbir politik güç almamıştı.
Devlet
açısından durum şu şekildedir: Burjuva devleti, tek başına burjuvazinin
çıkarlarından daha genel olan çıkarları hâkim kılmalı, bir yandan da gelecekte
bu devletin genel biçimini temsil ettiği sınıfsal çıkarların üstün olduğu
gerçeğini stratejik düzlemde korumalıdır. Başka bir ifadeyle mevcut
konjonktürün dayatması sonucu devlet, kendisi genel mahiyette olan, savaş
zamanlarında yabancı işgalci olarak karşımıza çıkan, bugünkü durumda SARS 2
virüsü formunu alan “düşman”ın içerideki varlığı üzerinden, yetkili temsilcisi
olduğu sınıfın çıkarlarını daha kamusal çıkarlarla kaynaştırmaya başvurarak
kontrol etmek zorunda kalmaktadır.
Küresel
salgın veya dünya savaşı türünden durumlar, politik düzeyde “tarafsız”dır.
Geçmişteki savaşlar, yalnızca iki ülkede, Rusya’da ve Çin’de devrimleri
tetikledi ki bunlar da o dönemin imparatorlukları bakımından aykırı örnekler
olarak nitelendirilebilir. Rusya örneğinde bunun nedeni, Çarlık rejiminin her
anlamda gerilemesi ve bu gerilemeye, çok uzun zamandır, uçsuz bucaksız ülkede
gerçek bir kapitalizmin doğumuna uyum sağlama ihtimali bulunan bir güç olarak
tanıklık etmiş olmasıydı. Buna karşılık bir de Bolşevikler, yani olağanüstü
liderler tarafından iradeli bir biçimde yapılandırılmış, modern bir politik
öncü vardı. Çin örneğinde ise devrimci iç savaş dünya savaşını öncelemişti ve
Çin Komünist Partisi henüz 1940 senesinde denenip sınanmış bir halk ordusunun
başında bulunuyordu. Buna karşın Batı’da hiçbir güç, muzaffer bir devrimin
fitilini ateşleyemedi. 1918’de mağlup edilmiş olan ülke olarak Almanya’da bile
Spartakist ayaklanma hızla ezildi.
Bundan
alınacak ders açık: sürmekte olan salgın, salgın olarak, Fransa gibi bir ülkede
kayda değer hiçbir politik sonuç doğurmayacaktır. Yeni baş gösteren
homurdanmalar ve yaygın olarak atılsa da uyduruk olan sloganlar üzerinden
gerçeğe bakıp, bu burjuvazinin Macron’dan kurtulma vaktinin geldiğine
inandığını varsaysak bile bu, kayda değer herhangi bir değişikliğin yaşanacağı
anlamına gelmez. ‘Siyaseten doğru’ adaylar, köhne olduğu kadar tiksinti verici
de olan “milliyetçiliğin” küflenmiş bir biçiminin savunucuları olarak, zaten
şuan kulislerde beklemekte.
Bu
ülkenin politik koşullarında esaslı bir değişimi arzulayanlar olarak biz, bu
salgının yol açtığı fasıladan, hatta tüm bu gerekli tecrit ortamından istifade
etmeli, politikanın yeni çehresi, yeni politik alanlara yönelik projeler ve
devletçilik deneyi denilen, ilginç ama nihayetinde mağlup olmuş olan aşamayı,
komünizmin icadı olan o parlak merhaleyi takip edecek üçüncü komünizm aşaması
üzerine çalışma yürütmeliyiz.
Ayrıca
salgın gibi bir olgunun kendi başına politik düzlemde yaratıcı bir yönde etkili
olabileceğine inanan her bakış açısının sert bir eleştirisini yapmalıyız.
Salgın ile ilgili bilimsel bilgi genele aktarılmalı, ama bunun da ötesinde
hastaneler ve kamu sağlığı, okullar ve eşitlikçi eğitim, yaşlıların bakımı ve
buna benzer sorunlarla ilgili yeni tespitler ve kanaatler üzerinden taleplerde
bulunmalıyız. Tüm bunlar, ancak mevcut durumun açığa çıkarttığı, tehlike arz
eden zafiyetlerin bilançosu ile birlikte dillendirilebilir.
Bu
arada şunu belirtmem lazım: “sosyal medya” denilen şeyin milyarderlerin
ceplerini doldurması yanında, her şeyden önce palavracıların zihin felcinin,
raydan çıkmış dedikoduların, eski kafalı insanların ortaya koyduğu
“yeniliklerin” hatta faşist cahilliğin yayılması için kullanılan bir yer olduğu
gerçeği, tüm açıklığıyla ve cesaretle ortaya konulmalıdır.
Tecrit
süresince, hatta bilhassa bu dönemde, bilim tarafından kontrol edilebilir
hakikatler ve yeni politikaya, bu politikanın yerelliklere ait deneyimlerine ve
stratejik amaçlarına dair gerçekçi bakış açıları haricinde, hiçbir şeye itibar
etmeyelim.
Alain Badiou
23 Mart 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder