25 Mart 2020

Salgın Durumu Üzerine


Ta başından beri küresel virüs salgınının damgasını vurduğu mevcut durumun bilhassa istisnai bir durum olmadığını düşündüm. Virüs kaynaklı küresel AIDS salgınından kuş gribine, oradan Ebola virüsü ve SARS 1 virüsü salgınına ve bahsini etme gereği duymadığım bir dizi grip salgınına dek birçok salgın, ayrıca artık antibiyotiklerin tedavi edemediği verem çeşitlerinin ortaya çıkışı, hatta kızamığın tekrar görünmesi üzerinden biliyoruz ki dünya pazarının gerekli aşılar konusunda dünya genelinde belirli bir disiplinin bulunmaması, yeterince tıbbi yardım alamayan bölgelerin bulunduğu gerçeğine bağlı olarak, tüm kaçınılmazlığıyla ciddi ve yıkıcı salgınlara yol açıyor (AIDS salgınında ölü sayısı birkaç milyonu bulmuştu.)

Mevcut küresel salgın durumu, rahat olduğu söylenen Batı dünyası üzerinde muazzam bir etkiye yol açtı, sonuçta da bu, tek başına özel bir öneme sahip olmayan olgu, şüpheci yakınmalara ve isyankâr ahmaklıklara yol açtı. Bu gelişmenin yanında ben, aleni biçimde önleyici olduğu görülen tedbirler alınmadan, yeni hedefler belirlenmeden virüsün ortadan kaybolmayacağı gerçeği karşısında insanların mesele ile ilgili olarak neden caka satma ihtiyacı duyduklarını hiç anlamadığımı söylemeliyim.

Daha da önemlisi, devam eden salgının gerçek adı, bize esasen “güneşin altında yeni bir şeyin olmadığını” söylüyor. Bu virüsün gerçek adı SARS 2, yani “Ağır Akut Solunum Sendromu 2”. Demek ki bu virüs ikinci kez tanımlanmış, demek ki bir de SARS 1 salgını yaşanmış ve bu salgına tüm dünyada 2003 baharında tanık olunmuş.

O dönemde buna “yirmi birinci yüzyılın ilk bilinmeyen hastalığı” denmiş. Buradan da anlıyoruz ki şimdiki salgın, asla yeni veya beklenmedik bir olgu olarak görülemez. Bu yüzyılda görülen türünün ikinci örneği ve ilkinin soyuna bağlı. Öyle ki devlet yetkilileri, bugün ancak tahmin ile ilgili çalışmalara yeterince para aktarmamış olmakla eleştirilebilir, zira SARS 1’den sonra tıp dünyasına SARS 2 ile mücadelede gerçek araçlar temin edebilecek araştırmalar yapılabilirdi.

Dolayısıyla ben, herkes gibi kendimi evde tecrit etmeye çalışmaktan ve herkesi aynı şeyi yapmaya teşvik edecek sözler söylemekten gayrı bir şeyler yapamayacağımı düşünüyorum. Bu noktada katı bir disipline bağlanmak, virüse en fazla maruz kalacak insanların korunması ve onlara destek sağlanması noktasında çok daha gerekli bir adımdır.

Elbette virüse en fazla maruz kalacak kesim, sağlık çalışanlarıdır. Bu insanlar, mücadelenin cephe hattındadır ve sıkı bir disiplinle hareket etmek zorundadırlar, ayrıca virüs bulaşmış kişiler de bu disipline tabi olmalıdır. Bir de yaşlılar, bilhassa bakım evlerinde kalanlar var, bunlar en zayıf kesim. Ayrıca işe gitmek ve virüsün kendisine bulaşma riskini göğüslemek zorunda olanlar var. “Evde kal” emrine uyabilecek kişilerin uygulayacağı disiplin, bir yandan da evi olmayanlar veya güvenli bir barınak bulamayanlara, ev denilemeyecek yerlerde kalanlara da araçlar önerebilmelidir. Bu noktada akla, otellere el konulması gibi bir adım gelebilir.

Doğrudur, bu görevlerin aciliyeti giderek artmaktadır ama bu görevler, en azından ilk inceleme dâhilinde, yeni bir düşünme tarzının inşa edilmesine veya büyük büyük analiz çalışmalarına ihtiyaç duymazlar.

Gelgelelim yakın çevremde rastladıklarım da dâhil olmak üzere, yarattıkları kafa karışıklığı ve içinde bulunduğumuz basit durumu anlamadaki mutlak yetersizlikleriyle beni öfkelendiren çok şey okuyor ve duyuyorum.

Bu buyurgan beyanlar, içler acısı çağrılar ve ısrarla dile getirilen suçlamalar farklı biçimler alsa da, hepsinde mevcut salgın durumunun aşırı basit oluşu ve salgının yeni olmayışı konusunda aynı küçümseyici yaklaşım söz konusu.

Bazısı, doğası gereği yapmak zorunda olduğu şeyi yapan güçler karşısında gereksiz yere kölece bir tutum benimsiyor. Bazısı da hiçbir yaraya merhem olmayacak bir yaklaşım üzerinden, gezegene ve ondaki gizeme yalvarır bir üslupla sesleniyor. Bazıları, yaşanan her konuda kadersiz Macron’u suçluyor. Oysa Macron da savaş veya salgın dönemlerinde her devlet adamı ne yapıyorsa onu yapıyor. Bazıları da virüsün imha edilmesi ihtimaliyle ilişkisi henüz net olmayan ve beklenmedik bir biçimde yaşayacak devrim denilen kurucu olay için yaygara kopartıyorlar.

Oysa bizim “devrimcilerimiz”, bu imha hususunda henüz herhangi bir araç önermiş de değiller. Bazısı da kıyametçilerde görülen türden kötümserliğin bataklığına saplanmış. Bazı kişilerse çağdaş ideolojinin altın kuralı olan “önce ben” söyleminin bu durum dâhilinde ilgi görmemesi, zerre yardım sunmaması, hatta kötülüğün belirsiz bir süre varlığını koruduğu sürecin suç ortağı olarak görünmesi karşısında hayal kırıklığına uğruyorlar.

Görünen o ki salgının yol açtığı güçlük, her yerde Aklın esas işlevini ortadan kaldırıyor ve öznelerin yüzlerini Ortaçağ’da veba ortalığı süpürürken (mistisizm, hikâyeler, dua, kehanet ve lanet gibi) gelenekselleşmiş, acınacak fiillere dönmeye mecbur ediyor.

Sonuç olarak, bazı basit fikirleri bir araya getirmeye zorunlu hissediyorum kendimi. Bu fikirlere pekâlâ “Kartezyen fikirler” denilebilir.

O hâlde başka yerlerde yetersiz bir biçimde tanımlanmış ve bu sebeple pek yeterince ele alınamamış sorunu tanımlayarak işe başlayalım.

Bir salgın, doğal ve toplumsal belirlenimler arasında her zaman bir bağlantı noktası olması gerçeğine bağlı olarak, karmaşık bir olgudur. Onun analizi, tümüyle tüm katmanlarını kesen bir yaklaşım üzerinden analiz edilmeli, bu noktada iki belirleyici unsurun kesiştiği noktalar belirlenmeli ve sonuçlara bu noktalar üzerinden ulaşılmalıdır.

Örneğin bugünkü salgının ilk çıkış noktası, büyük ihtimalle Vuhan şehrindeki pazarlardır. Çin pazarları, tehlike arz eden kirlilikleriyle, üst üste yığılmış her türlü canlı hayvanın açık hava satışının engellenemeyişiyle bilinirler. Dolayısıyla belirli bir anda yarasalardan gelen virüs, vasat hijyen koşullarında ve kalabalık ortamda, bir tür hayvanda kendine yer bulmuştur.

Virüsün bir türden diğerine seyreden yolculuğu, süreç içerisinde insana doğru uzanır. Peki ama bu süreç, tam olarak nasıl işler? Bunu henüz bilmiyoruz, bu konudaki bilgiyi sadece bilimsel çalışmalar söyleyecek. Hazır bahsini etmişken, şu internette virüsün kaynağının yarı canlı yarasa yiyen Çinliler olduğunu söyleyen, söylediklerini sahte görsellerle destekleyen ırkçı hikâyeleri dolaşıma sokanlara küfrümüzü asla eksik etmeyelim.

Tüm meselenin kökeni, nihayetinde insana ulaşan, hayvan türleri arasındaki bu lokal geçiştir. Takip eden süreci, günümüz dünyasının temel verileri anlamında Çin’deki devlet kapitalizminin emperyalizm mertebesine yükselmesi, başka bir deyişle, onun yoğun ve evrensel bir şekilde dünya pazarında bulunma durumu belirleyecektir. Karantina başlayana dek çoktan sayısız yayılım ağının oluşmuş olmasının sebebini bu gerçekte aramak gerekmektedir.

Çin hükümeti, salgının çıkış noktasını, yani 40 milyon nüfuslu bir eyaleti son derece başarılı bir şekilde tecrit etti ama yapılan bu hamle, salgının dünyaya yayılmak üzere çıktığı yolu kesemedi, virüsün uçaklarla ve gemilerle taşınmasına mani olmakta fazlasıyla geç kaldı.

Salgın konusunda benim “çifte eklem” dediğim, hareketi betimleyen, şu iki detayı, gerçekleri açığa çıkaracak olgular olarak ele almakta fayda var: Bugün SARS 2, Vuhan’da zapt edildi, ama bugün birçoğu yurtdışından gelen Çin vatandaşları sebebiyle Şanghay’da bir yığın vakaya tanık olunuyor. Dolayısıyla Çin’de, ilki arkaik sonraki modern olmak üzere, kötü koşullara sahip eski usul pazarlardaki doğa-toplum kesişimi ile kapitalist dünya pazarının hızlı ve aralıksız hareketliliğine dayanan küresel dağılım arasındaki bağı gözlemleyebiliyoruz.

Devamında devletlerin bu salgının yayılmasına mani olmak için adımlar attıkları aşamaya geçildi. Ama salgın ile ilgili belirlemeler lokal kalırken salgın, tüm yüzeyde enine yayılma imkânı buldu. Bazı ulusötesi kurumlar, sürece müdahale etseler de cephe hattında daha çok yerel burjuva devletler olduğu net olarak görülmektedir.

Bu da bizi dünyanın hâlihazırda yüzleştiği büyük çelişkiyle karşı karşıya bırakıyor. İmal edilen malların seri üretim süreci de dâhil olmak üzere ekonomi, dünya pazarının himayesi altına girmektedir; basit bir cep telefonu montajının bile en az yedi farklı devlette, maden sektörü de dâhil olmak üzere işgücü ve kaynakları harekete geçirdiğini biliyoruz.

Ne var ki siyasi güçler, esasen ulusal ölçekte kalmaktadırlar. Avrupa, ABD gibi eski emperyalistler ile Çin, Japonya gibi yeni emperyalistler arasındaki rekabet, kapitalist bir dünya devletiyle sonuçlanacak her türden süreci gündem dışına atmaktadır. Salgın, aynı zamanda ekonomi ve politika arasındaki ayrımın çirkince kendini teşhir ettiği bir momenttir. Avrupa devletleri bile virüs karşısında politikalarını zamanında ayarlamayı başaramıyorlar.

Bu çelişkinin pençesine yakalanmış olan ulus devletler, riskin doğası, onları yetkilerinin eylem ve biçiminde değişiklik yapmaya zorlasa da, Sermaye’nin işleyişine mümkün olduğunca riayet ederek salgınla baş etmeye çalışıyorlar.

Ülkeler arasındaki bir savaş durumunda devletlerin yerli sermayeyi kurtarmak için, beklenileceği üzere, yalnızca halk kitlelerine değil, burjuvaziye de hatırı sayılır sınırlamalar getirmek zorunda olduğunu çok uzun zamandır biliyoruz.

Kimi endüstriler, doğrudan hiçbir paraya çevrilebilir artı değer yaratmayan askerî teçhizatın ölçüsüz üretimi adına, neredeyse tümüyle millileştirilmiştir. Çoğu burjuva, memur olarak silâhaltına alınmış ve ölümle karşı karşıya getirilmiştir. Bilim insanları, yeni silâhlar üretmek için gece gündüz çalışmış, pek çok aydın ve sanatçı, milliyetçi propaganda ihtiyacını karşılamaya zorlanmıştır vs.

Bir salgınla karşı karşıya kalındığında bu türden bir devletçi refleks kaçınılmazdır. Bu nedenle, Macron ve başbakan Edouard Philippe’in “refah” devletinin dönüşüne ilişkin açıklamaları (işsizleri desteklemek için harcama yapılması, dükkânları kapanan serbest çalışanlara yardım edilmesi, devlet hazinesinden 100 ya da 200 milyar talep edilmesi, hatta yapılan “millileştirme” ilânları) asla şaşırtıcı ya da çelişkili değildir. Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür: Macron’un kullandığı mecazî ifade, “Koronavirüse karşı savaştayız” ifadesi doğru bir ifadedir. Savaşta ya da salgında, devlet, stratejik bir felâketten kaçınmak için bazen sınıfsal doğasının olağan seyrini ihlal etmek, daha otoriter ve geneli gözeten uygulamaları taahhüt etmek zorunda kalır.

Bu tutum, mevcut toplumsal düzenin içinde kalarak ve mümkün olan en yüksek kesinlikle, salgını zapt etme amacının, Macron’un mecazını tekrar ödünç alırsak, savaşı kazanmanın, bütünüyle mantıksal sonucudur. Doğa (dolayısıyla bilim insanlarının bu konudaki rakipsiz rolünü) ve toplumsal düzeni (dolayısıyla devletin otoriter müdahalesini ki devletten başka bir şey beklenemezdi) kesiştiren ölümcül ve asla şakası olmayan bir sürecin yayılımının dayattığı bir zorunluluktur.

Bu çabanın ortasında büyük bir boşluğun belirmesi kaçınılmazdır. Koruyucu maske yokluğunu ve hastane izolasyonu konusundaki hazırlıksızlığı göz önünde bulunduralım. Ama kim bu tür bir durumu “tahmin etmekle” övünebilirdi ki? Belirli açılardan devletin mevcut durumu engellemediği doğru. Onlarca yıl içinde ulusal sağlık sistemini kamu yararına hizmet eden tüm devlet sektörleriyle birlikte zayıflatarak devlet, sanki yıkıcı bir salgın türünden bir şey ülkemizi etkileyemezmiş gibi davrandı. Bu açıdan devlet, yalnızca Macron olarak değil, geçtiğimiz otuz yılda göreve gelenlerin tümü şahsında, mutlak suçludur.

Ama şu hususu düzeltmek lazım: Bu tipte bir salgının Fransa’da ortaya çıkabileceğini bir avuç istisnai bilim insanı dışında kimse tahmin edemedi, bunu aklına bile getirmedi. Pek çok kimse, büyük ihtimalle bu tür bir şeye demokratik Avrupa değil, karanlıklar içindeki Afrika ya da totaliter Çin’in layık olduğunu düşündü. Uzun uzun gevezelik etme hakkını kullanan ve son dönemde alaycı tavırların hedefi hâline getirdikleri Macron’u mesele yapmaya devam eden solcular, Sarı Yelekliler hatta sendikacılar bile bunu kesinlikle öngöremediler.

Salgın Çin’den çıkış yaptığı günlerde bu kesim, gürültülü eylemlerine ve kontrol dışı toplantılarına bunların sayılarını artırarak devam etti. Oysa bunlar, yaşananlara karşı tedbirler alan iktidarı sürece müdahale konusunda eleştirecek yaklaşımları boşa düşürecek gelişmelerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse Macron devletinden önce bu tedbirleri hiçbir politik güç almamıştı.

Devlet açısından durum şu şekildedir: Burjuva devleti, tek başına burjuvazinin çıkarlarından daha genel olan çıkarları hâkim kılmalı, bir yandan da gelecekte bu devletin genel biçimini temsil ettiği sınıfsal çıkarların üstün olduğu gerçeğini stratejik düzlemde korumalıdır. Başka bir ifadeyle mevcut konjonktürün dayatması sonucu devlet, kendisi genel mahiyette olan, savaş zamanlarında yabancı işgalci olarak karşımıza çıkan, bugünkü durumda SARS 2 virüsü formunu alan “düşman”ın içerideki varlığı üzerinden, yetkili temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarını daha kamusal çıkarlarla kaynaştırmaya başvurarak kontrol etmek zorunda kalmaktadır.

Küresel salgın veya dünya savaşı türünden durumlar, politik düzeyde “tarafsız”dır. Geçmişteki savaşlar, yalnızca iki ülkede, Rusya’da ve Çin’de devrimleri tetikledi ki bunlar da o dönemin imparatorlukları bakımından aykırı örnekler olarak nitelendirilebilir. Rusya örneğinde bunun nedeni, Çarlık rejiminin her anlamda gerilemesi ve bu gerilemeye, çok uzun zamandır, uçsuz bucaksız ülkede gerçek bir kapitalizmin doğumuna uyum sağlama ihtimali bulunan bir güç olarak tanıklık etmiş olmasıydı. Buna karşılık bir de Bolşevikler, yani olağanüstü liderler tarafından iradeli bir biçimde yapılandırılmış, modern bir politik öncü vardı. Çin örneğinde ise devrimci iç savaş dünya savaşını öncelemişti ve Çin Komünist Partisi henüz 1940 senesinde denenip sınanmış bir halk ordusunun başında bulunuyordu. Buna karşın Batı’da hiçbir güç, muzaffer bir devrimin fitilini ateşleyemedi. 1918’de mağlup edilmiş olan ülke olarak Almanya’da bile Spartakist ayaklanma hızla ezildi.

Bundan alınacak ders açık: sürmekte olan salgın, salgın olarak, Fransa gibi bir ülkede kayda değer hiçbir politik sonuç doğurmayacaktır. Yeni baş gösteren homurdanmalar ve yaygın olarak atılsa da uyduruk olan sloganlar üzerinden gerçeğe bakıp, bu burjuvazinin Macron’dan kurtulma vaktinin geldiğine inandığını varsaysak bile bu, kayda değer herhangi bir değişikliğin yaşanacağı anlamına gelmez. ‘Siyaseten doğru’ adaylar, köhne olduğu kadar tiksinti verici de olan “milliyetçiliğin” küflenmiş bir biçiminin savunucuları olarak, zaten şuan kulislerde beklemekte.

Bu ülkenin politik koşullarında esaslı bir değişimi arzulayanlar olarak biz, bu salgının yol açtığı fasıladan, hatta tüm bu gerekli tecrit ortamından istifade etmeli, politikanın yeni çehresi, yeni politik alanlara yönelik projeler ve devletçilik deneyi denilen, ilginç ama nihayetinde mağlup olmuş olan aşamayı, komünizmin icadı olan o parlak merhaleyi takip edecek üçüncü komünizm aşaması üzerine çalışma yürütmeliyiz.

Ayrıca salgın gibi bir olgunun kendi başına politik düzlemde yaratıcı bir yönde etkili olabileceğine inanan her bakış açısının sert bir eleştirisini yapmalıyız. Salgın ile ilgili bilimsel bilgi genele aktarılmalı, ama bunun da ötesinde hastaneler ve kamu sağlığı, okullar ve eşitlikçi eğitim, yaşlıların bakımı ve buna benzer sorunlarla ilgili yeni tespitler ve kanaatler üzerinden taleplerde bulunmalıyız. Tüm bunlar, ancak mevcut durumun açığa çıkarttığı, tehlike arz eden zafiyetlerin bilançosu ile birlikte dillendirilebilir.

Bu arada şunu belirtmem lazım: “sosyal medya” denilen şeyin milyarderlerin ceplerini doldurması yanında, her şeyden önce palavracıların zihin felcinin, raydan çıkmış dedikoduların, eski kafalı insanların ortaya koyduğu “yeniliklerin” hatta faşist cahilliğin yayılması için kullanılan bir yer olduğu gerçeği, tüm açıklığıyla ve cesaretle ortaya konulmalıdır.

Tecrit süresince, hatta bilhassa bu dönemde, bilim tarafından kontrol edilebilir hakikatler ve yeni politikaya, bu politikanın yerelliklere ait deneyimlerine ve stratejik amaçlarına dair gerçekçi bakış açıları haricinde, hiçbir şeye itibar etmeyelim.

Alain Badiou
23 Mart 2020
Kaynak

0 Yorum: