Batı
kapitalizmi, ideolojik planda sürekli şunu söylüyor: “Her şeyi piyasa
yönetmeli”. Ama son sağlık ve ekonomi krizinin de ortaya koyduğu biçimiyle
kapitalistler işler sıkılaştığında piyasa denilen putu hemen unutuveriyorlar.
Alelacele devletten para dileniyorlar. İşçilere düşük ücretleri kabul ettirmek
istediklerinde piyasa melek, kârlar düştüğünde şeytan oluveriyor.
Ekonomi
okuyan herkes bilir ki piyasa, hepimizin önünde diz çökmesi gereken tanrıdır.
Piyasa, tüketicileri ve üreticileri bir araya getirir, arzla talebi dengeler.
Tüm o ders kitaplarının anlattığı budur. Hepimiz kendi çıkarları peşinde koşan
bireylerizdir ama piyasa sayesinde bu bencillik, mucizevi bir biçimde optimumla
sonuçlanır.
Bu
lafları işitmek için bir sınıftan içeri adım atmış olmanız gerekmez. Gazeteler,
haber bültenleri, siyasetçiler hep bu türden laflar ederler. Onlara kulak
vermek yeter. Devlet herhangi bir konuda harcamaları artıramaz çünkü buna
piyasa izin vermez. Toplu konut çalışmaları konut piyasasına zarar vereceği
için kabul edilmez. Üniversiteler rekabete sürüklenir ki kötü olanlar eğitim
sahasından ayıklansın.
Piyasanın
savunucuları, eski Sovyetler’deki ekonomi aksaklığı planlamaya bağlarlar ve
planlamanın büyük felâketlere yol açtığını söylerler.
Bu
türden lafların boş olduğunu görmek için âlim olmaya gerek yoktur. Bir
kapitalistin görmek istediği en son şey serbest rekabettir, çünkü bu tür bir
rekabet kârlarını azaltacaktır. Bu noktada süpermarketlerin küçük dükkânları
nasıl yok ettiğine veya her türden yeni endüstrinin kısa bir süre sonra dünya
genelinde üç dört şirketin hâkimiyetine girmesine bakılabilir.
Bu
mesele başka bir açıdan da ele alınabilir. Kapitalistler, aslında piyasayı işçi
sınıfı için vaaz ederler. Onlara “ayaklarınızın üzerinde durun, devlete asla
bel bağlamayın” derler ama kendileri devleti iliğine kadar sömürürler. Bu
noktada milyar sterlinlik teşviklere yapılan vergi kesintilerine bakılabilir.
Otomobil imalatçıları, her yıl Avustralya hükümetinin sırtından yüz milyonlarca
sterlin kazanmaktadır. Büyük şirketler eski siyasetçileri satın almakta, onlar
üzerinden lobi faaliyeti yürütmektedirler. Onların gözü her daim devletin
kasasındadır.
Kapitalistler,
piyasanın işçi ücretlerini belirlemesi gerektiğini söylerler ama buna asla izin
vermezler. Devletin baskı aygıtını, iş mahkemelerini ve polisi işçilerin
hakları üzerinden kendi talepleri etrafında örgütlenmelerine mani olmak için
kullanırlar.
Bir
kriz patlak verdiğinde ise piyasa hemen gözden düşer. Kapitalist ekonomi
çöküşün eşiğindedir. Birçok şirket iflas etmek üzeredir. Borsalar yüzde otuz
değer kaybetmiştir. Eskinin ateşli serbest piyasa savunucuları, bugün devletin
müdahalesini savunmaktadır. 18 Mart tarihli nüshasında Financial Times’ın
da tespit ettiği üzere, “dünya liderleri küresel ekonominin yaşadığı tarihsel
şoka gerekli cevap verme noktasında ekonomi siyaseti dâhilinde kullandığı o
eski taktik tahtasını kaldırıp atmak zorunda kalmışlardır.”
ABD’de,
serbest piyasa kapitalizminin merkezinde duran kapitalistler ve siyasetçiler,
devletin yardım yapmasını isteyip durmaktadırlar. 17 Mart’ta New York Times’da
yapılan açıklamada dendiği gibi, “işveren örgütleri, şehir ve eyalet liderleri,
hukukçular, senatörler ve ekonomistler işçilerin evde kalabilmeleri ve
tüketimdeki düşüşle mücadele eden şirketlere destek verilebilmesi için merkezî
hükümetten trilyonlarca dolar istemiştir.”
Dün
ekonomiyi canlandırmak amacıyla “devlet işletmelere ve tüketicilere vermek için
para bassın” diyen siyasetçiler ve danışmanları, bugün verilecek rakam
konusunda bir yarışa giriyorlar. Koronavirüse ve ekonomik krize savaş ilân eden
Trump yönetimi, kısa süre içerisinde büyük bir teşvik paketini yürürlüğe
koyacak ve bu noktada ekonomiye bir trilyon dolar pompalayacak. Muhtemelen bunu
benzer başka adımlar da takip edecek.
Başka
zaman olsa Trump bu politikayı önerenleri sosyalistlikle suçlardı, bugün bu
konuda tek laf etmiyor. Hatta paketinin “büyük ve cüretkâr” olduğunu söylüyor.
Başdanışmanı Larry Kudlow, başkanın “krizle başa çıkabilmek için gereken her
adım atılsın” dediğini söylüyor. Senato’daki Cumhuriyetçi Parti grubunun ikinci
üst düzey ismi olan Senatör John Cornyn, devlet müdahalesinden nefret eden bir
isim olarak şunu söylüyor: “Ekonomimiz, tüm ekonomimiz risk altında.”
Son
yıllarda Wall Street partisinden yana saf tutan bazı Demokrat Partililer, bugün
kriz süresince her Amerikalıya aylık ödeme yapılması önerisinde bulunuyorlar.
Bu para akıtma siyaseti dâhilinde Merkez Bankası, bankalara trilyonlarca dolar
pompalıyor.
ABD’de
atılan bu adımların benzerlerine diğer ülkelerde de rastlanıyor. Uzun zamandır
üye devletlerin bütçe açıklarını GSMH’sinin yüzde üçü düzeyinde tutmasını
isteyen Avrupa Komisyonu, hükümetlerin borçlanma miktarı üzerindeki sınırları
kaldırdı. 2015’te komisyon, yüzde yirmilik işsizlik oranı ile yüzleşen Yunan
hükümetinin harcamaları artırmasına izin vermemişti ama bugün hükümetin har
vurup harman savurmasını istiyor. Avrupa kapitalizminin geleceği risk altında.
Dolayısıyla işine yarayacak her şeyi gündemine alıyor.
İsveç
hükümeti, şirketlerin vergi borçlarını bir yıl erteliyor. Bu vergilerin toplamı
GSMH’nin yüzde altısını buluyor. Britanya ise şirketlere 330 milyar sterlik
acil durum kredisi veriyor, buna ek olarak 20 milyar sterlin tutarında mali
destek sunuluyor.
Muhafazakâr
Parti’nin mali işler sorumlusu Rishi Sunak, şunu söylüyor: “Bugün ideolojinin
peşinden gitmenin, kitaba bağlı kalmanın değil, cesur olmanın vakti. Ne
gerekiyorsa yapılacak.”
İspanya
başbakanı Pablo Sanchez, ülkenin demokrasi tarihinde görülen, kaynakların
seferberliği ile ilgili en büyük adımı attıklarını söylüyor. Bu adım dâhilinde
100 milyar avro kredi verilecek. Şirketlere 300 milyar avro kredi veren Fransa
başbakanı Bruno Le Maire, basına şu açıklamayı yapıyor: “Elimdeki tüm araçları
kullanmaktan asla tereddüt etmeyeceğim.”
Krizin
Avrupa ekonomisinde bu yıl içerisinde yüzde dörtten fazla küçülmeye sebep
olacağını öngören Avrupa Merkez Bankası, kısa süre içerisinde, önümüzdeki dokuz
aylık dönem için Avrupa bankalarına bir trilyon avrodan fazla para aktaracak.
Bankanın başkanı Christine Lagarde, “olağanüstü dönemlerin olağanüstü eylemlere
ihtiyaç duyduğunu” söylüyor.
Avustralya’da
esas olarak bütçeyi dengeleme vaadi üzerinden ayakta duran koalisyon hükümeti,
18 milyar dolar harcayacak ki bu paranın dörtte üçü şirketlere gidecek.
Bugünlerde hükümet, işletmelere sunulacak başka bir yardım paketi üzerinde
çalışıyor. Burada özellikle turizm, spor, sanat ve eğlence ile havayolları gibi
alanlarda faal olan şirketlere bir milyar dolardan fazla para verilmesi
öngörülüyor.
Avustralya
Sanayi ve Ticaret Odası, hükümetin işçilere ücret teşvikleri vermesini, aynı
yardımın ciddi kayıplara maruz kalan işletmelere yapılmasını istiyor. Oda,
ayrıca hükümetin yüzde sekseni devlet garantili yarım milyon dolarlık kredi
vermesini, ayrıca hastalık izni alanlara ücret desteği sağlanmasını talep
ediyor. Ama işçilere yapılan yardım, şirketlere yapılan yardımın yanında devede
kulak kalıyor.
Kısa
vadede işçilerin nasibine, bu para saçma politikasından bir şeyler elbette ki
düşecek. Avustralya’daki sosyal yardımlara banka hesapları üzerinden 750 dolar
eklenecek. ABD’de ise muhtemelen Amerikalılara yaklaşık bin dolar verilecek.
Fakat bu para kısa vadede ekonomiyi canlandırmak için veriliyor. Uzun vadeli
yardımlar ise vergi kesintileri ve mali alanda verilen diğer tavizler üzerinden
kapitalist sınıfa yapılıyor.
Mevcut
kriz, kapitalistlerin çıkarları tehdit edildiğinde serbest piyasanın
faziletleri konusunda edilen onca ideolojik lafın zırva olduğunu göstermekle
kalmadı, ayrıca hükümetlerin temelde piyasa karşısında güçsüz olduğunu söyleyen
fikrin de çöp olduğunu ortaya koydu.
Hükümetler,
“ekonomik gerçeklik” karşısında hiçbir şey yapamayan biçare mağdurlar değiller.
Ama olağan zamanlarda hükümetler, bizim daha fazla sosyal yardım, sağlık
hizmeti ve eğitim taleplerimizi “bu talepleri karşılamak imkânsız” diyerek
karşılıyorlar.
İşçiler,
kendi kişisel krizleriyle günbegün karşı karşıya. Patronlar bu hafta işe
çağırmadığı için kirayı ödeyecek parayı bulamıyorlar, bankadan aldıkları ev
kredilerini ödeyemiyorlar, faturalara bakmak bile istemiyorlar, elektrikleri,
suları, doğal gazları kesiliyor, çocuklarının eğitim masraflarını
karşılayamıyorlar, işsizlik korkusu ile yaşamaya çalışıyorlar.
İşçi
sınıfı, gündelik hayatta böylesi bir krizle boğuşuyor. Hükümetlerden bu krizle
ilgilenmesini istediğimizde, onlar bu krizi çözüme kavuşturmanın imkânsız
olduğunu söylüyorlar, “böyle gelmiş böyle gider” diyorlar.
Ama
kapitalist sınıf krize girdiğinde, aynı hükümetler anında harekete geçiyorlar.
Ekonomiyle ilgili politik kararlar alınıyor, hükümetler piyasaların canlanması
için hamleler yapıyorlar. Avrupa maliye bakanları komitesi başkanı, bugünkü
hâkim yaklaşımı gayet güzel özetliyor: “Avroyu elimizdeki her şeyle
savunacağımıza hiç şüpheniz olmasın.” AB üyesi ülkelerin maliye bakanları, son
avro krizi esnasında yaptıkları gibi, 410 milyar dolar kapasiteli bir fonu
devreye sokmayı düşünüyorlar.
Financial
Times’ın haberine göre İspanya’da hükümetin içinde “merkezi
planlamaya dayalı ekonomiyi uygulamak için yetki alınmasını isteyelim”
diyenlerin olduğu konuşuluyor. Hükümetin bu süreçte tıbbi gereçler, gıda ve
enerji üretiminin tüm sorumluluğunu üstleneceğinden bahsediliyor.
Çoğu
zaman bize ekonominin işçilere düzgün bir yaşam standardı sağlayamayacağını, bu
ekonominin yüksek ücret, sosyal yardım, konut ve eğitim konusunda herkese
hizmet edemeyeceğini söylüyorlar. Sürekli bütçenin dengede olması, işletmelerin
rekabet etmesi, şirketlerin ödedikleri vergilerin düşük olması gerektiğinden
bahsediyorlar.
Bugün
nasıl oluyorsa ekonominin bizim uzun zamandır talep ettiğimiz şeyleri
verebildiğini görüyoruz. Hükümetler, bugünlerde “tek kuruş vermeyiz” dedikleri
şeylere para akıtıyorlar.
Geçmişte
Morrison hükümeti, işsizlik yardımını kaldırmadı diye İş Dünyası Konseyi’nin
saldırısına uğramıştı. Bugün hükümet, sosyal yardımlara kişi başına 750 dolar
olmak üzere toplam 4,7 milyar dolar harcıyor. Hükümetler, bir yandan da sağlık
harcamalarını artırıyor. Batı Avustralya’da hükümet, faturaları ve toplu ulaşım
ücretlerini sıfırlıyor, enerji tüketimi ile ilgili ödemeleri iki katına
çıkartıyor, bakıma muhtaç insanlarla ve hastalarla ilgilenmesi gereken kamu
işçilerine daha fazla izin veriyor.
Bu
süreçte Hong Kong hükümeti, vatandaşlarına bin dolar ödeme yaptı. Virüs
salgınının en ağır şekilde vurduğu ülkelerden biri olan İtalya, ev kredisi
ödemelerini askıya aldı. Yeni Zelanda’da hükümet, sosyal yardımları kalıcı
olarak haftalık 25 dolar düzeyinde arttırdı, ayrıca emeklilere ve sosyal yardım
alanlara yaptığı kışlık enerji desteğini iki katına çıkarttı. Fransa da sosyal
yardımları artırdı ve bu yardımları daha fazla kişiye temin etmeye başladı.
Hükümetler,
tabii ki bugünlerde merkez bankalarının bodrum katlarında küp küp altın bulmuş
değiller. Onlar, bu tedbirleri halk sağlığını korumak ve ekonomiyi kurtarmak
için aldıklarını söylüyorlar. Oysa kimlerin ayrıcalıklı olduğu gün gibi ortada.
Yeni tedbirler, dünya tarihinde görülmüş en büyük kurtarma paketi dâhilinde
gündeme geliyor. Burada amaç, devlet eliyle kamuya ait zenginliği ve parayı
milyarderlere ve büyük şirketlere akıtmak, bu bağlamda zararları tüm toplumun
sırtına yüklemek, kârları ise özel ellerde toplamak.
Sonuçta
servet transfer edilecek, pekiştirilecek ve belirli ellerde yoğunlaştırılacak.
Hükümetler, halka kırıntı niyetine verecekleri sadakalar için günlerce tartışma
yürütürken yığınla insanı işten çıkartanlara karşı ciddi tek bir adım bile
atmıyorlar.
Önerilen
her harcama paketinde işletmelere teşvikler sunuluyor, hükümetler sağa sola
kredi veriyor, fonların üçte ikisinden fazlasına vergi indirimi getiriliyor.
Halkın çoğunluğunu oluşturan işçilerin eline ise paranın ancak üçte biri
geçiyor. Örneğin Avustralya’da şirketlere 13 milyar verilirken, sosyal
yardımlara 4,7 milyar dolar aktarılıyor.
Emeklilere,
ailelere, bakıma muhtaç kişilere, engellilere, Aborjinlere, öğrencilere,
çıraklara yardım sağlayan Centrelink, insanın gururunu ayaklar altına alan
sınırlamalar getiriyor, üç kuruş vereceğim diye bin dereden su getirtiyor, ama
çuvallar dolusu para, hiçbir engelle karşılaşmadan, işletmelerin kasalarına
boca ediliyor.
Avustralya’da
çırak ve stajyer çalıştırsın diye patronlara teşvikler veriliyor ama patronlar,
stajyerleri altıncı ayın sonunda işten atıyorlar, yenisini alıyorlar, üstelik
yeniden teşvikle ödüllendiriliyorlar. Yeni bir iş imkânı yaratılmadığı gibi
patronların ceplerine sürekli para akıtılıyor.
Mesele,
sadece para dağıtılması da değil. Bu süreçte diğer kutsal inekler de bir bir
kesiliyor. Bu ineklerden biri olan özel mülkiyetin boğazına bıçak vuruluyor.
Örneğin İspanyol hükümeti, özel hastanelere ve sağlık malzemesi tedarikçilerine
bir süreliğine el koyduğunu açıklıyor, ayrıca evsizleri doyurmak ve barındırmak
için planlar hazırladığını söylüyor.
Trump,
18 Mart’ta olağanüstü bir dizi tedbir açıkladı. Savunma Üretimi Kanunu’nun
kendisine verdiği yetkilere dayanarak, suni solunum cihazı ve maske gibi sağlık
gereçlerindeki yetersizliği aşmak için özel şirketlerden bu ürünleri üretmesini
istedi. Test konusunda yaşanan sorunu çözmek amacıyla donanmaya ait iki hastane
gemisini New York ve Batı Sahili’ne gönderdi. Emlâk zengini bir başkana sahip
ABD için gayet şaşırtıcı olan bir gelişme dâhilinde İmar İskân ve Şehircilik
Bakanlığı, Nisan sonuna dek ev boşaltmaların ve hacizlerin askıya alındığını
açıkladı. Hükümet, ayrıca virüs bulaşmış işçilere izin verebilmek için yeni
işçi alacağını duyurdu. Kaliforniya’da vali 150.000 kadar evsiz için otelleri
satın almayı planladığını açıkladı.
Avustralya’da
çocuklu sağlık emekçilerine işlerine devam edebilsinler diye ücretsiz çocuk
bakım hizmeti sunuluyor. Güney Kore’de hükümet, işte olan ebeveynlere acil
durum kapsamında çocuk bakımı hizmeti sağlıyor. Bu hizmetse eğitimli
öğretmenlerin denetiminde, onar kişilik sınıflarda veriliyor. Guardian’da
çıkan habere göre Avustralya hükümeti, ev ipoteklerini üstlenmeyi, hatta
istihdamı güvence altına almayı tartışıyor.
Bugün
“eskiden yapılamaz” denilen her şeyin yapılabildiği görülüyor.
Demek
ki ekonomide acil bir durumla yüzleşildiğinde olağan kimi kuralların belirli
bir kısmı uygulanabiliyor. Hükümetler, kaynakları planlayıp özel şirketlerin
çıkarlarını tehdit edebiliyorlar. Damardan liberal olan kişiler ise bu
tedbirleri sosyalizm olarak görüp aşağılıyorlar. Onlara göre bu türden
programlar, destekledikleri serbest piyasa kapitalizmini mahkûm ediyor. Oysa bu
programlar, en iyi hâliyle, kapitalist ekonominin yönetimine dönük başka bir
yaklaşım olarak gündeme geliyor.
OECD
ülkelerinin başındaki hükümetler, bugün mali sistemlerini kurtarmak için
trilyonlar harcamaya hazırlanıyorlar. Ama bu hazırlıklar, dünya ekonomisinin
piyasanın ellerine güvenle bırakılamayacağını teyit ediyor. Mevcut durumun tüm
açıklığıyla ortaya koyduğu biçimiyle, kapitalist sınıf ve hükümetler,
sistemlerini kurtarmaya mecbur olduklarını görüyorlar, bu noktada bir zamanlar
“parasal açıdan uygulanamaz” dedikleri, ekonominin koşullarının izin
vermeyeceğini düşündükleri birçok tedbire başvuruyorlar. Görülüyor ki
gerektiğinde hükümetler harekete geçebiliyorlar. Dün sığınılan ideolojik
bahanelerin bugün kabak tadı verdiği görülüyor. Ama şunu da anlamak gerekiyor:
Bu hükümet müdahaleleri, doğası itibarıyla, işçi sınıfının değil patronların
çıkarlarına hizmet ediyor.
Tom Bramble
21 Mart 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder