31 Mart 2019

,

Kulaklı Baykuş


Baştan belirteyim: bu, bir seçim yazısı değil. Sadece seçim gününe denk düşmüştür ya da seçim, yazıdaki çığlığın ve öfkenin üzerine düşen gölgedir.

* * *

Sol sosyalist hareket açısından Erdoğan, bir nimettir. Birçok örgüt, içlerinde sakladıkları, gizledikleri burjuva siyaset yapma arzusunun meşrulaşmasını, dışarı taşmasını onun sayesinde mümkün kılmıştır. Sol, Erdoğan’ı küçülterek büyüyeceğini zannetmiştir. Daha doğrusu, birileri onun kulağına bunu fısıldamıştır.

* * *

Sel Yayınları’ndaki yolsuzluk, solun sorunudur. Onun sermayesi başkalarına aittir, kendisini o sermayeye göre inşa etmiştir, sermaye akışına uyum sağlamaya alışmıştır. Bandrol yolsuzluğu ve taciz hikâyesi, sosyalist hareketteki çürümeye dairdir. Kimsenin konuşmaması, itiraz etmemesi, cerahatin indiği derinliği gösterir. Artık her bir beden, mülk sahibi bireye aittir ve bir kurgudur. Aslolan, onun zevk alması, pazarda varolmasıdır.

Solun okuduğu kitap, bastığı kitap, yazdığı kitap, birbirlerine gösteriş yapmak için kullandığı kitap vs… sermayeden başka bir şey değildir. Kitap, başı sonu belli olmayan, kolektif bir mücadelenin mevzii (artık) değildir.

Market reyonlarında satılan kitap, solun eseridir. “Kitap okunsun yeter ki” demeleri, fikir ve mücadele değil, kâr, çıkar ve rant ile alakalıdır. Para akışı için edilmiştir o laf. Herkes dünyalığını biriktirme derdindedir.

Sol, sınıf, millet ve din bağlamında muhtelif yataklara dolan nehri kurutma pratiğidir. Onun cenneti, Batı Anadolu’da serin bir akşam esintisine karşı rakı yudumlamaktan ibarettir ve o cennet için yoksulların, ezilenlerin mücadele etmesi asla mümkün değildir ki zaten asıl tehlike de bu mücadeledir. Şarkılarında dedikleri gibi: “Bunun için mi geldik dünyaya!”

* * *

Sonuçta “seçimde CHP’ye oy verilmez” diye HDP içinde kazan kaldıranlar, yalan söylemektedirler. Dertleri, gerilimleri yumuşatmak, “bak, en azından doğruyu söyleyenler var” dedirtmek, birilerinin rahatsızlığını, fazla elektrik gibi, toprağa vermektir. Sigortalar, bina inşaatı esnasında gerekli yerlere yerleştirilmiştir, gerekli topraklama yapılmıştır. Şeytan, ön kapıdan kovulup arka kapıdan içeri alınmıştır.

* * *

Postmodern siyaset, hakikat değil, imaj peşindedir. Poz kesmek ve mış gibi yapmak, tek siyasettir. “CHP’ye oy verilmez” derler, o tatil yörelerinin laik sahillerinden de ayrılmazlar! “Ulusalcılar Gezi’yi ele geçirmek istiyor” derler, sonra o Gezi’yi o ulusalcılara tepsiyle servis ederler. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez. Dert, kendileri gibi Avrupa’ya layık, yakışan bir CHP’ye kavuşmaktır, işte o günün adıdır devrim!

Gazı almak için CHP eleştirisi yapmanın, ama öte yandan CHP’nin koltuğu altından ayrılmamanın bir anlamı yoktur. Neticede düzen, CHP eliyle, sosyalist hareketi kendisine örgütlemeyi bilmiştir. Cılız da olsa tutunduğu yerleri oraya terk etmiştir. CHP’nin biraz liberal veya biraz sosyal demokrat olmasının bir önemi kalmamıştır. Sosyalist hareketin devrim yolunu yürümesi artık imkânsızdır. Devrim ve sosyalizm adına söylenen her şey yalandır, gerçekte bir karşılığı yoktur.

* * *

Dersim’de seçime giren partinin başındaki isim (Kemal Okuyan), eskiden köşesinde kendisini “baykuş” olarak takdim ederdi. Onun bilginin, karanlıkta görmenin, âlimliğin simgesi olduğuna inanırdı.

Bugünlerde muhtemelen sevinçlidir. Birgün gibi önemli “sosyalist” yayın organlarının verdiği habere göre, “Ovacık’ta kulaklı baykuş görülmüş.”

Esasen “Dersim’de şu hayvan görüldü, domuzlar eve girdi, nadir görülen bir vaşak türüne rastlandı” türünden haberler, son dönemde bölgenin turizm gelirlerini artırmaya yönelik projenin parçasıdır. Yani geçmişte şehre inen domuzu öldürdüler diye Ordululara “hayvan, gerici” diyen ve kendi şehrinde domuzların beslendiği haberini paylaşan “sosyalist Dersimli” (Evren Barış Yavuz), farkında olmadan veya olarak, şehrinin turizmine katkı yapmak istemektedir. Siyaset, bu tür kişiler için tecimsel bir meseledir.

Aslolan, halkı örgütlemek değil, şahsi cebini doldurmaktır. Bu kişiler, sosyal medyadan “kooperatif kuralım, dayanışma ağları oluşturalım” diyorsa bilin ki paralar suyunu çekmiştir!

* * *

Bugün Dersim’in temel meselesi, turizmdir. Dersim, buna inandırılmaktadır. Seçim de bu zemin üzerine kuruludur. Beyoğlu’da ise seçim, oradaki kültür-sanat hayatının sermayeye cici ve hoş gösterilmesi ile alakalıdır. O da buna ikna edilmektedir.

Dersim’de meselenin bir başka yönü daha vardır: eğer turizm canlandırılmak isteniyorsa, bu bağlamda avcılar bölgeye davet ediliyorsa ve o “kulaklı baykuş görüldü” haberleri sırf bu yüzden yapılıyorsa, dağlar “temiz”leniyor demektir. Yani demek ki ateş başında oturan, tetiğe yapışmış parmaklarını ısıtan kimse kalmayacaktır. Bu anlamda AB’nin ve kapitalizmin farklı gerekçelerle tartıştığı “yavaş şehir”i Dersim’de tartışmanın böylesi bir boyutu da vardır.

* * *

Bu, seçim yazısı değildir, aslında ona “yazı” da denilemez. Yangıdır, sancıdır, sızıdır. Olmayanlara “neden yok!” bağırışıdır.

* * *

Ankara’nınsa Mansur belki ama Yavaş şehir olma ihtimali yoktur. Bölge düzleminde belirli ağlara bağlanan ülkenin başkenti, yavaş olamaz; hız, yasadır. O yasa gereği sağcısı solcusu birlikte kapatırlar arazileri. Sosyalistler, ayrım çizgileriyle birlikte artık iyice silikleşmişlerdir. Bu, arazi rantının ve o hızın emridir.

Mesele, solun bu hıza nasıl ayak uydurabildiğidir. “Hep önde olmalısın” diye emreden birileri vardır; bu, bir fısıltı hâlinde zihinlerde dolaşmaktadır. Dolayısıyla “Kemalizmin gerisine düşemeyiz” ile “kapitalizmin gerisine düşemeyiz”, bugün yoldaşlaşmaktadır. Yol, döne dolaşa işçilere “CHP’ye oy verin” diyebilir, demektedir.

Medyascope gibi solun yeni mekânlarında “eşitlikçi kapitalizm” tartışmaları yürütülmektedir.[1] Pazarlığı yüksekten açanlar, en geri olana razı gelmektedirler. Solun büyük bölümü, bu fikre tavdır. Kapitalizm, sermaye eleştirisi, yalandan ibarettir. Yukarıdan bakıp patronlara vicdan aşılamaya çalışırlar.

* * *

Marx, “Enternasyonal, sosyalist veya yarı sosyalist tarikatları, mücadele eden işçi sınıfının gerçek örgütüyle ikame etmek amacıyla kuruldu”[2] der, bizdeki solcular, Marx’ın saldırdığı solculara benzeyip Marx kitabı satarlar, böylelikle, hem bir tehlikenin önünü almış olurlar hem de para kazanırlar!

* * *

Artık eski tutamaklar kalmamıştır. “İşçi”, “halk” ya da “ezilen” denilirdi, böylesi bir ölçüyle bakılırdı eskiden, bugün sadece “birey” denilebilmekte, demeyene dayak atılmaktadır. O bireyin ikbaline, kariyerine, zevkine solculuk etiketi basılmaktadır. Zımnî anlaşma gereği, geri kalan, devletin kontrolüne terk edilmektedir.

* * *

46 yıl önce, darbeden önce Şilili devrimci Miguel Enríquez, solun Avrupa kaynaklı stratejiye bağlanmasını eleştirir.[3] Bu strateji gereği sınıfsal güçlerin yanlış analiz edildiğini, sol hükümetin yönetici sınıfların belirli bir kesimini koruma altına aldığını söyler. Darbeye doğru ilerleyen süreçte içteki Avrupa, dıştaki Amerika ile birlikte sosyalist hareketi ezmiştir.

* * *

Bugünün TKP ve HDP kurgusu dahi Avrupa stratejisinin parçasıdır.[2] Farklı bir üslup ve yöntem üzerinden, farklı yerleri tutma gereğine bağlı olarak, belirli bir ayrışma yaşanmış olabilir, ama özünde teoriyle ve pratikle ilişki, Avrupa ülkesi olma önkabülü, niyeti, arzusu, kavgası dolayımı ile kurulmaktadır, sorun da buradadır.

O ilişki, Yunan halkını ezen Avrupa’ya, mültecilere çelme takan Avrupa’ya, Ukrayna’ya faşistlerini gönderen Avrupa’ya vs. tek laf edemez. Seçim ve seçim siyaseti bile o Avrupa’nın eseridir. “Emeğin Avrupası” diyenler, Avrupa’nın emeği hâline gelmişlerdir. Avrupa ise sınıf, devrim ve iktidar bağlamında her türden tartışmanın, kavganın, itirazın dışına atılmıştır. Ona kimse dokunamaz, kimse laf edemez.

* * *

Birgün gazetesinin de dediği gibi, “sonuçta kulaklı baykuş görülmüştür.” Bu iyidir, hayırlıdır, uğursuz bir tarafı yoktur. Önemli olan, onu kimin gözlerinin gördüğüdür, daha da önemlisi, niye gördüğüdür. Çok avcı, çok turist, çok turist de çok para demektir. Vicdanlar rahatlasın diye birileri de “yavaş şehirler kuracağız” der küçük burjuvalara.

O küçük burjuvanın bandrolünü okuttuğumuzda ise güncellenmiş kontrgerilla talimnameleri çıkmaktadır ekranda.

Eren Balkır
30 Mart 2019

Dipnotlar:
[1] “Artık solun ve sağın pek bir şey ifade etmediği bir anda, şimdi eksikliğini hissettiğimiz, nispeten eşitlikçi bir kapitalizm.” [Branko Milanoviç Söyleşisi, 14 Şubat 2019, Medyascope]

[2] Karl Marx, “Friedrich Bolte’ye Mektup”, 23 Kasım 1871, İştirakî.

[3] “Miguel Enríquez Söyleşisi”, 3 Kasım 1972, İştirakî.

29 Mart 2019

, ,

Miguel Enríquez Söyleşisi


Chile Hoy

3 Kasım 1972

 

Aşağıda yer verilen, 28 yıldır Devrimci Sol Hareketi Genel Sekreterliğini üstlenmiş olan Miguel Enríquez [27 Mart 1944 - 5 Ekim 1974] ile yapılmış söyleşi, Şili’de haftalık olarak yayınlanan ilerici ve bağımsız Chile Hoy [Bugünün Şili’si] dergisinin 25 Ağustos tarihli sayısında yer aldı. Söyleşi, Allende hükümeti aleyhine karşı-devrimci seferberlikten kısa süre önce yayınlandı. Söyleşi, esas olarak MIR’in Halkın Birliği koalisyonu hükümetine (UP) yönelik pozisyonu, revizyonist Şili Komünist Partisi ile arasındaki farklılıklar, Halk Meclisi çağrısı ve proletaryanın devlet iktidarını nasıl ele geçireceği sorusu türünden önemli politik ve ideolojik meselelere odaklanıyor.

§ § §

 

Son gelen haberlere bakılırsa karşı devrimci baskılar sebebiyle tüm Allende kabinesi istifa etti. Kamyon sahipleri, 10 Ekim’de ülke genelinde kontak kapattılar, bu eyleme dükkâncılar, iş adamları ve profesyoneller destek verdiler. Ülkenin birçok yerinde profesyoneller hâlâ iş başındalar. Görünüşe göre Allende, kabineye kimi generallerin girmesine izin verecek. Bu hamleye Şilili kapitalistler de destek veriyorlar. Kapitalistler, önümüzdeki Mart ayında fabrikalarını kapatma eylemi yapmayı düşünüyor, burada amaçları, seçimler üzerinden kongrede fazla koltuk elde edip Allende’yi hâkim karşısına çıkartmak. Anlaşılan bu gelişme, Şili burjuvazisinin ve onun Washington ile Wall Street’teki müttefiklerinin şiddet araçlarıyla karşı-devrimi gerçekleştirme girişimini bir süreliğine erteledi.

Daha önce de dile getirdiğimiz üzere, Halkın Birliği [UP] hükümeti, mevcut genel koşulların izin verdiklerinden çok daha ileri ve yeni koşulların oluşmasını sağladı. İlk planda UP, devlet aygıtını belli ölçüde reforme etmek suretiyle olağan baskı pratiğinin büyük bir kısmını kesintiye uğrattı ve kitlelerin seferberliği için muazzam bir potansiyelin oluşmasını mümkün kıldı, bu muazzam potansiyel, onların girişimleri sayesinde oluştu ve politik mücadele içerisindeki birçok kesimi kucakladı.

Bu sebeple biz, hükümetin istikrarlı bir şekilde çalışması için savunulması gerektiğini söyledik ve bu yönde bir çağrıda bulunduk. Bu, bizim 4 Eylül 1970’ten beri savunduğumuz bir konumdur. İstikrarı ve hükümeti savunuyoruz diye Halkın Birliği’nin tüm politik eylemlerini ve her bir liderini destekliyor değiliz, sadece hükümetin istikrarının ve varlığının kayıtsız şartsız savunmak gerektiği iddiasındayız.

Şili Komünist Partisi, MIR’i Halkın Birliği içerisindeki politik partilerden kendisini tecrit etmeye çalışmakla eleştiriyor. Şili’de devrimci sürecin ŞKP olmadan işlemesi sizce mümkün mü?

Politik bir eğilimin eksikliğinde bizim bazı işleri başarıp başaramayacağımız sorusunu esasen tuhaf buluyorum. Ayrıca MIR’in herhangi bir eğilimi dışlamak gibi bir derdi yok. Esasen MIR, kendi politikasını ortaya koymak ve somutlamakla ilgileniyor.

Meselemiz, Şili Komünist Partisi ile mücadele etmek değil, belirli bir politik hatla mücadele etmek. Bugün birbirine karşıt iki politik hat mevcut. Bunlardan biri devrimci diğeri de reformist hattır. Asıl mücadele, Şili Komünist Partisi’nin varlığı değil, bu partinin ideolojisinin muhtevası ve yönelimi ile ilgilidir. Bu doğrultuda mücadele etmeye her koşulda devam edeceğiz, bu mücadelede verilecek her türden tavizin söz konusu mücadeleyi verenlerin elinden silâhlarını alacağı düşüncesindeyiz.

MIR, Halkın Birliği programının kendisinin programı olmadığını, onu sahiplenmediğini ısrarla dile getiriyor. Sizce MIR, azami programla asgari programı birbirine karıştırıyor olabilir mi? Şuan siz, esasen nihayetinde Halkın Birliği programını değiştirmek zorunda kalacak olan devrimci bir programa bağlı değil misiniz?

Temel meseleyi MIR’in program anlayışı ve Halkın Birliği bünyesinde varolan muhtelif unsurlar ışığında ele almak gerekmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, ilk planda devrim süreci, sömürünün dayandığı sistemlerin imhasına ve yerine başka bir sistemin inşa edilmesine doğru ilerlemelidir. Bu süreç, bir bütün olarak yönetici sınıflara indirilecek ağır darbeleri içermektedir. Yönetici sınıflar, sadece üretim araçlarının sahipleri değildirler, onlar ayrıca aynı anda tüm yönleriyle mücadele edilmesi gereken karmaşık bir toplumsal ve politik sistemi de temsil etmektedirler. Halkın Birliği hükümeti içerisinde bir kesim, yönetici sınıfların belirli kesimlerini koruma altına alan özel bir politika geliştirmiştir.

Kendi düşmanlarını tarif ederken Halkın Birliği, yönetici sınıfın sadece belirli kesimlerine saldırmak ama tüm düşman sınıfa saldırmamakla ciddi bir hata yapmıştır.

Temel sınıfsal güçleri teşkil eden kesimleri ve onların müttefikleri üzerinden baktığımızda Halkın Birliği’nin başvurduğu strateji, iki temel yanlışla maluldür. İlki, halk kitlelerinin düşmanlarını hangi kesimlerin teşkil ettiği konusunda geliştirilen fikirle alakalıdır.

Sadece tarım burjuvazisinin belirli kesimlerini düşman belleyip burjuvazinin geri kalan kısmını koruma altına almak suretiyle UP, köy yoksullarının, tarım proletaryasının, işsizlerin ve yoksul çiftçilerin mücadeleye katılmalarına mani olmuştur. Halkın Birliği, muazzam bir potansiyele sahip olan bu gücü elinin tersiyle itmiştir.

Halkın Birliği, sadece büyük sanayi kollarında çalışan kentli proletaryanın belirli kesimlerini örgütlemiştir. Büyük, orta ve küçük ölçekli sanayi kollarındaki işçilerse harekete geçirilememiştir.

İkinci yanlışsa, Halkın Birliği’nin yönlendirme becerisine sahip temel sınıfsal güçleri analiz etme noktasında başvurduğu Avrupa kaynaklı stratejiyle ilgilidir. Bu analiz, kentli yoksulların geniş kesimlerini görmezden gelmiş, onlara öncülük verilmemiştir. Oysa sanayi proletaryasının bu kesimlerle kalıcı bir ittifak kurması mümkündü, hatta böylesi bir ittifak zaruriydi.

“Ana gündemimiz kongreyi imha etmektir” sloganı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kongrenin yıkılması yönünde çağrıda bulunmak bir şeydir, bugün bu işi yapabilmekse başka bir şeydir. Bizim amacız, burjuva devlet aygıtını yok etmektir. MIR, bugün kongrenin yıkılması yönünde bir çağrıda bulunmamaktadır.

Kongrenin feshedilmesi ise stratejik bir hedeftir. Bu, kitlelerin mücadelesini birleştirecek bir slogandır. Bugün bu işin yapılamayacak olması, “devleti yıkalım” sloganının iyi bir ajitatif slogan olmadığı anlamına gelmediği gibi, “bugün hiçbir şey yapılmamalı” demek de değildir.

Sosyalist Parti ve Hristiyan Sol Parti çıkıp işçi-köylü şuraları çağrısı yaptığına göre, bu formülü dillendirmek mümkün ve zaruridir.

Reformistler Halk Meclisi çağrısına saldırıyorlar, bize çamur atıyorlar ve MIR’in bugün kongreyi feshetmek istediğini söylüyorlar. Bu formül aptalcadır. Sanki Vietnam’da Ulusal Kurtuluş Cephesi içinde ABD ordusunu fesh mi edelim yoksa onunla savaşalım mı? diye tartışma sürmüş gibi burada da benzer bir polemik içine girilmektedir. Amacımız, ileride işçi-köylü şuralarının oluşmasını mümkün kılacak politik koşulları yaratmaktır.

İşçi-köylü şuralarının somut görevleri nelerdir?

Temelde bu şuralar, insanları bir araya getirip tek bir güç meydana getirmek, halkın tüm kesimlerinin taleplerini içeren bir programı gündeme taşımaktır. Sol içerisinde süren ideolojik kavga, işte bu zeminde ele alınmalıdır. Eğer ideolojik düzeyde sürmekte olan polemikler kitleleri kucaklarsa ve bu türden şuralarda yapılırsa, durum köklü bir biçimde değişecektir. Bu da hem sol içerisinde hem de tüm dünyada bugün güçlerin kendi aralarında kurdukları ilişkiyi terse çevirecektir. Biz, meselelere bu açıdan ele alıyoruz. Şili için yegâne geçerli politik program budur.

[Kaynak: Chile 1970-1973: From Allende’s Election to the Fascist Takeover, Workers World, 21 Ekim 1973, s. 57-59.]

,

Friedrich Bolte’ye Mektup

Dostum Bolte,

Mektubunu dün Sorge’nin raporu ile birlikte aldım.[1]

1. Her şeyden önce Genel Konsey’in New York Federal Konseyi’ne yönelik tutumu konusunda şunu söylemem lazım: Sorge’ye yeni göndermiş olduğum mektupların (ayrıca Sorge’yle gizli iletişim kurması konusunda yetki verdiğim Speyer’e yazdığım mektubun) senin temsil ettiğin Alman Seksiyonu’na dair alabildiğine hatalı bir bakış açısını ortadan kaldırdığını belirtmeliyim.[2]

Enternasyonal’in kurulduğu diğer tüm ülkelerde olduğu gibi Birleşik Devletler’de de Genel Konsey, ilk başta birbirinden farklı bireylere yetki vermek ve onları resmi temsilcisi olarak atamak zorunda kaldı. Fakat New York Komitesi’nin bir miktar istikrara kavuşması ile birlikte, bu temsilcilerin hepsi, devre dışı bırakılamasa da tek tek defterden silindi.

Belirli bir süre geçti ve eskiden yetkili olan temsilcilerle yapılan resmi yazışmalar, sadece Eccarius’un Jessup ile yaptıkları ile sınırlı kaldı. Görebildiğim kadarıyla sen de mektubunda Jessup’la yapılan yazışmalar konusunda hiç şikâyetçi değilsin.

Zaten Birleşik Devletler’le yapılan resmi yazışmalar, sadece Eccarius üzerinden yapılacaktı. Ben ve Dupont ise o dönemde Fransız Seksiyonu’nun temsilcisiydik, sonuçta Dupont da ancak Eccarius ile yazışma imkânına sahipti.

Sorge ve senin dışında ben, kimseyle resmi yazışma içerisine girmedim. Sigfrid Meyer’e gönderdiklerimse özel mektuplardı ve Sigrid, onları hiçbir şekilde yayımlamadı, zira bunlar, içeriği itibarıyla, New York Komitesi’nin başını derde sokacak, ona zarar verecek cinsten mektuplardı.

Diğer yandan, Genel Konsey’in iki İngiliz üyesi George Harris ve muhtemelen Boon’un New York’taki Enternasyonal şubeleriyle özel yazışmalar gerçekleştirdiğine hiç şüphe yok. Her iki isim de aramızdan ayrılmış olan Bronterre O’Brien tarikatına mensup. Bu tarikatsa kalpazanları, kadınları güya kurtaracağını söyleyen şarlatanları bünyesinde toplamış akılsız ve tuhaf bir yapı.[3] Bunlar, doğal olarak New York’taki 12. Seksiyon’un doğal müttefikleri, onlarla aynı kafadan isimler.[4]

Genel Konsey’in kendi üyelerinin özel yazışma içerisine girmelerini yasaklama hakkı bulunmuyor. Fakat bize bu özel yazışmanın resmi olup olmadığı, Genel Konsey’in faaliyetlerine mani olup olmadığı, yayınlanıp yayınlanmadıkları, New York Komitesi’ni batağa sürükleyip sürüklemediği konusunda net açıklamalar yapılması gerekiyor. O vakit bu türden kötülüklere ve fesada karşı gerekli önlemler tabii ki alınacaktır.

Ne kadar ahmak olurlarsa olsunlar bu Obrayncılar, Konsey’de sendikacılar kadar güçlüdürler. Bunlar, toprak meselesi konusunda daha devrimci ve daha sağlam bir duruşa sahiptirler, ayrıca daha az milliyetçidirler, burjuvazide şu veya bu biçim altında görülen rüşvetçiliğe pek de düşkün kişiler değildirler. Öyle olsalar, çoktan Enternasyonal’den şutlanmışlardı.

2. Bir No’lu Alman Seksiyonu’nun burjuva hayırseverlere, tarikatçı çevrelere veya amatör gruplara meyilli olması, beni gerçekten hayrete düşürüyor.

Oysa bizim konumumuz, böylesi bir konumla çelişmektedir.

Enternasyonal, sosyalist veya yarı sosyalist tarikatları, mücadele eden işçi sınıfının gerçek örgütüyle ikame etmek amacıyla kuruldu. İlk tüzüğüne ve açılış konuşmasına[5] baktığımızda bu net bir biçimde görülmektedir. Diğer yandan, tarihsel süreç tarikat sistemini ezip geçmeseydi, Enternasyonal varlığını sürdüremezdi. Sosyalist tarikatların gelişim sistemi ile hakikî bir işçiler hareketinin gelişim sistemi, birbirlerine nazaran daima ters orantılı seyretmiştir. İşçi sınıfı, bağımsız bir tarihsel hareket için yeterli olgunluğa erişene dek tarikatlar (tarihsel açıdan) haklıdırlar. İşçi sınıfı söz konusu olgunluğa eriştiğinde, hastalıklı tarikatlar, esas olarak gerici hâle gelirler. Gene de tarihin her yerde gösterdiği şey Enternasyonal içinde de tekrarlanmıştır. Modası geçmiş olan, yeni elde edilmiş biçim dâhilinde kendini tekrar tesis edip varlığını sürdürme gayreti içindedir.

Enternasyonal’in tarihi, hakiki işçi sınıfı hareketine karşı Enternasyonal bünyesinde kendi varlığını ortaya koymaya çalışan tarikatlar ve amatör deneyler aleyhine işleyen, Genel Konsey üzerinden kesintisiz olarak sürdürülen bir mücadelenin tarihidir. Bu mücadele, kongrelerde ama daha çok, tek tek her bir seksiyonla Genel Konsey arasındaki özel ilişkiler dâhilinde yürütülmüştür.

Enternasyonal Derneği’ni Paris’te Prudoncular (Mutualistler) kurmuştu, doğal olarak ilk yıllarında dizginler onların ellerindeydi. Sonrasında bu kişiler karşılarında kolektivistler ve pozitivistler gibi örgütleri buldular.

Almanya’da ise Lassalle kliği hâkimdi. Kötü bir şöhrete sahip olan Schweitzer’le bizzat iki yıl yazıştım ve ona Lassalle’ın örgütünün tarikatvari bir örgüt olduğunu, Enternasyonal’in uğruna mücadele verdiği hakiki işçi hareketi örgütüne düşmanlık ettiğini tartışma götürmez biçimde ispatladım. Schweitzer, tüm söylediklerimi belirli sebeplere bağlı olarak anlamadı, anlamak istemedi.

1868 yılı sonunda Rus Bakunin, bizzat kendisinin liderlik edeceği “Sosyalist Demokrasi İttifakı”[6] adıyla ikinci bir Enternasyonal teşkil etmek amacıyla Enternasyonal’e girdi. Teorik bilgiden mahrum olan biri olarak Bakunin, bu ayrı yapının Enternasyonal’in yürüteceği bilimsel propagandayı üstleneceği, böylelikle kendi enternasyonalinin Enternasyonal bünyesinde özel bir işlevi yerine getireceği iddiasında bulunuyordu.

Bakunin’in programı, soldan ve sağdan toplayıp, zorlama bir biçimde, laf olsun torba dolsun diye bir araya getirdiği ıvır zıvırdan müteşekkildi ve temelde sınıflar arası eşitlik(!), (Sensimoncuların zırvaladığı biçimiyle) toplumsal hareketin çıkış noktası olarak miras hakkının ilgası ve üyelere dikte edilen bir dogma olarak ateizm üzerine kuruluydu. Dayandığı asıl dogma ise (Prudoncularda görülen) politik hareketten imtina etmeyi esas alan yaklaşımdı.

Bu çocukların eline yakışacak cinsten okuma kitabı, İtalya ve İspanya’da rağbet gördü (hâlen daha buralarda ciddiye bir etkiye sahip). Bu tür ülkelerde işçi hareketinin oluşumu için gerekli gerçek koşullar henüz oluşmamış durumda. Ha bir de Bakunin, dar da olsa, boş tenekeden farksız, doktriner İsviçreli ve Belçikalı kimi mahfillerde belirli bir nüfuza sahip.

Proudhon, Saint-Simon gibi isimlerden derleyip topladığı çerçöpten ibaret olan bir doktrine sırtını yaslayan Bay Bakunin için teori, ikincil bir meseleydi, hâlâ daha böyledir. Teori, ona göre, şahsi benlik kavgasının bir aracından ibarettir. Teorik düzlemde hiç varolmayan biri olarak Bakunin, kendisini, en iyi, bir dalavereci olarak ifade edebilmektedir.

Genel Konsey (belli ölçüde Fransız Prudoncularca Güney Fransa’da destek gören) bu komplo ile yıllarca mücadele etmek zorunda kaldı. Nihayetinde Konferans’ın aldığı, 1, 2, 3, 9, 16 ve 17 sayılı kararlar aracılığıyla uzun bir hazırlık sürecinin ardından ciddi bir darbe aldı.[7]

Öte yandan Genel Konsey’in Avrupa’da verdiği mücadelenin Amerika’da pek destek görmediği anlaşılıyor. 1, 2, 3 ve 9 sayılı kararlar, bugün itibarıyla New York Komitesi’ne tüm tarikat faaliyetlerine ve amatör örgütlerin girişimlerine son vermek, gerektiğinde onları ihraç etmek için gerekli hukukî silâhları temin ediyorlar.

3. New York Komitesi, Genel Konsey’e göndereceği resmî bir mektupla Konferans kararlarını eksiksiz kabul ettiğini açık bir dille ifade etmekle çok iyi bir iş yapmış olacaktır.

14 sayılı (Neçayev duruşmasının Egalité’de yayınlanmasını öngören) karar, bizzat Bakunin’i tehdit eden bir karardır.[8] Bu sayede Bakunin’in Rusya’daki tüm kepazelikleri gün ışığına çıkacak, onun takipçilerinden geri kalan isimlerin Konferans’ı protesto eden girişimlerini herkes öğrenecektir.

Bu protestoların örgütlendiği dönemde Bakunin, Cenevre ve Londra’da bulunan Fransız mültecilerle temas kurmuştur (yine de bu kesimin sayıca az olduklarını belirtmek gerek). Bu çevrenin attığı slogana göre, Genel Konsey Pan-Almancıların (veya Bismarkçılığın) hâkimiyeti altındadır. Burada kastedilen benim, benim doğuştan Alman olmam üzerinde duruyorlar, dolayısıyla benim Genel Konsey üzerinde düşünsel-teorik bir nüfuza sahip olduğumu söylüyorlar. (Not: Konsey’deki Almanların sayısı İngilizlerin üçte ikisi kadardır, ayrıca Fransızlardan da azdır. Dolayısıyla burada dile getirilen asıl suç, teorik planda Almanların Fransız ve İngilizlere hükmediyor olmaları, ayrıca onların bu hâkimiyeti, yani Alman biliminin baskınlığını gayet faydalı, hatta vazgeçilmez bulmalarıdır.)

Cenevre’de (Lozan Kongresi’nde utanmak nedir bilmeden, Ferré’yi Versay’ın cellâtlarına şikâyet eden) burjuvazinin himayesinde faaliyet yürüten Madam André Léo, La Révolution sociale isminde bir gazete çıkartıyor. Gazetede Avrupa’nın en gerici gazetesi Journal de Genève’in kullandığı birebir aynı ifadelerle bize karşı polemik yürütüyor.

Bu Bakuninciler, Londra’da Fransız Seksiyonu'nu[10] kurmaya çalıştılar. Bunların faaliyetlerine dair bir örneği ekte sunduğum Qui Vive! dergisinin 42. sayısında bulmak mümkün. (Sayıda bizim Fransız sekreterimiz Serraillier’nin mektubuna da yer veriliyor[11). Birçoğu polis casusu olan yirmi kişinin meydana getirdiği bu seksiyonu Genel Konsey henüz tanımış değil, lâkin sayıca daha büyük olan başka bir seksiyon kabul görmüş durumda.[12]

Hainler çetesinin tüm hilelerine rağmen Fransa’daki propaganda faaliyetlerimiz hâlihazırda devam ediyor. Sermaye le ilgili kitabım, Bakunin’in değer gördüğü Rusya’da Rusça olarak yayımlanıyor.[13]

İlk belirtilen (bizim tanımadığımız, bugünlerde tümüyle dağılma sürecine girmiş olan) Fransız Seksiyonu’nun sekreteri Durand’ı biz Enternasyonal’den polis casusu olduğu için kovduk.[14]

“Politika bizim neyimize” diyen, politikadan uzak duran, Gaspard Blanc ve Lyonslu Albert Richard türünden Bakuninciler, artık maaşlı birer Bonapartçı ajandır. Bu konuda elimizde kimi deliller bulunmaktadır. Fransız Seksiyonu’nun şikâyetine göre, Cenevre’de aynı klik bünyesinde faaliyet yürüten, Güney Fransa’nın Béziers kentinin temsilciliğini üstlenmiş olan Bousquet, bir polistir![15]

4. Konferans kararlarıyla ilgili olarak şunu söylemem lazım: Kararların bulunduğu sayı şuan elimde, ilk olarak da en uzak yer olduğu için New York’a (Sorge’ye) gönderdim.[16]

Öncesinde basında konferansla ilgili çıkan yarı doğru yarı yanlış haberlerde tüm suç, bir Konferans delegesinin (Eccarius’un) üzerine atılıyor ki Genel Konsey, zaten bu kişiyle ilgili bir soruşturma başlatmış durumdadır.

5. Washington Seksiyonu, ilkin Genel Konsey’e başvuruda bulunmuş, onunla bağımsız bir seksiyon olarak temas kurmak istemiştir.[17] Bugün itibarıyla mesele çözüme kavuşturulmuştur, dolayısıyla Washington Seksiyonu’yla tekrar görüşmenin bir yararı yoktur.

Seksiyonlarla ilgili olarak aşağıda dile getirilen genel açıklamalar geçerli olacaktır:

(a) Tüzüğün yedinci maddesi (“Yereldeki hiçbir bağımsız derneğin Genel Konsey’le doğrudan yazışmasına engel olunamaz.”) uyarınca, bağımsız olmak isteyen seksiyonlar, kabul için Genel Konsey’e doğrudan başvuruda bulunabilirler. Tüzüğün II. Bölüm’ünde yer alan dördüncü ve beşinci maddesi uyarınca, “Enternasyonal’e katılma niyetinde olan her bir şube veya dernek (ki burada “yerelliklerdeki bağımsız dernekler” kastediliyor) Genel Konsey’e bağlı olduğunu en kısa sürede beyan etmek zorundadır.” (4. Madde) Ayrıca “Genel Konsey, yeni şubenin Enternasyonal’e bağlanma isteğini kabul veya reddetme hakkına sahiptir.” (5. Madde)

(b) Tüzüğün beşinci maddesi uyarınca Genel Konsey, kabul öncesi federal konseylere veya komitelere danışmak zorundadır.

(c) Konferans kararı uyarınca (Bkz. Tüzük V. Bölüm, 3. Madde) belirli bir tarikatın ismini taşıyan bir seksiyon, asla kabul edilmeyecektir. Ayrıca böylesi bir yapı, kendisini Enternasyonal İşçi Derneği’ne bağlı bir seksiyon olarak teşkil edemez. (V. Bölüm, 2 Madde)

Lütfen bu mektubu temsil ettiğin Alman Seksiyonu’na ilet, ama sakın yayımlama, sadece içeriğinin faaliyetler dâhilinde kullanılmasını sağla.

Tüm kardeşlik duygularımla selamlıyorum,

* * *

Kapital henüz İngilizcede ve Fransızcada yayınlanmış değil. Fransızca baskısı üzerinde çalışıyoruz, ama yaşanan olaylar sonucu bu çalışma kesintiye uğradı.[18]

Benim ricam üzerine Eccarius, Birleşik Devletler’deki tüm seksiyonların sekreteri olarak atanmıştır (tek istisna Fransız seksiyonudur, onun sekreterliğini de Le Moussu üstlenecektir.). Gene de senin veya Sorge’nin soracağı her türden özel soruyu memnuniyetle cevaplarım. Engels, Enternasyonal’in İrlanda Cumhuriyeti’ndeki faaliyetlerine dair bir makaleyi yayımlanması amacıyla İtalya’ya gönderdi.

İleride Genel Konsey toplantılarına dair raporları içeren Eastern Post gazetesi nüshaları New York’a, Sorge’nin adresine düzenli olarak gönderilecek.

Politik Hareket Üzerine Önemli Not: İşçi sınıfının politik hareketi, doğası gereği belirli bir nihai hedefe sahiptir ve bu hedef, işçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesidir. Bu da elbette işçi sınıfına ait olan, ekonomik mücadelelerden neşet eden, belirli bir noktaya dek gelişme imkânı bulmuş, özel bir örgüte ihtiyaç duyar.

Fakat öte yandan işçi sınıfının yönetici sınıflara karşı bir sınıf olarak varlık imkânı bulmasını sağlayan, dışarıdan uygulanan bir baskı sonucu o yönetici sınıfları baskı altına almaya çalıştığı her türden hareket, politik bir harekettir. Örneğin belirli bir fabrikada veya sektörde grev gibi araçlarla kapitalistleri işçileri daha kısa süreler için çalıştırmaya mecbur etmeye yönelik bir çaba, saf mânâda ekonomik harekete denk düşer. Gelgelelim, kapitalistleri sekiz saatlik işgünü yasasını çıkartmaya zorlayan bir hareketse politik bir harekettir. Bu sayede, işçilerin her yerde birbirinden ayrı işleyen ekonomik hareketleri dâhilinde politik bir hareket gelişir. Bir sınıf hareketi olarak bu hareketin amacı, çıkarlarına uygun amaçlara ulaşmak, bu bağlamda, genel, toplumsal düzlemde bağlayıcılığı olan bir güce kavuşmaktır. Bu türden hareketler, varolma noktasında, öncesinde belirli bir örgütlenme düzeyine ulaşmaya mecburdurlar, ama aynı şekilde örgütlenme faaliyetinin gelişimi ancak hareket olmaya bağlıdır.

İşçi sınıfının yönetici sınıfların kolektif gücüne, yani politik iktidara karşı nihai darbeyi indirecek harekâta girişebilmesi için örgütsel düzeyde henüz gelişmediği yerlerde, onun, yönetici sınıfların politikalarına karşı geliştirilen düşmanca tutum ve kesintisiz ajitasyon faaliyetiyle, her ne pahasına olursa olsun eğitilmesi gerekir. Aksi takdirde Fransa’da yaşanan Eylül Devrimi’nde görüldüğü üzere, işçi sınıfı, yönetici sınıfların elinde bir oyuncağa dönüşür. Messrs Gladstone ve şürekâsının bugüne dek İngiltere’de sergilediği oyun için de aynı tespit geçerlidir.

Karl Marx
23 Kasım 1871

[Kaynak: Karl Marx ve Frederick Engels, Collected Works, 44. Cilt, s. 251-259.]

[Bu mektubun İngilizcesi, kısaltılmış hâliyle, ilk olarak şurada yayınlandı: The International Socialist Review, Şikago, 1911; tam hâline şurada yer verildi: K. Marx ve F. Engels, Letters to Americans. 1848-1895, International Publishers, New York, 1953, s. 251.]

Dipnotlar:
[1] Burada Sorge’nin imzaladığı, 5 Kasım 1871 tarihli rapora atıfta bulunuluyor: Kuzey Amerika Enternasyonal Merkez Komitesi’nin Genel Konsey’e Gönderdiği Ekim 1871 Tarihli Rapor.

[2] Burada New York’ta bulunan 1. No’lu Alman Seksiyonu’ndan bahsediliyor. ABD’de Enternasyonal’e bağlı en eski seksiyon olan Alman Seksiyonu 1857’de devrimci Alman göçmenler tarafından kurulan Komünist Kulüp içinden çıktı. Bu kulübün çekirdeğini ise eski Komünist Birlik üyeleri ve Marx’ın dostları oluşturuyordu. Üyeleri, Marksizm propagandası yapan New York Genel Alman İşçileri Derneği’nde öncü bir rol oynadılar. Aralık 1869’da Genel Alman İşçileri Derneği Enternasyonal’e bağlanıp 1. No’lu Seksiyon adını aldı. Süreç içerisinde seksiyon, burjuva reformculara karşı aktif bir mücadele yürüttü.

[3] Burada James O'Brien taraftarlarından bahsediliyor. Toprağın millileştirilmesi ve İrlanda sorunu gibi bir dizi meselede Enternasyonal bünyesinde Marx’ı destekleyen bu çevre, belirli hususlarda ütopyacılara has bir tutum içerisindeydi: bu bağlamda ilgili çevre, kamusal ambarlar kurulması suretiyle emek ürünlerini maliyet bedelleri üzerinden dolaysız ve adil bir biçimde takas edilmesi ve sembolik emek parasının gündeme getirilmesi gibi fikirleri savunuyordu.

[4] 12 No’lu Seksiyon Enternasyonal’in Amerikan seksiyonları arasında Temmuz 1871’de katıldı. Liderleri arasında bulunan feminist Victoria Woodhull ve Tennessee Claflin, Enternasyonal adına burjuva reformları için kampanya yürütmeye koyuldu. 27 Eylül 1871’de, New York Merkez Komitesi’nin bilgisi olmaksızın 12 No’lu Seksiyon, Genel Konsey’in kendisini ABD’deki Enternasyonal’in lider kurumu olarak kabul edilmesini istedi. Diğer yandan seksiyon, basın yoluyla, Enternasyonal’in proleter niteliğini savunmakta olan diğer seksiyonlara karşı kampanya yürüttü.

5 Kasım 1871 tarihli kararında Genel Konsey 12 No’lu Seksiyon’un talep ve iddialarını reddetti ve New York Merkez Komitesi’nin yetkilerini onayladı. Buna karşın 12 No’lu Seksiyon faaliyetlerine kaldığı yerden, aynı içerikle devam etti, bu da sonuçta proleter ve küçük burjuva seksiyonlar arasında bir ayrışmaya neden oldu. Mart 1872’de Genel Konsey 12 No’lu Seksiyon’u Enternasyonal’den ihraç etti, Eylül 1872’de ise bu karar Lahey Kongresi’nce teyit edildi.

[5] K. Marx, “Enternasyonal’in Geçici Tüzüğü ve İşçilerin Enternasyonal Derneği’ndeki Açılış Konuşması”

[6] Mikhail Bakunin ve taraftarları, Ekim 1868’de Cenevre’de Uluslararası Sosyalist Demokrasi İttifakı (L'Alliance internationale de la démocratie socialiste) adında bir anarşist örgüt kurdular. İttifakın programı, tüm devletin ilga edilmesini, sınıfların eşitlenmesini ve miras hakkının ortadan kaldırılmasını talep etmekteydi. İttifakın liderleri, örgütün Enternasyonal bünyesinde özerk bir örgüt olarak kabul görmesini talep ettiler. Genel Konsey taleplerini reddetti ( bu konuyla ilgili olarak Marx’ın kaleme aldığı, Genel Konsey’in 22 Aralık 1868’de onayladığı karara bakılabilir: “Enternasyonal İşçilerin Derneği ve Enternasyonal Sosyalist Demokrasi İttifakı”, Collected Works, 21. Cilt). Bunun üzerine İttifak’ın kurucuları onu lağv edeceğini söyleyince 1869’da Enternasyonal’e aynı şartlar temelinde kabul edildiler. İttifak’ı lağv ettiklerini kamuoyuna açıklasalar da Bakuninciler birlik faaliyetlerini gizlice yürütmeye devam ettiler. Bir fesat örgütü hâlini alan İttifak, Genel Konsey’e karşı çalışmalar yürütüp Enternasyonal bünyesinde sahip olduğu nüfuzu artırmaya çalıştı.

Enternasyonal’in devrimci proleter kanadının Bakuninci gruplara karşı verdiği mücadele, Paris Komünü sonrası epey hız kazandı ve 1871’deki Londra Konferansı ile birlikte iyice sertleşti. Enternasyonal’in 1872’de Lahey’de düzenlediği kongrenin aldığı kararla, varlığı ve yürüttüğü bölücü faaliyetleri artık açığa çıkmış olan gizli Bakuninci İttifak’ın liderleri Mikhail Bakunin ve James Guillaume, Enternasyonal’den ihraç edildi.

[7] Burada 1871 tarihli Londra Konferansı’nın kararlarından bahsediliyor: “Ulusal Konseylerin Seçilmesi” (Karar II, 1, 2, 3. maddeler), “İşçi Sınıfının Politik Eylemi” (Karar IX), “Sosyalist Demokrasi İttifakı” (Karar XVI) ve “İsviçre’nin Fransızca Konuşan Kesiminde Yaşanan Ayrışma” (Karar XVII) (Bkz. Collected Works, 22. Cilt).

[8] K. Marx ve F. Engels, “17-23 Eylül 1871’de Londra’da Toplanan Enternasyonal Delegeleri Konferansı Kararları”, Karar XIV: Yurttaş Outine’e Talimat.

[9] Marx burada, André Léo’nun 1871’de Lozan’da düzenlenen Barış Kongresi’nde yaptığı konuşmadan bahsediyor. O konuşmasında Léo, Ferré ve Rigault’ün Komün’ün uğursuz isimleri olarak anıyor.

[10] Fransız Seksiyonu’nu 1871 Eylül’ünde Londra’da bulunan Fransız mülteciler kuruyor. Seksiyonun liderleri İsviçre’deki Bakunincilerle sıkı ilişkiler kuruyorlar. Seksiyonun resmi gazetesi Qui Vive! Fransız Seksiyonu’nun tüzüğünü yayınlıyor, ardından seksiyon, bu tüzüğü Genel Konsey’in 16 Ekim 1871’de düzenlediği olağanüstü toplantıya takdim ediyor, burada ayrıca özel bir komisyonun kurulması gerektiği üzerinde duruyor. 17 Ekim tarihli toplantıda ise Marx, komisyon adına hazırladığı bir kararı tartışmaya sunuyor ve seksiyonun tüzüğündeki birkaç paragrafın Enternasyonal’in tüzüğüyle uyumlu hâle getirilmesini öneriyor. Augustin Avrial’ın imzaladığı 31 Ekim tarihli mektubunda seksiyon, Genel Konsey’in kararına karşı çıkıyor.

Sonrasında, verilen bu cevap komisyon bünyesinde ve 7 Kasım 1871’de düzenlenen Genel Konsey toplantısında tartışılıyor. Fransa temsilcisi Auguste Serraillier, Marx’ın kaleme aldığı bir kararı tartışmaya sunuyor, konsey bu kararı oybirliğiyle kabul ediyor. Aralık 1871’de Fransız Seksiyonu birkaç gruba ayrışıyor. Yazdığı kimi mektuplarda Marx, bu seksiyonu 1865’te Londra’da kurulmuş olan Fransız Seksiyonu’ndan ayrıştırmak için 2 No’lu Fransız Seksiyonu olarak anıyor.

[11] Qui Vive! gazetesinin 16 Kasım 1871 tarihli 39. sayısında Fransız temsilcisi Serraillier tarafından Genel Konsey adına kaleme alınmış, 11 Kasım tarihli bir mektuba yer veriliyor. Gazetenin genel yayın yönetmeni Vermersch’e hitaben yazılmış olan mektupta, “Genel Konsey, Londra Konferansı kararlarının resmi olmayan bir kaynaktan alınıp söz konusu gazetede yayınlanması konusunda hiçbir sorumluluğu kabul etmemektedir” deniliyor. Serraillier’in asıl dikkatini çektiği husus ise 13. Karar’ın 2. Madde’sinin tahrif edilmesi. Bu maddede, “Alman işçilerin Fransa-Almanya Savaşı esnasında görevlerini yerine getirdiğinden” bahsediliyor (Bkz. Collected Works, 22. Cilt, s. 428).

Serraillier’in mektubuna cevaben, 1871’de kurulan Fransız Seksiyonu’nun on beş üyesi Qui Vive! gazetesinin 19-20 Kasım 1871 tarihli 42. sayısında bir “Protesto Metni” yayınlıyor.

[12] Burada Paris Komünü sonrası mülteci olarak Londra’ya gitmiş olan proleter unsurların Kasım 1871’de kurdukları Fransızca Seksiyonu’ndan bahsediliyor. 18 Kasım 1871’de Seksiyon kendi tüzüğünü oylayıp kabul ediyor, bu tüzük, Şubat 1872’de Genel Konsey tarafından da onaylanıyor. Londra’daki Fransızca Seksiyonu Marguerittes, Le Moussu, De Wolffers gibi isimlerden oluşuyor ve (Vermersch gibi) kimi Fransız mültecilerinin benimsediği küçük burjuva tavra karşı Genel Konsey’in yürüttüğü kampanyaya destek veriyorlar.

[13] Kapital’in birinci cildinin Rusça baskısı Mart 1872’nin sonunda yayımlandı. Üç bin baskı yapıldı. Bu, esasen o dönem için epey yüksek bir rakamdı. Kitap, Çar’ın sansür edeceği beklentilerine karşın hızla satıldı. Devlet, Kapital’in zor anlaşılacağını düşünmüş, yayınlanmasına bu sebeple izin vermişti.

[14] 1871 tarihli Fransız Seksiyonu’nun liderliğini üstlenen, Enternasyonal’i kandıran Gustave Durand’ın ajan olduğu bir süre sonra anlaşıldı. Bu mesele, Genel Konsey’in 7 Ekim 1871 tarihli özel toplantısında ele alındı. Durand’ın polislerle yaptığı yazışmalar konseye sunuldu. Onun Enternasyonal’den ihracıyla ilgili kararı Engels hazırladı ve Genel Konsey’e gene o sundu. (bkz. Collected Works, 23. Cilt, s. 22.)

[15] Burada, Enternasyonal’in Béziers ve Pézenas kentlerinde bulunan seksiyonları adına 13 Kasım 1871 tarihinde kaleme alınıp Serraillier’e gönderilmiş olan mektuptan bahsediliyor. Yazarlar, mektupta Bousquet’in polis ajanı olduğunu söylüyorlar ve onun Enternasyonal’den ihraç edilmesini istiyorlar.

[16] Burada 1871 tarihli Londra Konferansı kararlarından bahsediliyor (Bkz. Collected Works, 22. Cilt, s. 423-31). Genel Konsey, Marx’tan bu kararları İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak yayımlamasını istiyor.

[17] Enternasyonal Kuzey Amerika Merkez Komitesi, tüm seksiyonların kendisine adresleri ve meslekleri de içeren bir üye listesi sunmasını öneriyor. 23 No’lu Washington Seksiyonu, cevabında Merkez Komitesi’yle değil de Genel Konsey’le doğrudan temas kurmayı tercih ettiğini söylüyor.

[18] Kapital’in birinci cildinin çevirisine Charles Keller başlıyor, ama süreç Fransa-Prusya Savaşı sebebiyle kesintiye uğruyor. Kitabın ilk Fransızca baskısı iki cilt hâlinde yayımlanıyor. Joseph Roy’un çevirisinin ilk cildi 1872’de, ikinci cildi ise 1875’te yayımlanma imkânı buluyor. Roy’un aslına uygun olarak, kelimesi kelimesine çevirdiği kitabı Marx yeniden çeviriyor ve ikinci Almanca baskısındaki değişiklikleri de bu çalışmaya alıyor.

25 Mart 2019

,

8 Mart


Emekçi kadınları, asırlardır hükmünü yürüten cehaletten ve kölelik zincirlerinden ancak Lenin’in partisinin rehberlik ettiği proletarya diktatörlüğü kurtarabilirdi. Sovyet ittifakı bünyesinde bir araya gelen diğer tüm cumhuriyetlerde olduğu gibi Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde de “Sovyet hâkimiyetinin tesis edildiği ilk aylarda kadınlarla ilgili kanunlar yürürlüğe girdi. Kadını bağımlı kılan kanunların yerinde artık yeller esmektedir.” [V. İ. Lenin]

Bolşevik partisinin kadınların esaretten kurtarılması noktasında başardığı büyük işler neticesinde ve sosyalizmi kurma konusunda ortaya konulan azimli çalışmaların ulaştığı başarılar sayesinde kadınlar, büyük kütleler hâlinde sanayiye girmeye ve muhtelif sahalarda çalışmaya, birer rehber olarak varlık imkânı bulmaya başladılar.

Partinin rehberliğinde hareket eden Kafkasya Ülke Komitesi ve Azerbaycan KP’si merkez komitesinin çalışmaları sonucu Azerbaycanlı kadınlar, tezgâhlarda, fabrikalarda, bantların ardında çalışmaya, uçak ve traktör kullanmaya, okullarda öğretmenlik yapmaya başladı. Petrol ve pamuk üretimine katılan kadınlar kendi elleriyle kuruyorlar sosyalizmi. Bugün fabrika ve atölye müdürü, mühendis, öğretmen, hekim, ziraatçı, teknisyen, pilot, akademisyen, savcı, müzisyen ve yazar birçok kadınla tanışmak mümkün.

Proleter devletin idaresinde emekçi kadınlar daha fazla yer buluyorlar kendilerine. Bugün Azerbaycan’da köy ve şehir meclislerinde, ilçe icra komitelerinde, merkezî icra komitelerinde 12.500 kadar kadın çalışma yürütmektedir. Köy meclislerindeki kadınların sayısı şehir meclislerine kıyasla daha fazla artmıştır. 1925’te köy meclislerindeki kadın sayısı 2.923 iken 1931’de bu sayı 8.577’ye 1935’te ise 11.723’e çıkmıştır.

Bugün on binlerce, yüz binlerce kadın, okuma-yazma öğrenmekte, ülkenin kuruluşuna iştirak etmektedir.

Partinin rehberliğinde ilerleyen sosyalizmin kuruluş süreci önemli başarılarla taçlanmıştır. Bu başarılar sayesinde kadınların da bilinç düzeyi yükselmiştir. Kapitalizmin kalıntıları bilinçlerden ve ekonomiden temizlenmektedir.

Sosyalizm sistemi, kolhozda gösterdiği başarılardan dolayı ödüllendirilmiş pamuk işçisi Besti Bağırova gibi önemli isimler yetiştirip eğitmiştir. Bağırova, elle günde 220 kilo pamuk toplayabilmektedir. Petrol üretimi sahasında ve sosyalist tarlalarda çalışan kadın sayısı günden güne artmaktadır.

“Besti” “Yeter” demektir. Yoksul babası onuncu çocuk da kız olunca kızının adını “Besti” koymuştur. Geçmişte böyle idi. Kız çocuğu ailenin taşıyamayacağı bir yük olarak görülürdü. Eski dünyanın uzak durduğu, imtina ettiği bir varlık olarak kadın, proletarya diktatöryasında idarenin ve toplumun faal bir parçası, sosyalizmi kurma mücadelesinin coşkulu bir askeridir.

Köylerde tasarruf ile ilgili kanunnamenin kabulü ile birlikte, kolhoz kuruculuğunda, kolhozların ilerletilip sağlamlaştırılmasında ve tüm kolhozcuların varlık imkânı bulmasında kadının rolü daha da artmıştır.

8 Mart, emekçi kadınların devrimci kuvvetine saygı günüdür. Beynelmilel kadınlar günü, Sovyet ülkesinde sosyalizmin kuruluşuna kadınların iştirak edişine dair bir delildir.

Bugünde petrol üretimi, köylerde hasat toplama, hayvancılığın geliştirilmesi ve ilerletilmesi, kurucu faaliyetler açısından önemli bir yer tutmaktadır.

Tüm dünyanın emekçi kadınlarının uluslararası bayramı ve dayanışma günü proleter hareketi bünyesinde önemli bir eylemdir. Sosyalist proleter sistemin başarıları kapitalist ülkelerde rahatsızlıklara yol açmakta, aynı zamanda zalimlere ve sömürücülere karşı mücadeleye ruh katmaktadır. Bu savaşın dehşet saçan kâbusu her yanda dolaşmaktadır. Her şeyden önce SSCB’ye yönelik savaş tehdidi günden güne artmaktadır. Dünya proleter devriminin tüm kuvvetleri ve komünist partisinin nüfuzu da aynı şekilde çoğalmaktadır.

Sovyet Azerbaycanı’nın emekçi kadınları, Kafkasya’nın ve Sovyet İttifakı’nın tüm emekçileriyle birlikte Sovyetler’in kendisini müdafaa etme becerisini artırmalı, düşman sınıftaki devrim korkusunu yoğunlaştırmalı, petrol ve pamuk ile ilgili planların uygulanması, güçlü bir sosyalist hayvancılık pratiğinin sergilenmesi, müreffeh ve medeni bir hayat için sebatla ve azimle çalışmalıdır.

Sultan Mecid Efendiyev
Bakinski Raboçi
[Bakû İşçisi] gazetesi
Sayı 55, 8 Mart 1935
Kaynak

23 Mart 2019

,

Komasız


Sınıf Bilinci

Burjuvazinin sınıf bilinci, solculardaki sınıf bilincinden daha güçlü. Buna güveniyorlar. Bu açıdan, Economist dergisinin “sosyalizm geliyor” haberini bir ikaz olarak okumak gerek.[1]

Ama bir kısım sosyalist, geçmişte aynı mahfillerden çıkan “21. yüzyıl sosyalizmi” lafına mal bulmuş mağribi misali atladıkları gibi, gene burada dile getirilen “binyıl sosyalizmi” tabirine balıklama atlayacak, bazı örgütler, “en iyi binyıl sosyalisti benim” yarışı içerisine girecekler, bu isimle dernekler kuracaklar, dergiler çıkartacaklar. Bu da esasen, sınıf bilinci konusunda burjuva ideologlarının sosyalistleri her dönemde sollaması ile ilgili bir mesele.

Varoluş için sosyalistler, gerekli kudrete kavuşamadıkları için yelkenlerini burjuvadan, emperyalistten yana esen rüzgârlarla şişirmeye mahkûmlar. Bu amaç doğrultusunda hepsi, belirli bir kıvama getirilmek zorunda. Cinsiyete, sınıfa, ulusa dair birey eksenli modellerin boca edilmesi, bu kıvamla alakalı. Kapitalizm, emperyalizm, sömürgecilik yürümekte, gittiği yerlere kendi aktörlerini, faillerini, öznelerini götürüyor. Sol, kendisini “aktör, fail, özne” kılana tek laf edilemez.

Binyıl sosyalizmiyse gene piyasa dostu, kapitalist ilerlemeye meftun, bireyi gözeten bir ideolojik sızlanma biçimi olarak formüle edilecektir. İstisnasız tüm sol örgütler, bu formüle teşnedirler. Piyasa varolsun ki seçme hürriyeti olsun, özgür seçim hükmetsin[2], sol da bir mal olarak seçilebilsin, rekabet dünyasında yaşayabilsin. Sonuçta sol, rekabetin özgürlük getireceğine dair gizli imanın, ama o özgürlüğün ne getireceğine dair cehaletin adıdır. “Kapitalizmin ‘sosyalizmin bireye saygısı yok’ lafını çürütmenin, bu amaçla bireycileşmenin, kapitalizme yaranmanın” anlamı bulunmamaktadır.[3]

Marx’a Saldırı

Son günlerde Marx’ın mezarına saldırıyorlar.[4] “Yahudi soykırımı”ndan, “nefret”ten ve “açlıktan ölmenin ideolojisi”nden bahsediyorlar. Economist ve arkasındaki ideolojidir bu saldırının müsebbibi. Meriç Aytekin ve Siyonist Şalom’u onlara ortaktır, mezarın üzerine yazılan yazıları, sanki onlar yazmış gibidir![5] Bugün o anıtın üzerinde, bilcümle liberalin “sosyalizm açlıktan başka bir şey getirmez” teranesi yazılıdır. Dertleri, son dönemde yaşanan krizin kitleleri Marksizme “itmesinin” önüne geçmektir.

Çünkü Marksizm, tarih ve toplum bağlamında, bir sınıfın sömüren-ezen sınıfa karşı kudretli ve muktedir olması ile ilgilidir. Asıl rahatsızlık veren yanı, budur. Marksizmin akademide bir yöntem olarak kalması için çok uğraşmalarına rağmen o, hâlâ kudretli ve muktedir olma fikriyle vardır. Temelde o fikre ve varlığa saldırmakta, onu “çıktığı deliğe tıkmaya” çalışmaktadırlar. Dolayısıyla rekabete iman, sol örgütleri hızla Marksizmden uzaklaştırmaktadır. Heykele o örgütler saldırmaktadır. Onlar, Batı’nın dişlerine uygun bir Marksizm ve sosyalizm peşindedirler.

Eksik Marksizm

Dolayısıyla, “Marksizmde şu veya bu eksikti” diye lafa başlayanlar, “onu ben bütünleyeceğim” deyip kendisini satanlar da o saldırıya ortaktırlar. Eksikliği belirlemek ve eksikliği bir kusur olarak takdim etmek, hileli bir savaşın tezahürüdür. “Marksizmde kadın yoktu, dolayısıyla kadın düşmanıydı” lafına çok inanan olmuştur ve hepsi de Economist’e, bugün Marx heykeline saldıranlara yoldaştır. Marx ve Marksizm, komasızlığa, arızaya, parçalığa dair bir im ve imgedir.

Marksizmi zaten politik ve devrimci kılan, o “eksikliği”dir. O, her şeyi kucaklayan, küçük burjuva hezeyanının fikrî karşılığı olan bir tür felsefe olarak kalsın diye çok dua etmişlerdir ama Marksizm, yere eğilip taş alan her öfkeyle buluşmayı bilmiştir. Tam da dert ettikleri, budur. Dişleri sökülsün diye uğraştıkları Marksizm, gene ezilenle, sömürülenle hemhal olmayı bilmektedir.

Tam olanın, eksikliğini giderme derdi ve niyeti olamaz. Onu tamlamaya çalışanların eksik gördükleri ise burjuvazinin yetkelendirdiği, aktör, fail, özne kıldığı, ne idüğü belirsiz “birey” kategorisidir. Bütünlük hikâyeleri, o “tam bireyler” için anlatılmaktadır. Marksizmin o bireylere satılacak bir tarafı bulunmamaktadır.

Burjuva Kardeşliği

Fransız Devrimi’den sonra Spinoza, Kant ya da Hegel üzerinden felsefe, teoloji ve politika alanında süren tartışmalarda, dağınıklığın, parçalanmanın, çatışmaların giderilmesine dönük gayretler hâkimdir. Liberalizm, 1789 sonrası, esas olarak köylülerin bir talebine sırtını yaslar: şehirde işçiler fiyatların sabitlenmesini isterlerken, köylüler fiyatların serbest bırakılmasını talep etmektedirler.

Devrimin bayrağındaki “beyaz” köylülerin rengidir ve bu renk “kardeşlik” şiarına denk düşer. “İnsanların kardeşliği” ise Marx-Engels’in “insanlar kardeş değildir, insanlık proletarya-burjuvazi olarak ikiye bölünmüştür” tespitiyle kılıçlanır. Dolayısıyla, her türlü eleştiriden, çatışmadan, ayrışmadan ve sınırdan muaf tutulan bir “kardeşlik” talebi, liberalizme kapaklanmak zorundadır. Bu talep, burjuvayla bütünlenme muradına dair bir iz, bir işarettir.

Koma

Uzun yıllar, ortaokuldan beri müzik eğitimi almış, yirmi küsur yaşlarında bir arkadaşı bir halk türküsüne ve bağlamaya maruz bırakmıştım. Genç, daha türkünün başında yerinden fırladı, “koma var, koma var!” diye bağırdı. “Yani?” deyince, cevabı şu oldu: “bozuk, arızalı işte, yanlış nota basıyor, hatalı!” dedi. Halk müziğinin komalı bir müzik olduğunu, o basılanın da kendince bir müzik inşa ettiğini yıllar sonra öğrenebildi. Halk müziğini gerici gören kurgunun eğittiği zihin ancak bu tür tepkiler verebiliyordu. Bu tepki, solun halkla ilişkisine dair çok şey söylüyor.

O eğitim, müzikle değil, bir tür insan yetiştirme projesi kapsamında veriliyor çünkü. Köy Enstitüleri, Halkevleri gibi kurumlar, belirli bir insan modeli inşa etmek için varlar. Burjuvazi, bütüne hâkim olmayı satıyor, “bütün benden sorulur” diyor, her türlü dış unsuru, parça kalanı, “hastalıklı, düşman, zararlı” kabul ediyor. Sol, ancak böyle görünmeme, böyle “olmama” imkânını satabiliyor.

Kimi yoksul insanlar, o eğitimden geçip burjuva gibi komasız ve bütün olmak istiyorlar. “Cumhuriyet yetiştirdi bizi” deyip belirli bir tarih ve toplum bütünü tasavvur etmek için yarışmalarının sebebi burada. Varolanı, varolan bütünü mutlak kabul ediyorlar. Çatlakları, parçalanmaları örtmek, yok etmek için görüyorlar sadece. Bütünsellik, her daim burjuvazinin bireyi ölçüsünde anlam kazanıyor. Marksizmi burjuva bireye uydurmaya çalışıyorlar. Komalardan arınık, bir saray müziğine çevirmek istiyorlar onu. Otuzların resmî balolarında dans edenlere layık bir Marksizm ve sosyalizm inşa etmek derdindeler. Ezilenlerin, emekçilerin eksikli, komalı, arızalı pratiğini değersiz görüyorlar.

Sol Komasızlık

12 Eylül ve 1989’daki Sovyetler’in dağılışı gibi momentlerin ardından sol, bu komasızlığa, bütünlük edebiyatına sarılıyor. “Yeni İnsan’ı bugünde yaratacağız” demeye başlıyor. Yeni insandan kastettikleri, vicdanlı ve ahlaklı burjuva. O balolar, sofralar, resmî geçit törenleri!..

Sonuçta tüm teori, burjuvaların bütünü bozduğu tespiti üzerinden inşa ediliyor. Kapitalist ilerlemeye şükrediliyor, burjuvalar eleştiriliyor. Burjuva bireylere, kapitalist ilerlemeyi karşılayacak öznel bütünlüğe sahip olmadıkları için kızılıyor.

Burjuvaziye yönelik bu koma ve parçalılık eleştirisi, postmodern teoriler eliyle başka bir kulvarda işletiliyor. Gerilimler, çelişkiler, başka bir kozmosta hükmünü yitirdiği için, bütünlük meselesi soyut bir âlemde sağlanmış oluyor.

Yeni insan yaratmaya bugünden başladıklarından, zamanla devrim ve sosyalizm de hükmünü yitiriyor. Onların gerçeği parçaladığı, komalı ve arızalı kıldığı görülüyor, dolayısıyla devrime ve sosyalizme doğalında mesafe alınıyor. İster istemez bugünde devrim ve sosyalizm kırıntıları bulunuyor, hemen bunlar bütünleniyor. Komaya ve parçaya tahammül edemeyenler, burada ne müzik ne de siyaset yapabiliyorlar.

Komayı söküp atmak için türkülerin beslendiği toprağın kimyasının değiştirilmesi gerek. Emperyalizme gizliden bu sebeple alkış tutuyorlar. O komalı, arızalı hâle uyum sağlayamadıkları için egemenlerin ilerleyişine uyum sağlıyorlar.

Yaya Geçidi

8 Mart’ta solcu bir grup, Leyla Güven için yol kesme eylemi gerçekleştiriyor. Ama bu eylem, nedense yaya geçidinde yapılıyor. Oysa kısa süre önce devlet, AB’nin talimatıyla, yaya geçidinde yayalara öncelik verilmesini öngören bir yasa çıkartmış, yaya varsa trafiğin durmasını emretmişti. Yani o eylem, zaten AB eliyle kesilmiş bir yolda yapılabiliyor ancak, yolun rastgele bir yerinde, günün herhangi bir vaktinde değil. Demek ki o eylem, AB kararının reklâm ve tanıtımı için yapılıyor.

Bu olay, tüm solun eylem mantığını gayet iyi özetliyor. AB veya ABD, dış devlet üzerinden talimat veriyor, sol, o açılan kapıdan içeri giriyor, bir şeyler yapıyormuş gibi yapıyor. Simülasyona, burjuva temsile dâhil oluyor. Üstelik herkes bundan memnun. Üstelik herkes, bu temsilde yer almak için birbiriyle yarışıyor, birbirinin gözünü oyuyor. “Birazcık hatırım varsa bağrınıza taş basın, CHP ve İyi Parti’ye oy verin!” deniliyor. Yol, kendi yürüyüşünü öğretiyor.

Tüm siyaseti Erdoğan düşmanlığına kilitlemek de yaya geçidi eylemi gibi. Beklenmedik yerden vuramıyorlar. Uyum sağlıyorlar. Yol kesiliyor, uygun zemin hazırlanınca “muhalefet” ediyorlar. Ambulans arkasından giden taksi gibiler, birileri yol açıyor, öyle kaldırıyorlar başlarını, sonra küfür ve hakarete büyük bir umutla sarılıyorlar. Erdoğan’ı ülkenin, tarihin, toplumun bütünlüğünü bozduğu için sevmiyorlar, dolayısıyla birilerine “mevcut bütüne saygılıyız” mesajı veriyorlar. Doğal olarak Erdoğan ve partisinin o bütünün parçası olduğunu hiç kabul etmek istemiyorlar.

Arızaya ve komaya tahammül edemeyenler yönetiyor solu. O, burjuvada imlenmiş, işaretlenmiş, tecessüm etmiş bütünlüğe iman ediyor, kendisini oradan inşa ediyor. Kitleye, halka, sınıfa, ezilenlere asla tahammül edemiyor, varsa yoksa birey. Ama o bireyin ne ve kim, neyin ve kimin olduğunu sorgulayana hiç rastlanmıyor. Herkesin içinde bir Trump dolaşıyor.

Sosyal medyada eski TRT videolarını paylaşıp kendi ilerlemiş yanlarını birbirlerine gösterip zevkleniyorlar. Angara’ya gelenlere, gelmiş olanlara bile, düşman kesiliyorlar. Trump gibi Meksika sınırına duvarlar örüyorlar. Mülteci düşmanlığını daha da ileri çekerek kendi ülkesindeki yoksullara kin besliyorlar. Onların bütünü parçalama imkânından nefret ediyorlar. Bugün de “Kadıköy’e gelmeyin!” diyorlar.[6] Bu lafı, 1996 1 Mayıs’ında Kadıköy’ü yangın yerine çeviren örgütler söylüyor. Gezi’de “Mustafa Keser’in askerleriyiz” diyenler tek tek ve toplu hâlde Mustafa Kemal’in askeri oluveriyor.


Arızasız

Burjuvazi, komalı, arızalı ve parçalı kalmamak isteyen bireyleri çağırıyor, onları kendi suretinde yeniden inşa ediyor. Marx’ın heykeline bu bireyler saldırıyor, feminist yürüyüşünde sosyalistlere bunlar küfrediyor. Aynı bireyler, devrimci ve komünist de olabiliyorlar, öyle görünebiliyorlar. Sınıf, millet, cinsiyet meselelerine bu zaviyeden bakıyorlar.

Burjuvazinin inşa ettiği komasız, arızasız, parçasız yekpare bütüne “komünistlik”[7] veya “devrimcilik” diyorlar. Bunlar, tüm gerçeği yalan, kendilerini mutlak kabul ediyorlar. Bulaşıksız, kirsiz, çamursuz bir kurguyla bakıyorlar hayata. Bir sorunla karşılaştıklarında ise yeniden arınmak için uğraşıyorlar. Komünistlik ve devrimcilik bile burjuva birey suretinde, donunda imal ediliyor, yoksullar, ezilenler her daim dışarıda tutuluyorlar. “İnceltilmiş eril dil” dedikleri, “Kadın” olarak adlandırdıkları ama gerçek kadınlarla alakası olmayan Birey’in bütünlüğünü tehdit eden her şey. Artık Marksist-Leninistler, erkek öldürmek için silâhlanıyorlar, bu çağrıyı Yeni Zelanda’daki katliamla ilgili bildirilerinde bile yapabiliyorlar.

Temelde çelişkiler, o bütüne halel getirdiği, burjuva kurguya zarar verdiği için mesele ediliyor. Sonuçta proletaryanın iktidarına, onun muktedir ve kudretli olmasına düşman kesilmelerinin sebebini burada aramak gerekiyor. Tek çare, onların kulağını tırmalayan türkülere örgütlenmekte.

Eren Balkır
23 Mart 2019

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, “Economist”, 1 Mayıs 1915, İştirakî.

[2] Eren Balkır, “Özgür Seçim”, 1 Mart 2019, İştirakî.

[3] Derviş Okan, “Sosyalizm İçin Devrim Ocakları”, 5 Şubat 2009, İştirakî.

[4] “Karl Marx’ın Mezarına Saldırı”, 17 Şubat 2019, Duvar.

[5] Eren Balkır, “Solun Antisemitizmi ve Şalom”, 16 Kasım 2018, İştirakî.

[6] Barış Özkul, “Kadıköy’e Gelmeyin!”, 19 Mart 2019, Birikim.

[7] Sema Duru Baran, “Kadın Devrimi”, 1 Eylül 2017, ESP.