11 Mart 2019

,

Kimlik Siyaseti Üzerine On Tez


Tezler şeklinde takdim edilen bu düşüncelerin yoruma muhtaç olduğu açık. Sonuçta biz, küresel kapitalizmin merkezlerinde yaşayıp, teorik seyrin bu tarihsel konjonktüründe şu veya bu düzeyde kendisini “Marksist” ve “tarihsel materyalist” olarak tanımlayan kimseleriz. Bu hâl, yani merkezde olmak, ille de hayırlı bir şey değil.

I

Zulmü materyalist bir temelde yorumlanan kimlik sahaları üzerinden tanımladığımızda, ona dair anlayışımız her türden devrimci pratikten mahrum kalacaktır. Birden fazla kimlik uğraklarını dikine kesen bir teoride dayanışma mümkün değildir, böylesi bir teori, parçaları fiiliyatta varolan bir üretim tarzını yönetici sınıf ve yönetilen sınıf olarak bölen bir bütün düzeyine çıkartır. Böylesi iddialar belirli akademik mahfillerde rağbet görüyor olabilir, lâkin bizim gene de devrimci birlik meselesini toplumsal sınıf temelinde anlıyor olmamız gerekir, çünkü verili üretim tarzını ve tarihsel süreci son tahlilde sınıflar mücadelesi belirler.

II

Kaba marksizmde gördüğümüz sınıf özcülüğünü redde tabi tutmak elbette ki doğrudur. Böylesi bir yaklaşım, kendisine has bir kimlik siyaseti üretmekte; proletarya, doğalında yanlış bir biçimde beyaz, erkek, engelli olmayan, hetero, biyolojik cinsiyetiyle toplumsal cinsiyeti örtüşen bir kimlik olarak kodlanmaktadır. Ama gene de somutta kimlik siyasetini ifade eden postmodern farklılık siyasetini sınıfın yerine ikame etmek, yanlıştır. Proletaryanın bileşiminin bu zulüm sahalarınca tanımlandığını söylemekle, sadece bu sahalardan bahsedip duran bir siyasete bağlanmak, aynı şey değildir. Toplumsal sınıfın maddi temeli üzerinden yoruma tabi tutulduğunda görülecektir ki bu siyaset, sınıfsal ayrım denilen maddi olgu yerine soyut bir şey olarak ele alınacak, esasta keşişim üzerinde duracaktır. Sınıf, bu zulüm uğraklarınca tayin ediliyor olabilir, lâkin o, aynı zamanda eşzamanlı olarak bu zulüm uğraklarını tayin eder. Tekrarlamak gerekirse: son tahlilde bizim, toplumsal/ekonomik sınıfın devrimci mücadelenin temeli olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.

III

Kimlikçi yaklaşıma bağlı olan isimlerin dilinden eksik olmayan kesişimsellik teorisi, nihayetinde yavan ve sıradan bir teoridir. Gerçekte elbette sınıf, ırk, cinsellik, toplumsal cinsiyet, milliyet vs. kesişir, fakat bu gerçeği kabul etmek, yağmur yağmaya yakın bulutların karardığını kabul etmek kadar işlevsel ve anlamlıdır. Postmodern ve kimlikçi görüşlerin önerdikleri kesişimsellik teorisi, bizi zulüm biçimlerinin kesiştiğine, çakıştığına dair apaçık gerçek konusunda bilgilendirmekten başka bir şey yapmamıştır. Postmodern teorilere ve kesişimsellik teorisine bağlı olan isimler, genelde bu zulüm ve baskı biçimlerinin neden ve nasıl çakıştıklarını genelde izah edememektedirler, daha da önemlisi bu kişiler, devrimci birlik konusunda bir pratik ortaya koyamamaktadırlar. Kesişimsellikle ilgili ifadeler, sadece kesişmesi muhtemel olan ayrı güzergâhların varlığını kabul etmekte, ama kesişime ilişkin net ve belirli bir teori geliştirememektedir.

IV

Ayrı ve farklı bir seyre sahip zulüm biçimlerinin sınıf uğrağında kesiştiği gerçeği, uzun zamandır devrimci komünistlerin malumudur. Sınıfsa son tahlilde ayrı bir kimliksel güzergâh değildir. Toplumsal sınıfı salt bir kesişim uğrağı olarak görmek, ama onu kesişimi anlamlandıran maddi temel olarak kabul etmemek suretiyle kimlik siyaseti, kapitalizme bilimsel bir zemin üzerinden karşı koyamaz. Onun elinden, ahlâkî değerlendirmelerde bulunmaktan başka bir iş gelmez.

V

Baskı karşıtı eğitim, “güvenli alanlar”, içinden çıkılmaz bir hâl almış olan imtiyaz teorileri ve soyut hareketçilik gibi kimlik siyasetinin o kutsal görülen pratiklerinin altına genelde küçük burjuva akademisyenler imza atmaktadırlar. Buradaki tuhaflık, şu meseleyle ilgilidir: Önemli bir bölümü, ciddi bir entelektüel imtiyaza sahipse de (ki burada söz konusu siyasetin dayandığı postmodern teorilere hâlihazırda esas olarak öğrenciler ve entelektüeller erişebilmektedir) bahsi geçen insanlar, ait oldukları toplumsal sınıfın asli unsur olarak ürettiği imtiyaza sahip değildirler, hatta imtiyaz, baskı, kesişimsellik gibi şeylerden bahsettiklerinde, ekonomik düzlemde imtiyazlı kılınmadıklarını kabul etmektedirler. Bu sebeple onlar, zulme ve baskıya dair maddi analizi gerçekleştirememektedirler: kapitalizm koşullarında birçok “imtiyaz”a sahip olanlar, ellerinde en fazla ekonomik özerkliği bulunduranlardır, yani burjuvalardır; kimlik siyasetinin açtığı alanlarda gelişip serpilmek için entelektüel özerkliğe sahip olanlar da (baskı gören veya görmeyen) kimliklerinden bağımsız olarak önemli kimi yollardan, mahrum olduklarını düşündükleri imtiyaza sahip olmaktadırlar. Burada, söz konusu pratiklerin zamanın belirli bir noktasında gereksiz olduğundan veya en azından kaba Marksizmin sınıf özcülüğüne ait mantığın doğal sonucu olduğundan bahsedilmemektedir. Lâkin bu pratikler, neo-reformizm üreten küçük burjuva faaliyetlerinden başka bir şey değildir.

VI

Sınıf özcülüğüne düşmeden kimlik siyasetine karşı çıkmaya çalışan çok sayıda Marksist mevcuttur, fakat bu isimlerin çabaları da kimlik siyasetini somutlaştırmakla sonuçlanmıştır. (Neticede son yıllarda aynı kimlikçi “imtiyaz” anlayışını varsayan “proleter feminizm” terimini kötü niyetli bir biçimde temellük eden, kullanan isimler ile Anuradha Gandhy gibi devrimci teorisyenler, idealist bir baskı-zulüm anlayışını istismar eden bir yaklaşıma başvuran burjuva feministlerin tuzağına düşmektedirler). Genel bir ifadeyle, hepimiz sınıf özcülüğünü aşmaya çalışıyoruz, aynı zamanda kimlik siyasetinden bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz. Kimimiz, sınıf özcülüğünü aşma çabalarındaki sorunları aşmak için kimlik siyasetine kapaklanma, onun yanına sokulma hatasını işliyoruz. Bu hata, kaba marksizmin tarihi üzerinden bakıldığında anlam kazansa da hata gene de hatadır. Çünkü eğer biz, Marksist olduğumuzu iddia ediyorsak, o vakit tarihin çöplüğüne ait olan bir tür marksizme yönelik aşırı basit ve idealist bir reddiyeden daha fazlasını önermemiz, o reddiyenin ötesine geçmemiz gerekmektedir.

VII

Kimlik siyasetinin geride bıraktığı miras, zulmün maddi temelinden ziyade doğru kelime ve ifadelere odaklanmamızı emreden, sorunlu bir dil idealizmine yol açmıştır. Gerçek dünyada varolan zulümle mücadele ettiğimizi düşünsek de esasen biz, görünüşle, zarfla meşgul oluyoruz. İmtiyazlılara verilen, doğru terimleri ve üslubu idrak etmeye yarayan eğitimden mahrum olanların ille de şovenist olmadıklarını göremiyoruz, aynı şekilde, gerekli eğitime sahip olup doğru bir dille kendilerindeki şovenizmi gizleyenlerin gerçek düşman olduğunu hiç anlayamıyoruz. Bu dil idealizmi, maddi koşulları fiiliyatta değiştirecek pratikler üzerine kurulu, kitle eğitimini esas alan bir pedagoji pratiği üzerinde düşünmeye karşı çıkıyor, bunun yerine baskı karşıtı eğitim, birbirinden kopuk imtiyaz anlayışları ve doğru konuşma yöntemlerine odaklanıyor. Bu anlamda dil idealizmi, sadece kendisini haklı çıkartmaya yönelik bir çaba. Nihayetinde böylesi bir çaba, söz konusu dilin tabi olduğu maddi koşulların değiştirilmesi yerine üslubu ve tek tek her bir kelimeyi incelemek için vakit harcamamızı talep ediyor, bu yönüyle her şeyi içinden çıkılmaz bir hâle sokuyor ve bile isteye cahilce davranıyor. Böylelikle her yanı ahlakçılık kaplıyor.

VIII

Bugün ortalıkta kendi pratiksizliğini, pratikten uzak oluşunu meşrulaştırmak için yüzünü kimlik siyasetine çeviren, onun cazibesine kapılan çok sayıda Marksist var. Proletarya ve deklase kesimlerle ilişki kurmayan kişilerin kimlik siyasetinin talimatlarına körü körüne riayet etmesi, asla tesadüf değildir. Kimlik siyaseti üzerine kurulu teorilerin sergilendiği reyon, eylemden uzak Marksistlere eylemsiz ve pasif kalma konusunda gerekli bahaneyi sunmaktadır. Onlara göre, ağzınızda yanlış kelimeler varsa kitlelerle ilişki kurmamalısınız; somut bir gerçeklik güvenli bir alana kolayca dönüştürülemiyorsa, o alanla asla meşgul olmamalısınız.

IX

Bizim şu soruyu sormamız gerekiyor: Kimlik siyaseti, devrimci olmayan bir pratiği tedavüle sokuyor, peki ama bu durum, küresel kapitalizmin merkezlerindeki radikaller için neden önem arz ediyor? Çevre ülkelerdeki devrimci hareketler, bu tür bir siyaseti neden küçük burjuva görüyorlar? Madunun kendi adına konuşması üzerine teoriler üreten aydınlardan bıkıp usanmış olan bu devrimci hareketler, madunun madun olarak anlaşılabilmek için konuşma imkânı bulacağı bir tarz konusunda bir şey söylüyorlar mı? Bu soruları sorduğumuzda, kimlik siyasetinin işçi aristokrasisi denilen radikal bir küçük burjuva kesimle veya en iyi hâliyle sürgünde yaşayan, imtiyazlar elde etmiş insanlarla bağlantılı olduğunu kabul etmek durumunda kalacağız. Bu kesimlerin imtiyaz meselesi üzerine geliştirdikleri teoriler de esasen kendi özel imtiyazlarını gizleme amacını güdüyor.

X

Teorisini postmodern teoriye dayandıran kimlik siyasetinin sadece kapitalizmin merkezlerinde baskın olması, asla tesadüfi değil. Ama bu, nihayetinde küçük burjuva olan bu pratiğin ürettiği görüşlerin faydasız ve önemsiz olduğu anlamına gelmiyor (ki esasen bu görüşleri düzeltmeye çalışan kimi kaba Marksistler de birer küçük burjuvadır). Kimlik siyasetinin ortaya attığı görüşleri temelde sınırlayan husus, ondaki küçük burjuva idealizmi ve gerçekliğin maddi zeminini, yani toplumsal sınıfı inceleme konusunda gösterdiği yetersizliktir. Toplumsal sınıf, esas olarak emperyalizmin imtiyazlı kesimlerin egemenliği altında olan merkezlerinde perde gerisinde tutulmaktadır.

J. Moufawad-Paul
23 Nisan 2013
Kaynak

0 Yorum: