Tezler şeklinde takdim edilen bu düşüncelerin yoruma
muhtaç olduğu açık. Sonuçta biz, küresel kapitalizmin merkezlerinde yaşayıp,
teorik seyrin bu tarihsel konjonktüründe şu veya bu düzeyde kendisini
“Marksist” ve “tarihsel materyalist” olarak tanımlayan kimseleriz. Bu hâl, yani
merkezde olmak, ille de hayırlı bir şey değil.
I
Zulmü materyalist bir temelde yorumlanan kimlik
sahaları üzerinden tanımladığımızda, ona dair anlayışımız her türden devrimci
pratikten mahrum kalacaktır. Birden fazla kimlik uğraklarını dikine kesen bir
teoride dayanışma mümkün değildir, böylesi bir teori, parçaları fiiliyatta
varolan bir üretim tarzını yönetici sınıf ve yönetilen sınıf olarak bölen bir
bütün düzeyine çıkartır. Böylesi iddialar belirli akademik mahfillerde rağbet
görüyor olabilir, lâkin bizim gene de devrimci birlik meselesini toplumsal
sınıf temelinde anlıyor olmamız gerekir, çünkü verili üretim tarzını ve
tarihsel süreci son tahlilde sınıflar mücadelesi belirler.
II
Kaba marksizmde gördüğümüz sınıf özcülüğünü redde tabi
tutmak elbette ki doğrudur. Böylesi bir yaklaşım, kendisine has bir kimlik
siyaseti üretmekte; proletarya, doğalında yanlış bir biçimde beyaz, erkek,
engelli olmayan, hetero, biyolojik cinsiyetiyle toplumsal cinsiyeti örtüşen bir
kimlik olarak kodlanmaktadır. Ama gene de somutta kimlik siyasetini ifade eden
postmodern farklılık siyasetini sınıfın yerine ikame etmek, yanlıştır.
Proletaryanın bileşiminin bu zulüm sahalarınca tanımlandığını söylemekle, sadece
bu sahalardan bahsedip duran bir siyasete bağlanmak, aynı şey değildir.
Toplumsal sınıfın maddi temeli üzerinden yoruma tabi tutulduğunda görülecektir
ki bu siyaset, sınıfsal ayrım denilen maddi olgu yerine soyut bir şey olarak
ele alınacak, esasta keşişim üzerinde duracaktır. Sınıf, bu zulüm uğraklarınca
tayin ediliyor olabilir, lâkin o, aynı zamanda eşzamanlı olarak bu zulüm
uğraklarını tayin eder. Tekrarlamak gerekirse: son tahlilde bizim,
toplumsal/ekonomik sınıfın devrimci mücadelenin temeli olduğunu kabul etmemiz
gerekmektedir.
III
Kimlikçi yaklaşıma bağlı olan isimlerin dilinden eksik
olmayan kesişimsellik teorisi, nihayetinde yavan ve sıradan bir teoridir.
Gerçekte elbette sınıf, ırk, cinsellik, toplumsal cinsiyet, milliyet vs.
kesişir, fakat bu gerçeği kabul etmek, yağmur yağmaya yakın bulutların
karardığını kabul etmek kadar işlevsel ve anlamlıdır. Postmodern ve kimlikçi
görüşlerin önerdikleri kesişimsellik teorisi, bizi zulüm biçimlerinin
kesiştiğine, çakıştığına dair apaçık gerçek konusunda bilgilendirmekten başka
bir şey yapmamıştır. Postmodern teorilere ve kesişimsellik teorisine bağlı olan
isimler, genelde bu zulüm ve baskı biçimlerinin neden ve nasıl çakıştıklarını
genelde izah edememektedirler, daha da önemlisi bu kişiler, devrimci birlik
konusunda bir pratik ortaya koyamamaktadırlar. Kesişimsellikle ilgili ifadeler,
sadece kesişmesi muhtemel olan ayrı güzergâhların varlığını kabul etmekte, ama
kesişime ilişkin net ve belirli bir teori geliştirememektedir.
IV
Ayrı ve farklı bir seyre sahip zulüm biçimlerinin
sınıf uğrağında kesiştiği gerçeği, uzun zamandır devrimci komünistlerin
malumudur. Sınıfsa son tahlilde ayrı bir kimliksel güzergâh değildir. Toplumsal
sınıfı salt bir kesişim uğrağı olarak görmek, ama onu kesişimi anlamlandıran
maddi temel olarak kabul etmemek suretiyle kimlik siyaseti, kapitalizme
bilimsel bir zemin üzerinden karşı koyamaz. Onun elinden, ahlâkî
değerlendirmelerde bulunmaktan başka bir iş gelmez.
V
Baskı karşıtı eğitim, “güvenli alanlar”, içinden
çıkılmaz bir hâl almış olan imtiyaz teorileri ve soyut hareketçilik gibi kimlik
siyasetinin o kutsal görülen pratiklerinin altına genelde küçük burjuva
akademisyenler imza atmaktadırlar. Buradaki tuhaflık, şu meseleyle ilgilidir:
Önemli bir bölümü, ciddi bir entelektüel imtiyaza sahipse de (ki burada söz
konusu siyasetin dayandığı postmodern teorilere hâlihazırda esas olarak
öğrenciler ve entelektüeller erişebilmektedir) bahsi geçen insanlar, ait
oldukları toplumsal sınıfın asli unsur olarak ürettiği imtiyaza sahip
değildirler, hatta imtiyaz, baskı, kesişimsellik gibi şeylerden
bahsettiklerinde, ekonomik düzlemde imtiyazlı kılınmadıklarını kabul
etmektedirler. Bu sebeple onlar, zulme ve baskıya dair maddi analizi
gerçekleştirememektedirler: kapitalizm koşullarında birçok “imtiyaz”a sahip
olanlar, ellerinde en fazla ekonomik özerkliği bulunduranlardır, yani
burjuvalardır; kimlik siyasetinin açtığı alanlarda gelişip serpilmek için
entelektüel özerkliğe sahip olanlar da (baskı gören veya görmeyen)
kimliklerinden bağımsız olarak önemli kimi yollardan, mahrum olduklarını
düşündükleri imtiyaza sahip olmaktadırlar. Burada, söz konusu pratiklerin
zamanın belirli bir noktasında gereksiz olduğundan veya en azından kaba
Marksizmin sınıf özcülüğüne ait mantığın doğal sonucu olduğundan
bahsedilmemektedir. Lâkin bu pratikler, neo-reformizm üreten küçük burjuva
faaliyetlerinden başka bir şey değildir.
VI
Sınıf özcülüğüne düşmeden kimlik siyasetine karşı
çıkmaya çalışan çok sayıda Marksist mevcuttur, fakat bu isimlerin çabaları da
kimlik siyasetini somutlaştırmakla sonuçlanmıştır. (Neticede son yıllarda aynı
kimlikçi “imtiyaz” anlayışını varsayan “proleter feminizm” terimini kötü
niyetli bir biçimde temellük eden, kullanan isimler ile Anuradha Gandhy gibi
devrimci teorisyenler, idealist bir baskı-zulüm anlayışını istismar eden bir
yaklaşıma başvuran burjuva feministlerin tuzağına düşmektedirler). Genel bir ifadeyle,
hepimiz sınıf özcülüğünü aşmaya çalışıyoruz, aynı zamanda kimlik siyasetinden
bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz. Kimimiz, sınıf özcülüğünü aşma çabalarındaki
sorunları aşmak için kimlik siyasetine kapaklanma, onun yanına sokulma hatasını
işliyoruz. Bu hata, kaba marksizmin tarihi üzerinden bakıldığında anlam kazansa
da hata gene de hatadır. Çünkü eğer biz, Marksist olduğumuzu iddia ediyorsak, o
vakit tarihin çöplüğüne ait olan bir tür marksizme yönelik aşırı basit ve
idealist bir reddiyeden daha fazlasını önermemiz, o reddiyenin ötesine geçmemiz
gerekmektedir.
VII
Kimlik siyasetinin geride bıraktığı miras, zulmün
maddi temelinden ziyade doğru kelime ve ifadelere odaklanmamızı emreden,
sorunlu bir dil idealizmine yol açmıştır. Gerçek dünyada varolan zulümle
mücadele ettiğimizi düşünsek de esasen biz, görünüşle, zarfla meşgul oluyoruz.
İmtiyazlılara verilen, doğru terimleri ve üslubu idrak etmeye yarayan eğitimden
mahrum olanların ille de şovenist olmadıklarını göremiyoruz, aynı şekilde,
gerekli eğitime sahip olup doğru bir dille kendilerindeki şovenizmi
gizleyenlerin gerçek düşman olduğunu hiç anlayamıyoruz. Bu dil idealizmi, maddi
koşulları fiiliyatta değiştirecek pratikler üzerine kurulu, kitle eğitimini
esas alan bir pedagoji pratiği üzerinde düşünmeye karşı çıkıyor, bunun yerine
baskı karşıtı eğitim, birbirinden kopuk imtiyaz anlayışları ve doğru konuşma
yöntemlerine odaklanıyor. Bu anlamda dil idealizmi, sadece kendisini haklı
çıkartmaya yönelik bir çaba. Nihayetinde böylesi bir çaba, söz konusu dilin
tabi olduğu maddi koşulların değiştirilmesi yerine üslubu ve tek tek her bir
kelimeyi incelemek için vakit harcamamızı talep ediyor, bu yönüyle her şeyi
içinden çıkılmaz bir hâle sokuyor ve bile isteye cahilce davranıyor. Böylelikle
her yanı ahlakçılık kaplıyor.
VIII
Bugün ortalıkta kendi pratiksizliğini, pratikten uzak
oluşunu meşrulaştırmak için yüzünü kimlik siyasetine çeviren, onun cazibesine
kapılan çok sayıda Marksist var. Proletarya ve deklase kesimlerle ilişki
kurmayan kişilerin kimlik siyasetinin talimatlarına körü körüne riayet etmesi,
asla tesadüf değildir. Kimlik siyaseti üzerine kurulu teorilerin sergilendiği
reyon, eylemden uzak Marksistlere eylemsiz ve pasif kalma konusunda gerekli bahaneyi
sunmaktadır. Onlara göre, ağzınızda yanlış kelimeler varsa kitlelerle ilişki
kurmamalısınız; somut bir gerçeklik güvenli bir alana kolayca
dönüştürülemiyorsa, o alanla asla meşgul olmamalısınız.
IX
Bizim şu soruyu sormamız gerekiyor: Kimlik siyaseti,
devrimci olmayan bir pratiği tedavüle sokuyor, peki ama bu durum, küresel
kapitalizmin merkezlerindeki radikaller için neden önem arz ediyor? Çevre
ülkelerdeki devrimci hareketler, bu tür bir siyaseti neden küçük burjuva
görüyorlar? Madunun kendi adına konuşması üzerine teoriler üreten aydınlardan
bıkıp usanmış olan bu devrimci hareketler, madunun madun olarak anlaşılabilmek
için konuşma imkânı bulacağı bir tarz konusunda bir şey söylüyorlar mı? Bu
soruları sorduğumuzda, kimlik siyasetinin işçi aristokrasisi denilen radikal
bir küçük burjuva kesimle veya en iyi hâliyle sürgünde yaşayan, imtiyazlar elde
etmiş insanlarla bağlantılı olduğunu kabul etmek durumunda kalacağız. Bu
kesimlerin imtiyaz meselesi üzerine geliştirdikleri teoriler de esasen kendi
özel imtiyazlarını gizleme amacını güdüyor.
X
Teorisini postmodern teoriye dayandıran kimlik
siyasetinin sadece kapitalizmin merkezlerinde baskın olması, asla tesadüfi
değil. Ama bu, nihayetinde küçük burjuva olan bu pratiğin ürettiği görüşlerin
faydasız ve önemsiz olduğu anlamına gelmiyor (ki esasen bu görüşleri düzeltmeye
çalışan kimi kaba Marksistler de birer küçük burjuvadır). Kimlik siyasetinin
ortaya attığı görüşleri temelde sınırlayan husus, ondaki küçük burjuva
idealizmi ve gerçekliğin maddi zeminini, yani toplumsal sınıfı inceleme
konusunda gösterdiği yetersizliktir. Toplumsal sınıf, esas olarak emperyalizmin
imtiyazlı kesimlerin egemenliği altında olan merkezlerinde perde gerisinde
tutulmaktadır.
J. Moufawad-Paul
23 Nisan 2013
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder