Giriş
Geçen
yıl içerisinde solcu hükümetlerin, sağcı, ABD yanlısı rejimlere karşı güçlü
birer seçenek olarak gündeme gelişiyle birlikte umut verici işaretler alınmıştı
ama bu süreç, tarihsel bozguna doğru evrildi ve bu solcu hükümetler, birkaç yıl
içerisinde muhtemelen tarihin çöplüğüne atılacaklar.
Fransa,
Yunanistan ve Brezilya’da sol hükümetlerin yaşadığı hızlı çürüme, askerî
darbenin ya da CIA entrikalarının bir sonucu değil. Bu, sol hükümetlerin bile
isteye aldıkları politik kararların sonucunda yaşadıkları bir felâket aslında.
Bu hükümetler, kendilerine oy veren işçi kitlelerine ve orta sınıf seçmenlere
sundukları ilerici programlardan, vaatlerden ve taahhütlerden uzaklaştılar.
Seçmen,
solcu yöneticileri artık birer hain olarak görüyor, onların kendilerini
sırtlarından bıçakladığını düşünüyor, hatta en azılı sınıf düşmanlarına,
bankacılara, kapitalistlere ve neoliberal ideologlara kul köle olduklarına
inanıyor.
Solcu
Hükümetler İntihar Ediyor
Solun
kendi kendisini imha etmesi, neoliberal politik güçlerin beklenmedik bir zaferi
olarak değerlendirilebilir. Bu güçler, sosyal yardım sistemini yok etmeye,
kendi yönetimlerini seçimle işbaşına gelmemiş görevliler eliyle dayatmaya,
eşitsizlikleri derinleştirip genişletmeye, işçi haklarını ortadan kaldırmaya,
ekonominin en kârlı sektörlerini özelleştirip gayrimilli kılmaya çalıştı.
Bu
süreç, üç sol hükümetin ihanetiyle gün ışığına çıktı. Fransa’da cumhurbaşkanı
Francois Hollande liderliğinde kurulan Sosyalist Parti hükümeti, Avrupa’daki en
önemli ikinci güçtü (2012-2015); 25 Ocak 2015’te seçilen Syriza, para
babalarının dayattığı tasarruf tedbirlerine yönelik alternatif bir politikanın
hakiki savunucusu olarak takdim etti kendisini; Latin Amerika’daki en büyük
ülkeyi yöneten Brezilya İşçi Partisi (2003-2015), BRICS’in önde gelen
üyelerinden birinde hükümet kurdu.
Fransız
“Sosyalizm”i: Geriye Doğru Büyük Atılım
Yürüttüğü
cumhurbaşkanlığı kampanyasında Francois Hollande, zenginlerden alınan vergileri
yüzde 75’e çıkartmayı ve emeklilik yaşını 62’den 60’a çekmeyi, işsizlik oranını
düşürmek için kapsamlı bir kamusal yatırım programını yürürlüğe sokmayı,
eğitim, sağlık ve barınma ile ilgili kamu harcamalarını artırmayı (60.000 yeni
öğretmen almayı) ve Paris’in emperyalist bir işbirlikçi olarak oynadığı rolü
terk etmeye yönelik ilk adım olarak Fransız askerlerini Afganistan’dan çekmeyi
vaat etti.
2012’de
cumhurbaşkanı seçildiği günden bugüne (Mart 2015) geçen sürede Francois
Hollande, tüm politik vaatlerine ihanet etti. Kamu yatırımları gerçekleşmezken,
işsizlerin sayısı üç milyonu geçti. Yeni atanan ekonomi bakanı, Rothschild
Bankası’nın eski ortağı Emmanuel Macron, patronlardan alınan vergilerin
tutarını 50 milyar avro aşağıya çekti. Yeni göreve başlayan, neoliberalizme
bağnaz bir biçimde bağlı bir isim olan Başbakan Manuel Valls, sosyal
programlarda ciddi kesintilere gitti, iş dünyası ve bankalar üzerindeki resmi
kısıtlamaları önemli oranda kaldırdı, işçilerin sahip oldukları iş
güvencelerini büyük ölçüde yürürlükten kaldırdı. Başbakan, Hollande Bank of
America’da çalışan Laurence Boone’yi baş ekonomi danışmanı yaptı.
Fransız
Sosyalist Partisi üyesi cumhurbaşkanı, Mali’ye asker, Libya’ya bombardıman
uçakları, Ukrayna cuntasına askerî danışmanlar, Suriye’deki isyancılara (ki çok
büyük bölümü cihadcı paralı asker) yardım gönderdi. Suudi Arabistan’ın
başındaki monarşik diktatörlükle milyon avroluk satış anlaşmaları imzaladı,
ayrıca Rusya’ya savaş gemisi satışı ile ilgili anlaşmadan çekildi.
Hollande,
Almanya’yla birlikte Yunan hükümetinden özel bankalara borçların tamamının
derhal ödenmesi ile ilgili anlaşma hükmüne uymasını ve halkın ağır bedeller
ödemesine neden olan tasarruf tedbirleri programını sürdürmesini istedi.
Fransız
seçmenlerin kandırıldığı, emeğe ihanet edildiği, bankacıların, büyük iş
dünyasının ve militarizm yanlılarının kucaklandığı bu süreçte sosyalist
hükümete destek verenlerin oranı yüzde 19’un altına indi, böylelikle parti
üçüncü sıraya geriledi. Hollande’ın İsrail yanlısı politikaları ve ABD-İran
arasında süren barış görüşmelerine karşı takındığı sert tavır, başbakan
Valls’ın banliyölerdeki Müslümanlara yönelik İslamofobik saldırıları, ayrıca
İslamî hareketlere karşı düzenlenen askerî müdahalelere verdiği destek, Fransız
toplumunu iyice kutuplaştırdı ve ülkedeki etnik-dinî şiddeti tırmandırdı.
Yunanistan:
Syriza’nın Ani Dönüşümü
Syriza’nın
25 Ocak 2015’te seçimden zaferle çıktığı günden Mart ayının ortalarına dek
uzanan süreçte Başbakan Aleksis Çipras ve Maliye Bakanı Yanis Varufaki, azami
ve asgari seçim programının öngördüğü hedeflerden tek tek vazgeçti. Yeni
hükümet en berbat tedbirleri aldı, prosedürleri uygulamaya soktu, hatta kısa
süre önce Selanik programında mahkûm ettiği Troyka’yla (IMF, Avrupa Komisyonu,
Avrupa Merkez Bankası) ilişkileri sürdürdü.
Çipras
ve Varufaki, Troyka’nın talimatlarına karşı koyacaklarına dair vaatlerine
sırtlarını döndü. Başka bir ifadeyle bu isimler, sömürge idaresini ve zaten
devam etmekte olan vasallık ilişkisini kabul ettiler.
Hile
ve demagoji yoluyla herkesin nefret ettiği Troyka’ya teslim olduklarını
gizlemeye çalıştılar. Bu noktada ona “Kurum” adını verdiler, böylelikle
başkalarını değil kendilerini kandırmış oldular. AB’den gelen denetçiler onları
alaycı gülüşleriyle karşıladılar.
Yürüttüğü
kampanya boyunca Syriza, Yunanistan’ın borçlarının büyük bir bölümünü silmeyi
vaat etmişti. Ama hükümette iken Çipras ve Varufaki, Troyka’ya borçlarla ilgili
tüm yükümlülüklerini kabul ettiklerini söyledi ve borçları ödeyeceklerine dair
güvence verdi.
Syriza’nın
diğer bir vaadi de tasarruf tedbirlerini uygulamayıp insana harcama yapmaktı.
Bu noktada asgari ücret artırılacak, sağlık ve eğitim alanında yeni istihdam
imkânları yaratılacak, ayrıca emeklilik maaşları yükseltilecekti. İki hafta
boyunca egemenler karşısında el pençe divan duran hükümet, tasarruf
tedbirlerini gündemine aldı, borçları ödedi, yoksullukla mücadele konusunda
gelmiş geçmiş en düşük harcamayı gerçekleştirdi. “Aç halkın karnı doysun bari”
diyen Troyka Syriza’ya 2 milyar dolar verince parti, denetçileri övgülere boğdu
ve reformların uygulanması için birkaç milyar avronun harcanmasını gerekli
kılan bir reform listesini Troyka’nın masasına sundu.
Syriza’nın
diğer bir vaadi de önceki sağcı hükümetlerin kârlı kamu işletmelerini şüpheli
bir biçimde özelleştirmiş oldukları süreçleri incelemek ve devam eden, ileride
gerçekleştirilmesi planlanan özelleştirme uygulamalarını durdurmaktı. Ama
hükümetteyken bu parti söz konusu vaadinden vazgeçti. Tüm yapılmış, yapılan ve
yapılacak özelleştirme işlemlerini onayladı. Hatta yeni özelleştirmeler için
ortaklar bulmaya çalıştı, bu noktada daha fazla kamu şirketinin satılabilmesi
için vergi konusunda kârlı kimi tekliflerde bulundu.
Syriza,
hükümet olmazdan önce kamu harcamaları ve borçların azaltılması üzerinden
işsizlik oranını (ülke genelinde yüzde 26, gençlikte yüzde 55) aşağı çekmeyi
vaat etmişti. Ama hükümet olunca borçları ödedi ve iş imkânlarının
oluşturulması için tek bir fon bile tahsis etmedi.
Syriza,
ayrıca önceki sağcı hükümetlerin politikalarını uygulamaya devam etmekle
kalmadı, bu politikaların içeriğini ve biçimini alabildiğine yavanlaştırdı. Bu
noktada tuhaf ve anlamsız pozlar verildi, demagojik mantıksız hareketlerde
bulunuldu.
Örneğin
bir seferinde Çipras, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin katlettiği 200 Yunan
partizanın mezarlarına çelenk bıraktı. Ama bir başka gün Alman bankacıların
önünde diz çöküp bütçede kısıtlama yapılması ve iki milyon Yunan’a verilen kamu
yardımlarının kesilmesi ile ilgili taleplerini yerine getireceğini söyledi.
Bir
gün, öğleden sonra, Maliye Bakanı Varufaki, Paris Match’e Akropol
manzaralı çatı katındaki terasta, kendisini elinde kokteyliyle gösteren
resimler verirken birkaç saat sonra yoksul kitleler adına konuştuğunu iddia
edebiliyordu!
Görevde
olduğu ilk iki ay boyunca halka ihanet eden, onu aldatan, demagojilerle
kandırmaya çalışan Syriza, kemer sıkma politikalarına karşı çıkan bir solcu
parti iken zamanla konformist bir AB uşağına dönüştü.
Çipras’ın
Almanya’dan İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanistan’a verdiği zararların karşılığını
ödemesini istemesi ki bu, haklı bir talepti, esasen yoksul Yunanlıların
hükümetin Almanya’nın kemer sıkma politikalarıyla ilgili taleplerine teslim
olduklarını gizleme amacını güdüyordu. Yunan hükümetiyle her fırsatta alay eden
bir AB yetkilisi, o günlerde Financial Times’a (3.12. 15, s. 6), “Çipras
Syriza’daki militanların önüne kemirecekleri bir kemik atıyor” diyordu.
Alman
liderlerin geçmişteki zulüm ve adaletsizliklerle ilgili sert tavrını
değiştirmesi mümkün değil, karşılarında diz çökmüş muhataplar buluyorlar çünkü.
AB’de kimse Çipras’ın talebini ciddiye almıyor. Herkes bu talebi, ülke
içerisinde tüketilecek, boş ama alabildiğine radikal bir retorik olarak
görüyor.
“Almanlar
yetmiş yıllık tazminatı ödesin” lafını edenler, Merkel’in talimatlarını
reddetme, Alman bankalarına o gayrimeşru borçları ödememe ya da en azından borç
tutarını aşağıya çekme konusunda kıllarını kıpırdatmıyorlar. Yoksul Yunan
halkına verdikleri en temel vaatlere açıktan ihanet etmiş olması sebebiyle
süreçte Syriza bölündü. Aralarında meclis başkanının da bulunduğu merkez
komitesinin yüzde kırktan fazlası Çipras ve Varufaki’nin Troyka ile yaptığı
anlaşmaları reddetti.
Syriza’ya
oy vermiş olan Yunanlıların büyük bir çoğunluğu, seçim sonrasında durumun hızla
düzeleceğini ve kimi reformların yapılacağını umuyordu. Ama halk artık partiye
inancını yitirmiş durumda. Çipras’ın yolsuzluklara bulaşmış, neoliberalizm
yanlısı PASOK lideri George Papandreou’nun kabinesinde maliye bakanlığı yapan
Yanis Varufaki’yi göreve getirmesini hiç kimse beklemiyordu. Öte yandan son beş
yıl içerisinde PASOK saflarından ayrılan birçok seçmen, aynı kleptokratların ve
ahlâksız oportünistlerin Çipras sayesinde parti üst yönetimini işgal edeceğini
aklına hiç getirmemişti.
Seçmen,
ayrıca Çipras’ın göreve getirdiği, gurbetteki İngiliz-Yunan profesörlerin
Troyka’dan kopma konusunda bir kavga, direniş veya irade ortaya koymasını da
beklemiyordu. Bu koltuk solcularının (“Marksist seminercilerin”) ne kitle
mücadeleleriyle bir bağı vardı ne de uzun soluklu depresyonun yol açtığı
sonuçların çilesini çekmişlerdi.
Syriza,
toplumsal hiyerarşide basamakları tırmanan, varlıklı profesyonellerin,
akademisyenlerin ve entelektüellerin partisi. Bu insanlar, yoksul işçiler ve
ücretli alt orta sınıf adına ama Yunan bankacıların ve Alman bankacıların
çıkarına uygun şekilde yönetiyorlar ülkeyi.
Bunlara
göre AB üyeliği, bağımsız ulusal ekonomi politikasına kıyasla daha önemli ve
öncelikli. NATO’ya bağlılar, öyle ki Ukrayna’daki Kiev cuntasına, Rusya’ya
yönelik AB yaptırımlarına, NATO’nun Suriye ve Irak’a yönelik müdahalelerine
destek veriyorlar ama öte yandan ABD ordusunun Venezuela’ya dönük tehditleri
karşısında derin bir sessizliğe bürünüyorlar!
Brezilya:
Bütçe Kesintileri, Yolsuzluk ve Kitlelerin İsyanı
Brezilya’da
kurulan ve kendisine has bir tarzı olan İşçi Partisi hükümeti, 13 yıldır iş
başında. Bu hükümet, Latin Amerika’da yolsuzlukların ve çürümenin yön verdiği
rejimlerden biri aynı zamanda. Büyük işçi konfederasyonlarının, bir dizi
topraksız tarım işçisi örgütünün destek verdiği, iktidarı ortanın soluna ve
ortanın sağına mensup partilerle paylaşan hükümet, madencilik, finans, tarım
gibi alanlarda faal olan çok sayıda şirketin on milyarlarca dolarını ülkeye
akıtmayı bildi. Madencilik ve tarım kaynaklı emtia alanında on yıl süren
canlılık, kolayca temin edilen krediler ve düşük faiz oranları sayesinde
gelirler, tüketim ve asgari ücret arttı ama öte yandan da ekonomi sahasında
muktedir olan elitler kârlarını katlayıp durdular.
2009’daki
finansal krizlerin ve emtia fiyatlarında yaşanan düşüşün peşi sıra ekonomi
durağanlaştı ve Dilma Rousseff tam da bu dönemde cumhurbaşkanı seçildi.
Rousseff hükümeti, halefi Lula Da Silva gibi topraksız tarım işçilerine değil,
tarım sektöründe faal olan şirketlere omuz verdi. O işçilerin toprak reformu
güme gitti. Rousseff’in tesis ettiği rejim, kereste baronlarını ve soya
yetiştiricilerini besledi. Amazon yağmur ormanlarını ve yerli topluluklarını
mahveden, işte bunlardı.
Bir
sonraki seçimde de cumhurbaşkanı olan Rousseff, bu sefer büyük bir politik ve
ekonomik krizle yüzleşti: bu dönemde ekonomideki resesyon derinleşti, mali açık
büyüdü, yolsuzluklara bulaşan İşçi Partililer, partinin kongredeki müttefiki
olan vekiller ve yarısı devlete ait petrol şirketi Petrobras’ın yöneticileri
tutuklanıp sorgulandılar.
İşçi
Partisi liderlerine ve partinin kampanya bütçesine yarı hissesi devlete ait
olan devasa petrol şirketiyle sözleşmeler imzalanması karşılığı inşaat
şirketlerinden milyonlarca dolarlık rüşvet aktı. Cumhurbaşkanı Rousseff, seçim
kampanyası süresince halka yönelik toplumsal programları destekleme ve
yolsuzlukların kökünü kazıma sözü vermeyi sürdürdü. Ancak seçimden hemen sonra
neoliberal politikaları yürürlüğe soktu ve Bradesco bankası yöneticisi Joaquin
Levy’nin maliye bakanı yapılmasında görüldüğü üzere, sağcı liberalleri kabineye
aldı. Levy, kendisine işsizlik ödemelerini, emekli maaşlarını ve memur
maaşlarını düşürmeyi önerdi. Bankalar üzerindeki kontrol ve kısıtlamaların
kaldırılmasını istedi. Sermayenin ülkeye çekilmesi amacıyla iş güvencesiyle
ilgili kanunların nüfuzunun kırılmasını talep etti. Bu politikalarla bütçe
fazlası oluşacağını düşünen bakanın amacı, emek hilafına ülkeye yabancı
yatırımlarının artmasını sağlamaktı.
Neoliberal
çizgiyle uyumlu hareket eden Rousseff, ömrü boyunca tarım sektöründe faal olan
şirketlerin çıkarlarını savunmuş olan, toprak reformunun yeminli düşmanı sağcı
senatör Katia Abreu’yu tarım bakanı yaptı. Ormansızlaştırma faaliyetleri
üzerinden kendisine Greenpeace’in eleştirel ve alaycı bir yaklaşımla “Bayan
Ormansızlaştırma” lakabını taktığı Senatör Abreu’nun bakan oluşuna Topraksız
Tarım İşçileri Hareketi (MST) şiddetle karşı çıktı. İşçi konfederasyonunun
itirazı da bir işe yaramadı. Rousseff’in tam desteğini arkasına alan Abreu, ilk
döneminde Rousseff’in oldukça kısıtlı bir düzeyde gerçekleştirdiği (topraksız
insanların izinsiz olarak kullandıkları devlet arazilerinin yüzde onundan düşük
bir kısmından istifade edenlere bir miktar toprak verilmesini öngören) toprak
dağıtımına son verdi. Abreu, genetiği değiştirilmiş ürünlerin yaygınlaşmasını
hızlandıracak mevzuata gerekli desteği sundu, ayrıca geniş ölçekli tarım
şirketleri lehine olacak şekilde, bereketli toprakların işgal edilmesi
noktasında Amazon yerlilerini zorla topraklarından çıkartma sözü verdi. Söz
verdiği diğer bir konu da topraksız tarım işçilerinin toprak işgallerine karşı
toprak ağalarını güçlü bir biçimde savunmaktı.
Rousseff’in
İşçi Partisi saymanını kovup soruşturulmasına izin verememesi veya bunu pek
istememesi, esasen on yıl boyunca partiye gelen milyarlarca dolarlık rüşvet ve
desteklerle ilgiliydi. Süreç içerisinde bu skandal patlak verdi, bu da partiye
yönelik kitlesel muhalefeti derinleştirdi, bu muhalefetin kapsamını genişletti.
15
Mart 2015’te ülke genelinde bir milyonu aşkın Brezilyalı sokaklara döküldü.
Sağcı partilerin başını çektiği bu hareket, halk sınıflarından da destek gördü.
Halk, yolsuzlukların derhal mahkemelerde yargılanmasını ve bu işe bulaşanların
ağır bir biçimde yargılanmasını, ayrıca Levy’nin sosyal harcamalarda yaptığı
kesintilerin iptal edilmesini istiyordu.
İşçi
konfederasyonu (CUT) ve MST, Rousseff’i destekleyen gösteriler düzenledi ama bu
gösterilere yüz bin civarında insan katıldı.
Rousseff,
tepkilere diyalog çağrısı yaparak karşılık verdi ve yolsuzluk meselesini
gündemine alacağını söylemedi ama maliye politikasından, neoliberalizm yanlısı
isimleri kabinesinde tutmaktan ve tarım-madencilik sahası ile ilgili
ajandasından asla geri adım atmayacağını açık bir dille ifade etti.
İki
ay bile geçmeden İşçi Partisi ve cumhurbaşkanı liderlerinin, politikalarının ve
destekçilerinin alnına yolsuzluk boyasını ve toplumu gerileten politikaların
lekesini çaldı.
Halk
desteği hızla azaldı. Sağ iyice güçlendi. Kitle gösterilerine askerî darbe
yanlısı, otoritenin tesis edilmesini isteyen eylemciler katılmaya başladı. Bu
insanların ellerinde cumhurbaşkanının yargılanmasını, askerî idareye geri
dönülmesini isteyen dövizler bulunmaktaydı.
Birçok
Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi Brezilya’da da otoriter sağ güçleniyor,
merkez sol, bölge genelinde neoliberal ajandayı benimsediği ölçüde sağ da
iktidarı alacak güç ve imkâna kavuşuyor. Arjantin’de hükümet yanlısı Zafer İçin
Parti, Uruguay’da Geniş Cephe gibi merkez solmuş gibi hareket eden partiler,
tarım-madencilik sektöründe faal olan şirketlerle bağlarını giderek
güçlendiriyorlar.
Olan
bitenden habersiz, Noam Chomsky gibi ABD’li solcu yazarların Latin Amerika’nın
neoliberalizme karşı mücadelenin öncüsü olduğuna dair iddiaları, en azından son
on yıllık süreçte yanlışlandı ve bu iddiaların somutta hiçbir karşılığının
olmadığı görüldü. Bu insanları asıl aldatan, popülist politikaya dair
açıklamalar. Chomksy gibi isimler, merkez sol rejimlerdeki çürümeyi kabule hiç
yanaşmıyorlar, dolayısıyla bu rejimlerin neoliberalizm yanlısı politik
eylemlerinin kitlelerdeki hoşnutsuzluğu beslediği gerçeğini kabul etmek
istemiyorlar. Gerici sosyo-ekonomik politikaları benimsemiş olan rejimler,
toplumsal kurtuluş için gerekli öncü gücü asla teşkil edemiyorlar.
Sonuç
Avrupa
ve Latin Amerika’da kısa süre önce iktidara gelmiş “sol partiler”de yaşanan ani
geri dönüşlerin ve vaatlerin yerine getirilememesinin sebebi nedir?
Bu
tür davranışlar, genelde Kuzey Amerika’daki Obamacı Demokratlardan veya
Kanada’daki Yeni Demokrat Parti’den beklenir. Ama geçmişte bizler, Fransa’da o
kızıl cumhuriyetçi geleneği ile sosyalist rejimin (“eleştirel düzlemde”)
antikapitalist solcularca desteklendiğine inandırıldık: bu iktidarın en azından
kimi ilerici sosyal reformları uygulayacağına ikna edildik. Bize ilerici blog
yazarları ordusu tarafından, o karizmatik lideri ve radikal retoriği ile
Syriza’nın en azından temel kimi vaatlerini yerine getireceği söylendi. Güya
Syriza, Troyka’nın hâkimiyetine ait o boyunduruğu kırıp atacak, yoksulluğa son
verecek, üç yüz bin civarında mumla aydınlatılan eve elektrik sağlayacaktı.
“İlericiler” bize hep İşçi Partisi’nin otuz milyon insanı sefaletten kurtaracağını
söyleyip durdular. Bunların iddiasına göre, geçmişte “dürüst otomobil işçisi”
olarak yaşamış insan (Lula Da Silva), İşçi Partisi’nin neoliberal bütçe
kesintilerine yeniden başvurulmasına asla izin vermeyecek ve “sınıf
düşmanları”yla asla uzlaşmayacaktı. ABD’li solcu profesörler de iki İşçi
Partisi mensubu cumhurbaşkanının idaresi altındaki Brezilya Ulusal
Hazinesi’nden milyarlarca dolar çalınmasına asla fırsat vermeyeceklerdi.
Bu
politik ihanetler zincirine dair bir dizi açıklama yapılabilir. İlk olarak
halkçı veya “işçici” iddialarına karşın bu partilerin başında orta sınıfa
mensup avukatlar, uzmanlar ve sendika bürokratları var. Bu isimlerin kitleyle
organik hiçbir ilişkisi yok. Seçim kampanyaları esnasında oy peşinde
koşarlarken, işçilerle ve yoksullarla kucaklaşıyorlar, ardından da geri kalan
zamanlarını pahalı restoranlarda bankacılarla “anlaşmalar” yapmak, iş dünyasına
mensup rüşvetçi bağışçılarla, denizaşırı yatırımcılarla bir sonraki seçimi
finanse etmek amacıyla iş tutmak ve çocuklarının özel okullarıyla metreslerinin
lüks dairelerinin giderlerini çıkarmak için harcıyorlar.
Ekonomide
önemli bir canlılığın yaşandığı, şirketlerin ciddi kâr elde ettiği belirli bir
süre boyunca yüksek ödemelere ve rüşvetlere ücret artışları ve yoksulluk
programları eşlik etti. Ama kriz patlak verdiğinde “halkçı” liderler, parti
gömleklerini çıkartıp “mali açıdan kemer sıkma politikası kaçınılmaz” demeye
başladılar, bir yandan da uluslararası finans beylerinin huzuruna çıkıp onlara
avuç açtılar.
Çeşitli
güçlüklerle yüzleşen tüm bu ülkelerde solun orta sınıf liderleri, yaşanan
sorundan (kapitalist krizden) ve gerçek çözümden (radikal dönüşümden) ürktüler.
Kendilerince “tek çözüm yolu” olarak gördükleri seçeneğe yüzlerini çevirdiler:
bu liderler, kapitalist liderlere yanaştılar ve iş derneklerini, her şeyin
ötesinde finans beylerini ikna etmeye kalkıştılar. Bir de bunun üzerine “ciddi
ve sorumlu siyasetçiler” olduklarını iddia ederek, toplumsal ajandalarını terk
edip mali disiplini benimseme yoluna gittiler. Oysa iktidara gelmeden önce ülke
içerisindeki tüketim konusunda elitleri lanetleyip tehdit eden bu siyasetçiler,
teslimiyetten önce elitlere plebyen destekçilerine çok az ikramda bulundukları
için kızıyorlardı.
Yüzünü
sola dönmüş akademi kökenli liderlerin hiçbirisinde kitlesel mücadelelerle
kalıcı ve derin tek bir bağ bile mevcut değil. Bunların “aktivizm”i, “sosyal
forumlar”da tebliğ okuyup bunları “özgürleşme ve eşitlik”le ilgili
konferanslara sunmaktan ibaret. Zaten politik ihanetler ve mali açıdan kemer
sıkma önlemleri, bu isimlerin ekonomik konumlarını riske atmıyor. Eğer bunların
yönettiği sol partiler, öfkeli seçmenler ve radikal toplumsal hareketler eliyle
görevden uzaklaştırılır ise sol liderler bavullarını toplayıp o rahat bordrolu
işlerine geri dönecek veya hukuk bürolarının yolunu tutacaklardır. Bunların
kitlesel işten çıkarmalar veya azalan emeklilik maaşları ile bir dertleri
yoktur. Bu sefer bu boş zaman sayesinde oturup “kapitalizmin krizi”nin gayet
iyi niyetli toplumsal ajandanın altını nasıl oyduğuna veya kendilerinin “solun
krizi”ni nasıl tecrübe ettiğine dair başka bir tebliğ kaleme alma imkânı
bulacaklardır.
Yoksul,
işsiz seçmenlerin çilesiyle hiçbir ilişkilerinin olmaması sebebiyle orta sınıf
solcular, sistemden kopuşun gerekliliğine karşı kördürler. Gerçekte bu
siyasetçiler, muhafazakâr hasımlarının dünya görüşünü paylaşmaktadırlar: onlar
da “ya kapitalizm ya kaos!” doktrinine bağlıdırlar. Bu ödünç alınmış klişe,
demokratik sosyalistlerin içine düştükleri muammaya dair derin bir görüş olarak
ortaya çıkmaktadır. Orta sınıf solcusu memurlar ve danışmanlar, her daim şu
bahaneye sarılmaktadırlar: “kurumsal sınırlar”. Bu sayede sözkonusu kişiler,
politik acizliklerini teorize etmekte, örgütlü sınıf hareketlerinin kudretini
asla tanımamaktadırlar.
Bunlarda
politik korkaklık yapısaldır ve bu özellikleri onları ahlâkî ihanete kolayca
sürükleyebilmektedir: bu siyasetçiler, hep “kriz, sistemi tamir etmek için
uygun bir zaman değildir” deyip dururlar.
Orta
sınıf için “zaman”, politik bir bahaneden ibarettir. Halkçı hareketlerin orta
sınıf liderleri, mücadele konusunda herhangi bir cesaret örneği ya da program
ortaya koymaksızın, sürekli değişimden söz ederler. Bu değişimse tabii ki
gelecekte gerçekleşecektir.
Kitlesel
mücadele yerine bu isimler, finans iktidarı ile onların merkez komiteleri
arasında bir o yana bir bu yana koşturup dururlar ve teslimiyetle sonuçlanan
“diyaloglar”la bu sürecin doğal sonucu olan direnişi birbirine karıştırırlar.
Sonuçta
halk, onlara sırtlarını dönüp, kendilerine “yeniden şans” vermelerine dönük
ricalarını elinin tersiyle çevirerek, yaptıklarının hesabını sormasını
bilecektir.
Bu
liderlere başka bir şans verilmeyecek. Bu “sol”, kendisine güvenen ama ihanete
uğrayan insanların gözünde itibarsızlaşacak.
Buradaki
trajedi, tüm solun lekelenecek olmasıdır. Artık “kurtuluş”, “umut etme iradesi”
ve “egemenlik haklarının iadesi” gibi güzel kelimelere onca yılın olumsuz
deneyimleri ardından kim inanır?
Sol
siyaset, en azından Brezilya, Fransa ve Yunanistan’da, tüm bir kuşağı
kaybedecektir.
Sağ
ise Hollande’ın açık kalan fermuarıyla; Rousseff’teki o sahte tevazuuyla;
Çipras’ın boş mimikleri ile Varufaki’nin palyaçoluğu ile alay edip duracaktır.
Halk
da bunların o asil davaya ihanet edişlerine ve geride bıraktıkları hafızaya
lanet okuyacaktır.
James Petras
22 Mart 2015
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder