01 Mart 2019

, ,

Sahte Evrenseller: Alain Badiou Çin’i Neden Yanlış Anlıyor?



Bu malzemeye dair araştırmamın üzerinden on yılı aşkın bir süre geçmiş. Ona geri dönüp bakacağım hiç aklıma gelmezdi. Alain Badiou’nün aldığı o tuhaf felsefî konumlardan bahsediyorum. Benden yaşça büyük olan bu ihtiyar Fransız felsefecide kimileri ilginç bir yan buluyorlar.

Kısa süre önce ilk kitaplarından biriyle ilgili seminer verdim. Kitap, İngilizceye de tercüme edilen Aziz Paul: Evrenselciliğin Temeli idi. Pekin’de bulunan Renmin Üniversitesi’de okuyan, Badiou’yü anlama gayreti içerisinde olan yüksek lisans öğrencileri rica etmişlerdi bunu benden. Elimde kitabın ayrıca doğrudan Fransızcadan yapılmış Çince tercümesi de var, dolayısıyla iki tercümeyi de kıyaslamak mümkün.

Kitapla ilgili söylenecek çok şey var: yeniden okumanın o kadar da iyi olmadığını söylemem lazım. Kitabın merkezinde belirgin bir çelişki var ve bu çelişkinin çilesini çekiyor. Bu da Havari Paul denilen, paradigmayı tayin eden gerçek olayın Badiou tarafından bir masal, bir tür efsane olarak temellendirilmesi ile ilgili. Gelgelelim Badiou, bir yandan da kitap boyunca dirilişle ilgili bu efsaneyi söz konusu temelden söküp atmaya çalışıyor. Bu, tam da, Rus Devrimi’nden ödünç alacağımız terimle, olaydaki kendiliğindenliğin en uç ifadesi. Söz konusu olayın planlanması, umulması veya hesaplanması, tabii ki mümkün değil. İktidardaki sosyalizmin kuruluş sürecinde yüzleştiği bir tür miyopluk bu. Badiou’deki anlayışın kapsamlı bir kriz anlayışına sahip bulunmadığını, bu eksikliğin Rus Devrimi esnasında Avrupalı Marksistlerde yaygın bir hâl arz ettiğini, yayılmacı olmasa bile tüm tuhaflığıyla alabildiğine muhafazakâr olduğunu görmek gerekiyor.

Bu meselelerin bazıları üzerinde duracağım ama önce bilhassa seminer katılımcılarının anlamsız buldukları bir özelliğe işaret edeceğim. Badiou, bir olayın gerçekleştiği sahanın, mekânın zaruri olduğunu ama tayin edici olmadığını söylüyor. Bu önerme, ölüm ve dirilişle ilgili bölümde karşımıza çıkıyor: ölüm, dirilişin gerçekleşmesi için gerekli sahayı teşkil ediyor ama o dirilişi tayin etmiyor. Bu garip okumadaki teolojik sorunları bir yana bırakıyorum ayrıca diyalektik analize (dolayısıyla Marx’a, Mao’ya, Xi Jinping’e) yönelik bu reddiyenin şimdilik üzerinde durmuyorum. Ben de seminer katılımcıları gibi aslolarak, Badiou’nün neden durumun ya da sahanın tayin edici niteliğini redde tabi tuttuğu sorusuyla ilgileniyorum.

Felsefe açısından aşikâr olan şu: saha, mekân, evrenseli sınırlıyor, lâkin Badiou’nün aklında özel bir hedef var. Kitap boyunca birçok yerde kimlik politikasına karşı polemik yürütüyor, onu alaycı bir ifadeyle ele alıyor ve yakın döneme ait postyapısalcı mirası üzerinde duruyor. Daha genelde de kimlik politikasının liberal gelenekten neşet ettiğini, geleneği tümüyle Avrupa ve Amerika’da oluşmuş olan liberalizmin bireysel tercihe yönelik vurgusunu paylaştığını söylüyor. Badiou’nün eleştirisine katılabiliriz katılmayabiliriz de, lâkin ben, temelde kimlik politikasının özel bir bağlamdan, özel bir sahadan neşet ettiği iddiasındayım.

Seminerde biz, esas olarak Badiou’nün fikriyatına ait bu özelliği onun reddettiği şeyi yaparak inceledik: onu içinden çıktığı durumla birlikte ele aldık. Kitap boyunca tüm Batı Avrupa kültürüne ve felsefesine ama daha da özelde Fransa’ya has meselelere sürekli dolaylı ve doğrudan atıfta bulunuluyor.

Asıl mesele şu: kitap, 1989’un yol açtığı kapsamlı krize tanıklık etmiş Marksist felsefecilerin elinden çıkmış ürünlerden biri, dolayısıyla bu tür felsefeciler için “Cennetten Düşüş”, Berlin Duvarı’na (veya Antifaşist Kale Duvarı’na) dair bir semboldür. Birçok “Batılı” Marksist, miyoplaşıp Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri görmezden gelmesine karşın, Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde komünizm ağır aksak da olsa varolmayı sürdürmüştür. Sonrasında bu yapı “çökmüş” hatta “yıkılmıştır”. Peki o noktada ne yapmak gerekir?

Lenin ve komünist partinin artık demode olduğunu söylemek yerine Badiou gibi yazarlar, “Batı” geleneği olarak gördükleri arazide kazıya çıktılar. Bu isimler komünist politikanın yeniden düşünülmesi ve devrim için kökleri derine inen, sağlam bir model peşine düştüler. Bu noktada da yüzlerini Hristiyan geleneğine, bilhassa Kitab-ı Mukaddes’e çevirdiler.

Bir yandan bu teşebbüsü Hristiyan komünist geleneğinin beklenmedik bir biçimde yeniden canlanması olarak görebiliriz, lâkin yapılan bu hamlenin önemli bir maliyeti de beraberinde getirdiğini anlamak lazım. Sonuçta devrim, tüm ayrıksılığıyla, dünyanın başka kısımlarına ihraç edilmesi gereken, tümüyle Avrupalı-Hristiyan bir icat olarak görülmeye başlandı. Artık şurası gün gibi ortada: sadece Çin açısından değil, tüm dünya açısından bu çıkarım, belli ölçüde yayılmacılığın ve emperyalizmin hizmetinde.

1989 sonrasında Batı Avrupa’da açığa çıkan kriz, kapsamlı bir dinamiğin bir parçasıydı. Komünizme karşı kazanılan “zafer” esnasında Avrupaî gelenek meşruiyet krizine girdi, başka bir tabirle, ruhunu yitirdi. Bu, yazının bu kısmında detaylı bir biçimde ele alamayacağım kapsamlı bir mesele. Bu noktada Batı Avrupa kültürü ve geleneğine has ve özel olanı tanımlamaya çalışan araştırma projelerinin ve kültür ürünlerinin, sınırların ve zihinlerin kapatılmasının bu sürecin parçası olduğunu belirtmekle yetineyim. Söz konusu süreç, aynı zamanda marksizmin sahiciliğini ve güvenirliğini yeniden kazanması için yüzünü Hristiyan komünist geleneğe çevirenleri de kapsıyor. Bu bağlamda bahsi geçen sapmanın muhafazakâr bir sapma olduğunu görmek gerekiyor.

1989’un sebep olduğu üçüncü sonuçsa Badiou gibi Marksistlerin Çin’in Marksizmi terk ettiğini düşünmeleri. Tam da bu nedenle yazıya “Badiou Çin’i Yanlış Anlıyor” alt başlığı ile başladım. Kanaatimce bu mesele ve ortaya çıkardığı sonuçlar, yeterince anlaşılamadı. Çin’in Marksizmi terk ettiğine dair o yanlış algı, tümüyle 1989 ile alakalı. Bu algıya göre, madem Avrupa ve Rusya’da komünizm başarısız oldu, o vakit çevre ülkelerde de başarısız olmuş olmalı. Bu görüşteki Avrupamerkezcilik gayet aleni.

Elbette “Avrupa Maoizmi” denilen tuhaf olgunun da uzun bir geçmişi var. Badiou, bir süre bu geleneğin savunucularındandı. Onun son dönemde Mao ve Çin’le ilgili beyanlarının rağbet görmesinin sebebi ise çerçevesini çizmeye çalıştığım, 1989 sonrası ortaya çıkan olgunun ta kendisi. Ama bu, gayet tuhaf ve diyalektik olmayan bir Mao (onun bu şekilde nasıl okunacağı gerçekten merak konusu). O, salt Kültür Devrimi bağlamında ele alınıyor, zengin Çin Marksizmi geleneği üzerinden okunmuyor, hatta Mao, tuhaf bir biçimde, ait olduğu bağlamdan kopartılıyor. Örneğin Badiou’nün çalışmalarının hiçbirisinde Deng Xiaoping’den, sonraki liderlerden veya açılım ve reform ile ilgili Marksist değerlendirmelerden bahsedilmiyor. Bir iki yerde üstünkörü ele alınıyor ve bu, kâfi görülüyor. Çinlilerse Badiou gibilere karşı hep yüce gönüllülükle yaklaşmışlar. Onun gibilere maozhuyizhe diyorlar. Bu kelimeyi “Maoist” olarak tercüme etmek mümkün. Oysa Çinliler, Badiou’nün gerçekte bir maopai olduğunu biliyorlar. Maopai, olumsuz bir ifade ve sekter, hizipçi Maoistleri ifade ediyor. (Kelime, daha çok sahte ve dolandırıcı gibi anlamlara sahip.)

Benim Çin’de tanık olduğum diğer bir mesele de Badiou’nün iptal edilen Çin ziyareti ile ilgili tartışmalar. Bugüne dek Badiou üç kez davet edildi ama kendisi, kimi sebeplere bağlı olarak ziyareti iptal etti. Ziyaret gerçekleşseydi, bugünkü Çin Badiou için “Gerçek” hâlini alabilirdi ki bu da onun felsefî sistemini tüm içeriği ve biçimiyle birlikte tarumar edecekti. Çin’e gelseydi, elindeki çekici kendisini kuşatan gerçeğe karşı ilgisiz ve ondan habersiz oluşuna indirebilirdi. Ya da durup dinleme ve öğrenme imkânı bulurdu. Bu ülkede güçlü, güvenli ve zinde bir komünist partinin varlığına şahitlik eder, Çin’de olan biten her şeyde Marksizmi rehber olarak belirlemiş bir liderliğin olduğunu görür, reform ve açılımın alabildiğine Marksist bir proje olduğunu anlar, Modern İpek Yolu projesi anlamında Bir Kuşak Bir Yol Girişimi ve Afrika ile işbirliği gibi meselelerin gayet sömürgecilik karşıtı projeler olduğunu fark ederdi. Ama o Çin’e hiç gelmedi.

Artık Badiou’nün içinde bulunduğu durumun, böylesi bir durumu inkâr etmesi muhtemel olan bir felsefî sistemi tayin ettiğine hiç şüphe yok. Bu, Çinlilerde de görülen bir değerlendirme, onlar, Badiou’deki kusurların da, ortaya çıkması muhtemel görüşlerin de farkında.

Tüm bu tespitler, nihai bir sonuca ulaştırıyor bizleri: Çin’deki tartışmaların bir yönü de benim sahte evrenselle köklü evrensel arasındaki ayrım olarak tanımladığım meseleyle alakalı. Sahte evrensel, kendi özel konumunu unutan veya inkâr eden, evrenselin konuma veya bağlama bakmaksızın her şeye tatbik edilebileceğini söyleyen bir tür evrenselcilik. Avrupa geleneği, bu türden sahte evrensellere, tümellere yeterince sahip. Buna karşılık köklü evrensel, içinden çıktığı bağlamın ve kültürün her daim bilincinde olan bir evrensel. Yani bu tümellik, kendi görüşlerinin ve sınırlarının ayırtında. Bunlar, tam da sahip oldukları özel bağlamlarından dolayı, gerçek birer evrensel. Yapılan bu ayrım, sadece Avrupa’da karşı karşıya getirilen mutlakla göreceli arasındaki karşıtlığı aşmakla kalmıyor ayrıca, örneğin insan hakları gibi başlıklarda oldukça faydalı sonuçlara ulaşılmasını sağlıyor. Aradaki ayrıma göre, Avrupa geleneğindeki köklü evrensel, insan hakları bahsinde, yurttaşlık haklarına ve politik haklara ulaşırken, Çin Marksizmi’ndeki köklü evrensel, bizleri ekonomik refah ve esenlik hakkının üstünlüğüne götürüyor. Görüldüğü üzere, özel bağlamların evrensele dair daha zengin bir anlayışa katkı sunması mümkün.

Peki bu söylediklerimizin Badiou’nün felsefesiyle ne alakası var? Badiou için asıl risk, sahte evrensel. O, Avrupalı bir tarz dâhilinde bölgelerin özgüllüğünü görmezden geliyor, bunun yanı sıra tek ülkede sosyalizmi ve Çin’e has özelliklere sahip sosyalizmi reddediyor. Her şeyi aynı gören Badiou, köklü bir evrensel üzerinden tefekkür ediyor, aslında “Bir”i reddedip evrensellerdeki, tümellerdeki çokluktan hiç bahsetmiyor. Benim gözümden kaçmış olabilir, lâkin Badiou’nün çalışmalarının hiçbirisinde bu çokluğa dair tek bir cümle okumadım. Bu tür değerlendirmesi olsaydı, o çokluğu idrak edebilseydi, Çin’deki durumun ve oradaki köklü evrensellerin ayrı bir tarihsel düzenden ve felsefe geleneğinden neşet etmiş olduğunu anlar, Marksizmin o düzen ve gelenek dâhilinde, Çin bağlamında (makesizhuyi zhongguohua) dönüştüğünü, “Çinlileştiğini” görürdü. Bu yaklaşımı ilk kez Deng Xiaoping önermedi, onun kaynağı Mao Zedung’dan başkası değil.

Roland Boer
13 Kasım 2018
Kaynak

0 Yorum: