Bu
malzemeye dair araştırmamın üzerinden on yılı aşkın bir süre geçmiş. Ona geri
dönüp bakacağım hiç aklıma gelmezdi. Alain Badiou’nün aldığı o tuhaf felsefî
konumlardan bahsediyorum. Benden yaşça büyük olan bu ihtiyar Fransız
felsefecide kimileri ilginç bir yan buluyorlar.
Kısa
süre önce ilk kitaplarından biriyle ilgili seminer verdim. Kitap, İngilizceye
de tercüme edilen Aziz Paul: Evrenselciliğin Temeli idi. Pekin’de
bulunan Renmin Üniversitesi’de okuyan, Badiou’yü anlama gayreti içerisinde olan
yüksek lisans öğrencileri rica etmişlerdi bunu benden. Elimde kitabın ayrıca
doğrudan Fransızcadan yapılmış Çince tercümesi de var, dolayısıyla iki
tercümeyi de kıyaslamak mümkün.
Kitapla
ilgili söylenecek çok şey var: yeniden okumanın o kadar da iyi olmadığını
söylemem lazım. Kitabın merkezinde belirgin bir çelişki var ve bu çelişkinin
çilesini çekiyor. Bu da Havari Paul denilen, paradigmayı tayin eden gerçek
olayın Badiou tarafından bir masal, bir tür efsane olarak temellendirilmesi ile
ilgili. Gelgelelim Badiou, bir yandan da kitap boyunca dirilişle ilgili bu
efsaneyi söz konusu temelden söküp atmaya çalışıyor. Bu, tam da, Rus
Devrimi’nden ödünç alacağımız terimle, olaydaki kendiliğindenliğin en uç
ifadesi. Söz konusu olayın planlanması, umulması veya hesaplanması, tabii ki
mümkün değil. İktidardaki sosyalizmin kuruluş sürecinde yüzleştiği bir tür
miyopluk bu. Badiou’deki anlayışın kapsamlı bir kriz anlayışına sahip
bulunmadığını, bu eksikliğin Rus Devrimi esnasında Avrupalı Marksistlerde
yaygın bir hâl arz ettiğini, yayılmacı olmasa bile tüm tuhaflığıyla
alabildiğine muhafazakâr olduğunu görmek gerekiyor.
Bu
meselelerin bazıları üzerinde duracağım ama önce bilhassa seminer
katılımcılarının anlamsız buldukları bir özelliğe işaret edeceğim. Badiou, bir
olayın gerçekleştiği sahanın, mekânın zaruri olduğunu ama tayin edici
olmadığını söylüyor. Bu önerme, ölüm ve dirilişle ilgili bölümde karşımıza
çıkıyor: ölüm, dirilişin gerçekleşmesi için gerekli sahayı teşkil ediyor ama o
dirilişi tayin etmiyor. Bu garip okumadaki teolojik sorunları bir yana
bırakıyorum ayrıca diyalektik analize (dolayısıyla Marx’a, Mao’ya, Xi
Jinping’e) yönelik bu reddiyenin şimdilik üzerinde durmuyorum. Ben de seminer
katılımcıları gibi aslolarak, Badiou’nün neden durumun ya da sahanın tayin
edici niteliğini redde tabi tuttuğu sorusuyla ilgileniyorum.
Felsefe
açısından aşikâr olan şu: saha, mekân, evrenseli sınırlıyor, lâkin Badiou’nün
aklında özel bir hedef var. Kitap boyunca birçok yerde kimlik politikasına
karşı polemik yürütüyor, onu alaycı bir ifadeyle ele alıyor ve yakın döneme ait
postyapısalcı mirası üzerinde duruyor. Daha genelde de kimlik politikasının
liberal gelenekten neşet ettiğini, geleneği tümüyle Avrupa ve Amerika’da
oluşmuş olan liberalizmin bireysel tercihe yönelik vurgusunu paylaştığını
söylüyor. Badiou’nün eleştirisine katılabiliriz katılmayabiliriz de, lâkin ben,
temelde kimlik politikasının özel bir bağlamdan, özel bir sahadan neşet ettiği
iddiasındayım.
Seminerde
biz, esas olarak Badiou’nün fikriyatına ait bu özelliği onun reddettiği şeyi
yaparak inceledik: onu içinden çıktığı durumla birlikte ele aldık. Kitap
boyunca tüm Batı Avrupa kültürüne ve felsefesine ama daha da özelde Fransa’ya
has meselelere sürekli dolaylı ve doğrudan atıfta bulunuluyor.
Asıl
mesele şu: kitap, 1989’un yol açtığı kapsamlı krize tanıklık etmiş Marksist
felsefecilerin elinden çıkmış ürünlerden biri, dolayısıyla bu tür felsefeciler
için “Cennetten Düşüş”, Berlin Duvarı’na (veya Antifaşist Kale Duvarı’na) dair
bir semboldür. Birçok “Batılı” Marksist, miyoplaşıp Doğu Avrupa ve Sovyetler
Birliği’ndeki gelişmeleri görmezden gelmesine karşın, Avrupa ve Sovyetler
Birliği’nde komünizm ağır aksak da olsa varolmayı sürdürmüştür. Sonrasında bu
yapı “çökmüş” hatta “yıkılmıştır”. Peki o noktada ne yapmak gerekir?
Lenin
ve komünist partinin artık demode olduğunu söylemek yerine Badiou gibi
yazarlar, “Batı” geleneği olarak gördükleri arazide kazıya çıktılar. Bu isimler
komünist politikanın yeniden düşünülmesi ve devrim için kökleri derine inen,
sağlam bir model peşine düştüler. Bu noktada da yüzlerini Hristiyan geleneğine,
bilhassa Kitab-ı Mukaddes’e çevirdiler.
Bir
yandan bu teşebbüsü Hristiyan komünist geleneğinin beklenmedik bir biçimde
yeniden canlanması olarak görebiliriz, lâkin yapılan bu hamlenin önemli bir
maliyeti de beraberinde getirdiğini anlamak lazım. Sonuçta devrim, tüm
ayrıksılığıyla, dünyanın başka kısımlarına ihraç edilmesi gereken, tümüyle
Avrupalı-Hristiyan bir icat olarak görülmeye başlandı. Artık şurası gün gibi
ortada: sadece Çin açısından değil, tüm dünya açısından bu çıkarım, belli
ölçüde yayılmacılığın ve emperyalizmin hizmetinde.
1989
sonrasında Batı Avrupa’da açığa çıkan kriz, kapsamlı bir dinamiğin bir
parçasıydı. Komünizme karşı kazanılan “zafer” esnasında Avrupaî gelenek
meşruiyet krizine girdi, başka bir tabirle, ruhunu yitirdi. Bu, yazının bu
kısmında detaylı bir biçimde ele alamayacağım kapsamlı bir mesele. Bu noktada
Batı Avrupa kültürü ve geleneğine has ve özel olanı tanımlamaya çalışan
araştırma projelerinin ve kültür ürünlerinin, sınırların ve zihinlerin
kapatılmasının bu sürecin parçası olduğunu belirtmekle yetineyim. Söz konusu
süreç, aynı zamanda marksizmin sahiciliğini ve güvenirliğini yeniden kazanması
için yüzünü Hristiyan komünist geleneğe çevirenleri de kapsıyor. Bu bağlamda
bahsi geçen sapmanın muhafazakâr bir sapma olduğunu görmek gerekiyor.
1989’un
sebep olduğu üçüncü sonuçsa Badiou gibi Marksistlerin Çin’in Marksizmi terk
ettiğini düşünmeleri. Tam da bu nedenle yazıya “Badiou Çin’i Yanlış Anlıyor”
alt başlığı ile başladım. Kanaatimce bu mesele ve ortaya çıkardığı sonuçlar,
yeterince anlaşılamadı. Çin’in Marksizmi terk ettiğine dair o yanlış algı,
tümüyle 1989 ile alakalı. Bu algıya göre, madem Avrupa ve Rusya’da komünizm
başarısız oldu, o vakit çevre ülkelerde de başarısız olmuş olmalı. Bu görüşteki
Avrupamerkezcilik gayet aleni.
Elbette
“Avrupa Maoizmi” denilen tuhaf olgunun da uzun bir geçmişi var. Badiou, bir
süre bu geleneğin savunucularındandı. Onun son dönemde Mao ve Çin’le ilgili
beyanlarının rağbet görmesinin sebebi ise çerçevesini çizmeye çalıştığım, 1989
sonrası ortaya çıkan olgunun ta kendisi. Ama bu, gayet tuhaf ve diyalektik
olmayan bir Mao (onun bu şekilde nasıl okunacağı gerçekten merak konusu). O,
salt Kültür Devrimi bağlamında ele alınıyor, zengin Çin Marksizmi geleneği
üzerinden okunmuyor, hatta Mao, tuhaf bir biçimde, ait olduğu bağlamdan
kopartılıyor. Örneğin Badiou’nün çalışmalarının hiçbirisinde Deng Xiaoping’den,
sonraki liderlerden veya açılım ve reform ile ilgili Marksist
değerlendirmelerden bahsedilmiyor. Bir iki yerde üstünkörü ele alınıyor ve bu,
kâfi görülüyor. Çinlilerse Badiou gibilere karşı hep yüce gönüllülükle
yaklaşmışlar. Onun gibilere maozhuyizhe diyorlar. Bu kelimeyi “Maoist”
olarak tercüme etmek mümkün. Oysa Çinliler, Badiou’nün gerçekte bir maopai
olduğunu biliyorlar. Maopai, olumsuz bir ifade ve sekter, hizipçi
Maoistleri ifade ediyor. (Kelime, daha çok sahte ve dolandırıcı gibi anlamlara
sahip.)
Benim
Çin’de tanık olduğum diğer bir mesele de Badiou’nün iptal edilen Çin ziyareti
ile ilgili tartışmalar. Bugüne dek Badiou üç kez davet edildi ama kendisi, kimi
sebeplere bağlı olarak ziyareti iptal etti. Ziyaret gerçekleşseydi, bugünkü Çin
Badiou için “Gerçek” hâlini alabilirdi ki bu da onun felsefî sistemini tüm
içeriği ve biçimiyle birlikte tarumar edecekti. Çin’e gelseydi, elindeki çekici
kendisini kuşatan gerçeğe karşı ilgisiz ve ondan habersiz oluşuna
indirebilirdi. Ya da durup dinleme ve öğrenme imkânı bulurdu. Bu ülkede güçlü,
güvenli ve zinde bir komünist partinin varlığına şahitlik eder, Çin’de olan
biten her şeyde Marksizmi rehber olarak belirlemiş bir liderliğin olduğunu
görür, reform ve açılımın alabildiğine Marksist bir proje olduğunu anlar,
Modern İpek Yolu projesi anlamında Bir Kuşak Bir Yol Girişimi ve Afrika ile
işbirliği gibi meselelerin gayet sömürgecilik karşıtı projeler olduğunu fark
ederdi. Ama o Çin’e hiç gelmedi.
Artık
Badiou’nün içinde bulunduğu durumun, böylesi bir durumu inkâr etmesi muhtemel
olan bir felsefî sistemi tayin ettiğine hiç şüphe yok. Bu, Çinlilerde de
görülen bir değerlendirme, onlar, Badiou’deki kusurların da, ortaya çıkması
muhtemel görüşlerin de farkında.
Tüm
bu tespitler, nihai bir sonuca ulaştırıyor bizleri: Çin’deki tartışmaların bir
yönü de benim sahte evrenselle köklü evrensel arasındaki ayrım olarak
tanımladığım meseleyle alakalı. Sahte evrensel, kendi özel konumunu unutan veya
inkâr eden, evrenselin konuma veya bağlama bakmaksızın her şeye tatbik
edilebileceğini söyleyen bir tür evrenselcilik. Avrupa geleneği, bu türden
sahte evrensellere, tümellere yeterince sahip. Buna karşılık köklü evrensel,
içinden çıktığı bağlamın ve kültürün her daim bilincinde olan bir evrensel.
Yani bu tümellik, kendi görüşlerinin ve sınırlarının ayırtında. Bunlar, tam da
sahip oldukları özel bağlamlarından dolayı, gerçek birer evrensel. Yapılan bu
ayrım, sadece Avrupa’da karşı karşıya getirilen mutlakla göreceli arasındaki karşıtlığı
aşmakla kalmıyor ayrıca, örneğin insan hakları gibi başlıklarda oldukça faydalı
sonuçlara ulaşılmasını sağlıyor. Aradaki ayrıma göre, Avrupa geleneğindeki
köklü evrensel, insan hakları bahsinde, yurttaşlık haklarına ve politik haklara
ulaşırken, Çin Marksizmi’ndeki köklü evrensel, bizleri ekonomik refah ve
esenlik hakkının üstünlüğüne götürüyor. Görüldüğü üzere, özel bağlamların
evrensele dair daha zengin bir anlayışa katkı sunması mümkün.
Peki
bu söylediklerimizin Badiou’nün felsefesiyle ne alakası var? Badiou için asıl
risk, sahte evrensel. O, Avrupalı bir tarz dâhilinde bölgelerin özgüllüğünü
görmezden geliyor, bunun yanı sıra tek ülkede sosyalizmi ve Çin’e has
özelliklere sahip sosyalizmi reddediyor. Her şeyi aynı gören Badiou, köklü bir
evrensel üzerinden tefekkür ediyor, aslında “Bir”i reddedip evrensellerdeki,
tümellerdeki çokluktan hiç bahsetmiyor. Benim gözümden kaçmış olabilir, lâkin
Badiou’nün çalışmalarının hiçbirisinde bu çokluğa dair tek bir cümle okumadım.
Bu tür değerlendirmesi olsaydı, o çokluğu idrak edebilseydi, Çin’deki durumun
ve oradaki köklü evrensellerin ayrı bir tarihsel düzenden ve felsefe
geleneğinden neşet etmiş olduğunu anlar, Marksizmin o düzen ve gelenek dâhilinde,
Çin bağlamında (makesizhuyi zhongguohua) dönüştüğünü, “Çinlileştiğini” görürdü.
Bu yaklaşımı ilk kez Deng Xiaoping önermedi, onun kaynağı Mao Zedung’dan
başkası değil.
Roland Boer
13 Kasım 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder