29 Aralık 2008

,

Politika ve Güç


Sol literatürde politik meselelerle, genel gidişatla ile ilgili kaleme alınan yazılarda hep aynı hava var: hâkimiyet. Özneler bilinçsel, düşünsel düzlemde her şeye hâkim oldukları hissini veriyorlar. Akıl her şeyi kucaklıyor, kucaklayamadıklarını kutsuyor. Özne, bu hâkimiyet hissini belli bir güç tasarımı ile veriyor. Yazı, bu güçle dökülüyor kâğıda. Esasında o güç, kendi şovu adına kâğıdı kullanıyor, o şovun sahnesi, kâğıt oluyor. Kendi güç dayanaklarına yaslananlar başkalarının dayanaklarını küçük görüyorlar, önemsiz addediyorlar, ciddîye almıyorlar ve gelip geçici birer olgu olarak niteliyorlar. Sol özneler arasında yer yer çatışmalar güç gösterisi bağlamında biçimleniyor. Özneler, spor salonuna gidip kas yapan yeni yetme gencin önüne çıkan herkesi bilek güreşine davet etmesi gibi, başkalarının güç alanlarını bir biçimde sınıyor. Bu sınama ya teorik ya da pratik düzlemde oluyor. Yatay, niceliksel güç biriktirenler, dikey, niteliksel güç biriktirenlerle kavga ediyorlar. Kanın gücü terin gücü ile bilek güreşine tutuşuyor. Savunmacılar saldırıcılara poz kesiyorlar.
Özcesi sol kendi kendini yiyor. Her fiilî durumda ve dönemde solun esasta hiçbir şeye hâkim olamadığı açığa çıkıyor. Örgütçülük yapıp, birim zamanda yapılan işi (yani fizikî tanım itibarıyla) gücü, örgütün bekasını muhafaza ve idame ettirmek olan yapılar tel tel dökülüyorlar. Mahalleye, sendikaya, ülkeye, hattâ oradan dünyaya hâkim olduğu hissini, fikrini verenler kendi dükkânlarına sahip çıkamıyorlar. Her rüzgârın kanadına tutunup bir yerlere gelmek isteyenler ise politika yaptıkları iddiası ile ortalıkta dolaşırken rüzgârın gücüne, şiddetine kul oluyorlar. Rüzgârın politikası ile politik rüzgâr ise farklı şeyler oluyor.
Sol öznelerin güç imkânlarını nerede ve nasıl bulduklarını incelemeleri zorunlu. Kimi akıl oyunları ile kâğıt üstünde yapılan güç gösterileri sadece SEKA’ya yarıyor. Burjuva-kapitalist dünyanın içinde işleyen rekabet ve mülkiyet ilişkileri solun belli bölmelerini ileri itiyor, diğerlerini ise geri çekiyor. İleri itilen geri düşenin sırtına, kimi zaman cesedinin üzerine basarak öne fırlıyor. Başkalarının ölümünden hayatta kalma imkânı buluyor. Katilin adı unutuluyor. İleri fırlayan, günü geldiğinde aynı katil tarafından öldürüleceğini bilmeden ilerliyor.
Özgürlükçüler eşitlikçilere küfrediyorlar, eşitlikçiler özgürlükçülere. Küfürleşme esnasında özgürlüğün paranın, eşitliğin metanın hükmünde olduğu görülmüyor. Belli bir meta tasarımıyla piyasada kabul göreceğini gören özneler, özgürlük kavgasına tutuşup para peşinde koşuyorlar. Aynı para ise metaları kendinde eşitliyor, metaların tanrısı oluyor, metalaşanlar paranın önünde diz çöküp eşitlenmek istiyorlar. Meta ve paranın maddî ilişkisine vurmayanlar eşitleyici dinamikleri kendi çıkarları adına, eşitlikçilik başlığı altında sömürüyorlar; özgürlükçüler ise özgürleştirici dinamikleri kibrit kutularına hapsedip aralarındaki kolektif gücü lime lime ederek sözkonusu dinamikleri eziyorlar. Zulme karşı olanlar gizli bir zulmü; sömürüye karşı olanlar gizli bir sömürüyü alttan alta işletiyorlar.
Rekabet için asgarî düzeyde bir mülkiyet gerekli, mülkiyetin genişleme istidadı ise zaten rekabeti koşulluyor. Sınıflar mücadelesinden azade olduklarını zanneden sol örgütler bu zan ile sadece kendi mülkiyetçiliklerini ve rekabetçiliklerini örtbas edecek teorik kılıflar örebiliyorlar. Kiminki daha kalınsa küçük burjuvalar oraya koşuyor. Küçük burjuvalar kendi varlıklarına en yüksek değeri biçen piyasaya koşan metaa benziyorlar kimi zaman. Bazen de gerçeğe en yoğun ve en yaygın biçimde hüküm koyacağı para piyasalarına balıklama atlıyorlar. Küçük burjuvazinin güttüğü sol örgütlerin yuvalandığı yer, ya rekabet/para ya da mülkiyet/meta dünyası oluyor. Birinciler liberalizme, ikinciler faşizme yelken açıyorlar.
Bu ayrım bu hâliyle kolaycı: liberalizmin içten içe işlettiği gizli faşizmi, faşizmin içten içe işlettiği gizli liberalizmi örtbas ediyor. Saf liberal karşıtı olmak, karşıtlığın içindeki liberalizmi saklıyor. Belki de tersten, bu nedenle açıktan liberalizm karşıtlığı yapılıyor: istihbarat örgütlerinin açığa çıkmış ajanlarını temizlemesi türünden bir işlem bu.
Meta ve para birbirlerini karşılıklı olarak mecbur kılıyor. Bu yönüyle mülkiyet rekabeti, rekabet mülkiyeti koşulluyor.
Marx öncesi sosyalizmin bölündüğü bir ana kol, esas düşmanı rekabet, diğeri ise mülkiyet olarak görüyor. Marx, üretim esaslı teorik işlemi ile bu iki ideolojik anti-kapitalist tepki biçimini nesnel, nötr bir düzlemde ele alıyor. Marx, kendisini önceleyen ekonomi-politikçilerin sonuç olarak belirlediklerini neden, nedenleri sonuç olarak tespit ediyor, perspektifi terse çeviriyor.
Bugün de teorik ve politik anlamda marksist olmak benzer biçimde perspektifi terse çevirmeyi gerektiriyor. Politik olmayı ve gücü rekabet/mülkiyet gerçeğinden öğrenenlerin burjuvazi-devlet düzleminden öteye gideceği bir yer bulunmuyor. İyi çocuklar en fazla kötü sahneyi değiştirmek isterken dekor ya da figüran oluveriyorlar. Sahneyi yıkmak isteyene artık pek fazla rastlanmıyor.
Lacan’ın 68 Olayları için yorumu, perspektifi terse çevirici nitelikte. Özgürlük için kaldırım taşlarını söken gençler için Lacan, “esasında onlar başka bir Tanrı arıyorlardı” diyor. Farklı bir ifade ile şu söylenebilir: o başka Tanrı, gerçekte, zihinlerde bulunan tanrıya karşı savaşıyor. Aynı şekilde kimi sıkışma durumlarında meta paraya isyan ediyor, kendi özgüllüğünü talep ediyor; ya da para daha fazla metaı tanımlamak istiyor. Siyaset âleminde bunun doğal tercümanları kolaylıkla bulunuyor.
BBC’nin hazırladığı rak belgeselinde ilk rakçılar blues’u İngiliz dünyasına tercüme ettiklerini söylüyorlar. Eric Clapton, blues şarkıcısında “birey, yalnızlık ve öfke” görüyor, bunu kendi dünyasına bağlıyor. Fukara siyah müziği blues, küçük burjuvaların dünyasına satılan bir mamul hâline getiriliyor. Kitlesel, kolektif, tarihsel niteliğinden sıyrılıyor, pub’lara meze yapılıyor. Saf öfke ve hüzün gidiyor, yerine pazarlık amaçlı yeni bir karşıtlık türü geliyor. Özgürlüğün mavisi daima burjuvazinin bayrağına renk veriyor.
Sinemacılar, komedyenler, yazarlar tekil, bireysel hikâyelerini satıyorlar pazarda. Parasal güç pekiştikçe başkalarının hayat hikâyeleri karikatürleştirilip, içi boşaltılarak pazara sunuluyor. Sınıfı, halkı, milleti, vatanı ve dini için ölümü göze alanların ideolojisi ve siyaseti bu pazarda birilerinin güç hesaplarına kurban ediliyor. Hesap yapanlar, her şeyi tükettikten sonra, Kurt Cobain gibi 27’sinde, (ideolojik ve politik açıdan) intihar ediyorlar. Ölüm bile pazara düşüyor. Nirvana ve sessizlik, egemenlerin pürüzsüz, hülyalı dünyalarına hizmet ediyor.
Küçük burjuva şefler, kendi bedensel, bireysel, zihinsel hikâyelerini örgütleştiriyorlar ve pazarda bu örgütü satılığa çıkartıyorlar. Sınıfıyla, halkıyla, milletiyle nefes alıp vermesi gereken, onun öfkesi ile öne fırlayıp hareketi örgütlemesi zorunlu militanlar, maalesef, bu şeflerin pazarlamacıları olarak iş görüyorlar. Küçük burjuva bedene bürünen ruh soysuzlaşıyor, öfkesini ve hüznünü unutuyor, güçlü olmak adına sınıfsız, sınırsız ve muktedir bedenin tekil hikâyesine tutunuyor.
TKP, TİP, Dev-Genç, THKO, THKP-C, TKP-ML vs… Bunların başına gelen blues’un başına gelenden farksız. Hüzünlü, öfkesini vakur bir eda ile bu hüznün arkasına saklayan dört mavi nota müzik endüstrisinin çarklarına yağ oluyor. Böylesi bir hüzün ve öfke ile yoğrulu olan sol da burjuva siyasasının içinde rolünü alıyor. Örgütlediği insanları güç olma yalanları ve politika yapma niyetleri ile kandırıp rolünü yerine getiriyor.
Son dönemde sol içinde yapılan tartışmaları, böylesi bir role sahip olan solculuktan çıkıp, oyunu bozan devrimci bir özneye dönüşmeye dönük bir niyet olarak okumak mümkün görünmüyor. Sol, kendi içinde yükselen devrim çığlıklarını bastıracak silâhlarını yeni döneme uygun olarak nasıl değiştireceğini tartışıyor, o kadar! Silâhlar gene efendilerden ödünç alınıyor.
Sol, sürekli kadrolarına kendisine güç olmayı öğreten başöğretmeni işaret ediyor: rekabet ve mülkiyet. “Burası x örgütünün alanı, bu eylem y örgütünün eylemi”… Sözler böyle başlıyor, “bizim kortejimiz z örgütünün kortejinden daha kalabalıktı” diye devam ediyor. Kimse devrimin, sosyalizmin ve komünizmin ortak davasında, en azından belli bir durum ve dönem dâhilinde, yoldaş olabilmeyi göze alamıyor.
Güçlü olmayı rekabet piyasasından öğrenen ve politika alanını rekabetin açtığı coğrafyada tanımlayan özneler ömrünün önemli bir kısmını, güçlü olmayı mülkiyet piyasasından öğrenen ve politika alanını mülkiyetin açtığı coğrafyada tanımlayan öznelere küfretmekle geçiriyor.
Rekabetçilerin politika alanını belirleyen devlet karşıtlığı, mülkiyetçilerin politika alanını belirleyen ise demokrasi karşıtlığı. “Devlete silâh sıkmayan politik değildir” rekabetçinin; “bu kadar örgüt fazla, hepsi bende birleşsin” mülkiyetçinin mottosu oluyor.
Oysa gerçek, maddî, doğal anlamda özgürleştirici ve eşitleyici dinamikler mücadelelerini gizli ya da açık biçimde sürdürüyorlar. Şiddetli bir dalga, rüzgâr, deprem gibi işliyor öfke ve hüzün. Kitleler adsız ve sözsüz hareket ediyorlar, birileri çıkıyor, yani edebî bir ifade ile kitlesel hareket dile geliyor, “ben bu kitlenin adı ve sözüyüm” diyor. Hareketin durağanlaştığı momentlerde bu kişiler, özneler boşlukta kalıyorlar, boşluğu ise rekabet ve mülkiyet piyasasının maddî imkânları dolduruyor. Özneler kitleye ihanet ederek, adı, sözü kitlenin yerine geçiriyor. Madde ile maddenin bilgisi kişi-özne şahsında, ya kişinin maddîliği ya da madde bilgisi lehine birleştiriliyor. Örneğin sendika liderleri kapalı kapılar ardında patronlarla o ad ve söz adına anlaşıyorlar. Gençlik liderleri üniversitelerin satılabilir bir obje olmasını isteyen burjuvaziye dolaylı olarak hizmet ediyorlar. “Özerk demokratik üniversite” sloganı, batının burjuva üniversitelerinden alınıyor. Devlet üniversiteleri piyasaya, gerekli ambalajı ile birlikte, sunulmuş oluyor.
Salt karşı olmanın dönüştürücü-devrimci faaliyetten kaçmaya imkân sunan bir yanı var. Karşı olduğunu söyleyen, bir konumdan bahsediyorsa, karşı olduğu şeyin dönüşüm sürecine el sürmeyeceğini de baştan belirtmiş oluyor.
Anarşistlerin devlet karşıtlığı ile dalga geçen Marx, “anarşistler devleti, emek-değer teorisini vs. görmezden gelirsek yok olur, gider derler” diyor. Anarşistler, aynı körlükle, kapitalizmden komünizme geçiş için zorunlu olan sosyalizm denilen dönüşüm momentini küçümsüyorlar. Evet, devlete karşı olmak, ama Lenin’in belirttiği biçimiyle, “bir devlet biçimi olan demokrasi”ye de karşı olmak, karşıtlığı içsel dönüşümde güç olarak var olmak üzerinden tanımlamak; bu yönüyle rekabetin güdümündeki demokrasi ile mülkiyetin güdümündeki devletle eşgüdümlü bir kavgaya tutuşmak, bu amaçla devlet ve demokrasi arası ilişkilerin, gerilimlerin mevcut olduğu genel siyaset alanına girmek ve her iki mücadelede buluşulacak dinamikleri ortaklaştırmak gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde politik faaliyet kolaylıkla ideolojize ediliyor ve ideoloji hâkim sınıfın dili, söylemi ve eylemi oluyor. Bu da rekabetin ve mülkiyetin ağzı ile konuşmayı getiriyor.
Güç, dönüşüm süreci içinde geriye dönüşsüz bir çentik atmaktır. Geriye dönüp bakıldığında sol-sosyalist hareketin tarihî dönüşüm süreci içinde Deniz-Mahir-İbrahim çentiği böylesi bir gücü işaretliyor, Mustafa Suphi TKP’si de bir başkasını. Parlamentarizm ve orduculuk arası tartışmada kilitlenen dönüşüm momenti, adıyla sözüyle, bu üç devrimci önderin çentiği ile kesilip atılıyor. Bugün meclise giren Uras Çayan’ı ağzına dolayabiliyor, orducu solcular Deniz resimlerini bayrak ediniyorlar.
Beğenilsin beğenilmesin, devrimci güç bir çentik olarak tarihte tüm canlılığı ile varlığını koruyor. Sırtı onlara yaslama kolaycılığından çok, güç olmayı onlardan, onların pratiğinden öğrenmek gerekiyor.
Güç olunacaksa böyle olunmalı, efendilerin açtığı yollardan değil. Güçlü görünme derdiyle “dostlar alışverişte görsün” türünden eylemliliklerle bir yere varılmıyor. Bu açıdan “politika güç meselesidir” lafı, gücü, yani birim zamanda yapılan işi biçimsel olarak yüceltmekle hata ediyor. Politik eylemlilik zaman algısının değişmesini, birimlerin niceliğinin başka bir hâl almasını ve işin niteliğinin dönüşmesini gerektiriyor.
Bugün genç militanlar esasında afiş, bildiri gibi angarya gördükleri işleri yeni gelenlerin sırtına yüklemek için insan örgütlüyorlar. İnsan örgütlemenin politik ve devrimci bir anlamı bulunmuyor. Etli butlu görünmek için TV ekranlarında kullanılan filtrelerden yararlanılıyor, yalanlar söyleniyor, zevahiri (görüntüyü) kurtarmak için gereksiz, yersiz işler yapılıyor vs. Güçlü görünmek adına hâkimiyetçi, hükmedici, total projeler, niyetler reyonları dolduruyor. “Ezilenler, dünya, Türkiye, solun birliği, işçilerin birliği vs.” diyerek güçlü olunduğu izlenimi verilmeye çalışılıyor. Basit, ufak, sıradan, göreceli, kısmî ve parçalı işler bu zaman algısında anlamsızlaşıyor. “Ben yaparsam Musa gibi asamla (örgütümle) denizi ikiye bölerim” deniliyor, ama bir okey masasındaki dört kişi bile politik anlamda ikiye bölünemiyor. Tam tersine, “aman bölücü demesinler, huzursuzluk çıkmasın” diye garip bir hoşgörücülük hâkim olmaya başlıyor. Güç biçimselleşiyor, politika bu biçimselliğe tâbi oluyor ve özsel dönüşümlerin yaşandığı momentlerde anlamını yitiriyor. Elde var bir, doğal, maddî ve organik olması gereken güç, başkalarının tasarımlarına öykünerek yeniden üretilen fason elbiselere benziyor. Belli bir dönüşüm içinde gerçekleşmeyen güç biçimsel kalıyor. Esamisi okunmayarak yalnızca bir süre bazı insanların gözünü boyuyor.
Güç medyatikleşiyor, görselliğin saltanatına kul oluyor, gözdeki perdede yaşanan her titreşim güçle ilişkilendiriliyor. Mahir’in de dediği gibi, ya düşman güçlü, dostlar güçsüz (sağ oportünizm); ya da düşman güçsüz, dostlar güçlü (sol oportünizm) zannediliyor. Dost-düşman ayrımı, güç olunması gereken politika alanında değil, güçlü olduğu zannedilen, düşünsel-teorik masa başlarında yapılıyor. O masayı, masaya yaslanmış kafayı kim huzurlu kılmışsa, güç o oluyor ve o masadan, kafadan türeyen siyaset kendilerini huzurlu ve mutlu kılan güce zamanla biat ediyor.
Solun bu biçimsel güç tasarımı ve politik faaliyet için yoğunlaştığı üç ayrı toplumsal kesimden söz edilebilir: gençlik-işçi-aydın. Üçünü farklı durum ve dönemlerde uygun/yerinde müdahaleler ve mücadelelerle örgütlemesi gereken hareket, bu kesimlerden sadece kendi kurgusunu bozmayacak bazı unsurları örgütlüyor. Esas olan, bu kesimlerin tarihsel-toplumsal çerçeveye tâbi olan politik işleyişlerini örgütlemek iken, sol sadece bu kesimlerin politika dışında, giderek politika karşısında konumlanan bireylerini kendine bağlıyor. Sol, özde kendi bindiği dalı kesiyor. Üç toplumsal kesim gerçek, maddî politik eylemden, meselenin özünden kaçıp biçime sığınanlara kucak açıyor.
Bugün TV dizi yapımcıları ille solcu bir figürü, lafı ve konuyu dizilerine yerleştiriyorlar. Bunun nedeni, kültür ve sanat alanında solun hâlâ temel ölçüt olarak görülmesi. Politik alanda ise böylesi bir ölçüt oluştan söz etmek mümkün değil. Sol, genel siyaset alanında ucuz bir sanatsal figür misali muhafaza ediliyor. Bugün bu solun tüm gerçek, organik, canlı, maddî birikimine koşulsuz dâhil olmak, ama bir yandan da onu biçimsel kurgulardan, orta sınıf ürünlerinden ayrıştırmak gerekiyor. Gelenin adı sol olur olmaz, ama mücadelenin özgürleştirilmesi için bu gerekli. Kendi sınırlarından, varlığından, hâlinden, biçiminden ve eyleminden memnun olan sola karşı marksist devrimcilerin rahatsızlıklarını eylemli olarak dile getirmesi gerekiyor. Gerçeğin, kitlenin, mücadelenin dili konuşsun, bunlar özgürleşsin diye, politik alanın hava yastığı, tamponu, brandası olan sol parçalanmalı, dönüştürülmeli.
İlk olarak yukarıda bahsedilen üç toplumsal kesimle ilişkiye bakılmalı: ilerleme tanrısının kulu olan sol, bu kesimler arasında kronolojik, hiyerarşik ilişki kuruyor. Öncesinde herkes genç, sonrasında şu veya bu şekilde işçileşiliyor, ardından da örgüt bu işçileri aydınlatıyor. Sıra bu. Örneğin son dönemde sayısı giderek artan internet tabanlı sol örgütlerden biri olan Devrimci Bülten şunları yazıyor:
“Tarihsel bir kategori olarak işçi, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir tarihsel döneme âittir. İşçi kavramı tarihsel olarak komünizme denk düşmez. Komünizme denk düşen ‘emekçi’ kavramı, Aydın ya da komünist insandır. Aydın komünist toplumun temsilcisidir. Tarihsel olarak daha yüksek bir toplumsal formasyonun temsilcisi olduğu için, toplumsal dönüşüme ya da bu dönüşümde işçi sınıfının mücadelesine bir bütün olarak önderlik eder.”
Akıl ve düşünce temelli yürütülen komünist mücadele nihaî, olgun biçimini aydında buluyor. Yani işçiler komünizmde yokken, bu düzen aydınların düzeni oluyor. Geleceğin düzeni komünizm, komünizmin esası aydın olduğundan bugündeki mücadeleye aydınlar öncülük etmeli. İlerleme tanrısının peygamberleri her dönemde uç veriyorlar. Nasıl olsa o yere varılacak, bugünde kafayı gözü patlatmanın anlamı yok. (İlerleme kitabının önünde diz çök yeter!) Özcesi küçük burjuvalar başlangıcı söyleyerek sonu da ipotek altına almaya, sürekli sondan bahsederek her şeyin başının kendisi olduğunu kitleye yutturmaya çalışıyorlar. Olan bugüne, şimdiye, devrimci politikanın yegâne gerçeğine oluyor. Politik faaliyet maddiyattan uzaklaşıp, maneviyata, metafiziğe ve öznel masallar âlemine doğru kapanıyor (Hamaset edebiyatı).
“İşçi-aydınlar”, “aydın işçiler”, “yarı aydınlar (gençlik)” türünden başlıklar nedense hep “aydın” denilen özneye atfen üretiliyor. Bazı komünistler bu ilerlemecilikle, geçmişte burjuvazi ile köylülük arasındaki ilişkiye paralel olarak işçi sınıfına burjuvazi ile ortaklık önerebiliyor (Laiklik, başörtüsü, milliyetçilik vb.).
Aydın ise bu yüceltme işlemi ile kendisini sınıf dışı bir konuma taşıyor. Kendisini o şekilde yutturuyor. İşçi sınıfına âit olmanın sancılarından kurtulmak isteyen bir işçiye böylesi bir aydının söyledikleri hoş bir seda olarak geliyor. Ancak bu aydın belirlenimli, aydın kafalı sol, bu aydınlar kümesinin salahiyeti, bekası ve muhafazası için somutlanan kimi ideolojik ve teorik ayrımları ve birlikleri kendi varlık alanı hâline getiriyor. Oysa aydının bıyığı altından kimi zaman burjuvazi, kimi zaman devlet gülümsüyor.
Madde ile maddenin bilgisini kişi-öznede, o kişide saklı maddenin bilgisi lehine ilişkilendirmek, böylesi marazlara yol açıyor. Marx’ın marifeti, mücadeleyi kafaların içinde hapis olmaktan kurtarmaksa da bugün kimi Marksistler, devrimin, sosyalizmin ve komünizmin ortak mücadelesini kafanın içinde başlayıp biten bir orta sınıf yalanına dönüştürüyorlar.
Genel ideolojik âlem içinde rekabetin suyuna kapılmış olan bir sol özne, mülkiyet suyuna kapılmış olanı eleştirmekle ömrünü geçiriyor. Tek önemli mülkü kafasının içindekiler olan aydın şefler, rekabet piyasasına girmekte beis görmüyorlar. Yaptıkları mülkiyet eleştirisi ise esasta burjuvazinin sınıfsal hareketine eklemleniyor. Bilgiyi banknot, döviz misali biriktirenler ise mülkiyet dünyasına hükümdar olmak adına giriş yapıyorlar. Bu malumatfuruşlar, maddenin tüm kıvrımlarını kendilerince düzleyip rahatlıyorlar ve kıvrıma, çıkıntıya, ayrıntıya sebep olduklarından rekabetçilere saldırıyorlar. Mülkiyetçi kesimin karşı tarafa yönelik eleştirisi dipten derinden devlete bağlanıyor. Devletin burjuvaziden uzaklaştığı noktalarda, arada boşalan alana bu sol örgütler doluyor. Devletin ulaşamadığı yerlere mafyatik örgütleri yollaması gibi, sol örgütler de bu boşluğa akmayı araç, taktik değil, esas amaç olarak görüyor. Su akıyor, yatağını buluyor.
Devletin ağır bir darbesinde solun belli bir kesimi hemen soluğu burjuvazinin yanında alıyor. Burjuvazinin ağır darbesinde ise koşulan yer devletin yanı. Devleti tam boy karşıya alanlar ise devleti küçültmek isteyen burjuvazinin belli bir kesimine hizmet ediyorlar. Öyle ki devlet ülkenin her karış toprağında güç değilse bile solun ideolojik, teorik ve politik terennümleri bunun aksinin geçerli olduğunu söylüyor.
“Politik güç nasıl olunur?” sorusu mülkiyet ve rekabet ilişkilerinin dolayımı ile cevaplanıyor. Devletle savaşan devlete, burjuvazi ile savaşan ise burjuvaziye benziyor. Türk devletinin gücünü abartanlar, onun gücünden beslenerek güç olmanın yoluna gidiyorlar. Burjuvazinin gücünü abartanlar onun gücüyle güçlenmek derdine düşüyorlar. Zaman da, birim de, iş de düşmandan öğreniliyor. “Kitle/silâh” ayrımı ile meseleye bakanlar, burjuvazinin kitlesine ya da devletin silâhına bakıyorlar. Bunun sonucunda ise kitle bir silâh hâline gelmiyor, silâh ise kitleselleşmiyor.
Sol-sosyalist hareket içinde güç tasarımı paralel iki yoldan yapılıyor: ilki geçmiş bir devrimin fiilî iktidarı, devrimci bir iktidar üzerinden; ikincisi, geçmişte ve bugünde var olan fiilî bir devrimci güce göre. Geçmişin devrimci iktidarı ya da bugünkü devrimci güç ile ilgili tartışmalar, geliştirilen teorik ve ideolojik kurgular ise verili gerçekte hüküm süren devlet ve burjuvazi dolayımı ile oluşturuluyor. Sol, Ekim’i bugünkü devletle, PKK’yi tekeller veya burjuvazi ile okuyor.
Solun önemli bir bölümü, bugün Ortadoğu’dan fazla Latin Amerika’ya bakıyor. Burada gizlediği Kemalizmi oradaki Bolivarcılık'ta buluyor. Bolivar Kemal’i örtüyor. Ortadoğu’da güç olma ve politika yapma derdi olmayanlar Latin Amerika sokaklarında geziniyorlar. Orada FARC’a, burada PKK’ye “silâh bırak” deniliyor, efendiler adına. Ama yetmişlerden seksenlere uzanan süreçte 12 Eylül benzeri darbelere tanık olmuş bu kıtanın devrimcilerinin sözkonusu darbelere karşı yiğitçe savaştığı görülmüyor. Sol, kendi savaşmamışlığını Latin Amerika edebiyatı ile gizliyor. Bu gizleme devrimci politikayı körleştiriyor. Güç olma imkânlarını Latin Amerika’da arayanlar, solun güçsüzlüğünün esas müsebbiplerinden biri oluyor, diğeri ise Avrupa solcuları.
Güç ve iktidarın teorik-ideolojik düzeyde ayrıştırılması gerekiyor. Güce yıkıcı bir anlam enjekte edilmeli. İktidarın bugünde verdiği o soğuk kurucu anlam bu güçle dönüştürülmeli. Geçmişe âit fiilî bir devrimci iktidarın bugünde takipçiliğini yapmak güç olma imkânı vermiyor, zira bu imkân söz konusu devrimin tarihsel-toplumsal sınırlarına tâbi. Bugündeki bir devrimci gücün yandaşlığı ise iktidar mücadelesi için bir şey sunmuyor. Rekabet ve mülkiyet ilişkileri içinde güç olmayı öğrenen aydın kesim, örgütleri kendi dar ufuklarına boğuyor. Şefler örgütleri kendi sınıfsal, coğrafî ve bedensel hikâyelerine kapatıyorlar. (Bir şefin uçkuru çözüldü diye koca örgüt bölünüyor meselâ.) Geçmişin iktidarı ile bugünün gücü arasında yürütülen tartışmalar eni sonu bu burjuva ilişkilere eklemleniyor. Her ikisine sırtını yaslayan pratik, nasıl güç olunacağına dair hiçbir şey söylemiyor.
Potansiyel örgüt üyesi, mahalle, dernek, örgüt, sendika için verilen rekabetçi kavgalar. Bunlara sahip olanların mülkiyetçi muhafaza siyaseti. Güç olmanın niteliği ve niceliği dönüştürülmek zorunda. Efendilerin dev aynasına bakarak kendimizi kandıramayız. Dere kenarında gördüğü ineğe özenip şişen kurbağa olmaktan çıkmalıyız. Tekil şahıslara boca ettiğimiz teori ve ideoloji ile düşünüp güç olmanın imkânı yok. Sol güçlü olduğunu düşündüğü yerlerde zayıftır, düşkündür, çaresizdir ve düşmanın esiridir. Güçlü göründüğümüzü varsaydığımız yerden hemen uzaklaşmalıyız. Zira bu hâlimizle bize güç verenleri dönüştürmekten de aciziz. Örgütlediğimiz işçi lideri kapalı kapılar ardında patronlarla viski yudumluyor. Öncü kıldığımız genç üniversiteli bar köşelerinde kendi bedenini pazarlıyor. Aklına güvendiğimiz aydın TV köşelerinde burjuvaziye akıl veriyor vs.
Sol, güç olmayı gene ve hâlâ düşman arazisinde tartışıyor. Bu tartışma eninde sonunda düşmanın iç hesaplaşması olarak somutlanıyor. Düşman arazisini dağıtmadan, bölmeden güç olmaya çalışmak günbegün kendisini yanlışlıyor. Salt güç olmaya kilitlenmiş bir siyaset, siyaset sahnesinde sadece güç odakları gören bir özne, devrimci politikanın alanını da daraltıyor. Bu sefer elde edilen gücün kimin avucunda sıkışıp kaldığını görenler ayrılıp eskinin yenisi bir örgüt daha kuruyorlar. Oysa örgütlenen, yalanın bizatihi kendisi oluyor.
İşçi sınıfı-ekonomi; halk/millet-coğrafya; mazlumlar-biyoloji arasındaki kadir-i mutlak, kadim ilişkiyi siyasetinin merkezine yerleştirmek suretiyle, istismarcı bir üslupla yol alıp güç olmak isteyenler, kendi ekonomisi, coğrafyası ve biyolojisi içinde ya yitip gidiyorlar ya da ölmemek için düşmanın eteklerine yapışıyorlar; onun ekonomisine, coğrafyasına ve biyolojisine kul oluyorlar.
“Allah en büyük güç” deyip onun verili, önsel gücüne tapanlar apolitizm üretip iktidara eklemleniyorsa, “ekonomi, coğrafya ya da biyoloji her şeyin başı, mutlak güç” deyip onların gücüne sırtını yaslayanlar da apolitizme kapaklanıyorlar. “İyilik dışarıdan, kötülük içeriden” deyip, sonrasında güç olma alanını dışarısı olarak belirleyen bir kişi AB’ci de oluyor, liberal de. Eski maniheist “iyilik/kötülük” hikâyesi ile düşünerek güç kaynağını (sınıf, ülke ya da beden dışı anlamında) dışarısı olarak kodluyor. Bugün sol içi kavga bu kodlar arası kavga. Gücü bizle başlayan, bizle biten değil, bizim âit olduğumuz bir gerçeklikte aramak gerekiyor. Müslüman, Allah’ı kendi mülkünde bir güç kaynağı olarak değil, kendisinin âit olduğu bir güç mücadelesi olarak anladığında devrimcileşiyor.
Ekonomik anlamda Allah’ın yerine sınıf, coğrafî anlamda halk/millet ya da biyolojik anlamda beden/irade konulabilir. Bu yönüyle Allah’ın O’na atfedilmiş gücüne biat edenler, doğası gereği, sınıf üzerinden burjuvaziye, millet üzerinden verili devlete, beden üzerinden verili iktidara biat ediyorlar. Bu sürecin kırıldığı momentlerde iş devrimcilere düşüyor ve kitlelerin düşünsel ve eylemsel dönüşümlerini devrimin önsel adımları olarak örgütlemeleri gerekiyor. Kendisini bu dönüşümün içinde değil, dışında, onun yaratıcı-tanrısı olarak gören sol ise tersten her türlü aidiyet ilişkisini ortadan kaldırmak niyetiyle hareket ediyor. Bunu da efendilerin ideolojik ve politik kurgusunu bozmak için yapıyor. Ama görmediği şu: kendi bindiği dalı da kesiyor. Sol özcesi intihar ediyor, bir tür intihar ideolojisine dönüşüyor.
“Yolumuz işçi sınıfının yoludur” sloganı, bir tür küçük burjuvalığın yansıması oluyor, “yolumuz devrim yoludur” gibi. İşçi sınıfını politik alana taşımaktan, politik alanı bu fiiliyatla parçalamaktan, bu parçalanma esnasında sınıfı bölmekten ve farklı bir içerikle bütünlemekten söz edene rastlanmıyor. “Hazır güç olmuşu var, ne gerek güç olmak için çırpınmaya!” İnsan denilen canlı türünden mürekkep kitleyi, kitlesel hareketi kesmeyen, onlara değmeyen bir dönüşüm sürecine devrimi bağlayanlar, pratik alanda reformizmi vazediyorlar. Pratik, maddî güç yerine teorik güç odaklarını koyanlar, ilgili teorik-bilimsel-felsefî-ideolojik seyre, gidişata herkesin biat etmesini istiyorlar ve buna da politika diyorlar. Oysa güç bu anlamda hâlihazırda mevcut, olmuş bir şey değil, oluşan, oluşturulan, oluşum içinde olunan bir gerçek. Önsel, a priori, kendinden menkul, akmaz kokmaz, yüce, ideal harekete biat etmek kimseyi güçlü kılmıyor, hareketi, hayatı, canlılığı ya da ölümü, mekanizmi, ruhu, soyut maddeyi yücelten edebiyattan başka.
Örneğin sınıfa isnat edilen güç olma durumu, kimi aydınların akıllarında az çok işler durumda olan ekonomi biliminin teorik gücünden geliyor. Gerçekte işçi asla salt ekonomik bir güç olarak hareket etmiyor. Bir süre aydınımız, bu ekonomi dışı güçlenme momentlerini tekrar ekonomiye bir şekilde bağlıyor, bağlama işlemi başarısız olursa sınıfı geri plana atıyor. Sırada istismar edilecek coğrafya ve biyoloji gibi iki alan var nasılsa!
Bu noktada sınıfa, devrime ve iktidara ilişkin tüm gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları bir biçimde örtbas edecek çekomastik bulunuyor: ezilencilik. Ezilencilerin bir kısmı ezilenciliğini eski sınıfçılığı, bir kısmı eski devrim’ciliği, bir kısmı da eski iktidar’cılığı ile ikame ediyor.
Birinciler için ekonomi, ikinciler için coğrafya, üçüncüler için biyoloji kadir-i mutlak olan bir dil olarak öne çıkıyor. Eski metinlerde işçi, halk, devrimciler ve iktidara ilişkin olan unsurlar yerine “ezilenler” konuluyor. Ezilenler salt savunmaya, sınırlara kilitlenmiş, yatay genişlemede doğrudan, ânlık sonuç alma sevdalısı küçük burjuvaların “yeni” bayrağı oluyor. Geçmişin hesabını vermemiş özneler bu rengârenk bayrağın altında toplanıp renksizleşiyorlar. İşçicilik, hiç işçilik durumu içinde olmayacağı hususunda kararlı olanların; ezilencilik, hiç ezilme durumu içinde olmayacağı hususunda kararlı olanların sığınağı olarak örgütleniyor, işçilere zulmederek, mazlumları istismar ederek.
"Kitlelerin adsız ve sözsüz hareketi" (Marx) zamanla iç-dış ayrımına gidiyor. Adı ve sözü kendisi olduğunu iddia eden, kimi unsurları öne çıkartıyor. Bu sol aydınlar daha çok bu ada ve söze bakıyorlar. Kafalar böyle işliyor. Teoriye gelmeyen kısımlar budanıyor ve hareket makulleştiriliyor. Güç denilen şeyi ölçme kabiliyeti olanlar, bu kabiliyetleri ile kitlesel hareketin adı ve sözü olmayı becerenler gücün sadece kendileri ile var olabileceğini ima ediyorlar, hattâ bunu doğrudan söylüyorlar. Fizikî anlamda, birim zamanda yapılan iş olan gücün ölçümünü yapanlar sayesinde güçlü olmak mümkün hâle geldiğinden, birim zamanın tespiti, o birim zamanda yapılacak işin niteliği de doğrudan o gücü ölçümleyenlerin eline teslim ediliyor.
Kunduracılar, kendileri olmaksızın kimsenin yürümeyeceğini düşündüğünden böbürleniyorlar. Bu böbürlenme, çıplak ayaklı kitlesel yürüyüşün öfkesine ve hüznüne karşı körleşiyor.
Eren Balkır
29 Aralık 2008
, ,

Mahmud Derviş: Mazlum Bir Halkın Sesi

Tüm insanların kalpleri benim kimliğimdir.

Filistinli şair Mahmud Derviş 1964’te, 23 yaşında kaleme aldığı “Kaydet, ben Arabım” dizeleriyle başlayan şiiriyle halkının mücadelesini dünya ile paylaşır:

Kaydet!
Ben Arabım.
Sen yağmaladın ceddimin bağlarını.
Ve çocuklarımla işlediğim toprağı.
Bu taşlardan başka bir şey
Bırakmadın bize.

Kaydet o hâlde ilk sayfanın üstüne:
Ben nefret etmem insanlardan.
Çiğnemem haklarını.
Aç olduğumda fakat
Azığım olur gasıbın eti
Kolla
Kolla kendini açlığımdan.

Derviş’in en ünlü şiirlerinden birisi olan bu “Kimlik Kartı” şiiri, İsrail tarafından vatanlarından mahrum edilen yüz binlerce Filistinlinin kültürel ve politik direnişinin bir sembolüdür. Mahmud Derviş’in, Arap romantizmi ile dünya genelinde milyonlarca Filistinli ve Arap’ın dilinde şarkılara dönüşen politik görüşü ve protestolarla yüklü şiir dünyası, onu en çok bilinen ve sevilen Filistinli şairlerden birisi yapar.

Şair, Houston, Teksas’ta geçirdiği kalp ameliyatı sonrası yaşanan bazı komplikasyonlar sonucu, 9 Ağustos’ta, 67 yaşında vefat etmiştir. Kendi kuşağına mensup birçok sima gibi o da gözlemci olarak kalmayı içine sindirememiş ve modern Filistin tarihine faal bir eylemci olarak dâhil olmuştur. Şiiri, Filistin halkının yaşadığı kayıplar yanında, onların 1948’de maruz kaldıkları belâya karşı ortaya koydukları direnişi ve itirazı da bir biçimde kaydeder. Bu sebeple vefatı, yeryüzünde milyonlarca Filistinlinin bir nevi şok geçirmesine neden olmuştur. 14 Ağustos’ta işgal altındaki Batı Şeria’da, Ramallah Kültür Sarayı’nda düzenlenen cenaze törenine ona saygılarını sunmak isteyen on binden fazla insan katılmıştır.

Mülteci Çocukluk

Şair 1941’de, kuzey Filistin’deki Birva köyünde doğar. 48’de köylerine saldırıp her şeyi yok eden Siyonist terör çetelerinin baskısı ile topraklarından zorla göç ettirilen ailesi ile birlikte mülteci hayatı başlar. 49’da Derviş ve ailesi, Lübnan’dan dönüp yeni İsrail devletinde “illegal” olarak yaşayan “iç mülteciler” arasına katılır. 2002’de İngiliz Guardian gazetesine verdiği mülâkatta şair şunları anlatır: “Tekrar ama bu kez kendi ülkemizde mülteci olarak yaşamaya başladık. Bu, tümüyle kolektif bir tecrübeydi. Asla unutmayacağım bu yarayı.”

Diğer yüz elli bin iç mülteci ile birlikte Derviş de 1948-66 yılları arasında İsrail’de hüküm süren askerî düzenin tüm şiddetini tecrübe eder. İsrailliler, Filistinlilere bir dizi kısıtlama getirmişlerdir. Köylerine gidip gelmeleri, çalışma koşulları, politik ve sivil haklar, konuşma özgürlüğü ve politik örgütlenme gibi hususlarda bazı sınırlamalar getirilir. Bu dönem süresince Filistinlilere ait toprakların yüzde seksenine el konulur, buralar Yahudilerin kontrol ve kullanımına verilir.

1960’ta, 19 yaşında Derviş, Asafir Bil Ayniha (Kanatsız Kuşlar) ismi altında ilk şiirlerini yayınlar. Takip eden yıl İsrail KP’sine üye olan şairin eserleri bir dizi solcu gazetede yer bulur. 1964’te ikinci şiir antolojisi Evrak el Zeytun (Zeytin Yaprakları) basılır; eser “Kimlik Kartı” şiirini halkla buluşturur.

Yazdığı şiirlerin ve politik faaliyetlerinin bir sonucu olarak Derviş, 61’den 70’e dek çeşitli kereler tutuklanır ve hapse atılır. “Kimlik Kartı” şiiri, 1967’de bir protesto şarkısı olarak bestelenir ve şarkı, İsrail zulmüne karşı başkaldırının kolektif çığlığı hâline gelir. Derviş yeniden tutuklanır.

Birinci İntifada

70’te şair, politik ekonomi eğitimi almak amacıyla Sovyetler Birliği’ne gider. Ancak bir yıl sonra Moskova’dan ayrılıp Mısır’a yerleşir.

73’te Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katılır ve bunun sonucunda İsrail, şairin ülkeye girişini yasaklar. Bu yasak, tam yirmi altı yıl sürer. Derviş, 1987-93 yılları arasında FKÖ yürütme komitesinde görev alır ve Yaser Arafat tarafından Cezayir’de ilân edilen 1988 tarihli Filistin Bağımsızlık Bildirgesi’ni yazar. Aynı yıl, Filistin İntifadasının zirveye ulaştığı günlerde Derviş, İsrail toplumunu sarsan bir şiir kaleme alır. “Fani Kelimeler Arasından Geçenler” adlı bu şiirin hedefi, silâhsız Filistin İntifadasını şiddetle ezmeye çalışan İsrail işgal ordusudur. Dili dolaysız ve baş eğmezdir:

Siz o fani kelimeler arasından geçenler.
Alıp götürün adlarınızı, gidin buradan.
Sahip olduğunuz saatlerden kurtarın zamanımızı,
Çekin gidin buradan.
Çalın denizin maviliğinden
Hafızanın kumundan
Çalmak istediğiniz ne varsa
İstediğiniz resmi alın
Ve anlayın o hiçbir zaman anlayamayacağınızı
Toprağımızdan tek bir taşın
Nasıl da kurduğunu
Semamızın tavanını.

Derviş şiirini şu dizelerle bitirir:

Sizin için gitme vakti artık.
Yaşayın dilediğiniz yerde,
Ama bizim içimizde değil.
Sizin için gitme vakti artık.
Geberin dilediğiniz yerde,
Ama bizim içimizde değil.
Vatanımızda yapacak işlerimiz var zira.
Mazimiz var burada.
Hayatımızın ilk çığlığı burada.
Biziz bugün, bugün ve yarın.
Bir dünyamız var burada ve bundan sonra.
Ol sebep terk edin vatanımızı.
Vatanımızı ve denizimizi,
Buğdayımızı, tuzumuzu
Ve tüm yaralarımızı.
Her şeyi,
Fani kelimelerin arasından geçip giden
Hafızamızdaki hatıraları!

Sonrasında bu şiirin en iyi şiiri olmadığını söylese de Derviş, şiirin hem “sol”da, hem de Siyonist devletin kontrolü altındakilerde yol açtığı korkunun karşısında şaşırır. İntifada günlerinde İsrail başbakanı İshak Şamir, Knesset’te (mecliste) yaptığı konuşmada FKÖ’nün Siyonist devlet için bir tehdit olduğunu ispatlamak amacıyla şiiri alıntılar. Bu konuşmaya cevap olarak Derviş, Ortadoğu’daki askerî açıdan en güçlü ülkenin bir şiir tarafından tehdit edilmiş olduğuna inanma hususunda zorlandığını söyler.

Oslo

İlk İntifada, İsrail’i masaya oturup görüşmelere başlamaya mecbur eder. Ancak 93’te FKÖ lideri Arafat tarafından imzalanan Oslo Anlaşması, Derviş’in protesto amacıyla yürütme komitesindeki görevinden istifa etmesine neden olur. 2002 tarihli mülâkatında şair, Oslo Anlaşması’nın imzalanması ile Filistin halkının bir geçmişlerinin olmadığı hususunda uyandırıldıklarını söyler. Ona göre Oslo, adalet, barış ya da millî bir anavatan kazandırma konusunda Filistin halkına çok az şey vermektedir. Anlaşmanın hata olduğuna ilişkin tespiti ardından Derviş, “Umarım yanılırım. Haklı olduğum için gerçekten çok üzgünüm!” tespitinde bulunur.

90’lı yıllarda anavatanına geri döner ve burada halkının acılarını, hasretlerini ve sevinçlerini anlatarak halkının sesi olmayı sürdürür. Otuz ayrı şiir ve nesir kitabında mevcut olan kelimeler otuz beş ayrı dile çevrilir, kadın erkek milyonlarca yurttaşının tecrübelerine ve onların kolektif hafızasına tercüman olur.

Tüm buğday tarlaları,
Tüm mapushaneler,
Tüm beyaz mezartaşları,
Tüm dikenli sınırlar,
Sallanan tüm mendiller.

Ve tüm insanların
Kimliğim olan kalpleri…

Kimliği içinde taşıdığı bu şiirinde Derviş, halkının kolektif sesi olarak konuşur. Vefatının da ortaya koyduğu üzere, Mahmud Derviş'in mücadeleye ve direnişe dair kelimeleri halkının bağrında yaşamaya devam edecektir. O kelimeler ki halkın sesine asla geri alınamayacak bir ses katmıştır.

Kim Bullimore
Eylül 2008
Kaynak

28 Aralık 2008

,

İlerlemecilik, İslam ve Marksizm


İlerleme fikrinin belli bir tarihinden bahsedilebilir, ancak tersine, tarihin ilerlediği fikri bir yanılsamadan ibarettir. Zaten tarihin ilerlediğine ilişkin fikrin kendisi de ilerleme fikrinin gelişim tarihince koşullanmaktadır. İlerleme, basit anlamıyla bir yer değiştirme ve hareketlilik olarak alınırsa sorun yoktur. Eğer böyleyse, tarihte saptanan ilerleme momentleri tümüyle uzamsaldır. İlerleme fikri temelde hayatın hareket planıyla ve alanıyla ilişkilendirildiğinde hayata tarih üstü bir değersellik yükleniyor olmalıdır (“Aslolan hayatta kalmaktır.” önermesi). Hayatta kalmak ise kesinlikle yaşamak demek değildir.
Hayatın, insan ilişkilerinin ötesinde, metafizik anlamda mutlaklaştırılıp sabitlenmesi, ilerleme fikrinin arka planını oluşturur. İlerleme anlamında kullanılan her türden ifade tarih boyunca belli güç odaklarının kendi canlılıklarını korumalarını anlatır. Gerçekte maddenin hareketliliği ile insanî organizmanın hareketliliği arasında yapılan bir kısa devre, yani bir tür animizm ile ilerleme fikrinin fikrî temeli oluşmuş olur.
Savaşan unsurların hareketini koşullayan güdüsel itimler hareketin büyüsünü kendi içinde gizler. Yani savaşan her unsur hareketin bir anlamda tanrısı gibidir. Her bir ân Tanrı gibi “ol!” (kûn) denilerek var edilir. İlerleme fikri bu hızın yarattığı bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Oysa diğer yandan gücün kırıldığı, etkisizleştiği momentlerde zaman ân denilen bir askıda asılı kalır. Tarih incelemesinin zamanı yoktur. Lâkin diğer yandan zaman fikrinin (Tanrı’nın tarihi gibi) bir tarihçesi yazılabilir.
İlerleme burjuvazinin yarattığı mitolojiye âittir. Uruk kralı Gılgamış gibi aynı ölümsüzlüğü arayan burjuvazi, kapitalizmin neden olduğu hareketliliğin hem öznesi hem de nesnesidir. Kendi iç diyalektiğini işlettiği süreç boyunca adı geçen sınıf hem kendisini hem de kendisi gibi nesne olan diğer sınıfları inandıracak bir masal arayıp bulmuştur. Bu masalı destekleyen önemli olaylar arasında Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gösterilebilir. Bu olaylar sadece o günü anlamak için elzemken, sözkonusu olayların bugüne âit tarih aşırı bir sabiteye dönüştürülüyor olması ortaklaşan, kamusallaşan ve makûlleşen yalanın hâlihazırda güncel olduğunu ele verir.
Marx için bu iki devrim elbette ki önemlidir. Marx o günün atmosferini solumuş devrimci bir kişilik, bu iki devrimin koşulladığı devrimci kişiliğini teoride ve pratikte sınamış bir öncüdür. Gene de bu önerme marksist olmanın Marx gibi olmaktan geçtiğini söylemez. Sanayi Devrimi tecrübe etmemiş bir ülkenin insanı da marksist olabilir; Fransız Devrimi'ne paralel bir devrimi görmemiş aydın da marksist mücadele verebilir. Kendi öznelliğine yer açmak adına Marx’ı tarihsel anlamda göreceleştirmek ilerleme ise eğer bu ilerleme (burjuva siyasetine teslimiyet anlamında) esarette bir ilerlemedir.
Doğulu, doğulu olmakla doğuya has ideolojik atmosferi soluyan, milliyetçi ve Müslüman olan çevrelerin marksizmle ilişkilenmesi bu açıdan sorunlu olmuştur. Bu durum doğal bir sürecin sonucudur. Batıdan öğrendiği terennümlerle “enternasyonalist”liğini ülkesine dayatan marksistin milliyetçilerle çatışması kaçınılmazdır. Sadece Fransa’nın laik bir ülke olduğu göz önünde tutulursa, batı tipi laisizmi ve modernizmi ülkeye pazarlayan bir marksistin İslamî güçlerle çatışması doğaldır. Elbette örneğin Türkiye’de halk İslam’ının kavgacı yönüne işaret eden bir Nâzım; ya da bizzat Kur’an’da “kula kulluk etmeyi” yasaklayan İslam’ın komünalist etkilerine vurgu yapan bir Kıvılcımlı mevcuttur. Ancak bunlar yetmez. İlerlemeci kafaların batı ve Avrupa merkezli düşündükleri dünya ve insanlık tarihinden sıyrılmaları zorunludur. Doğunun geri kalmışlığı ile fikir düzeyinde savaşa tutuşan bir kişi, öncelikle doğuyu tarih boyunca mağdur eden ve ezen emperyalizme karşı mücadele etmelidir. Onlar geri kalmışlığın nedeninin emperyalizm olduğunu bilmektedirler, lâkin işlemi tersten yaparak, düşünceden maddeye doğru ilerleyerek, önce geri kalmışlıkla mücadele edilmesi gerektiğini düşünürler. Bu anlamda “minareler süngümüz, camiler kışlamız” diyebilme potansiyeli barındıran savaşçı bir “halk komünizmi” geleneğinin eksikliği aşikârdır. Bu sözün maddî imkân bulduğu koşullar illâki bu düzen içinde yaşanacaktı ve bu söz tüm kaçınılmazlığıyla dillendirilecekti. Ancak adres başkaları oldu. Genel anlamda doğa, özelde siyasetin doğası gene bir biçimde boşluk kabul etmedi.
Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin birer kışla ve karargâh olarak inşa edilen mescidlerin keyif amaçlı kullanımına kızıp bazılarını yıktırdıkları söylenir. Eğer gerekli güç hem teorik hem de politik anlamda üretilmiş olsaydı, İslamî düşüncenin ve eylemin doğal ve kaçınılmaz üretimine müdahale edilebilirdi. Süreç ters yönde işlemiştir. İslamî değerlerin, inançların, akidelerin ve pratiklerin politikleşmesi solu kırmıştır. Alevîlerle ilişkilere bakıldığında bu görülür. Ülkenin komünist partisinin bir kanadı dinsizleştirme amacıyla Alevîci olabilmiş, Cem Evleri bir başka bağlamda kullanılabilmiştir. Din dışına düşen Alevîlik sudan çıkmış balığa dönmüş, egemenlerin masalarına servis edilmiştir.
İlerleme fikrine karşı olmak her türlü hareketliliğe, yer değiştirmeye karşı olmak anlamına gelmez. Bunun sonucu muhafazakârlık değildir. Genelde sol siyaset belli temel konularda kendisini muhafazakâr olarak niteleyenlerden daha net bir biçimde korumacıdır. Ahlâkın, ülkenin, değerlerin, koşulların korunması vb... Örneğin, Muhafazakâr Parti yönetiminde ABD'nin Demokrat Parti iktidarına nazaran daha fazla ilerlediği, hareket alanını genişlettiği söylenebilir. Bu noktada ilk elden şu sorular akla gelebilir: İkinci Dünya Savaşı boyunca komünistlerin ABD'de işçi sınıfına grev ya da eylem telkin etmemiş olması nasıl açıklanabilir? Savaşın ihtiyacı açısından ülkedeki sınıf mücadelesinin askıya alınmasının teorik açıklaması olabilir mi? Sömürü koşulları karşısında öznelerin kendi meşruiyet alanlarını kollamaları doğru mudur?
Bu açıdan muhafazakâr politikalar sol açısından yaygın bir nitelik arz eder. Bunun nedeni, sol öznelerin kendi varlık koşullarını kollamalarıdır. Devrim fikri de ilerleme fikri üzerinden tanımlandığında sözkonusu muhafaza politikaları gelişimin motor gücünün kendilerinde ya da teorik olarak anlam yükledikleri güçlerde olduğunu söylemeye denk düşer. Sol kendi meşru konumunu ve koşullarını korumalıdır, bunun için siyaset ülkenin uluslararası konumuna dayalı yürütülmelidir. Soğuk Savaş olarak nitelenen dönemde özneler bu açıdan önemli bir alan bulabilmişlerdir. Soğuk Savaş koşullarında sol özneler resmîleşmiş bir revizyonizmin izinden gitmişlerdir. Ekim Devrimi Fransız Devrimi ile ikame edilmiştir. Fransız Devrimi’ne dönük genel burjuva felsefî, ideolojik ve politik kanaatlerin yerini Ekim Devrimi almıştır.
Sermayenin toplumsal bir olgu ve güç olduğunu söyleyen Marx, emeğin de aynı ölçüde toplumsal bir olgu olduğu, ancak güç olamadığı, komünistlerin bu sınıfın güç olması için mücadele etmesi gerektiği üzerinde durur. Bu açıdan her iki toplumsal olgu ve gücün arasında Çin Seddi yoktur. Sermaye savunusu, yandaşlığı ne tür argümanlar üretiyorsa, emeğin sermayeyle simbiyotik bir ilişki içinde olması gerektiğini söyleyen sınıfçılar da benzer argümanlar üretebilirler. Marx’ın hiçbir yazısında işçi sınıfının hareketi ile komünist hareketi özdeşleştirdiğine dâir bir söz bulunmaz. Komünist siyaset sınıfın hareketini hangi momentlerde önemseyeceğini, öne çıkaracağını bilmek zorundadır. İki hattın arasında yapılan ayrım sınıfın genel tarihsel süreç dâhilinde, pratikte verdiği mücadele ile belli bir politik dönem dâhilinde, sınıfın ve geniş emekçi kitlelerin iktidarı için verilen mücadelenin bir ve aynı şey olmamasına dayanır. Nesnel olarak sosyalizm kendi iktidarını bu toplumsallıkta bulur.
Sınıfın toplumsallığının belli bir tarihsel hattı ve bu hattın hem teoride hem de pratikte belirli bir karşılığı olmalıdır. Sınıfa ideoloji yüklemeye çalışanlar bu sayede savaşabileceğini zannederler. Oysa sınıfın tarihten getirdiği bir savaş gerekçesi ve birikimi zaten mevcuttur. Sınıfın hangi ideolojik yükle hareket ettiği politik süreçlere müdahalesi açısından önemlidir. Din hareketi engelliyorsa ezilmelidir, motive ediyorsa desteklenmelidir. Dinin bir ideoloji olarak kendi politik pratik savaşçılarını üretmesine katkı sunmak marksist devrimci mücadelenin bu noktada üzerinde durması gereken bir husustur.
Sosyalistler tüm toplumu gözetirlerken onu kendi ölçekleri dâhilinde parçalamaya; komünistler tüm tarihi gözetirlerken onu kendi öznel ölçekleri dâhilinde parçalamaya çalışırlar. Marksist devrimciliğin bu “yanlış”a devrimci anlamda müdahale etmesi zorunludur. Sosyalistlerin pratiği toplumun tarihsel ölçü ve hareketle politik anlamda ayrışmasına; komünistlerin pratiği ise verili politik dönemin tarihsel boyutunun toplumsal ölçek ve hareketle ayrışmasına izin vermez.
“Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar: 1. Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler.” [Marx-Engels, Komünist Manifesto, 1993, s. 123]
Demek ki komünistler, bir yandan pratikte bütün ülkelerin işçi partilerinin tüm diğer partileri ileri iten en ileri ve en kararlı kesimidir, öte yandan ise komünistler, teoride proletaryanın büyük yığınına âit hareket hattını, koşulları ve proleter hareketin nihaî, genel sonuçlarını açıkça anlama üstünlüğüne sahiptir.
“Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu ya da bu sözde dünya reformcusu tarafından icat olunmuş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar yalnızca, var olan bir sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir. Mevcut mülkiyet ilişkilerine son verilmesi, hiç de komünizmin ayırt edici özelliği değildir.” [K. Manifesto, s. 124]
Bu alıntı oldukça önemlidir. “Onlar mülkiyet ilişkilerinin değişmesini istemiyor” diye komünistlerin neden İslamî halk dinamiklerinden uzak duramayacağını söylüyor bu cümleler. Ayrıca komünist hareketin, sınıf hareketinin ve sınıf siyasetinin devrimci anlamda politikleştirilmiş biçimi olduğunu ifade ediyor. “En kararlı ve en ileri” ifadeleri reformcuların icat ettiği düşünce ve ilkelerden uzakta, somut durumun somut tahliline yönelmek gerektiğini vazediyor.
Koşulların, akışın ve genel sonuçların kavranması için belli bir ölçeğin belirlenmesi gerekir. Gençlik döneminden itibaren Marx’ın belirlediği ve zaten somut bir gerçek olan ölçek Avrupa’dır. Bugünün marksistleri ise bugüne ilişkin bir ölçek tarif edemiyor; bir gerçek olarak orada olan ölçeğe ya sırtını dönüyor ya da onu küçümsüyor.
İçinde bulunduğumuz atmosferde oluşan temel ideolojik etmenler solu etkiliyor. Sol bu yönden kendisinin marksizm, sosyalizm gibi olguları nasıl ideolojikleştirip onları dinî anlamda edindiğinin farkında değil. İslam’dan ve dinden kaçış, ideoloji ve teorik üretim alanında dincileşmeyi ve dinselleştirmeyi beraberinde getiriyor. Esasında sol, iki maddenin aynı ânda, aynı yerde olamamasına binaen, kendi dinini ve mistik ideolojik dünyasını korumak adına İslam’a saldırıyor, özce yaşanan bu.
Elbette sınıfçı mânâda “doğu proleterleşmiştir” denilemez. Özellikle iki Irak savaşı sonrası yaşanan süreçte kimi çevrelerin yaptığı gibi, metinlerde işçi sınıfı görülen yerlere “doğu halkları” ikâme edilemez. Aksine işçi sınıfını vurgulayan, onun iktidarını savunan metinlerin ve teorik çalışmaların bağlamıyla bugünün öne çıkan öznelerinin anlaşılması için gerekli olan bağlam arasında köprü kurmak gereklidir.
Çartist hareket ve diğer işçi partileriyle ilişki içinde gelişen ilk dönem marksizm için "işçilerin birliği" önemliydi. Devrimci geleneğin parçaladığı Rusya gerçeğinde işçilerin birliği değil, "devrimci işçiler"; Mao için "köylü hareketi", Che için "köylü halkın silâhlı mücadeleleri" önemliydi. Tüm bunlar arasında ortak bir köprünün olduğu gerçektir.
Leninist marksizm, maoist marksizm, guevarist marksizm, troçkist marksizm gibi indirgemeci kaba yaklaşımlardan kurtulup ortak bir hatta buluşmanın gerekliliği savunulmalı. Bu hattın bugünün gerçekliğinde savaşan unsurları görmezden gelmesi mümkün değildir. İslamcı hareketlere “işçi” ya da “ezilen” yaftası yapıştırmak tabiî ki yanlıştır. Lâkin onların maddî koşullarını, akış yönünü ve genel sonuçlarını irdelemek zorunludur.
Bir mahalde, örneğin bir sanayinin yoğun olduğu bir ilçede yürütülecek mücadelenin bölge ölçeği ile kesişeceği noktaları önceden belirlemek mümkün değildir. Belki de ilçede yürütülen mücadele bölgeyi saracak, bölgedeki genel mücadele o ilçeyi içine alacak. Bu noktada ne bölgecilik ne de o ilçenin mutlak hâkimiymiş gibi, onu bölgenin karşısına çıkarmak doğru değildir. Bu anlamda sol kendisini mutlak parça gördüğü yerde bütünleşme eğilimlerine karşı, kendisini mutlak bütünlük gördüğü yerde parçalama eğilimlerine karşı körleşiyor. Bu çifte körleşme solun devrimciliğini iğdiş ediyor, devrimin kendi içindeki fiilî seyrini bir biçimde etkisizleştiriyor.
Sol, liberalizmin ideolojik ve politik açıdan hâkim olduğu alanlarda at koşturuyor. Bu durum solun bu alanlardaki görece hâkimiyetini diğer mahallere ve bölgelere karşı çıkartmasını getirir. Batı düşmanlığı kadar doğu düşmanlığı vardır ve sol giderek batı hattında meşru zemin bulmanın kavgasını vermektedir. Liberallere ve burjuvaziye yaranmak adına bölgede gelişen öfkenin karşısında durmaktadır.
Ortadoğu ya da Avrasya Devrimi değil, Ortadoğu’da ya da Avrasya’da devrim üzerinde durulmalıdır. İlki devrimin reçetesini batılı anlamda zaten biliyor ve onu bölgeye dayatıyordur. Devrim teorik açıdan bitmiş, tamamlanmış, kapatılmış, çitlenmiş, koruma altına alınmış bir şeydir. Bu yaklaşım politikleşen, bu yönüyle devrimcileşme eğilimi içinde olan bölgenin devrim hattını göreceleştirme, etkisizleştirme, silme ve ondan bu gerekçelerle uzaklaşma niyeti ile yüklüdür.
Bu anlamda bölgede gelişen olayların en küçük mahallede, okulda ya da fabrikada oluşan yansıması ciddiyetle ele alınmalıdır. Bu yapılmazsa, bu dar alanlardaki mücadelenin bölgeye dönük karşılıklı etkileme imkânları anlaşılamaz.
Politikadan kopartılıp soyut, politika dışı, özel, bireyci bir fanusa kapatılmış bir İslam’dan ziyade, tümüyle politikleşmiş ve devrimci kollarını çıkartmış bir İslam üzerinde durulmalıdır. Bu yönde yaşanan bir gelişmenin, örneğin küçük bir mahalledeki camide verilen vaazı nasıl etkilediği dikkate alınmalıdır. Sonuçta mahalledeki küçük iktidar alanlarından çekilmek yerine oralara girmek somut sonuçlar doğuracaktır (teslim edilmelidir ki mahalle halkının çalıştığı fabrikada yaşanan grevin çağrısının camide imam tarafından yapılması önemlidir!).
Solun ülkedeki ideolojik atmosferde hâkim bir ton olabilmesinin tek yolu, verili ideolojik argümanlarla devrimci mânâda uzlaşmasıdır. Uzlaşma kör bir reddiyeye karşı maddî bir kabule muhtaçtır. Kurulacak ilişki genel havayı da değiştirecektir. Somut bir veri olarak ortada duran ideolojik tonların politikleşme imkânlarına karşı sol bu sayede tetikte olacaktır. Verili karşılıklı ilişki ve ideolojik etkileşim, düne kadar düşman safta konum almış ideolojik-politik unsurların dönüşmesini de getirir.
Sol devrimcidir, yani niteliksel anlamda dönüştürücüdür. Böyle olmalıdır. Her solcu hata yapmayan insanın hiçbir şey yapmayan insan olduğunu bilir, lâkin gene de bu tip konulardan uzak kalmanın gerektiğini vazedip durur. Elini ateşin içine sokmaksızın halka onun ideolojik yönelimlerini karalar. Oysa solun kendi varlık nedeni tam da bu genel ideolojik haritayı değiştirmektir.
Peki, bu harita nasıl dönüştürülecek? Burada hâlihazırda faal olan güçlerin toplumsal-tarihsel zemini incelenmelidir. Teolojik, felsefî, bilimci vb. yaklaşımlar yerine salt politik değerlendirme elzemdir. Politik değerlendirmenin felsefe ya da bilim temelli olması başka bir şeydir, sonuçların felsefe ve bilim zannedilmesi başka bir şeydir. Politik öncünün felsefe ve bilim üzerinden yaptığı analizler verili durumun politik olma koşullarını inceler. Genel bir çerçeve sunar. Öncü için bu veriler içinde hareket edilecek oyun sahası değil, somut gerçekliğin dönüştürülmesinde kullanılacak temel çıkış noktalarıdır. Yani, felsefe ve bilim üzerinden elde edilen teorik sonuçlara politik özne kendisini kapatmamalı; aksine onları verili gerçeklikteki tıkanıklığı aşmanın aracı olarak kullanmalıdır.
60’lı yıllarda İslam üzerinden politikleşenlerin önlerindeki tek referans noktası marksizmdi. Bu nedenle İslamcılar ya marksist sosyalizmi fikirsel düzeyde benimsemişler ya da ona karşı çıktıktan sonra farklı kurgular oluşturarak İslam’ı bu kurgulara uydurmuşlardır. Bunun nedeni, politikleşmenin en önemli bileşenlerinden birisinin sosyalist hareket olmasındandır. İktidara karşı politikleşmenin giriş kapısında sosyalizmin adı yazılıdır. İslam’ın politikleşmesinin temel ayracı marksizmdir. Mısır’da eğitilen İslamcıların sosyalizm analizleri, Şeriatî’nin İran’da yaptığı marksizm eleştirileri genel çerçeveyi belirler. Bu noktada İslam’ın politikleşmesinde marksizmin önemli payı vardır. Bunun nedeni, İslam’ın politikleşmesini koşullayan gerçekliğin önemli bir bileşeninin marksizm olmasıdır.
Özellikle altmışlarda toplum ve tarih ile ilgili söz etmek ve buradan eyleme geçmek isteyen istisnasız herkes, olumlu ya da olumsuz mânâda, marksizme atıfta bulunmak zorunda kalmıştır.
Bugün durum tersidir. Bugün de marksizmi İslamî anlamda yorumlayanlar çıkabilir. Tersine bir süreç işleyebilir. Özellikle Ortadoğu’da tüm temel kurgularını yitirmiş marksistler İslam’a referansla düşünmeye ya da eylemeye başlayabilirler. Eskiden süreç marksistlerin düştüğü şerhlerle anlaşılıyordu, bugün tersi yaşanabilir. Sahte bir doğu-batı karşıtlığının belirleniminde batıdan kaçanlar İslam’ın kucağına düşebilir.
Gene de bu tip gelişmeler olumsuz addedilip çöpe atılmamalıdır. Bunlar gerçekliğin temel bir öğesi olarak görülmeli, soğukkanlı, objektif bir analizin konusu yapılmalıdır. Marksistler kendiliğinden, kontrolsüz, kaotik dinamiklerden korkmazlar; aksine onları örgütleyip toplumsal-tarihsel sürecin dönüşümüne katarlar.
ABD en az elli yıl olarak öngördüğü savaş sürecini başlatırken marksistler hâlâ eski işlerine devam edemezler. Yeni dönemin gereklerini karşılamak için uygun tahkimatı yapmalıdırlar. Bu noktada on yıldır İslam’ın ideolojik-politik ilerleyişini hiçbir küçümsemeye veya yüksünmeye izin vermeden incelemelidirler. Felsefe ve bilim tarihi içinde yaptıklarının anlamını sorgulayacağına, verili maddî gerçeklik içinde yaptıklarının anlamını ve muhtevasını anlamaya çalışmalıdırlar. Kurtulacak olan felsefe ya da bilim değil, bölgenin mazlum emekçi halklarıdır.
Emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak, esaretin zincirini kırmak için bu dönem önemli bir fırsat olarak görülmelidir. Marksizmin muhatabı bütün olarak İslam değil, İslamcılardır. Saf, iyi niyetli, kendi hâlinde, vicdanı ile Allah arasında öznel köprüler kuran, namazında niyazında olan Müslüman değil, politik İslam dikkate alınmalıdır. Muhatap konusu bir din, ideoloji, kültür, yaşam tarzı olarak İslam değil, politik İslam’dır. Ayrışmış, saflaşmış, taraf olmuş, parçalanmış, zâlimlere ve sömürücülere karşı cephe almış İslam… Aksi yönde bir çaba dâhilinde hareket edilip genel teorik düzeyde İslam’ın marksizm ile karşılanması zorunlu olarak benzerliklerin ve farkların belirlenmesini beraberinde getirecektir. Boş, teorik bir gevezelik anlamında İslam’ın “materyalist” bir din olduğu iddia edilecek, İslam’daki sosyalizan öğelerin altı çizilecektir. Geleceğe özellikle ahretle ilgili tartışmalar belirleyici olacaktır.
Süreci kimin devrimcileştireceği önceden bilinemez. İslam da yapabilir. Vehabîlik-Şiilik biçimindeki İslam içi politik ve teorik ayrışma marksistler için dönüştürülmesi gereken bir unsurdur. Ya güçlerin farklı bağlamda kolektivize edilmesi için uğraşmalı ya da ayrışma somut bir zemine kavuşturmalıdır.
Lenin de Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde kimi çevreler tarafından “Alman ajanı” olarak nitelenmiştir. İslamcıların ABD’yle ilişkilerinin kesilmesine umutla bakılmalı, inatla onların “CIA ajanı” olduğu fikrinden vazgeçilmelidir. Savaşan gerçek ne ise o hakikattir.
Konspiratif analizlerle bir yere varılamaz. İslamî hareketin içinden, Marx’ın söylediği anlamda, “en kararlı ve en ileri” unsurların çıkması imkânsız değildir. Kendi kukla devletlerini savunan İslamî yapıların dışında Kandahar’dan Çeçenya’ya oradan Bosna ve Filistin’e uzanan devrimci bir İslamî gelenek İslamî hareketin “manifesto”sunu pratikte yazmaktadır. Bu her zamankinden daha fazla ciddîye alınmalıdır.
ABD bölgenin haritasını değiştirmeye geldiyse, “eski harita”nın muhafaza edilmeye çalışılması devrimciliğe alan açmaz. O hâlde marksistlerin yeni bir haritayı düşmanın karşısına çıkartmaları gerekmektedir. Uç bir kimlik olarak sunulsa da, El Cezire TV’de Che’ye benzetilen Ladin, “her ne kadar ateist de olsa sosyalistlerle ittifak yapılabilir” demektedir. Bu ifade de önemsenmelidir.
Çeçenya’da ya da Afganistan’da Türk gerillaların varlığı, orada verilen mücadelenin millî (ya da milliyetçi) bir niteliğe sahip olmadığını gösterir. Benzer bir durum, geçmişte Filistin’de mücadele eden Türk devrimcilerinin İslam’ın ya da Arapların kurtuluşu için mücadele etmemiş olmalarında da görülür.
Sonuç olarak sol, kendi kafasında çizdiği ilerleme hattına toplumsal-tarihsel olgu ve olayları yerleştirmekten vazgeçmelidir. Kolektif hayat farklı telden ve farklı dilden akmaktadır. Sosyalizmi ya da devrimi bu ilerleme hattı ölçüsünde anlamamalıdır. 1871’de Parisli işçilerin öfkesindeki irrasyonaliteyi, kaosu ve kontrolsüzlüğü sevmelidir. Bugünün öfkesiyle buluşarak o öfkenin tarihsel kesişimini somutlamalıdır. “Biz yaparsak sosyalist devrim yaparız” saplantısından uzak olunmalıdır. “Saf bir işçi devrimi (sosyalist devrim) ummak aptallıktır” diyen Lenin’in sözünü dikkate almak gerekir. Kendi varoluş nedenini ortadan kaldıracak ölçüde biat ettiği ilerleme hattının aslında ezenlere, burjuvalara ve emperyalistlere âit olduğunu görmelidir.
Eren Balkır
28 Aralık 2008
, ,

Amerikan Aklının Siyonizmsizleşmesi


Lobi Nasıl Ele Alınmalı?

Amerikalılar, kendilerinden nefret eden insanlara karşı sürekli savunma hâlinde olmaları gerektiğinden söz ediyorlar, ama bu nefrete neden maruz kaldıklarını anlamaya hiçbir zaman çalışmıyorlar. Bu nefretin sebebi, sahip olduğumuz laik demokrasi mi? Ya da petrole olan iştahımız mı? Dünya üzerinde ABD’den daha laik demokrasiler (İsveç, Fransa…) ve Ortadoğu’da bu türden bir nefreti açıktan hiç üzerlerine çekmeden, mümkün olan en iyi fiyata petrol satın alan (Çin) ülkeler de mevcut.
Tüm Üçüncü Dünya Ülkeleri'nde Amerikalıların ve Avrupalıların küstah bulunup pek sevilmedikleri, elbette ki doğru. Fakat birçok insanı 11 Eylül gibi bir olayı alkışlamaya itecek nefret de Ortadoğu’ya özgü. Esasında bu olayın politik önemi, öldürülen insan sayısı ya da saldırganların muazzam başarılarından değil, saldırının Ortadoğu’nun birçok yerinde halktan gördüğü destekten kaynaklanıyor. Amerikan liderlerinin bildikleri bu gerçek, onları çileden çıkartıyor. O hâlde böylesi bir nefret belli bir açıklamaya da ihtiyaç duyuyor.
Tüm bunların tek bir açıklaması olabilir: Birleşik Devletler İsrail’i destekliyor. İsrail, ileride izah edeceğimiz sebeplerden ötürü, nefretin esas hedefi olarak duruyor, ancak ABD, hemen hemen her konuda, eleştiriye gerek duymaksızın İsrail’i destekliyor, onun “Ortadoğu’daki yegâne demokrasi” olduğunu sürekli ifade ediyor ve bu ülkeye, nefret “aktarım”ına yol açan muazzam bir malî yardım yapıyor.
Peki İsrail’den neden bu kadar nefret ediliyor? Daha fazla yerleşim ve savaş adına sürekli oyalanan “barış planları” nefreti körüklüyor, ancak esas neden, İsrail devletinin kurucu ilkeleri. Filistin’de İsrail devletinin kurulmasını meşrulaştırmak için iki temel iddia ortaya atılıyor: ilki, Tanrı’nın bu toprağı Yahudilere verdiğini söylüyor, ikincisi ise Holokost üzerinde duruyor. İlk iddia, Araplar gibi başka bir dine ait olan dindar kesimleri fazlasıyla aşağılayan, horgören bir niteliğe sahip. İkinci iddia ise işlemedikleri bir suç sebebiyle bir halkın cezalandırılması gerektiğini söylüyor.
Derinlemesine ırkçı olan her iki iddia da Ürdün ya da Lübnan gibi Araplara ait olduğu açık olan bir toprak üzerinde sadece Yahudilerin devlet kurma hakkı bulunduğuna işaret ediyor. Oysa bu, yavaşça ilerleyen bir Siyonist işgal olarak gerçekleşiyor. Bu durumu en iyi resmeden şey, “geri dönüş yasası”: dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan ve Filistin ile hiçbir bağı olmayan bir Yahudi zulme maruz kalıyorsa, isteği dâhilinde İsrail’e göç edip vatandaş olabiliyor, oysa 1948’de, orada ikamet edenlerin ya da onların çocuklarının bugün böylesi bir hakkı bulunmuyor. Buna ek olarak, üç din tarafından kutsal addedilen bir yer (sadece) “Yahudilerin ebedî başkenti” oluyor. Tüm bunlar, Arap Müslüman dünyasının neden öfkelendiğini açıklıyor.
Filistin ile kişisel mânâda ilişkisi olmayan Araplar bile (meselâ Fransız banliyölerinde yaşayanlar) bu ırkçılık karşısında çileden çıkıyorlar. Bu durum, Siyonizm karşısında güçsüz kalan Arap rejimlerinin meşruiyetini zedeliyor ve özellikle bölgenin iki laik liderinin, Nasır ve Saddam’ın yaşadığı yenilgiler sonrasında (ki Saddam’ın yenilgisi ABD sayesindedir.) dinî köktencilik yükselişe geçiyor.
Şimdilerde insanlar, çoğunlukla ırkçılığı, “saf” ekonomik sömürü ve sefalete nazaran daha kabul edilemez buluyorlar. Bu noktada Güney Afrika’dan bahsetmek yeterli olacak: ırk ayrımcılığına tanık olan ülkede Siyahların yaşam koşulları diğer Afrika ülkelerindeki Siyahlardan (ya da en azından bugünkü Güney Afrika’dan) daha kötü değildi, ancak sistem esas olarak ırkçıydı ve bu, ABD dâhil her yerde yaşayan Siyahlar tarafından hakaret olarak addediliyordu. Filistin ile ilgili çatışmanın, İsrailli Arapların ikinci sınıf bir statüye sahip oluşlarının ya da İşgal Altındaki Topraklar’a yönelik muamelenin ötesinde bir mesele hâline gelmesinin nedeni bu.
İşgal altındaki Bölge’de bir Filistin devleti kurulup, İsrailli Araplara eşitlik verilse bile 1948’in açtığı yaraların hızla iyileşmesi mümkün değil. Arap liderler, dindar olanlar bile, elbette İsrail ile barış anlaşmaları imzalayabilirler, ancak bu liderler, Arap halkının onları haksız bulup tüm kalpleri ile kucaklamadıkları sürece hassas bir zeminde duracaklar. Arap dünyasının Alsak Loren’i ya da Tayvan’ı olan Filistin’de, geçmişte yaşananları unutmak pek kolay değil. (Burada “İsrail’in haritadan silinmesi” ya da “tek devletli çözüm” lehine bir tartışma yürütmüyorum. Sadece meselenin kökeni ve merkezî olduğunu düşündüğüm yerin altını çiziyorum. Esasında burada kısmî bir çözüm üzerinde de durmuyorum, çünkü hiçbir çözümün kısa vadede elde edilebileceğini düşünmüyorum, ancak daha temel bir ifade olarak Ortadoğu dışında yaşayanların bu tarz çözümler önerebileceklerini söylüyorum.)
Tüm bu meselelerin, birkaç kişi dışında, İsrail’de pek fazla idrak edildiğini gösteren bir işarete de rastlanmıyor; eğer Araplar kendilerinden nefret ediyorlarsa, demek ki herkes aslında Yahudilerden nefret ediyor, bu da onların gerekli olan her araçla “kendilerini savunmaları” (yani başkalarının saldırılarını önleyecek biçimde onlara saldırmaları) gerektiğinin ispatı oluyor. Bu bile yeterince kötü aslında, ancak bu gerçek neden ABD’de pek idrak edilemiyor? Bunun klasik açıdan verilebilecek iki cevabı var: ilki, İsrail’in stratejik müttefik olması sebebiyle, ABD’de halkın İsrail’e destek verilmesi yönünde hükümet, silâh tüccarları ve petrol endüstrisi tarafından maniple edilmesi; diğeri ise ABD’nin İsrail lobisince maniple edilmesi.
İsrail’in stratejik, özellikle solda yaygın olarak kabul gören hâliyle (en geniş biçimiyle anlaşıldığı kadarıyla petrol çıkarları için) yararlı bir müttefik olduğu fikri eleştirel bir incelemenin varlığını tehdit ediyor. Her ne kadar 1967’de, hatta Soğuk Savaş süresince mesele Arap devletlerinin Sovyetler Birliği’nden etkilenmiş olduğu, Sovyetlerin etkin biçimde olmasa da İsrail’e karşı mücadeleyi destekleyebileceği üzerinden tartışılabilse de bu mesele, sözkonusu dönemde bahsi geçen müttefiklik üzerinden ele alınabilirdi. Ancak hem 1991’de, hem de 2003’te ABD Irak’a İsrail’in herhangi bir fiilî yardımı olmaksızın saldırdı, 1991’da İsrail Arap koalisyonunun çökmemesi adına müdahale edilmemesi için ABD’ye neredeyse yalvardı. Ya da 2003 Irak işgali sonrası dönemi ele alalım ve bu işgalin hedefinin petrolün kontrolü olduğunu varsayalım. İsrail, hangi anlamda bu sürece katkı sunmuştur? Gazze’ye ve Lübnan’a yönelik saldırıları dâhil tüm yaptıkları sonrasında Arapları iyice soğuttu ve ABD’nin İsrail desteği, petrolün kontrolünü kolaylaştırmak şöyle dursun, onu daha da zorlaştırdı. Irak parlamentosunda ABD’nin bölgede bulabileceği en iyi müttefikler olan Maliki ve Sistani bile İsrail’in eylemlerini kınadı.
Sonuç olarak, ABD’nin anîden 180 derecelik bir dönüş yapıp, İsrail’e benzer biçimde, Arnavut düşmanlarından daha zengin ve daha “Batılı” olan Sırplara karşı mücadele eden Kosovalılara yaptığı gibi birden Filistinlilerin safına geçtiğini hayâl edelim. Böylesi bir politika değişimi kesinlikle mümkün değil: Endonezya 1975’te Doğu Timor’u istilâ ettiğinde, ABD Endonezya’ya ciddî miktarda silâh temin ederek işgali destekledi. Ancak 25 yıl sonra da aynı ABD, Doğu Timor’un bağımsızlığını destekledi ya da en azından buna itiraz etmedi.
Bunu ne etkilemiş olabilir? Böylesi bir politika değişiminin ABD’nin petrol bölgelerine girişini kolaylaştıracağından ve Müslüman dünyasında (eğer hâlâ buna muhtaç olan varsa) herhangi bir stratejik müttefik bulmasına yardım edeceğinden şüphe eden var mı? Ortadoğu’da ABD’ye yönelik en önemli suçlama, onun İsrail yanlısı olması, zira bu ülke, kendisinin “Yahudiler tarafından maniple edilmesi”ne izin veriyor. Bu nedenle eğer Washington taraf değiştirirse, petrol kontrolü dâhil, ABD’nin varlığına dönük herhangi bir düşmanlığın temeli de kalmaz. Dolayısıyla İsrail’in “stratejik müttefik” olduğunu söyleyen anlayışın hiçbir anlamı yok.
Bu tespit bizi tüm gerçekliğe değilse de kısmî bir gerçekliğe yakınlaştıran “İsrail lobisi” ile ilgili cevaba götürüyor. Resmin tamamına vakıf olabilmek için lobinin neden bu denli etkili bir biçimde çalışabildiği ve lobinin eylemlerinin dışında yatan temel faktörlerin anlaşılması gerekiyor. Nihayetinde lobiyi teşkil eden militan Siyonistlerin sayısı Amerikan toplumda azınlık durumunda bulunan Yahudiler içinde bile çok az. İsrail lobisi, silâh ve petrol endüstrisi lobileri gibi çalışmıyor (ki bu da onun konu dışı tutulmasının sebeplerinden biri olduğundan, kimsenin, sahip olduğu etkiyi gerçekte nasıl kullandığını tam mânâsıyla anlayamamasına neden oluyor.).
Elbette İsrail lobisi, seçim kampanyalarını finanse ediyor ve elindeki güç, kısmen kendi “hat”tından sapan Kongre mensuplarını yönetme becerisinden geliyor. Fakat tüm gücü bu ise onun alt edilmesi de aynı ölçüde kolay görünüyor, zira ortalıkta büyük endüstri lobileri gibi seçimleri finanse eden başka kaynaklar da mevcut. Eğer İsrail yanlısı adayların başka bir devlet çıkarına hizmet etmeleri için finanse edildiği açığa çıkarılırsa, muhalifler, başka bir gücün bir tür ajanı olarak hareket eden lobiden para alan insanları kınama imkânı bulmuş olurlar. ABD Kongresi’ni etkilemeye çalışan Fransız, Çin ya da Japon yanlısı bir lobi olduğunu varsayalım, bu noktada paranın kesin olarak yetersiz kalacağı açıktır.
İsrail lobisini koruyan şey, esasta yabancı bir gücün sözde ajanı olarak hareket eden lobi tarafından finanse edilen bir muhalifi eleştirmenin antisemitizm suçlamasına maruz kalmasıdır. Bir anlığına Büyük İş Dünyası’nın fiilî ABD politikalarından hoşnutsuz olduğunu (ki bunun olması olası) ve sözkonusu politikaları değiştirmek istediğini varsaysak bile, bu değişiklik nasıl gerçekleşecek? ABD siyasetini etkileyen lobiye yönelik her türlü eleştiri hızla “antisiyonizm antisemitizmdir” suçlaması ile karşılanacaktır.
Dolayısıyla İsrail lobisi, gücünü kısmen medya üzerindeki etkisine bağlı olarak biçimlenen bu ikinci savunma hattından alıyor. Fakat bu güç, tüm medya onların kontrolü altında olmadığından kolaylıkla ezilebilir nitelikte, daha da önemlisi, medya, artık o kadar da güçlü değil: medya, Venezuela’da Chavez karşıtı idi, fakat Chavez seçimleri kazandı. Fransa’da medya, Avrupa Anayasası’na “evet” oyu verilmesi için bastırdı, ancak “hayır” kazandı. Sorun şu ki İsrail lobisinin oldukça etkili olmasının sebebi de bu, medyanın birçok Amerikalı tarafından kolaylıkla kabul gören bir dünya görüşü sunuyor olması. Her şeyin ötesinde Amerika’nın çıkarlarını İsrail’in çıkarları üzerinde gördüğü için eleştiride bulunan herkesin antisemitizm ile suçlanması ise gerçekten saçmalık. Ama gene de suçlama oldukça etkili; zira ABD, “çıkarlar”dan, İsrail, “değerler”den söz etmesine karşın, her iki ülkeye mensup halk, yıllardır beyin yıkama yöntemleri ile kıvama getirilerek ülkelerinin çıkarlarının özdeş olduğuna inandırılıyor.
Bu ortaklaşma, Arap ve Müslüman’ı düşman olarak tanımlıyor, bu tanımlama, lobinin, kısmen de yürütülen propagandanın gücünü artırıyor. Irkçılık karşıtlığı ve “politik doğruluk” ile ilgili edilen onca lafa rağmen Filistin'e dair Arap bakış açısına ve özelde meselenin ırkçı doğasına yönelik yaklaşımda ciddî bir eksiklik sözkonusu. Lobiye kendine has kudretini veren, üç katmanlı bir kontrol mekanizması: özenli kaynak aktarımı, antisemitizm kartı ya da doğru bir ifade ile antisemitizm hilesi ve içselleştirme. Örneğin, Yahudilerin ABD’yi kontrol etmediklerini açıktan söyleyerek lobinin kudretini inkâr etmek bu sayede kolaylaşıyor, ancak lobinin doğrudan kontrolle işlemediği görülmüyor.
Dış politika ile ilgili hususlarda Washington’daki gösteriyi silâh ve petrol endüstrisinin yönlendirdiğini söyleyen insanlar, bir şekilde şu soruyu da cevaplamak zorundalar: Bütün bu işler nasıl dönüyor? Örneğin petrol endüstrisinin Irak Savaşı’nı dayattığına, İran’ın tehdit edilmesini telkin ettiğine ve Lübnan’a yönelik bir saldırı için emir verdiğine dair herhangi bir kanıt yok. (Oysa İsrail lobisinin Irak Savaşı’nı dayattığına dair birçok kanıt var elimizde: bakınız: Jeff Blankfort, A War for Israel (İsrail İçin Savaş). Elbette lobi, işlerini gizlice yürütüyor, ama bunu yaptıklarının kanıtı nerede? Ayrıca elde, dolaylı bile olsa, herhangi bir kanıt da yoksa, bu işler nasıl bilinebilir? Savaştan temin edilen kârlar, en azından büyük şirketler için toplanmış olanlar, henüz maddîleşmedi, dahası, ABD ekonomisinin savaş bağlantılı harcamalar ve bağlantılı olarak oluşan açıklar sebebiyle fazlasıyla yıpranacağına dair birçok gösterge mevcut. Diğer yandan, sisteme hizmet eden ABD gazetelerine ve TV’lerine bakmak suretiyle, Siyonistlerin daha fazla savaş isteyen düşüncelerini okuyup dinlemek yeterli olacaktır. Savaş, savaş propagandasına ve destekleyici bir ideolojiye muhtaçtır, oysa genel anlamda Büyük İş Dünyası, özelde petrol endüstrisi, bu ihtiyaçları karşılama gayreti içinde değilken, bu ihtiyaçlar Siyonistler tarafından gidermektedir.
Bu noktada akla, ellilerde ve altmışlarda (1949 sonrası dönemde Çinli sürgünlerin ve eski misyonerlerin yereldeki kiliselerin desteği ile) yürüttükleri lobi faaliyeti bir örnek olarak geliyor. Lobi, üzerinde hiçbir kontrolü olmamasına rağmen, Tayvan hükümetinin bir milyar insanı temsil ettiğine ilişkin o saçma iddianın ABD tarafından desteklenmesini sağladı. Bu faaliyet, Vietnam Savaşı’nın çıkışı noktasında da etkili oldu. Bu lobi kimin çıkarlarına hizmet ediyordu? Amerikalı kapitalistlerin çıkarlarına mı? Oysa Nixon’ın Çin’i tanıması sonrası sözkonusu kapitalistler muazzam kârlar elde ettiler. Benzer bir durum Vietnam için de geçerli.
Esasında her iki ülke de, hattâ neredeyse tüm Asya, sömürge karşıtı, anti-emperyalist ve anti-feodaldi (bunun kısmî nedeni, yabancı işgallerine karşı direnmelerine izin vermeyen feodal yapı idi.) Ancak sözkonusu ülkeler, kendilerine saldıran Batılı ülkelerin kapitalist olmaları sebebiyle (kapitalizmin şu veya bu şekilde mevcut olmasına bağlı olarak, söylemsel düzeyde) anti-kapitalistti. Dolayısıyla Çin lobisinin trajik tarihinden çıkartılması gereken ana ders, lobinin ABD politikalarını Amerika’yı yönetenlere yabancı olan, ayrıca kapitalist Amerika’ya fiiliyatta zarar verecek intikamcı feodal ve dinî güçlere karşı husumet besler konumda tutmak olduğu gerçeğidir. Ancak öte yandan lobi, “Asyalı aklı”na ilişkin ırkçı aşağılama ile korkuyu harmanlamış olan ideolojisinin Batılı önyargılarla uyum içinde olması için çabaladı. Çin lobisinin yerine İsrail lobisini, Asyalı aklın yerine Arap aklını koyun, ABD-Ortadoğu ilişkilerine dair âdilane bir resim elde edeceksiniz.
Sol ne yapmalı? Esasında çok basit: İsrail’e, onun Güney Afrika’ya yönelik tavrına benzer biçimde yaklaşmalı ve Lobi’ye saldırmalı. İsrail’in tavrının esas nedeni, onun kendisini güçlü hissetmesi; bu hissin iki dayanağı var: çok güçlü bir ordu (ki fiiliyatta bu Lübnan’da sınandı ve o kadar da güçlü olmadığı görüldü), ikinci dayanak ise İsrail’in Washington’un, özellikle Senato’nun siyaset tarzı üzerindeki kontrolü. Ortadoğu’ya barış, sadece İsrail’in bu üstünlük hissi sarsıldığı takdirde gelebilir ve Amerikalıların düşünülmeden verilen ABD desteğini kesmek suretiyle işin yarısını halletme noktasında büyük bir sorumlulukları var.
Bugün önümüzde esas olarak iki yol duruyor: ilki, Amerikan halkının âlicenaplığına ve sahip olduğu özçıkarlara başvurmak. Her iki yol da denenmeli. Sol, özellikle ikincisine, yani halkın özçıkarlarına vurgu yapma hususunda eksik kalıyor (Bu tercihin ahlâkî yönleri ile ilgili bir tartışma için bkz.: Michael Neumann, What is to be Said? -Ne Söylenmeli?). Soldaki ilgisizliğin muhtemel nedeni, özçıkarın pek “asil” olmayışı ve “ABD’nin ulusal çıkarı”na dönük vurgunun çoğunlukla ilerici hükümetlerin yıkılması, seçimlerin satın alınması vb. olarak yorumlanıyor oluşudur. Ancak özçıkarın alternatifi bir tür dinî fanatizm ise o hâlde özçıkar tercih edilmekten oldukça uzaktır: eğer Almanlar, otuzlarda kendi özçıkarlarını, hatta emperyalist politikalarını, ama en aklî olanlarını takip etmiş olsalardı, İkinci Dünya Savaşı yaşanmamış olabilirdi. Ayrıca eğer ABD İsrail’den çok uzak dursaydı, geleneksel politikalara aykırı olan politikaları takip eder ve daha insanî bir nitelik arz ederdi. Diğer bir mesele de (Buchanan’dan Brzezinski’ye) Sağ’ın önemli bir bölümünün Amerika’nın çıkarlarının İsrail’inkilerle çatıştığını doğru biçimde görmesine karşın, Sol’un (anlaşılır biçimde) bu tip insanlarla işbirliği yapmaktan hoşlanmamasıdır. Ancak eğer bu dava, âdil (ve bu mesele ile ilgili olarak acil) ise berbat isimlerin onu destekliyor oluşu onu daha az âdil yapmaz (benzer bir iddia, İsrail’e yönelik saf antisemitist düşmanlık için de uygulanabilir).
Sol’un yapabileceği en kötü şey, böylesine âdil bir davayı Sağ’ın tekeline bırakmaktır. Sol, Amerikan halkının bir gecede radikal anlamda değişmesini, dinî köktenciliğini terk etmesini, petrole olan düşkünlüğünden kurtulmasını ya da sosyalizmi kucaklamasını bekleyemez. Fakat Ortadoğu ile ilgili bakış açısının değişmesi mümkün: lobinin gücü, aynı zamanda onun zayıflığı, yani çıplak kralın etkisi herkesi ürkütüyor, ancak bu lobiyi korkutmanın tek sebebi, etrafımızdaki herkesin onu korkutması. Onu tek başına bırakalım, çünkü o gerçekten de güçsüz. Değişime katkı sunmak için herkesin, genel politik görüşüne bakmaksızın, lobinin hedefi olan her politikacıyı, köşe yazarını ve öğretmeni ortaya koydukları ifade ve görüşler noktasında sistematik olarak desteklemesi gerekiyor.
Savaş karşıtı harekette, dikkatlerini İsrail’den Büyük Petrol Şirketleri ya da Büyük İş Dünyası’na çevirip onları savaşlarla (özellikle Lübnan’daki savaş ya da İran’a yönelik tehditlerle) ilgili olarak suçlayan insanlardan suçlamalar ile ilgili kanıt talep edilmeli. Bu noktada İsrail’i savunanlara, onun adına özür dileyenlere ve ilerici çevreler içindeki lobi uzantılarına karşı mücadele etmek gerekiyor.
Politikacılar ve gazeteciler, İsrail ve ABD’nin ortak çıkarları olduğunu söylediklerinde, onlara İsrail’in bugün ABD’ye ne tür hizmetlerde bulunduğu sorulmalı. Elbette bu noktada (ufak) kimi hizmetlerden söz edilecektir, o zaman da onlara ne türden bir soğukkanlı kâr-zarar analizi ortaya çıkacağı sorulmalı, böylesi bir analizin sorumluluğunun kamuoyu önünde alınamayacağı gösterilmeli. Eğer bu insanlar, (son çare olarak) ortak değerlerden söz ederlerse, yüzlerine Yahudi olmayanlara yönelik ayrımcı İsrail yasaları çarpılmalı.
Lobinin gücünü kırmak, tıpkı Vietnam Savaşı’nda Asyalılara yönelik bakışın değişmesine ihtiyaç duyulmasında olduğu gibi, Amerika'nın Ortadoğu halkları ve İslâm ile ilgili zihniyetinde bir değişime ihtiyaç duyar. Bu bile tek başına Amerikan kültürünü insanîleştirici bir etkiye yol açacaktır.
İsrail-Filistin çatışması ile ilgili ABD siyasetinde yaşanacak bir değişim, geleneksel emperyalizmde hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ABD, her yerde geleneksel seçkinleri desteklemeyi ve “müsait bir yatırım iklimi” temin etmek amacıyla diğer ülkelere baskı uygulamayı sürdürecektir. Irak, İran, Suriye, Lübnan ve Filistin’i içine alan Ortadoğu’daki çatışma, bir ucunda İslâm’ın, diğer ucunda laik bir Batı dini olarak Siyonizmin durduğu dinî bir savaşın tüm özelliklerine sahiptir. Din savaşları, tüm savaşlar içinde en vahşi ve kontrol edilemeyen olanlarıdır. Amerikan aklının Siyonizmsizleşmesi, sadece Filistin’deki talihsiz halkın kaderi değil, ayrıca bölgenin, hattâ geri kalan tüm dünyanın kelimelere sığmayan sefaleti ile ilgili bir meseledir. En nihayetinde buradaki ironi, tüm dünyanın ortak kaderi, Amerikan halkının bir biçimde yapmaya mecbur olduğu, kendi kaderini eline alma noktasında göstereceği gayrete bağlıdır.
Jean Bricmont
12-13 Ağustos 2006
[Belçika’da fizik eğitimi veren Jean Bricmont’un Türkçede Alan Sokal ile birlikte kaleme aldığı Son Moda Saçmalar adlı bir kitabı bulunmaktadır.]