09 Mayıs 2024

,

Onur Meselesi: Sınıfa Saldırı


Google arama motoruna “öğretmene şiddet” diye yazıp arama sonuçlarını “1 Ocak 2024 tarihinden itibaren” şeklinde filtrelediğinizde, karşınıza farklı tarihlerde ve şehirlerde yaşanan şiddet haberleri çıkacaktır. Saldırganın ya öğrenci ya veli ya özel eğitim kurumu patronu olduğu görülecektir.

İstanbul’un Eyüp ilçesinde bir özel lisede müdür olarak görev yapan 74 yaşında bir eğitimci, öğrencisi tarafından silahlı saldırıya uğrayarak yaşamından edildi. Bu saldırı, okul saatinde, müdür odasında yaşandı. Daha sonra internet haber sitelerinin iddiasına göre fail, suçunu üstlendiği bir video çekerek paylaşıyor. Bu acı olay, eğitim camiasında tepkiyle karşılandı.

Aynı haftanın içinde Batman’da yine bir öğretmene şiddet uygulandı. İki hafta önce Sarıyer’de ortaokulda görev yapan bir kadın öğretmen, öğrenci velisi tarafından darp edildi. Yine bu yıl içinde Ankara’da bir müdür yardımcısı, öğrencisi tarafından bıçaklandı. Aynı şekilde, bu eğitim-öğretim yılında hamile bir kadın öğretmen, öğrencilerinin gözü önünde, veli tarafından darp edildi. Bunlar basına yansıyan haberler. Hemen her gün okullarda öğrencilerin hem birbirine hem de öğretmene karşı sözlü, psikolojik ve fiziksel şiddet uygulaması söz konusu.


Dün yaşanan olaydan sonra öğretmen sendikalarının bir günlük iş bırakma kararı alması, önemli bir gelişme. Uzun yıllardan sonra sendikalar, merkezi düzeyde aynı gün iş bırakacak, hem de OHAL döneminden sonra.

Sendika genel merkezlerinin bu kararı almasındaki en önemli faktör, eğitimcilerin ve üyelerin baskısı. Bu gerçek, eğitim emekçilerinin özünde taleplerinin aynı olduğunu fakat sendika genel merkezlerinin sınıfın çıkarına aykırı hareket ederek emekçileri birleştirme politikası yürütmediğini gösteriyor.

Bu konu ayrı bir yazıda tartışılabilir fakat eğitim alanındaki dönüşümde ve eğitim emekçilerinin özlük ve ekonomik haklarının budanmasında eğitim emekçilerinin parçalanmış yapısından yararlanıldığı bir gerçektir.

1 milyonun üzerinde eğitim emekçisi çalışıyor. Bu güç açığa çıkmasın diye sürekli bir ayrıştırma söz konusu. Sistem bunu yapmak zorunda fakat eğitim emekçileri olarak biz, öğrencilerimizin ve mesleğimizin haklarını kazanmak için birleşmek zorundayız. Bu, tarihsel bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor.

Cuma günü ülke genelinde alanlara çıkarak tepkimizi dile getirmeliyiz. İş bırakmanın anlam kazanması için emeğimizden gelen meşruiyetimizle alanlara çıkmalıyız. İş bırakma, okullarımıza gitmeme gibi algılanırsa başarıya ulaşamayız. Birlikte ve güçlü bir şekilde sesimizi yükseltmeliyiz. Bu eşik aşıldığında, bir sonraki aşamada haklarımızı kazanmak için birlikte adım atmaya olan güvenimiz artacak ve tek vücut olmanın önemini daha net şekilde yaşayarak görmüş olacağız.

Yitirdiğimiz eğitim emekçisi meslektaşımız 74 yaşında, kendisi emekli. 74 yaşında bir emekli eğitimci özel bir kurumda çalışıyorsa bunun tek açıklaması meselenin sınıfsal olmasıdır.

İstanbul’da emekli maaşıyla tutunmaya çalışmak güç. Birçok kentte deneyimli eğitim yöneticileri emekli olduktan sonra özel okullarda çalışmak zorunda kalıyor. Bu gerçek, artık sadece İstanbul’la sınırlı değil. Güvencesizleşmenin sonucu bu. Tüm işçi emekçi sınıfın durumu aynı.

Yakın dönemde seksen yaşına yakın bir işçi, çatı katına tamirat için çıkıp orada yaşamını yitirmişti. Emekliler halen çalışıyor. Mahalle aralarında motosiklete bağladıkları küçük tamperlerle kâğıt ve hurda toplayan, pazar yerlerinin dağılmasını bekleyen, emekli olduğu halde okul-aile birliği üzerinden güvenlik ve temizlik işlerinde çalışan insanlar var. Fiziki gücü azalan, yaşını almış insanlar ise işportacılık yapıyor, cinsiyeti fark etmeksizin. Bu insanların aileleri var, torunları var. Sömürü düzeni, aynı zamanda bir onur sorunudur.

Öğretmenlik mesleğinin taşeron sistemine tabi kılınıp işçi pazarına çevrilmesi, her yıl eğitim fakültesinden mezun olan öğretmenlerin işsizlik ve güvencesizlikle karşılaşarak ücretli öğretmenlikte ve özel sektörde sömürülmesi, mesleğin değerini her geçen gün daha da aşağı çekiyor. Çalışmak zorunda olan anne-baba gerçeğinden hareketle, ki onlar daha fazla sömürülsün diye, okullar hangi kademede olursa olsun birer kreşe/gündüz bakımevine dönüştürülüyor. Bu noktadan sonra kendi çocuğuyla ilgilenmeyen, yozlaşmanın alameti olarak, anne-baba, çocuğuna “sahip çıkıyormuş” motivasyonuyla gelip sınıfa ve okula baskın yapabiliyor. Aslında yozlaşan aile yapısının sonucunda çocuğuna onunla ilgileniyor iletisini veriyor.

Kapitalist toplum düzeninde mesleklerin değerinin yaşaması düşünülemez. İtibar denen değerin içi boşaltılmadığı sürece sömürü ve baskı işçi-emekçi üzerinde hâkim kılınamaz.

Sömürünün diğer bir anomalisi de işçi-emekçide biriken öfkenin yine işçi-emekçiye şiddet olarak dönmesi. Sistem, kendisini buradan güvenceye alıyor. Ev sahibi-kiracı, hekim-hasta, şoför-yolcu, esnaf-müşteri, öğrenci/veli-eğitimci arasında yaşanan şiddet, sadece bir sonuç. Mesleki itibar, ancak sınıfsız-sömürüsüz bir düzenle mümkündür.

Cuma günü iş bırakma eylemini daha güçlü gerçekleştirmek için okullarımızda sohbetimiz bu olmalı. Bu şiddete maruz kalmamanın garantisini bu düzen veremez. Uyuşturucu, bireysel silahlanma, yozlaşma, gençlikten çocukluk çağına inmiş durumda. Bu gerçeği görmezden gelerek, “Nasıl olsa hiçbir şey değişmez” umutsuzluğuna teslim olmamalıyız.

Birlikte hareket etmedikçe şiddetin, baskının, güvencesizliğin, mobbingin, sömürünün her türlüsüne maruz kalacağız. Yaşadığımız sorunlar bireysel değil, eğitim emekçileri olarak sorunlarımız ortak. “Bir kişiyle bir şey değişmez” diye düşünmemeliyiz. Alana gelindiğinde bir dövize yazacağımız slogan bile hepimizin sesi olarak yankılanacaktır.

Bu düzen hiçbir emekçiyi kolay yoldan, rekabetçi hırs ve motivasyonla “refaha” kavuşturamaz. Öğretmenin tek mesleği, eğitimciliktir. Özel dersler, ek işler, ticaret ve esnaflık yapmak, emekli olunca çalışmak bir kurtuluş yolu değil. Ganyan atları, borsa lotları, futbolcu şutları, fal kartları, bitcoin hesapları hiçbirimize çare olmadığı gibi her biri de umut ticareti ve zihin işgali.

Onurumuz, emeğimiz, iş güvencemiz, yaşam hakkımız ve yine öğrencilerimiz için Cuma günü alanlara çıkmalıyız. İş bırakırken dayandığımız nokta, basına servis edilen “Iraklı” öğrenci kimliği olmamalıdır. Sendika bürokratları bu saikle hareket edeceklerdir.

Biz eğitimciyiz, bizim için öğrencinin dini ve dili kriter olamaz; halkın öğretmenleriyiz. Son olayda failin etnik kimliği gündeme getirilerek mülteci düşmanlığı yapmak, en başta emperyalizm tarafından ülkesi ilhaka uğratılıp göçe zorlanan halklara ve onların acılarına haksızlık olur. Yılda yüz şiddet olayı okullarda yaşanıyorsa bunun birkaçı mülteci ailelerden kaynaklıdır. Asıl sorun sistemdir.

Diğer bir hata da okulların güvenliğinin artırılması talebinin öne çıkartılmasıdır. Oysa bu talep, eğitimin ilkelerine darbe vuracak ve mücadele zeminini kaydıracaktır. Böylesi bir talebin dillendirilmesiyle birlikte birileri bu durumu “fırsata çevirecek”, ardından da turnikeleri, özel güvenlikler, X-Ray cihazları ve yüz tanıma sistemi gündeme gelecektir. Bunların hiçbiri de şiddetin çözümü olamaz. Bu tür öneriler, dertlerimizin ve sorunlarımızın asıl nedeni olan sömürü mekanizmasının muhafaza edilmesinden başka bir işe yaramazlar. İşte o zaman öğretmen yok hükmündedir ve tüm otoritesini kaybeder. Bu yüzden, okul-öğrenci-veli üçgeninde çözüme öncülük edecek öznenin varlığını korumak zorundayız. Okulların birer “kışla”ya çevrilmesine asla müsaade etmemeliyiz.

Bir kez daha söylersek: Cuma günü alanlarda sesimizi güçlü bir şekilde yükseltmemizin yolu, birlikte hareket etmemizden geçiyor.

S. Adalı
9 Mayıs 2024

08 Mayıs 2024

,

Demokrasinin Çöküşü

Yalancıların maskelerini kaldırın, körlerin gözlerini açın!
[Vladimir Lenin]

 

Bütün modern çağ boyunca, rasyonel/idealist felsefi anlayışta tasarlanan demokrasi ülküsü, aynı ülküyle tasarımlanan toplum, rasyonel ilkeyle öngörülen istikamette maalesef ilerlemedi. 

Aklın yüksek ve sorgulanamaz otoritesince dayatılan demokrasi, geçen zaman boyunca, günün ağarması ve gerçeklerin gün yüzüne çıkmasıyla suretini gösterdi. Bu büyük yalan, Marks’ın da öngördüğü üzere, gücün hâkimiyetinden başka bir şey değildi.

Marks yine haklı çıkacaktı. Toplum yine ikiye bölünmüştü, demokrasinin vaad ettiği cennet bahçesinde. Beslenecek ve özenle çoğaltılacak faydalı bitkiler; yok edilecek olmazsa da kökünden sökülecek yabani otlar. Sistemin hukuku ve yasaları demokratik gerekçelerle ve gerekleriyle bu yabanıl otları biçecekti.

Yarım kalmış uygarlık; tökezleyerek ilerleyen liberalleşme ve toplumun zihnini yıkayan dini/ulusçu sosyal teorilerle desteklene dursun, kalkınma odaklı ekonomik sistemin sonucunda yaşanan ekonomik krizler ve gerek uzak gerek yakın tarihte yaşanan tüm insanî dramlar, aslında hiçbir zaman olmayan “Demokrasi” yalanının maskesini düşürüyor.

Sistemin demokrasi yalanı BM, AİHM, NATO, AB ve adını sayamadığımız onlarca kurum ve kuruluşun iyi niyetini ve kabiliyetini sorgulamaya mecbur kılıyor. Demokraside hedeflenen ana strateji, Filistin katliamları ile çökmüştür. Batı ve Avrupa halkları ve İsrail dahi demokrasinin yalan uykusundan uyanırken, Doğu halklarının ölüm sessizliği sistemin en büyük çarkının bu coğrafya olduğunu ispatlıyor. Çünkü çarklar Demokrasi yalanı ile özenle yağlanıyor, kitle buna inandırılıyor.

Bilindiği üzere siyasi partiler, sendikalar, cemaatler ve en büyük payla medya, toplumsal eylemlilik düzeyinde kitlelere kendilerini dayatan lokomotif güçlerdir. Bugün Filistin davası konusunda adını andığımız tüm unsurlar sessizdir. Bu sessizlik (dostlar alışverişte görsün riyakarlığını saymazsak) emperyalizmin Doğu halkları üzerindeki hegemonyasını açıklar.

Bugün Doğu ve İslam ülkelerinin Gazze’ye gönderdiği yardım gemilerinde tek bir ülke bayrağı yoktur. Açmazlar. Açamazlar. Lübnan'ın first lady’si, Siyonist çeteyi haklı çıkarmak adına, “Rehine analar için ağlıyorum” diyerek batı medyasına mektup yazıyor.

İsrail en büyük desteği Doğu coğrafyasında görüyor. Bugün sömürünün süper gücü ABD, İsrail’in küresel politikaları uğruna, menfaatlerini daima düşündüğü kendi halkını da sistemin kölesi yapmıştır. İsrail’in katliamlarına ses çıkarmak, hukukî haklarıyla itiraz etmek yasalarca suç sayılmıştır.

Burada açık olarak görülen gerçek uluslararası sistem, gerek hukukî gerek devletlerce oluşturulan kanunları eskiden olduğu gibi gizli değil, açık ederek yönetiyor. Bunu artık gizlemiyor. Devletler, partiler, ulus/uluslararası merkezli tüm kurum/kuruluşlar sisteme itirazsız ve açık açık biat ediyor. Bu, Filistin katliamına kadar açık edilen bir durum değildi. Filistin ve İsrail/ABD savaşı bu gerçeğin itirafı oldu. Maskeyi kendi elleriyle indirdiler. “Buna artık alışın” diyerek bütün dünyaya, bütün insanlığa meydan okumaktalar. ABD, Batı, Avrupa ve hatta İsrail halkınca gerçekleştirilen protestolar geri adım attırmadığı gibi, düzenledikleri “demokrasi gereği!” yasalarca cevap veriliyor.


Bugün güya İsrail’i kınayan ülkemizde yaşanan durum birebir aynıdır. Almanya cumhurbaşkanının Türkiye çıkarmasında, Steinmeier’in yanında AKP, CHP, MHP, DEM Parti temsilcileri ve seçkin(!) iş insanlarımız kuyruğa girip döner yerken, Almanya’yı protesto eden sivil halka ters kelepçe takılıyordu.

Kapitalizm için ne insanî kurum/kuruluşlar, ne devletler, ne de devletlerin siyasi partileri vardır. Postmodern toplumda tüm partiler ve onların arka bahçesi sendikalar “demonte” yapıdadır. Cıvata hepsine uyar! Tümü sistemle uyum içindedir. İsim değişikliği ile akışkan bir yapıyla yer değiştirirler sadece. Hiçbiri, uluslararası kapitalizme ses edemez. Çünkü toplum mühendisliği, bireysel/ örgütsel itirazlar tarih boyunca maliyetli ve kanlı olmuştur.

Çözümü kurtarıcı saydıklarımızdan beklemek artık boştur. Yıkımı azaltmanın, insanlığının kanını artık durdurmanın tek yolu, toplumun üzerindeki ağırlığı sorumlulukla yaymaktır. Birleşmek, direnmek ve sömürüyü yıkmak. Bu da ancak ve ancak tüm ezilen ve sömürülen halkların, işçinin ve emekçinin birliği ile mümkündür.

Sovyetler örneği, bize bu cennetin kapısını araladı. Aynı Sovyetler bize yapılan yanlışlarla birlikte bu kapının nasıl sonuna kadar kapanmamak üzere açılacağını da gösterdi.

Bugün her zamankinden daha çok Marks’a ve öğretilerine sarılma günüdür. Tarih, bize en doğru seçeneğin peşinden umutla, yılmadan gitmemizi söylüyor.

Tüm (gerçek) sosyalistlere büyük iş düşüyor. Umudu önce içeriye, sonra dışarıya yaymak en büyük insanî görevimiz.

* Adalet ve eşitlik davasını kendi haline bırakmayacağız!

* Zengin dünyanın kanımızla ve terimizle beslediği, keyfini çıkardığı tüm ayrıcalıklara son vereceğiz!

* Kapının ardında kurdukları cümbüşlü ziyafet sofralarını, öteki dünyanın devrimcileri and olsun ki yıkacaktır!

İdil Mevsim
8 Mayıs 2024

07 Mayıs 2024

,

Bozdoğan Kemeri

Bir dönem sosyalistlerin, gölge içişleri bakanı olarak kabul ve muamele ettiği İsmail Saymaz, “1 Mayıs solcu bayramı değil, polise öyle vurulur mu?” dedi, işçilerle solcuları ayırdı, ikincileri işaretleyip kriminalize etti. Ertesi gün gerçek içişleri bakanı, “Gereken yapıldı” deyip yapılan gözaltıları duyurdu. İşte alın size o çok istediğiniz CHP-AKP koalisyonu!

Bu koalisyon öncesinde tabii ki CHP’nin AKP’leştirilmesi gerekiyordu. İmamoğlu, gerekli kimyasal ve katalizör olarak iş gördü. Bir dönem ANAP’ın taklidi olan AKP’nin yerine CHP’yi monte ettiler. Tüm sosyalistler bu montaja alkış tuttular, “Batı bizi çok sevecek, ilerleyeceğiz, yaşasın!” diye sevinç gözyaşları döktüler. İngiltere’den gelecek “temiz 300 milyar dolar”a selam durdular.

İsmail Saymaz, SİP-SDP bünyesinde eğitim görmüş bir kişi. Sınıfsal karakterine uygun laflar ediyor. Mesele, sosyalist hareketin kapitalizm ve emperyalizme dair kırık dökük bilincini söküp atmış olması. Tarih bilinci zaten yok.

Sosyalist hareket, buradaki marazın, eksikliğin, 1920’de içişleri bakanı seçen komünist iradenin sonrasında devlete ve sermayeye teslim edilmiş olmasıyla ilgili olduğunu bir türlü görmüyor. O nedenle, İsmail Saymaz’ı eline verilen iki belgeyi paylaştı diye göklere çıkartıyor. Bu, özellikle sosyal medya solculuğu üzerinden, “bir şeyler yapıyormuş gibi görünelim, bir kişi seçelim, o bizim adımıza her türlü solculuğu yapsın” yalanına örgütlenmekle ilgili bir durum. Onun bu bataklıktan kurtulması mümkün değil.

Dün SDP ve TİP gibi Biden gemisine binenler, bugün o hükümetin kampüslerdeki Filistin destekçisi gençlere yönelik zulmünü seyrediyorlar ve tek laf etmiyorlar. Suskunluk kök salıyor.

Yetmişlerin sonunda İngiltere’de komünistler, İngiliz İşçi Partisi’ni tartışıyorlar. O dönem Emperyalizme Uygun Parti: İşçi Partisi isimli bir kitap kaleme alınıyor. Orada, İşçi Partisi’nin “kurulduğu günden beri emperyalist bir parti, emperyalizmden yana saf tutmuş bir parti” olduğu söyleniyor.[1] Bu emperyalizmle bağın “işçi aristokrasisi” üzerinden kurulduğu üzerinde duruluyor. Bizde işçi aristokrasisine ve onunla ilişkili küçük burjuvaya laf bile edilemiyor.

Bizdeki CHP, Alman ve İngiliz sosyal demokratlarıyla birlikte tanımlanıyor. O işçi aristokrasisinin ideolojisi veya ona denk düşecek görüşler üzerinden CHP, kurtarılacak kazanım olarak görülüyor. 

Parti, yaklaşık on yılda bir ölüm döşeğine düşüyor, her seferinde ona gerekli kalp masajını ve suni teneffüsü sosyalistler yapıyorlar. Kitleyle kurdukları ilişkileri olduğu gibi CHP’ye gönderiyorlar, daha doğrusu, CHP, sosyalist örgütlere gönderdiği kadrolarını topluyor. Kan akışı bu şekilde işliyor. CHP, sosyalist hareketin kalbi olarak görülüyor.

Korkut Boratav, o sebeple “CHP büyürse sosyalist hareket de büyür” zokasını sallıyor. Bu yalana inanan sosyalistler, TKP gibi örgütlerin tepelerine yerleşiyor, bu örgütlerin Orhan Gökdemir gibi solculuğu geçim kapısı kılmış tüccarları, utanmadan, CHP’ye Boratav’ı danışman olarak öneriyorlar. Sonra gene yalandan CHP eleştiriliyormuş gibi yapılıyor, bu sefer aynı TKP, köşesinde “komünistler burjuva partisine danışman öneremezler” diyor. Hep birlikte yalan söylüyorlar.

“Emekçilerin kazanım elde etmesinin yolları burjuva siyasi partilerinin bürolarından, kimliklerin kutsanmasından ve birbirlerine benzeyen yaşam tarzlarının birlikteliğinden geçmez”[2] diyen Sendika.org da yalan söylüyor. Örgütünün ve zihninin içinde CHP vekilleri olduğu gerçeğini gizliyor. Yıllarca kendisine inanan insanları bir günde CHP’ye nasıl sattığını hiç anlatmıyor. Sonra aynı yazar, “Kızılay Meydanı’na yüz binleri yığan, şubeleri mühürlenince mühürleri kıran, 4+4+4 eylemlerinde Ankara’da gaza copa direnen sendikal hareketten barikatların önünden çekilen sendikal harekete nasıl gelindiğinin nedenleri sorgulanmadığı müddetçe gerçek anlamıyla bir sınıf sendikasından söz edemeyiz” diyor. Ama tabii ki o sendikal hareketi kendisinin kurduğundan, şuan ki başkanın kendisiyle ilişkisinden, bu sendika ilişkilerini ve yapısını kendisinin inşa ettiğinden, bu dönüşümün altındaki imzasından, tüm ipleri CHP’li ağalara-paşalara teslim ettiğinden hiç bahsetmiyor. 

Bugün 1 Mayıs eyleminde DİSK ve diğerlerinin tavrını eleştirenlerin hepsi yalan söylüyor. O eleştiren örgütler bahsi edilen sendikal yapıların sahibi. Böylece sendikal alan gibi o alanın eleştirisine ipotek koyuyorlar. Eleştirileri bu şekilde boşa düşürmeye çalışıyorlar.

TKP’liler, kendilerini parti, CHP’yi cephe; Dev-Yolcular kendilerini cephe, CHP’yi parti olarak gördüğü için CHP’yi Marksist-Leninist manada eleştiremiyorlar. Bu sebeple, her on yılda bir ML’den bir adım daha uzaklaşıyorlar. Sonra da ML’yi kendi varlıkları ve fikirleri olarak tanımlamaya çalışıyorlar.

31 Mart ve 1 Mayıs sonrası sosyalist hareketin CHP konusunda yapacağı “eleştiriler”in yalan olduğunu söylemek, o yalanları o sol örgütlerin şeflerinin suratına çarpmak şart. Çünkü o şefler, o dünyalıkları ve ilişkileri adına gene yalan söyleyecekler, kitleleri gene oyalayacak, gene gidip düzene hizmet edecekler. Alanda “bu CHP ve DİSK bizi yüz üstü bıraktı. Bir daha bu kitleyi toparlayamaz” serzenişinde bulunan işçideki “gaz”, bir iki gaz cümleyle alınmaya çalışılacak. Bizzat CHP uşağı olanlar, CHP eleştirisi yapacaklar. Bu yalana hiçbir işçi-emekçi kanmasın!

Bugün 1 Mayıs’la açığa çıkan şu. Özgür Özel’in 1 Mayıs polisleriyle, İmamoğlu’nun Hamas’la ilgili açıklamaları, CHP’nin yönelimine ve varlığına dair işaretler veriyor. Kapitalizm ve emperyalizm gibi bir dert varsa buralara bakılmalı. O polisler, bir gün içerisinde “Erdoğan’ın özel faşist çetesi” olmaktan çıkıp “halkın polisi” mertebesine yükseldi. Hamas’la ilgili lafında ise İmamoğlu değil, İsrail konuşuyordu.

Eski TKP başkanı, “Batı’nın klasik modelinde sosyal-demokrasi burjuva düzenine karşı mücadele eden işçi sınıfından çıkmıştır. Bizde ise burjuva devriminin ve düzeninin kurucu akımının içinden”[3] diyor. Özünde kendi partisinin “yıkılan Cumhuriyetin kazanımlarını sosyalizme bağlayarak güncelleyen bir parti” olduğunu söylüyor. Ama nasıl oluyorsa kazanımların ardındaki CHP’yi örtbas ediyor, böylelikle CHP’ci olmadığı yalanını satabiliyor. Ama aslında onun şahsında CHP konuşuyor. Kazanımların sınıfsallığını ve politikliğini sorgulamıyor. “Çakma CHP” olmayı içine sindiriyor.

CHP’nin emperyalizmle, imparatorlukla, kapitalizmle mücadele içerisinde olan bir damara sahip yapı olarak görülmesinin en önemli nedeni Dev-Yol ise diğeri TKP geleneği. Bu iki yapı, CHP denilen kalbin pompaladığı kanla besleniyor. Buna mecbur. Onu sınıfsal-politik ve devrimci-politik açıdan eleştirmesi mümkün değil.

Aydemir Güler, o nedenle kapitalizm değil de “neoliberalizm” diyor.[4] Hâlen daha CHP tabanıyla ilişkili düşündüğü için neoliberalizm eleştirisi yapıyormuş pozu kesiyor. Aslında “yumuşak geçiş” için rıza imal ediyor. Çünkü neoliberalizmi eleştiren “liberaller daha iyi kapitalizm peşinde ve kapitalizmi sorun olarak görmüyorlar.”[5]

TKP gibi sol örgütler, Hacer Foggo, Selin Sayek gibi Batı ajanı solcularla münasebet kurabilmek için bu tür laflar ediyorlar. Tüm teoriyi, ideolojiyi ve politikayı CHP’yle ilişkiler, ilişki kurma ihtimalleri tayin ediyor. Ama ne var ki artık CHP iktidarda! Demek ki CHP konusunda yalandan eleştiriler kaleme almanın, onu eleştiriyormuş gibi yapıp ona tampon olmanın vakti.

Eskiden şu veya bu sebeple devlet içinde birileri AKP muhalefetine belgeler sızdırıyor, sufleler veriyor, içerideki gelişmeleri ifşa ediyor, AKP’ye muhalif isimleri reklâm ediyor, en basit devlet bürokratını, hükümet yetkilisine dair haberler yaptırabiliyor, en ufak olayda birileri linç ediliyordu. CHP’ye koca bir yandaş medya teslim edildi. Sosyalist basın, bu medyanın parçası kılındı. Paralar aktı, şöhretler artırıldı. Belediyelere artık AKP değil CHP’nin yazar bozuntuları çıkartılacak. Enver Ayseverler, uyduruk kurslar sayesinde dünyalık biriktirecek. CHP arpalığında herkes otlayacak.

Ama artık kimse, kapitalizmin ve emperyalizmin CHP eliyle sebep olduğu kötülükleri haber bile yapmayacak. Parktaki su birikintisinde boğulup ölen kız çocuğunun ölümüne sebep olanları kimse linç etmeyecek, adlarını bile anmayacak. Irkçı belediye başkanının mültecilere saldırısını kimse görmeyecek. Her şeyin üzeri örtülecek. CHP iktidarının bir Bahadır’ı, bir Metin’i, bir İsmail’i olmayacak. Çünkü son on yıl içerisinde Duvar, Evrensel, Birgün gibi sol yapıların başına hep CHP’liler getirildi. Göz mim çekildi, dil lal edildi.

Bugün Birgün’de, “Dolayısıyla bu kapsayıcılığı sağlamak lazım, milli bir mutabakat lazım. Madem biz ciddi bir ekonomik problemle karşı karşıyayız, kutuplaştırma siyaseti burada sizin işinize yaramaz”[6] cümlesine rastlamak tesadüf değil. Çünkü milli mutabakata ihtiyacı olduğu söylenen Mehmet Şimşek programı, aynı zamanda CHP’nin programı. Ama bunu hiçbir sosyalist yayın organı yazmaz, yazmayacak.

Bozdoğan Kemeri, sınıfsal ayrımın, sınıf mücadelesinin simgesi hâline geldi. “Kutuplaşma, uzlaşmazlık kötü ve zararlı” türü laflar, alanı terk eden CHP’nin dilinden dökülmeye başlandı. Türkiye Yüzyılı kapsamında sermaye örgütleriyle iş tutan DİSK, işçi sınıfını satmaya mecburdu. Asıl sorun, ortalıkta bunu eleştirecek tek bir sosyalistin bile kalmamış olması.

Eren Balkır
4 Mayıs 2024

Dipnotlar:
[1] Robert Clough, Labour: A Party Fit for Imperialism, İkinci Baskı, 2014, Counterattack, s. 12.

[2] Erbil Karakoç, “Derin Kırılmalar”, 2 Mayıs 2024, Sendika.

[3] Aydemir Güler, “Solda CHP’cilik”, 13 Nisan 2024, Sol.

[4] Aydemir Güler, “Yumuşak Geçişe Razı mısınız?”, 27 Nisan 2024, Sol.

[5] Bjarke Skærlund Risager, “David Harvey Söyleşisi”, 29 Aralık 2019, İştiraki.

[6] Sercan Meriç, “Şimşek, Ekonomi ve Gerçek”, 28 Nisan 2024, Birgün.

06 Mayıs 2024

Ana Akım İktisatçılar


ASSA 2022: Birinci Bölüm

Ana Akım İktisatçılar


Amerikan Ekonomi Derneği’nin (ASSA 2022) yıllık konferansı, geçen hafta sonu gerçekleştirildi. Bu yıl konferans internet üzerinden gerçekleştirildi, ama buna rağmen dünyadaki en önemli ekonomi konferansında çok sayıda sunum yapıldı, birçok oturum gerçekleştirildi, üstelik bunlara ana akım iktisadın önemli isimleri katıldı.

Konferans oturumlarını ben genelde iki kısma ayırıyorum. İlk kısımdaki oturumlar, neoklasik, marjinalist genel denge modelleri türünden ana akım iktisat paradigmalarını temel alıyor. İkinci kısım ise radikal ve kitabî olmayan, heterodoks iktisat (postkeynesçiler, kurumsalcılar, hatta Marksist modeller) üzerinden gerçekleşiyor.

İlk kısımdaki oturumlar farklı kesimler eliyle yürütülüyor ve bunlara epey insan katılıyor. İkinci kısımdaki oturumlar ise genelde Radikal Politik Ekonomi Birliği (URPE) tarafından organize ediliyor, bu ufak çaplı oturumlara katılım çoğunlukla düşük oluyor. Buna karşın, ikinci kısımdaki oturumlar, genelde politik ekonomi anlayışımızı zenginleştiren katkılar sunuyorlar.

Bu yılki oturumlar, doğası gereği, ABD’de, dünyada ve yoksul ülkelerde olan bitenlere ve olacaklara odaklandı. Kovid pandemisinin yükünden kurtulan ekonomilerle ilgili değerlendirmelerin yapıldığı oturumların birinde eski OECD baş ekonomisti Catherine Mann, ABD ekonomisinin uzun vadede hayırlı sonuçlar üretmeyeceğini, ülkenin geleceği konusunda iyimser olmadığını söyledi. Mann’a göre, ABD’de istihdam oranları epey düşük seviyede seyretmekteydi. Üstelik, üretkenliğin düşük olduğu ekonomiye, bir de yüksek eşitsizlik düzeyi eşlik etmekteydi. Kovid salgını sonrası ülkede istihdamın ve üretimin artması, bunun yanında, iş piyasalarının güçlenmesi ihtimalinin düşük olduğunu ifade eden Mann, konuşmasının bir yerinde şu uyarıyı yaptı:

“Politika tercihleri sonucu oluşacak canlılık, sürdürülmekte olan özel sektör faaliyetlerini hızlandırmazsa enflasyon sarmalına girer miyiz? Böylesi bir durumda politikalar devre dışı bırakılmak zorunda kalacak, bu da iflasa yol açacak.”

Mann konuşmasında şu soruyu da sordu: “Yatırımları nasıl artırırız?” Yapılan birçok ankette önemli şirketlerin icra kurulu başkanlarının genel beklentisinin yüzde 4 üstüne işaret eden o iyimser resmi beklentiler yerine yıllık ekonomik büyüme oranının yüzde 1,5-2 düzeyinde kalacağı yönünde olduğu ortaya çıkıyor. Yatırımın artacağı öngörüsünde bulunanlarsa sermaye giderlerinin 2019 seviyesine geleceğini söylüyorlar.

ABD şirketlerinin elinde biriken nakit para 3,17 trilyon doları buldu. Bu şirketler, kendi hisselerini daha fazla satın alma eğilimi içerisinde. Bir yandan da başka şirketlerle birleşme pratiklerini iki katına çıkartıyorlar, üretimi artıracak yatırımlara yönelmiyorlar. Birleşmelerin sayısı arttıkça kapitalist ekonomilerde inovasyon için gerekli olan rekabet de azalıyor. Zaten Mann de 2020’lerde ABD ekonomisindeki büyüme oranının, geçen on yıldaki büyüme oranından daha düşük olacağını tahmin ediyor (Ben bu dönemi “Uzun Depresyon” olarak adlandırıyorum.)

Buna karşılık, Joseph Stiglitz gibi liberal sol iktisatçılar iyimser bir tonda konuşuyorlar. Biden döneminde altyapıya yapılan mali harcamalarla ABD ekonomisinin canlanmasını sağlayan politikayı öven Stiglitz, Kovid sonrası dönemi ABD ekonomisinin Kovid öncesindeki düşük büyüme girdabından kurtulmasını sağlayan önemli bir dönüm noktası olarak görüyor. Stiglitz’in dediğine göre hükümetin ekonomi politikası, Keynesçi makro yönetime doğru evrilmiş, ayrıca devlet, son kırk yıl içerisinde servet ve gelir eşitsizliğindeki muazzam artışı azaltmak için daha fazla adım atmaya başlamış. Buna karşılık Stiglitz, Mann’in sunduğu verilerin ağırlığı ile kıyaslandığında, iyimser olmasını sağlayan dönüm noktası tespiti ile ilgili yetersiz deliller sunuyor.

Neoklasikçi ve aynı zamanda Keynesçilik karşıtı John Taylor, Stiglitz’in Biden ekonomisine dair iyimser yaklaşımlarının üzerinde bile durmuyor ve mali harcamaların sınırlarından bahsediyor. Taylor, kendisinin geliştirdiği ekonometri modellerinin pandemi sonrası artan ekonomik büyümenin vergilerin düşürülmesi, regülasyon ve finans piyasalarıyla ticaretin serbestleştirilmesi gibi “yapısal politikalar”a dayandığını ortaya koyduğunu, Keynesçiliğin önerdiği artan oranlı vergiler türünden karşı döngüsel politikalara yüz verilmediğini söylüyor.

Bir başka oturumda iktisatçılar, mali açıkları artırma kapasitesinin sınırlı olduğunu söylediler. Kamu sektörünün borçlarının oluştuğu sarmalın kalıcı bütçe açıklarına evrilmesine mani olmanın tek yolu, reel GSYİH’deki artışın sürdürülmesini sağlamaksa da eğer bu artış düşük kalırsa, o vakit bütçe fazlalarına, yani denetim dışı borçların istikrara kavuşturulması için gerekli mali kemer sıkma politikalarına ihtiyaç duyulacaktır. Bu yıl anlaşılan, ASSA’ya mali muhafazakârlığı savunan Paul Auster’in tilmizleri gayet güçlü bir katılım göstermiş.

Son olarak, Clinton döneminde hazine bakanı olarak çalışmış, bir diğer Keynesçi âlimlerden Larry Summers, ana akıma mensup Amerikalı iktisatçılardaki kafa karışıklığını şu sözleriyle özetledi: “Biden ekonomisi mali canlılık sağladı. Bu politik deney, son kırk yılın en cesur adımı idi. Zira bu yönde atılan adımların hızlı büyümeye, stagflasyona veya resesyona yol açma ihtimali mevcuttu.”

Obama’nın eski ekonomi danışmanı Jason Furman da başka bir oturumda şunu söyledi: “Kriz varken yol almak imkânsız, ama bazen Kovid gibi bu tür krizler şansımız olabiliyor. Kovid krizinin bize çok hayrı oldu.”

Gelgelelim, bu isimlerin hiçbirisi, Biden dönemindeki mali canlanmanın sona erdiğinden, bir iki yıl içerisinde bu sürecin terse çevrilebileceğinden bahsetmedi. Yani bu “cesur deney”, o kadar cesur değildi, çünkü henüz “yapısal tedbirler” gündeme alınmamıştı.

ASSA’da toplanan ana akım makro iktisatların asıl üzerinde durdukları konu ise artan enflasyondu. ABD’de yıllık enflasyon oranının yüzde 6’yı bulduğu, bu anlamda, son kırk yılın en yüksek değerine ulaştığı koşullarda iktisatçılar, “Amerikan Merkez Bankası’nın faiz oranlarını artırmak suretiyle ateşi söndürecek para politikasını hızla devreye mi soksun, yoksa 2022 yılı boyunca tahvil alımlarını mı azaltsın” sorusunu tartıştılar. Bu iktisatçıların bir kısmına göre artan enflasyonun sebebi, kısa süreli arz yetersizliği, bir kısmına göre ise düşük faiz oranlarına dönük aşırı talepti. Bu anlamda iktisatçılar, bu iki farklı yaklaşım üzerinden farklı konumlar aldılar ve Merkez Bankası’nın para politikası bağlamında “sıkı” önlemler alması gerekip gerekmediği konusunda fikir beyan ettiler.

Oturumlar tartışmalarla geçti. Asıl ilginç olansa herkesin artan enflasyonun sebebinin ücret artışları olduğu konusunda ortaklaşmış olmasıydı.

Oysa eldeki veriler, ücret artışlarının mütevazı ölçülerde gerçekleştiğini, hatta bu artışın enflasyon oranının altında kaldığını, reel ücretlerinse düştüğünü ortaya koyuyor. Demek ki suç işçilerde değil. Ana akım iktisatçıların ana endişesi, işçilerin fiyat artışlarına tepki koyma, bu noktada ücret artışları için greve gitmeleri. Bunun sermayenin kâr etme ihtimali açısından felâketle sonuçlanacağını, ABD ekonomisinin yetmişlerdeki ücret-fiyat sarmalına sokacağını görüyorlar. Bilindiği gibi yetmişlerde açığa çıkan sarmal “stagflasyon”a yol açmış, bunun sonucunda da alınan borçların maliyeti artmış, büyük resesyonla karşı karşıya kalınmıştı. O gün de Keynesçiler ve neoklasikçiler “aşırı” ücret artışlarından uzak durma hedefi konusunda ortaklaşmışlardı.

Para politikası, “toplam talep” ve enflasyonun kontrolü noktasında işlemeye devam ediyor. Otuzlardaki Büyük Depresyon’da büyüme oranının yukarı çekildiğine ilişkin elde bir kanıt yok aslında. Hatta bunu Keynes bile o günlerde kabul etmiş. Ayrıca eldeki kanıtlar, son otuz içerisinde enflasyonun merkez bankasının hedeflerinin altında kaldığını ortaya koyuyor, bu durumsa bize parasal mali piyasaların rahatlamasının pek fazla etkisi olmadığını söylüyor. O hâlde, sıkı bir para politikasının enflasyonu kontrol altına alacağı şüphelidir. Buna karşın bazı postkeynesçiler, merkez bankasının belirlediği politika faizi oranlarının ülke genelinde faiz oranlarını, dolayısıyla enflasyonun kendisini kontrol edebileceğini düşünüyorlar.

Ana akım iktisatçıların bir kısmı, ABD ekonomisinin hızla toparlanacağını, bir kısmı da Kovid öncesi düşük büyüme rakamlarının görüldüğü depresyon durumunu yeniden yaşayacağını söylüyor. Ama aynı iktisatçılar, dünyanın geri kalan kısmının, özellikle yoksul ülkelerin kaderi konusunda ortaklaşıyorlar. Buralarda bütçe açıklarının azalacağını, ama borçların artacağını söylüyorlar.

Hâlihazırda Dünya Bankası’nda baş ekonomisti olarak çalışan Carmen Reinhart, bir oturumda pandeminin yol açtığı buhranın küresel bir buhran olduğunu, dünyadaki ülkelerin yüzde doksanının zarar gördüğünü söylüyor. Süreç, bilhassa yeni gelişen ekonomiler, hatta 2008’den beri büyük bir resesyondan kaçınmayı bilmiş Çin ve Hindistan için bile 2008-2009’daki Büyük Resesyon’dan daha kötü ilerliyor. Esasında bugün düşük gelirli ekonomilerin, yoksul ülkelerin yüzde 60’ı “borç sıkıntısı” içerisinde, yani bu ülkeler borçlarını ödeyemiyorlar.

Kovid sonrası yeni gelişen ekonomilerin durumunun incelendiği bir başka oturumda, önde gelen beynelmilel iktisatçılardan Barry Eichengreen konuşmasında, “banka iflaslarının ve finansal kazalarının olmaması, bize yeni gelişen ülkelere hizmetler sunan, mikro ve makro ölçekte ortaya konulmuş ihtiyatlı politikaların önünün açık olduğunu söylüyor” dedi.

Oysa bu ülkelerde borç hızla arttı. Okullara ve insani sermaye oluşumuna müdahale edildi. Böylelikle, “küresel tedarik zincirlerindeki değişiklikler ve otomasyondaki hızlı ilerleme sayesinde birçok orta gelirli ülke nezdinde yüksek geliri esas alan eski yolun yürünmesini daha da güçleştirdi.”

İktisatçı Franziska Ohnsorge, derin resesyonun potansiyel büyüme üzerindeki etkisini incelemiş. Bu çalışmaya göre resesyon, başlamasını müteakip dört beş yıl içerisinde büyüme oranını aşağıya çekiyor. Dolayısıyla ekonomilerin derisinde açılan yaralar resesyonların etkisini kalıcı kılıyorlar. Buradan yazar, şu çıkarımı yapıyor: “Pandemi, önümüzdeki on yıl içerisinde büyüme sürecinde zaten beklenen yavaşlığı daha da artıracak.”

Peki gelişmiş ülkelerin uzun vadede tanık olacakları konusunda ne söylenebilir? Büyük kapitalist ülkelerin ekonomilerinin düşük üretim artış oranını terse çevirip yeni bir dönemi başlatmaları mümkün mü? Dünya ekonomisinin geleceği ile ilgili oturumda Catherine Mann bu ihtimale şüpheyle yaklaşıyor: “Birçok insan, pandemi kontrol altına alındıktan sonra ‘normale dönüleceğinden’ bahsediyor. Oysa bizim dünya ekonomisinin pandemi öncesindeki ‘normal’e geri dönmemeyi umut etmemiz gerekiyor. O dönemde üretim çok düşüktü, eşitsizlik düzeyi çok yüksekti, küreselleşme hız kesmişti, iklim değişikliği kontrolden çıkmıştı.” Mann, ileride pek bir şeyin değişmeyeceği düşüncesinde.

Buna karşılık, liberal solcu Joseph Stiglitz, üretimin artacağını, bu artışın da dünya genelinde işbirliğine dayalı, sağlam anlaşmalar sayesinde gerçekleşeceğini söylüyor.

Konferansta sunum yapan kimi ana akım iktisatçılarsa pandeminin yol açtığı buhranın iş imkânları, ekonomik süreklilik ve direnç arayışı içerisinde olan dünyanın dijital teknolojik çözümleri geliştirme ve benimseme sürecini hızlandırdığından bahsettiler.

Bu isimlerden biri olan Mary Amiti, “pandemi sonrası dünya ekonomisinin üretimi ve büyüme rakamlarını yukarı çekme ihtimalinin bulunduğunu, sürdürülebilirlik arayışı dâhilinde enerji sahasında başka bir kaynağa geçiş yapılmasına tabi olup, böylesi bir süreçten geçse bile, söz konusu ihtimalin gerçekleşeceğini” söyledi. Amiti’nin tahminine göre inovasyona yatırım yapan çokuluslu şirketlerin gerçekleştirdiği üretimin fazlası, aynı sektörde faal olan küçük firmaların üretimini son beş yıl içerisinde yüzde 10 artıracak.

Dijital yapay zekâ teknolojilerinin üretim üzerindeki etkisini inceleyen Daron Acemoğlu, bu iyimserliği paylaşmıyor. Acemoğlu’nun tahminine göre, yapay zekânın ekonomilerdeki üretimin iyileşmesine etkisi o kadar da fazla olmamış. Teknoloji tabanlı sektörlerden diğer sektörlere yayılım gerçekleşmemiş, kârlarda herhangi bir artışa tanık olunmamış.

Acemoğlu, bu konuda şu öneriyi sunuyor: İşletmelerin amacı, sadece kâr elde etmek olmamalı, daha iyi üretim olmalı! Görünüşe göre Kovid döneminin inovasyonu koşulladığına ilişkin o muhteşem hikâye, tam da neoklasik iktisatçı Robert Solow’un (bugün kendisi 97 yaşında) 1987’de bilgisayar çağı ile ilgili olarak dile getirdiği şu tespiti doğrulayacak bir hâl almış durumda: “İnovasyon, istatistik dışında her yerde karşıma çıkıyor.” Yani onca inovasyon, rakamlarda bir değişikliğe yol açmıyor.

ASSA’da tartışılan iki konu başlığı daha vardı. İlki iklim değişikliği ve karbon emisyonları, ikincisi de Çin’di.

Ana akım iktisatçılar, küresel ısınma ve iklim değişikliği meselelerini salt piyasa açısından ele alıyorlar, bu anlamda, sadece karbon emisyonlarının toplumsal maliyetlerine ve karbon fiyatına bakıyorlar.

Fayda-Maliyet Analizi Derneği’nden iktisatçıların katıldıkları oturumda karbon emisyonlarının azaltılması noktasında belirlenecek karbon piyasası fiyatlarına ilişkin son yapılan tahminler tartışıldı. Bu iktisatçıların ulaştığı sonuca göre karbonun fiyatlandırılması, mevcut olan karbon piyasalarında hâlen daha çok yavaş ilerleyen bir süreç. Fiyatların en az ton başına 100 dolar olması gerektiği üzerinde duruluyor. Bu rakamın, hesabın yapıldığı günden beri arttığı üzerinde duruluyor.

Yenilenebilir enerjilere ve diğer karbon emisyonunu azaltan teknolojilere yönelik teşvikler işe yaramıyorlar. Çünkü bunlar ya çok ufaklar ya da sınırlı bir alanı hedef alıyorlar. Doğru fiyatın belirlenmesinde en önemli unsur ise karbon emisyonlarının bugün fiyatlandırılmasıyla ortaya çıkan maliyetlerin gelecekte GSYİH’e yansıtmak için kullanılan indirim oranı.

New York Üniversitesi’nden Gernot Wagner, indirim oranının bazı çalışmalarda çok yüksek belirlendiğini (yüzde 4), bunun da ileride karbon emisyonları ile ilgili olarak belirlenecek toplumsal bedele ilişkin tahminin çok düşük çıkmasına neden olduğunu söylüyor. Bu yüzde 4’lük oranın yarıya hatta daha da altına indirilmesi gerekiyor.

Fosil yakıt ürünleriyle ilgili olarak getirilen düzenlemeler kötü değilse bile yetersiz. ABD’li iktisatçı Ashley Langer, “ABD’de düzenlemeye tabi tutulmuş olan elektrik piyasalarının kömürden doğal gaza yapılandırılmış piyasalara kıyasla daha yavaş geçtiğini” söylüyor. Uzun vadede “hangi tesislerin kapatılacağına, yeni teknolojilerin nerelerde kullanılacağına kamu hizmetleri karar veriyor. Bu anlamda düzenleme, enerji üretiminde kömürden doğal gaza geçiş sürecini yavaşlatmıştır.”

Çin konusunda ise tüm oturumlarda iktisatçılar, bu ülkeyi ekonomik açıdan başarısız, ülke dışında kötü ekonomi politikaları uygulayan, bu politikalarını bilhassa başka yoksul ülkelere dayatan bir güç olarak resmedildi.

Panle Jia Barwick konuşmasında, Çinli yetkililerin firmaların piyasalara giriş kurallarını kaldırması durumunda üretimin artacağını söyledi. Bu anlamda iktisatçımız, kapitalist firmaların ekonomiden istifade etmesi için daha fazla özgürlük bahşedilmesini istedi.

Jun Pan, devlet işletmelerine devlet bankalarının daha fazla kredi vermesinin devlet dışı firmalarının uzun vadede kâr ve verimlilik açısından kamu iktisadî teşekkülleri karşısında daha avantajlı kılacağını söyledi. Pan, bu durumu kötü olarak niteledi.

Öte yandan Zheng Michael Song’un çalışması, devlet işletmeleriyle birlikte çalışan özel şirketlerin özel sektörün toplam üretim miktarını 2000-2019 arası dönemde yüzde 1,5 ilâ yüzde 2 civarında arttırdığını ortaya koymaktaydı. Demek ki devlet sektörü, kapitalist sektör için zaruri olan, olumlu bir faktördü.

Daha geniş bir alanı ele alan Meg Rithmire’a göre, Çin’i “devlet kapitalisti” olarak niteledi. Kendisine has olan bu özelliğiyle Çin, temelde “parti-devlet modeli”ni esas almaktaydı. Bu modeli canlı tutan unsursa aşina olduğumuz devlet kapitalizmi tanımları değil, politik anlamda hayatta kalmayı esas alan mantıktı.

Dış politika ve ülke dışı faaliyetler konusunda Çin, doğal olarak konferanstaki iktisatçıların sopasını bir bir yedi. Çin’in başka ülkelere, esas olarak yoksul ülkelere verdiği krediler ve yaptığı doğrudan dış yatırımlar, son yıllarda incelemeye tabi tutulan konular.

Carmen Reinhart’ın tespitine göre, bu kredileri devlete ait finans kuruluşları değil, daha çok Çin’de yabancı portföy yatırımı akışlarının ana kanalını tesis etmiş olan kapitalist sektör veriyor.

Christoph Trebesch konuşmasında, Afrika, Asya, Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Okyanusya’daki yirmi dört gelişmekte olan ülkeye Çin hükümetinin ve devlete ait kurumların yüz ayrı sözleşme üzerinden verdiği borç paranın hukukî şartlarını analiz etti ve bu iki taraflı, çok taraflı veya ticari sözleşmeler imza eden diğer kredi sağlayıcılarıyla kıyasladı. Ulaştığı sonuca göre sözleşmelerin de ortaya koyduğu biçimiyle Çin “oldukça güçlü, ticari kafası olan bir ülke ve bu ülke gelişmekte olan ülkelere borç veriyor.” Peki ama bunun neresi kötü?

Başka bir oturumda sunum yapan kişiler, Çin’in borç alanların aldığı borç miktarını gizlediğini söylediler. Çin’in gelişmekte olan ülkelere verdiği borcun yarısı IMF’ye veya Dünya Bankası’na bildirilmemiş. “Bu ‘gizli borçlar’ politikaların izlenme ihtimalini ortadan kaldırıyor, fiyatlandırma sürecini riske atıyor, borçların sürdürülebilirliğine ilişkin analizi imkânsızlaştırıyor.” Peki ama Çin, IMF, Dünya Bankası ve Kuzey’de borç veren diğer özel sektöre ait kurumlar gibi, borçlu durumdaki gelişmekte olan ülkeleri borç tuzağına düşürüyor mu, asıl önemli olan bu.

Eldeki kanıtların da ortaya koyduğu biçimiyle Çin’in verdiği krediler, IMF’nin verdiği kredilere kıyasla hizmet aşamasında yönetilirlik açısından daha fazla imkân sunuyor. Bugün asıl mesele, yeni gelişen ülkelerin aslında çok yoksul ve borç yükü altında eziliyor olmaları, bu borç sıkıntısının Kovid dönemi boyunca hızla artması.

Michael Roberts
12 Ocak 2022
Kaynak

,

Bizim Deniz’imiz

 

Bir papağana yeni bir sözcük öğretmekle hiçbir şey kazanılmaz.
[Martin Esslin]

 

Papağan duyduğunu söyler. Aslında konuşmayı değil, taklit etmeyi öğrenmiştir.

Bugün Deniz’i ve yoldaşları adına konuşanlar, özlemle yâd edip ağlaşanlar, sistemin biricik ve rengârenk papağanlarıdır. Sorsanız ne Deniz’i bilirler, ne Deniz’in derinliğini ne de umudunun maviliğini.

Onların amacı, postmodern sistemin, postmodern Türkiye’sinde Deniz’i ve devrimci yoldaşlarını birer medya ikonuna dönüştürmektir. Deniz’i tarihsel duraklardan silmek, nesneleştirip kavramsallaştırarak devrimci-eşitlikçi direnişi odaklardan yok etmektir. Bütün amaç budur.

1 Mayıs, Taksim’in mekânsal kanından vazgeçiş ve Saraçhane ihaneti bunun yakın örnekleridir. Sınıfın yanında gözüküp aslında tam da karşısındadırlar. Onlara göre sınıf, mit ve ikonlarla, imaj çalışmalarıyla evcilleştirilmeye mecburdur. Bu da ancak birebir ilgi ve dirsek teması ile yapılabilir. Mit ve ikonlar da tam da bu noktada, duygudaşlık yalanı ile devreye giriyor.

“Mit”, Yunanca “söz / konuşma” ya da “hikâye” anlamındaki “Mythos” kelimesinden gelir. Mit, toplumsal olarak güçlü, çoğu zaman efsanevi anlatılarla süslenerek oluşturulan hikâyelerdir. Mit, geçmiş zamanda yaşayan, zararsız öykülerdir aynı zamanda.

Şimdi mitleşen Deniz için ağlanılabilir. 6 Mayıs günü Deniz’in boynuna ipi dolayanlar, bugün tam da bu sebeple yasını tutuyorlar. Çünkü Deniz, zararsız bir ölü onlara göre.

Ancak cenaze evine gelen katili bu sınıf unutmayacak, unutturmayacağız. Bugün akıttıkları gözyaşı bir günah çıkarma olsaydı, bu bile bizlere samimi gelebilirdi, ancak tarih ve olaylar maalesef bizleri hiç yanıltmıyor.

Bugün Deniz için akıtılan gözyaşı, ikonik bir hamle, postmodern toplumda reel hafızayı yok etme gayretidir.

Devrimci hareketi efsaneleştirme ve liderlerini mitleştirme projesi, medya eliyle 1990 yılında başlamış ve sonrasında hızlanmış ve yaygınlaştırılmıştır. Seksen darbesinde vesayetle sıkışan medya, aynı gövdede sağ elden sol ele geçerek, solculukla gevşetilmiştir. Bugün sol, aynı vücudun aynı kafanın soludur. Görevi de eşitlik değil özgürlük, sınıf değil farklılık, gerçek değil imajlar yaratmaktır.

Medyada Deniz’i ikonlaştıracak, “özgürlük savaşçısı” imajı yüklenerek çarpık bir algı yaratılacaktı. Amaç belliydi, Deniz’in içini boşaltmak, zararsız hâle getirmek ve yeni bir Deniz yaratmak.

Memlekete komünizm de gelecekse yine onlar getirecekti. Bir Deniz olacaksa da onların Deniz’i olacaktı. Baskı ve denetim altında tutulan değil, sisteme zarar vermeyen, ambalajlanmış ikonik bir kahraman. Burjuvazinin “Sol! eliyle evcilleştirmeye” çalıştığı sınıf bu lokmayı yutmalıydı. Sol, bizim yanımızdaydı!

Anthony Giddens, modern devletlerde ikonların ve sembollerin denetim altında tutulduğunu, sistemin kendisine direnen bir odağın sembolünü baskı ve tasfiye ile ortadan kaldırmaya çalıştığını; ancak postmodern toplumlarda buna ihtiyaç kalmadığını söyler. Burada anladığımız, tam da bugün yaşananlardır.

Sistem direniş sembollerini ve ikonlarını, kendine zarar vermeyecek şekilde silikleştirip, gerçeküstü yapıda kavramsallaştırarak içini boşaltıyor. Sık tekrarla kitlenin zihnine sorgulanmayacak şekilde yerleştirmeye çalışıyor. Aynı kitle Deniz sloganı atacak, fakat Deniz’i özünde hiç bilmeyecektir. Elbette bu sloganları atanlar, yazının baş cümlesine de ilham olan “Papağanlar”dır.

Deniz’in kim olduğunu bilenler, son nefesinin gecesinde uyuyamayanlar buradadır.

Öfkesi ve umudu ile buradadır...

6 Mayısa selâm olsun...

Deniz’e selâm olsun...

Ez cümle: “Evcilleştirmeye!” çalıştığınız, Saraçhane’de yalnız bıraktığınız sınıf ne uysallaştı, ne 1 Mayısları, ne de Deniz’ini unuttu. Kısa çöp uzun çöpten hakkını alıncaya dek direnecek, Taksim’de kan, Deniz’in mezarında toprak olmaya devam edecektir.

İdil Mevsim
6 Mayıs 2024

,

Yoroz Burnu


İstanbul’da 1 Mayıs’a katılmaları nedeniyle gözaltına alınanlar adliyeye sevk edilince İstanbul Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri, adliye önünde yapılacak basın açıklamasına çağrı yaptı. Sendikaorg’a konuşan bir ana, oğlunun 1 Mayıs’ta Taksim’e yürüme çağrısına uyarak Saraçhane’ye gittiğini, evlerinin sabah beş sularında basılarak oğlunun gözaltına alındığı bilgisini veriyor. Basın açıklamasında konuşan KESK eşbaşkanı; ülkede açlık yoksulluk yaşandığını, öğrencilerin barınma sorunundan dolayı yerleştiği üniversiteye kayıt yaptıramadıklarını söylüyor. Megafonla konuşan platform sözcüsü ise “Bizi yalnız bırakanlar oldu” diyor.

Oğlu gözaltına alınan ana haklı. 1 Mayıs’ta Taksim’e yürümek için sendikalar, meslek odaları ve CHP Saraçhane’ye çağrı yaptı ama onlardan kimse gözaltına alınmadı, alanı terk edip kaçtılar. Platform sözcüsü de bu yüzden haklı, emekçiler alana sıkıştırıldı ve Tertip Komitesi kaçtı. KESK eşbaşkanının ise söyledikleri doğru fakat bu sorunların çözümü için attıkları bir adım yok.

Eğitim-Sen’in öğrencilerin, DİSK ve KESK’in ise işçinin-emekçinin yaşadığı barınma krizine yönelik bir çalışması yok. KESK eşbaşkanı, aynı zamanda bir eğitimci. Madem öğrencilerin bu sorunları yaşadığını ve alana bu taleplerini dile getirmek için geldiğini biliyor, neden öğrencilerini saldırıya açık hale getirip alanı terk etti?

Tertip Komitesi’ni oluşturan sendika ve meslek odaları başkanları adliye önündeki açıklamada yok, sadece KESK eşbaşkanı var. Ayrı hareket ediyorsanız, o gün neden otobüsün üstüne çıkıp yapılan anonsa ortak olup bu anonsu üyeleriniz duysun diye görevlilerinizi alana yolladınız? Tertip Komitesi adına adliye önünde açıklama yapıyorsanız, o zaman sorumluluğa ortaksınız demektir ve “omuz omuza mücadeleyi büyütme” söyleminiz yine bir yalandan ibarettir.

Barınma krizinin zirveye çıktığı İstanbul’da sendika olarak ne yaptınız? Hemen önünüzde açıklama yapan platform sözcüsü haklı, onları yalnız bıraktınız. Hatta Şişli-Beşiktaş hattından Saraçhane’ye kadar onlardan kaçtınız, kendi bileşenlerinizden kaçtınız.

Platform bileşenleri ve gözaltına alınanların mensup olduğu siyasi çevrelerin bir gerçeği artık anlaması gerekiyor. Kendi üyesini kendisinin biçtiği kadere terk eden Tertip Komitesi’ne sizden fayda da dayanışma da gelmez.

DİSK başkanı doktor, patriyarka karşıtı TTB genel başkanı, insan haklarını sadece belirli bir halkın hakları olarak milliyetçi politika yürüten İHD eşbaşkanı, işçiler-emekçiler adına “hesap soracağını” iddia eden epik sesli TMMOB “lideri” adliye önünde yok. Hepsi de sizden değil, sınıftan ve halktan kaçıyor.

Kurumuna kayyım atanmasına direnemeyen TTB’den kimseye şifa gelmez. Depremle maden ocağı göçüğüyle enkaz altında kalan halk için suspus olan TMMOB’un cetvelinden doğru hesap çıkmaz. Ama bugüne kadar bu emek düşmanı politik anlayışları eleştiren ne bir cümle eleştiriye ne bir cümle yazıya tahammül edebildiniz ama sizlere yakın sendikal gruplar, KESK ve meslek odalarının yönetimini oluşturdu. Siz de ihraçlar döneminde Saraçhane’deki kısmen birleşik direnişin benzerini göstermediniz. “Bizi yalnız bırakanlar oldu” deseniz de siz de direnenleri yalnız bıraktınız. Bu gerçekle yüzleşmek zorundasınız. Gerçek, kapınıza dayandı.

Adliye önünde CHP de DEM de yok. Her iki parti de kendi insanını taşıma kitle olarak görüyor. Her ikisi de adliye önüne gelmezler. Evleriniz basılırken CHP de DEM de yeni anayasa görüşmeleri yürütüyordu. 2019 seçimlerinde günlerce sandık kurullarının önünde uykusuz nöbet tutup hatta saldırıya maruz kalanlar varken İmamoğlu, aldığı seçimin tekrarlanmasına müsaade ederek hakkınızı yedirmeyeceğini iddia ediyordu. İmamoğlu, siz adliyedeyken, Paris belediye başkanını ziyaret edip proje ortaklığı geliştirmeye çalışıyordu. Aynı İmamoğlu, neden anayasal bir hakkı bile savunmadan alanı sendikalarla ve genel başkanıyla terk etti?

“Ergenekon sürecinde Bursa Nutku var” diyerek hareket eden CHP’nin şimdiki genel başkanı, “ben partimi tehlikeye atmam, partilimi bu tür olaylara karıştırmam” diyor. Öyleyse neden insanlar sandık kurullarının önünde saldırıya uğradılar? Kılıçdaroğlu da mühürsüz oyların geçerli sayılması karşısında partisini sokağa dökme nedeni olarak duyumlarına göre provokasyon çıkacağını, kimsenin burnunun bile kanamasını istemediğini söylüyordu.

CHP, seküler sermayenin partisidir. Sermayenin dini ve milliyeti olmaz. Solun bu gerçeği hatırlaması gerekiyor. Avrupa gezisi sırasında İmamoğlu, Avrupa Sosyalist Partisi oturumunda, gittikçe sağcılaşan yönetimlere dikkat çekiyor ve ayakta alkışlanıyor. Bunu, Türkeş’i rahmetle andığını dile getiren paylaşımlar yapan İmamoğlu söylüyor. CHP’nin gerçeği bu. Koç grubu, CHP’nin yıllar sonra aldığı Üsküdar Belediyesi’ne ziyarete gidiyor. 2019 yerel seçimleri sürecinde henüz adayken Tunç Soyer, en büyük rüyasını paylaşıyor:

“Benim çok büyük bir rüyam var. Bu rüya, Koç Holding’in genel merkezini İzmir’e taşıtmak. Tabii Koç Holding bir sembol, Eczacıbaşı zaten İzmirliydi, İzmir’e dönecek. Vodafone, Turkcell, Sabancı, aklınıza ne gelirse o şirketlerin yönetim merkezlerini İzmir’e taşıtacak bir şehir hayal ediyorum ben. Bu, öyle bir ütopya falan değil. Bu olay, yirminci yüzyılın başında Amerika’da olmuş. Birçok şirket, yönetim merkezlerini New York’tan başka şehirlere taşımış. Starbucks’ın, Boeing’in, Coca-Cola’nın merkezleri New York dışındaysa, Türkiye’nin büyük şirketlerininki neden İzmir’de olmasın. Bir CEO düşün. Çocuğunun en iyi okulu burada. Sağlık hizmetleri dünya çapında. Hafta sonu ofisinden çıktıktan sonra Çeşme arabayla 45 dakika, Bodrum 2,5 saat. Bir gastronomi merkezi. Bugüne kadar İzmirli genç, çalışmak için İstanbul’a gidiyordu, şimdi İstanbullu CEO, çalışmak için İzmir’e gelecek. Ayrıca Türkiye’nin Silikon ve startup nabzı burada, bu şehirde atacak.”[1]

Bu rüya, Tunç Soyer'e değil, CHP’ye ait. O yüzden, yeni anayasa görüşmelerine katılan Özgür Özel, Gezi tutuklularının durumunu dile getirdiğini söylüyor. Saraçhane’de sığınılacak bir Divan Otel olsaydı, CHP alanı terk etmezdi. CHP de Tertip Komitesi’nin temsilcileri de sendika ve meslek odaları da şu an gözaltılar için o çok sevdikleri eylem biçimi olan hashtag’i bile açmazlardı. DİSK, TTB, TMMOB başkanlarının sesleri çıkmıyor, çıkmaz.

Dün, siyanürlü toprağın altından iki işçinin daha cansız bedeni çıkarıldı, TMMOB nerede. TMMOB, kentsel dönüşümle yeni çizilecek projelerin karşılığı olarak ne alacağının hesabını yapıyor. O yüzden, onlardan barınma krizi konusunda açıklama yapması, adliye önüne gelmesi beklenemez.

TMMOB, barınma krizinin dile getirilmemesi için KESK ve DİSK’e rapor verir. TTB de okulların kapatılması için Eğitim-Sen’e rapor verir. Tertip Komitesi’nin durumu da amacı da işçi-emekçi düşmanlığını sol içinden yürütmektir.

CHP de DEM gibi Avrupa tarzı belediyecilik siyaseti yürütüyor. Bookchin’in yerelden merkezi zorlama yönündeki ikili iktidar politikasını uygulamaya çalışıyor. Halk TV’de yayınlanan Sınırsız programında halkın sandığa giderken belediyecilikten çok ülke yönetimi için oy vermesini, globalleşmeye uygun şekilde Batı belediyeleriyle ortak projeler yapıp gelir elde edilmesinin doğru olduğunu, belediyelerin ülke siyasetine dair söz söylemesi gerekip sadece “kanalizasyon” sorunuyla ilgilenmemesi gerektiği kitlelere aşılanıyor. Evet, ortada bir kanalizasyon sorunu var, o da emperyalist kapitalizmdir.

Öte yandan, ikinci bir gözaltı dalgasından sonra Halkevcilerin gözaltına alınmasına rağmen Sendikaorg, basılan bir evde köpeğin korkudan kustuğunu, Ankara 1 Mayıs’ında LGBT’nin “İşçiyim, ibneyim, patrona öfkeliyim” sloganlı pankartını paylaşıyor. Sendikaorg’un sınıf kini ve 1 Mayıs anlayışı bu kadar: hayvan hakları ve cinsel kimlikler mücadelesi. Saraçhane, sınıfın sözcüsünün CHP olması yönünde atılan bir adımdır.

Aynı dil sorunu, solun geneline hâkim. Barikatın önünde yer alanlara Evrensel yazarı Nuray Sancar “gençler” diyor. Yani herhangi bir sınıf aidiyeti yok, sadece bir kuşak. Böylece öğrenci de olsa yetiştiği ailenin sınıfsal konumunu da bilinçlerden kaçırmaya çabalıyor çünkü sol, ailesiz bireyi hedefliyor. Sol, aynı siyasi çizgiden olmasanız bile politik bir dil kullanarak “dostlarımız, bileşeni olduğumuz platform üyeleri, işçiler-emekçiler” diyemiyor.

Bir önceki yazımızda, Saraçhane’de ortaya çıkan tablodaki birleşikliğin kendiliğindenciliğin ürünü olduğuna dair tespiti bu sebeple dile getirmiştik. 

Gazete Yolculuk da gözaltına alınan ve tutuklananlar için “yurttaş” diyor. Oysaki burjuva da proleter de yurttaştır. Yurttaşlık, sınıfsal ayrımı düzleştirerek sınıf kinini törpüler.

İşçiler-emekçiler kendi vatanında kirada bile oturamıyor. Her gün emeği ve vatanı emperyalist tekeller tarafından sömürülüyor. Yurtlaşmak, bir yer edinmektir. İşçiler-emekçiler, yer bile edinemeyip kendi yurdunda köksüzleşiyorlar. “Yurttaş” denildiği anda CHP siyasetinin dili ortaya çıkar. Aynı hataya düşülmüyor, aksine bilinçli bir tercih yapılıyor. Saraçhane sürecinin özeti, CHP-HDP bileşeni tasfiyeci solun tuzla buz olmasıdır.

Bugüne kadar eğitimciler olarak her yazıda okulların duvarları faşist yazılarla dolduruluyor, Ülkü Ocakları okullarda etkinlik düzenliyor, CHP-HDP, ırkçı liderlerle ittifak kurup oy istiyor, barınma krizi ve açlık varken bu sollardan, onların diliyle ifade edersek, “pazarlık” ticaretiyle yönetimine girdikleri sendikalar ve meslek odalarından da ses çıkmıyordu. Sizi teslim alan politika kendiliğindencilik, peşinden gittiğiniz parti ise CHP-HDP’dir. “CHP lideri yürüseydi barikat açılırdı” popülizmine kapılıp geldiğiniz Saraçhane’nin hesabı size bırakıldı.

Kim kimi nerede ve nasıl bıraktı? Aslında neyi bıraktı? Bu soruların yanıtı için bir anlatıya kulak verilebilir. Trabzon’un Rus işgalinden kurtuluş günü stadyumda kutlanır. Şeref tribünündeki yaşlı bir gaziden konuşma yapması istenir. Gazi kürsüye çıkar ve “O zamanlar ben on sekizundeyum. Rusları siperde bekliyruk. Ruslar karşı tepeden/Yoroz Burnu’ndan görinince biz bi kaçayruk bi kaçayruk, ardumuza bile bakmayruk” der. Bu konuşma üzerine kitle sessizleşir. Kasveti dağıtmak için tekrar şiirler, coşkulu konuşmalar, şarkılar devreye girer.

Bizim yüzümüzü dönmemiz gerekenler; pazara getirdiği 50-60 yumurtanın 10’unu zor satabilen köylüler, tarım ve ev işlerinde güvencesiz çalışan işçiler, emeği merdiven altı tekstil atölyelerinde sömürülenler, maaşını ev kirasına yetirmeye çalışanlar, yangınlarda ve göçüklerde katledilen işçiler, çocuğunu yanına alıp yüzünü akşam karanlığında kapatıp pazar yerinden yiyecek toplayanlar, boyunun beş katı kâğıt toplama aracını çekmeye çalışan çocuklar, güvencesiz çalışan kamu emekçileri, aç yatan öğrencilerdir.

Karşısına çıkmamız gerekenler; emperyalizmin yerli işbirlikçisi tekelci burjuvazi ve onun ortaya çıkardığı yozlaşma, uyuşturucu, kumar, fuhuş, çeteleşme, geleceksizleşme gerçeğinin üstünü özgürlük diye kapatanlardır. Köpeğin korkudan ettiği istifradansa alnından dökülen terin karşılığını alamadığı için öfkelenen işçiden-emekçiden yanayız.

S. Adalı
6 Mayıs 2024

Dipnot:
[1] “Soyer: Külliye’ye Giderim, En Büyük Hayalim Koç”, 5 Mart 2019, Gerçekizmir.