Birinci
Dünya Savaşı sonunda eski Rus İmparatorluğu topraklarında yaklaşık 60.000 Türk
savaş mahkûmu vardı. Bu mahkûmların hapsedildikleri kamplarda 1915’ten itibaren
komünist propaganda yürütülmeye başlanmıştı. Militanların gayreti hızla sonuç
aldı. Ekim Devrimi’nin yaşandığı dönemde tüm Rusya’ya dağılmış durumda olan bu
Türk devrimcilerinden oluşan çok sayıda birim, yurttaşlarına devrimci görüşleri
benimsetmek için çalışmalar yürüttü. Birleşme yolları arayan muhtelif çekirdek
unsurlar, kısa süre sonra Türkiye Komünist Partisi’nin doğumuna zemin
hazırlayacak rahmi teşkil ettiler.
Her
ne kadar bu teşkilâtlanma süreci, Müslüman Doğu genelinde Bolşevizmin
yayılmasında önemli bir rol oynamışsa da onun tarihinin pek fazla bilinmediğini
belirtmek gerek. Son yıllarda “Türk enternasyonalistler”i inceleyen birçok
Sovyet araştırması[1] kimi meseleleri açıklığa kavuştursa da yap-bozun kimi
parçaları hâlen daha eksik. Bilhassa hareketin kadrolarını belirlemek güç bir
iş. Bu noktada sadece tek bir isim öne çıkıyor: Mustafa Suphi. Onun hakkında
çelişkili görüşler mevcut. Resmi makamların elinden çıkmış olan biyografi
çalışmalarında[2] Suphi’nin inançlı bir komünist olduğundan bahsedilirken, kimi
kaynaklar, onu iktidar hırsı yüzünden her tür pazarlığa ve anlaşmaya
yanaşabilecek bir siyasetçi olarak tarif ediyor.
Elimizdeki
belgelerde TKP’nin kökeniyle alakalı tarih çalışmaları ile Mustafa Suphi’nin
hayat hikâyesi neredeyse iç içe geçmiş durumdadır. Harekete mensup diğer
isimler, sanki onun dostundan başka bir şey değil gibidirler. Peki bu insanlar
ihmal edilebilecek roller mi oynadılar? Anlaşıldığı kadarıyla hiçbiri, gerçek
bir lider niteliğini haiz değildir.[3] Mustafa Suphi ise ne özgün bir düşünür
ne de büyük bir siyasetçidir, o, daha çok örgütlenme konusunda dahi
sayılabilecek bir isimdir. O hâlde Bolşevik liderlerin Suphi’nin faaliyetlerine
destek sunmalarının sebebini ondaki örgütçülükte aramak gerekmektedir.
Mustafa
Suphi kimdi? Daha işin başında sorulması gereken soru işte budur. İkinci
aşamada ise biz, Yeni Dünya’nın ilk sayısının Moskova’da yayınlandığı 27
Nisan 1918 gününden Mustafa Suphi ve 15 kadar yoldaşının Trabzon açıklarında
katledikleri 28 Ocak 1921 gününü 29 Ocak’a bağlayan geceye kadar uzanan süreçte
TKP’nin kuruluşunun muhtelif evrelerini belirlemeye çalışacağız.
I.
Ekim Devrimi Öncesi Mustafa Suphi
Mustafa
Suphi, Karadeniz kıyısındaki küçük bir liman kenti olan Giresun’da, 1883
yılında dünyaya geldi. Üst düzey bir Osmanlı memurunun oğlu olan Suphi’nin
çocukluğu oradan oraya gezerek geçti. Biyografisini kaleme alan ilk
araştırmacılara göre[4] babasıyla Kudüs ve Şam’da bulunduktan sonra orta
öğrenimini Erzurum’da tamamladı, ardından da İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdi.
Jön
Türk devriminin hemen ardından onu birçok Osmanlı aydını gibi Paris’te Siyasal
Bilimler Okulu’na devam ederken görüyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla Suphi, bu
dönemde İttihatçı mahfillere çok yakın bir isimdi. Bir yandan hükümetin
gazetesi Tanin’in muhabirliğini yapan Suphi, bir yandan da Türk
Büyükelçiliği’nin parasal açıdan desteklediği Osmanlı Talebe Birliği’nin
yönetiminde çalışmaktaydı. Paris emniyet müdürünün hazırladığı bir rapora göre
bu birliğin kimi üyeleri, Paris’te yaşayan İttihat Terakki Komitesi’ne muhalif
kişileri gözetim altında tutmakla görevliydiler.[5]
1910’da
Mustafa Suphi, Türkiye’de tarım kredisi sisteminin örgütlenmesi ile ilgili bir
tez hazırladı. Özeti Ekonomik ve Toplumsal Kurumlar Bürosu Bülteni’nde
yayınlanan bu tez[6], tarımın Türk ekonomisi için sahip olduğu öneme ve
köylülük dâhilinde şahsi teşebbüsün teşvik edilmesinin gerekliliğine vurgu
yapmaktaydı. Milliyetçiliğin baskın olduğu bu metin, bir yandan da Avrupa
sermayesinin Türkiye’deki kırsal bölgelere sızmasını eleştiriyordu. Suphi
açısından Osmanlı İmparatorluğu’nda tarım sahasının yabancı güçlerin kontrolüne
girmesi, acilen karşı çıkılması gereken bir meseleydi. Tarım kredilerinin
öncelikli amacı da köylülerin toparlanmasını sağlayıp onların rekabet
edebilecek çiftlikler kurmalarını mümkün kılmaktı.
1910
sonlarında Türkiye’ye döndükten sonra Mustafa Suphi, İstanbul’daki muhtelif
yüksek okullarda hukuk, iktisat ve sosyoloji dersleri vermekle görevlendirildi.
Suphi bu süreçte bir yandan da gazetecilik faaliyetlerini de sürdürdü. Hayat
hikâyesini kaleme alan kimi insanların Suphi’nin Paris’te kaldığı dönemde
Fransız sosyalistlerden etkilendiğini iddia etmesine karşın[7] ilgili dönemde
yayınlanmış yazılarında sosyalizm izine rastlamak mümkün değil. 1914’teki
İtalya-Türkiye savaşı Suphi’de yoğun sömürgecilik karşıtı hisler uyandırsa da
büyük güçlerin sömürgeciliğine ve sömürücülüğüne değindiği, “burjuva
ideolojiler”e yönelik atıflarla dolu bildirisinde Enternasyonal’in geliştirdiği
tezler görmezden gelinmektedir.[8] Gerçekte ise Suphi, bu yıllarda kendisini
millet meselesiyle ilgilenen bir aydın olarak takdim etmektedir. Célestin
Bougie’nin kaleme aldığı Sosyoloji Nedir? kitabının Türkçe çevirisine
yazdığı önsözde Suphi, yazarı milliyetler meselesini bilimsel açıdan incelediği
iddiası üzerinden över ve imparatorluktaki muhtelif azınlıklara belli düzeyde
özerklik bahşedilmesinden yana tavır ortaya koyar.[9]
Ekim
1911’de Mustafa Suphi, İttihat ve Terakki Komitesi’nin üçüncü kongresine
katıldı. Anlaşıldığı kadarıyla bu dönemde Suphi ekonomi bakanı olabilmek için
belirli ilişkiler geliştirdi.[10] Bu makama layık görülmemesi sebebiyle,
muhtemelen Suphi eskiden kendisine hamilik yapan isimlerin karşısına geçti.
İttihatçılarla girdiği kavganın hangi koşullarda gerçekleştiği bugün tam olarak
bilinmemekle birlikte iki taraf arasında sert suçlamaların yöneltildiğini
belirtmek gerekmektedir. Zaten kısa bir süre sonra da Suphi hareketin dışına
düşmüştür.
Söz
konusu kopuş süreci Ağustos 1912’de tamama erdi. Bu tarihten itibaren Mustafa
Suphi, eski mebuslardan Ferit Tek ve Tatar kökenli, önde gelen ideologlardan
Yusuf Akçura’nın kurduğu Milli Meşrutiyet Fırkası bünyesinde hareket etmeye
başladı.[11] Bu teşkilatın ana amacı, Pantürkist mahfillerinde geliştirilmiş
olan öğretileri politik, iktisadî ve toplumsal düzeylerde yayarak İttihat ve
Terakki’nin “milliyetçi kanadı”na hâkim olmaktı.[12] Parti ile ilişki kuran
Mustafa Suphi, onun yayın organı İfham’ın yazar kadrosuna katıldı.
Elbette
İttihat ve Terakki ile kıyaslandığında Milli Meşrutiyet Fırkası siyasal güç
açısından küçük bir yapı idi. Lâkin İttihatçı liderler böylesine ufak bir
muhalefete bile tahammül gösteremeyecek durumdaydılar. 11 Haziran 1913’te
Başbakan Mahmut Şevket Paşa’nın suikasta kurban gitmesi, İttihatçılara rejime
muhalif tüm isimleri bertaraf etme fırsatı sundu. İki yüzü aşkın kişi sürgüne
gönderildi. Bu toplam içerisinde sosyalist eylemciler de vardı. Süreç
içerisinde Pantürkist mahfiller de uygulanan baskıdan nasibine düşeni aldılar.
Mustafa Suphi de bu süreçte sürgünden kurtulamadı.
Birlikte
sürgüne gönderilen bir arkadaşının ifadesine göre Suphi, İttihatçılardan
intikam almak adına, muhtemelen “enternasyonal” Hür Mason Jön-Türklerin yerini
alacak olan, İslamî ve milli bir Hür Masonluk teşkilâtı kurmayı
planlıyordu.[13] Muhtemelen 1914 yılı başında, ev hapsinde bulunduğu
Karadeniz’deki küçük liman kenti Sinop’tan kaçarken aklında bu projeyi
yürürlüğe koymak vardı.[14]
Sonrasında
Suphi Rusya’ya kaçtı ama bu kaçış hiç de akıl kârı değildi. Birinci Dünya
Savaşı patlak verdiğinde Çarlık rejimi onu Osmanlı yurttaşı başka kişilerle
birlikte Kaluga Kampı’na götürdü, ardından Almanlar Polonya içlerinde
ilerlemeye başladıklarında Ural’daki esir kamplarına gönderildi.[15]
1914
yılının “burjuva” aydını nasıl oluyor da bundan dört yıl sonra Rusya’daki Türk
komünist örgütlerinin başına geçebiliyor? Türkiye Komünist Partisi’nin 1920
Eylül ayında Bakû’de toplanan birinci kongresine verdiği bir raporda Mustafa
Suphi, daha 1915 yıllarında Bolşevik propagandacıların fikirlerinden
etkilendiğini ve kısa bir süre içinde kendisinin de devrimci fikirlerin
yayılmasına katıldığını belirtmektedir.[16] Açık ki bu anî değişiklik, çok
şaşırtıcıdır. Mustafa Suphi’nin özellikle Bolşeviklerin anti-emperyalist
sloganlarından etkilendiği öne sürülebilir. Ama kendisine karşı olan
kimilerinin ileri sürdüğü gibi Suphi, komünizme sırf fırsatçılık üzerinden
yönelmiş de olabilir.[17] Acaba o, komünizm kılıfı altında, gerçekte bir gün
Jöntürkleri devirecek olan “milli masonluğu” Çar rejiminin esir kamplarında
kurmaya mı çalışıyordu? Bu, akla yatkın bir hipotezdir.
Mustafa
Suphi’nin anlattığı hikâyeye inanılacak olursa, esir kampındaki yılları
neredeyse tümüyle Bolşevik propaganda broşürlerinin çevrilmesiyle geçmiştir.
Buna paralel olarak, Türk işçi ve köylülerini toplu kıyımdan geçirmekle
suçladığı İttihat ve Terakki yöneticilerine karşı da yoğun bir propaganda
kampanyası sürdürdüğü anlaşılıyor. 1917 Şubat’ından itibaren açıktan sürdürdüğü
bu faaliyetler, onun yavaş yavaş gerçek bir devrimci olarak ün kazanmasını
sağlıyor ve Ekim olayları, onun bu sefer taraflar arasında doğru ata oynadığını
ortaya koyuyor. Brest-Litovsk görüşmeleri sırasında, başka Osmanlı esirleriyle
birlikte, Bolşevikler tarafından serbest bırakılarak, "inançlı bir
militan" etiketiyle, 1918 Mart’ının başında Moskova’ya gelerek, Merkezî Müslüman
Komiserliği’ne hizmette bulunmayı teklif ediyor.
II.
Mustafa Suphi Merkezî Müslüman Komiserliği’nde
1
Şubat 1918’de Rusya’nın iç bölgeleri için kurulan Merkezî Müslüman
Komiserliği’nin başlıca görevi, Müslüman toplumları siyasal hayata katmak ve
onları Bolşevikler tarafından temelleri atılan devrimci faaliyetlere
katılmalarını sağlamaktı. Halkın Milliyetler Komiserliği’ne bağlı olan bu
örgüt, (çalışma, endüstri, eğitim vb. gibi alanlarda) yetkilere sahip on üç
seksiyondan oluşuyordu. Komiserlik, kuruluşundan birkaç ay sonra Rusya’nın 26
şehrinde şubelere sahipti.[18]
Asli
liderleri olan Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev, Rus Komünist Partisi
(Bolşevik) üyesi, samimi birer Marksistti.[19] Ama bu isimler İslam dinine
bağlı kalmışlardı ve Rusya’da sosyalizmin kurulmasının Müslüman halkların
ulusal kurtuluşunu sağlayacağını umuyorlardı. Her ikisi de Tataristan doğumlu
olduklarından, özellikle orta Volga üzerinde millî bir Tatar-Başkurt devletinin
kurulmasını arzuluyorlardı. Sultan Galiyev’e göre bu devlet, “sosyalist
devrimin doğuya yayılmasında büyük bir rol oynayacaktı”.[20] Merkezî Müslüman
Komiserliği, bunların elinde kısa süre içerisinde Müslüman halkların yönetim ve
toprak özerkliği mücadelesinin kilit taşı hâlini aldı. 1918 ilkbaharından
itibaren Müslüman toplulukları yönetmekle görevli bir yerel komiserlikler ağı
oluşturmuşlardı. Buna paralel olarak, Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’ten
bağımsız bir Müslüman komünistler örgütü de kurmaya çalışmışlardı.[21] Yine
aynı tarihlerde Milliyetler Halk Komiserliği’nden, yerel Rus örgütlerinin
muhalefetine rağmen, millî Müslüman bir cumhuriyetin kurulacağını kesinlikle
vaat eden “Rus Sovyet Sosyalist Federasyonu’na bağlı Tatar-Başkurt Cumhuriyeti”
ile ilgili bir karar da çıkartmışlardı.[22]
Bu
şartlarda Mustafa Suphi’nin Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev’in “milliyetçi”
ve Müslüman hissiyatını tümüyle paylaştığını düşünmek için birçok sebep var.
Suphi’nin 1918 yılındaki faaliyetleri Merkezî Müslüman Komiserliği tarafından
belirlenen çizgiye kesinkes uygun: Komiserlik, Tatar-Başkurt Cumhuriyeti’nin
kuruluşunu destekleyecek, özerk Müslüman örgütlerin oluşturulması çalışmalarına
katılacak, Tataristan’ın ve Rusya’nın öteki Müslüman bölgelerinin kültürel
gelişmelerine aktif bir şekilde yardımcı olacaktı. Görünüşe göre, 1918’in
Bolşevik militanı, kendisiyle 1914 öncesinin Pan-Türkist militanı arasında
hiçbir çelişki bulunmadığını düşünüyordu. Gerçekten de her iki durumda da
yabancı zalimlerden ve onların yerli işbirlikçilerinden intikam alma amacından
hiçbir şekilde sapılmamıştı.
Merkezî
Müslüman Komiserliği’ne Şerif Manatov[23] tarafından alınan Mustafa Suphi, kısa
süre içerisinde, öncelikle Osmanlı savaş esirlerine, ardından da Türkiyeli
emekçi kitlelere yönelik bir dergi çıkartmakla görevlendirildi. Yeni Dünya’nın
ilk sayısı 27 Nisan 1918’de yayınlandı. Tatarcayla iç içe geçmiş Osmanlı
Türkçesi olarak hazırlanan gazete, başlangıçta Merkezî Müslüman Komiserliği’nin
yayın organı olarak çıkarken, birkaç sayı sonra kendisini Türk komünistlerin
yayın organı olarak tanıtmaya başladı.[24] Sovyet Hükümeti ve Merkezî Müslüman
Komiserliği tarafından yayınlanan resmî belgeler, bu gazetede büyük yer
tutmakla birlikte, Mustafa Suphi ve arkadaşları[25] güncel haber ve propaganda
yazıları da yazıyorlardı. Okur mektupları ve devrimci şiirler ise bu kuru
üsluba daha renkli ve dokunaklı bir hava vermekteydi.
Yeni
Dünya’nın ilk sayısından itibaren Mustafa Suphi’nin İttihatçılara
olan o eski düşmanlığına rastlamak mümkün. Güçsüz ve ahlâksız olarak
nitelendirilen İttihat Terakkiciler, aynı zamanda Türkiye’yi “Alman sanayiinin
çelik yumruğuna bile bile teslim etmekle” suçlanıyorlardı.[26] Türk ordularının
Kafkasya yönünde büyük bir saldırıya geçtikleri bir sırada yayınlanan bu
eleştirilerin amacı, hiç şüphe yok ki İttihatçıların Rusya’daki Müslüman
halklar üzerinde sahip oldukları itibarı sarsmaktı. Gazetenin her yeni sayısında
daha da etkili olan bu propagandaya karşı Osmanlı Hükümeti’nin Moskova
Büyükelçisi Galip Kemali Bey, Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalayan devletlerin
askerî ve siyasal kurumlarına karşı Bolşevik propagandacıların her türlü
ajitasyonunu yasaklayan anlaşmanın ikinci maddesinin uygulanmasını talep etti.
Ama kendisine Rusya’da basının özgür olduğu ve Sovyet yetkililerinin “Müslüman
sosyalistlerin görüşlerini değiştirmek” durumunda olmadıkları söylendi.[27]
Özellikle
“İstanbul’daki paşa ve beylere” saldırmak söz konusu olduğunda Mustafa
Suphi’nin kalemi gayet sivriydi. Ama kendisi, öğretiye dair tartışmalarda hiç
de mahir değildi. Çoklukla kapitalizmin ve emperyalizmin kötülüklerinin izah
edildiği Yeni Dünya’daki makalelerinde Merkezî Müslüman Komiserliği’nin
görüşlerini yüzeysel bir şekilde dile getirmekle yetinmekteydi.
Bu
kaba yazım tarzının tek yararlı yönü varsa o da söz konusu yazım tarzının büyük
çoğunluğu okuma yazma bilmeyen Türk savaş esirlerinden oluşan okur kitlesine
uyarlanmış olmasıydı. Bununla birlikte, Mustafa Suphi’nin çalışmalarını takdir
eden üstleri, onu dış propaganda şubesinin başına getirmekte gecikmediler.
Molla Nur Vahidov’un girişimiyle 1918 ilkbaharında kurulan bir şubenin görevi,
Müslüman ajitatörleri eğitmek, ayrıca Türkçe, Arapça ve Farsça olarak broşür,
bildiri ve çağrı kaleme alıp yayınlamaktı. Birkaç ay içerisinde Mustafa Suphi
önemli işler başarmayı bildi. Bunların arasında çok sayıda önemli metnin,
özellikle Komünist Parti Manifestosu’nun çevrilip on binlerce nüsha
olarak basılması ve yayınlanması da vardı.[28] 1918 Ağustos ya da Eylül ayında,
o dönemde tirajı on bine ulaşan Yeni Dünya’nın basım masrafları hariç
olmak üzere, Mustafa Suphi’nin Merkezî Müslüman Komiserliği’ne sunulan masraf
faturası 225.000 rubleyi bulmaktaydı.[29]
Bu
yayıncılık faaliyetine paralel olarak Mustafa Suphi, Türk komünist hareketini
örgütlemeye başlamakta da gecikmedi. İlk yapılması gereken şey, Rusya’nın
muhtelif bölgelerine dağılmış durumda olan militanları biraraya toplamak ve
onlara Merkezî Müslüman Komiserliği’nin önderliğini kabul ettirmekti. 1918
Haziran ayının ikinci yarısında Kazan’da durum somutlaşmaya başladı.
17-23
Haziran günlerinde Merkezî Müslüman Komiserliği yöneticileri, Tataristan’ın bu
kültürel başkentinde, Birinci Müslüman Komünistler Konferansı’nı toplamışlardı.
Bu konferansın başlıca amacıysa, Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’ten bağımsız
olarak, Müslüman komünist bir örgütün kurulmasını sağlamaktı. Kongreye gelen
Mustafa Suphi bu fırsatı değerlendirerek, Tatar yöneticilerin de onayıyla,
bölgede bulunan on kadar eski savaş esirini bir araya getirdi. Türk
komünistlerin gayet ateşli bir havada geçen bu ilk toplantısında, bir Türkiye
işçi ve köylü partisinin temellerini atmak amacıyla, Moskova’da bir “kongre”nin
tertip edilmesine karar verildi. 25 Haziran’da yapılan son oturumda Asım,
Nihat, Şevket ve İbrahim adlarındaki dört ajitatör, esir kamplarını dolaşıp
tercihen okuma yazması olan kişiler arasından delegeleri belirlemekle
görevlendirildiler.[30]
Böylelikle
1918 Haziran’ının sonundan itibaren Mustafa Suphi, belirli sayıda militanı
kendi çevresinde harekete geçirmeyi başarmayı bildi. Ajitatörlerinin kamplarda
yürüttükleri çalışmalar, toplamda beklenen sonucu vermese de Moskova’da kongre
toplanması kararından cayılmadı. Tüm devrimci eğilimlere (sosyalistlere, sol
Sosyalist Devrimcilere, Bolşeviklere vb.) açık olan ve bu nedenle Birinci Türk
İştirakiyyun Kurultayı olarak isimlendirilen bu çalışma[31], Rusya’nın çeşitli
bölgelerinden gelen yirmi delegenin katılımıyla, 22 Temmuz 1918’de başladı.[32]
Mustafa Suphi, aynı zamanda Merkezî Müslüman Komiserliği’nin Rus Komünist
Partisi (Bolşevik)’in Alman, Macar ve Romen partilerinin temsilcilerinin de
kongreye katılmalarını sağladı.
Doğmakta
olan Türk komünizminin bu ilk resmî tezahürü, tam bir başarı elde edemedi.
Kurultay, daha henüz başlamadan önce Mustafa Suphi kendi grubu içerisinde
belirle bir muhalefetle yüzleşmişti. 17 Temmuz’da yapılan bir oturumda Yeni
Dünya’nın redaktörlerinden olan Hüseyin Hüsnü, bir Müslüman Kızıl Ordusu
oluşturulmasını desteklediği için Mustafa Suphi’yi şiddetle eleştirmişti.
Kurultay süresince eleştiriler daha da arttı. Aralarında Osmanlı
büyükelçiliğine bağlı bir provokatörün de bulunduğu kimi delegeler, onu
fırsatçılıkla, bazıları da öğretideki kesinliği eylemin gerekleri uğruna feda
etmekle suçladılar. Herkes, kendi devrimci çalışma anlayışını başkalarına
dayatmak niyetindeydi. Bu şartlarda somut tercihler dile getirmek oldukça güç
bir işti. Kurulacak partinin programı üzerine yürütülecek tartışma, gündemin
ana maddelerinden birini teşkil ediyordu. Delegeler, kendi platformlarının
oluşturulmasını, daha sonra yapılacak bir toplantıya erteleyerek, sadece Rus
Komünist Partisi (Bolşevik)’in programını ilkece benimsediklerini bildirmekle
yetinmek zorunda kaldılar. 1918 Kasım’ı için öngörülen bu toplantı
gerçekleştirilmeyecekti ve partinin programı, ancak 1920 yılının Eylül ayında,
Bakû’de toplanan kongre sırasında belirlenebildi. Bununla birlikte, kâğıt
üstünde de olsa, bir Türk İştirakiyyun Fırkası kurmayı ve Mustafa Suphi’nin
başkanlığında beş üyeden oluşan bir merkezî komite oluşturmayı başardılar. Bu
komite, kendisine bağlı olarak kurulan bir propaganda ve ajitasyon komitesi ile
birlikte, Rusya’da dağınık olarak bulunan muhtelif grupların eylemlerini
koordine etmekle ve yeni bir konferans toplamakla görevlendirildi.[33]
Toplantıda
tartışılan hassas konular arasında “Sovyet iktidarını savunmak ve dünya
devrimini desteklemek” amacıyla silâhlı Türk müfrezelerinin oluşturulması
meselesi de vardı. Mustafa Suphi bu fikre taraftardı, zira Sultan Galiyev gibi
o da ordunun devrimin temel gücü olduğunu savunmaktaydı. Merkezî Müslüman
Komiserliği ise 1918 Nisan’ında bir Tatar-Başkurt taburu oluşturmuştu. Haziran
ayında Tatarlar, Başkurtlar, Türkmenler ve Özbeklerden oluşan ikinci bir tabur
kuruldu. Mustafa Suphi’ye göre, şimdi Türklerden gönüllü toplayarak, onları da
varolan Müslüman taburlara katmak gerekliydi. Gerçekte Türk savaş esirlerinden
oluşan gruplar, daha şimdiden Tataristan’da ilerleyen Çekoslovak lejyonerlerine
karşı Kızıl Ordu saflarında çarpışıyorlardı.[34] Bu gruplar, 1918 Haziran ve
Temmuz aylarında Samara, Orenburg ve Ufa savunmalarına da katılmışlardı.
Moskova kurultayına katılan delegeler, yalnızca bu oldubittiyi onaylamakla
yetinebilecekleri hâlde, içlerinden bir kısmı, Mustafa Suphi’nin zararlı ve
tehlikeli faaliyetlerinden söz etmekten çekinmediler. Ama sonuç olarak, gene
onun dediği oldu ve kurultay Türk sosyalist müfrezeleri kurulmasından yana
olduğunu açıkladı.
İhsan
Saduli[35] tarafından yönetilen bu müfrezelerin ilki, Kazan’ı Beyaz Kuvvetler’e
karşı savunan Tatar-Başkurt taburuyla birleştirildi. Daha sonra Kırım,
Türkistan ve Azerbaycan’da da benzer müfrezeler kuruldu. Mustafa Suphi’nin,
1919 Mart’ında toplanan Komünist Enternasyonal Birinci Kongresi’nde şüphesiz
biraz da abartarak, “hâlen binlerce Türk’ün Sovyet iktidarını savunmak için
Kızıl Ordu’yla omuz omuza savaştığını” söylemesinin sebebi, işte bu türden
gelişmelerdi.[36]
Bu
askerî müfrezelerin yanısıra, süreç içerisinde Türk İştirakiyyun Fırkası’nın
yerel şubelerinin de kurulmakta olduğunu görüyoruz.[37] Bilindiği kadarıyla
bunların en önemlisi, 25 Eylül 1918 tarihinde bizzat Mustafa Suphi tarafından
Kazan’da kurulan şubeydi.[38] Kazan grubu, Türk savaş esirlerine yardım için
bir komite kurmuş olan ve silâhlı Türk müfrezelerinin çalışmalarını da
yönlendiren aktif kırk kadar militandan oluşmaktaydı. Öyle görünüyor ki bu
şube, propaganda ve ajitasyonda da uzmanlaşmıştı. Böylelikle 1918 Aralık’ında
İhsan Saduli, kendisine bağlı isimleri Rusya’daki en önemli esir kamplarının
bulunduğu Volga üzerindeki Saratov Oblastı'na gönderdi. Başka ajitatörler de
Kafkasya’da görevlendirildiler. 1919 Nisan’ında ise bu şube dağıtılarak, üyelerinden
35’i Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu emrine alındılar.[39]
Kazan
şubesinin kurulduğu dönemde Mustafa Suphi, aynı zamanda Müslüman Bilimsel
Merkez Koleji’ni yeniden örgütleme çalışmaları ile de ilgilenmekteydi. Bu
kolej, 1918 Mayıs’ında Müslüman öğretmenlerin topladığı Pan-Rus kongresi
tarafından kurulmuş ve faaliyetleri Tataristan’da çıkan iç savaş sonucunda sona
ermişti. Mustafa Suphi’nin eski bir öğretmen olma vasfından dolayı başkanlığını
üstlendiği bu kuruluşun başlıca amacı, Müslümanların yaşadığı bölgelerde genel
eğitim düzeyini yükseltmekti. Eylül ortasından itibaren içlerinde parti üyesi
olmayan bazı Tatar aydınlarının da bulunduğu kolej üyeleri, çalışmalarına
yeniden başlamışlardı. Kısa bir süre içerisinde muhtelif projeler hazırlandı:
Özellikle Kazan’da bir Müslüman Üniversitesi ile Doğu müzesi ve merkezî bir
Müslüman kütüphanesi kurulması tasarlandı. Ancak Merkezî Müslüman Komiserliği
yöneticilerinin eğitim sorunlarına verdikleri büyük öneme rağmen, bu projeler
hemen gerçekleştirilemedi. Yalnızca Tatar imlâsının yeniden düzenlenmesi
alanında, elle tutulur sonuçlara ulaşılabildi.[40]
Bilimsel
Kolej’deki sorumlulukları ve Tataristan’da kamplarda tutulan savaş esirleri
üzerinde partisinin sahip olduğu etkiyi artırmak istemesi sebebiyle Mustafa
Suphi, 1918 sonunu Kazan’da geçirdi.[41] 1918 Kasım’ının başında Moskova’da
toplanan Birinci Müslüman Komünistler Kongresi’ne de Türk İştirakiyyun
Teşkilâtı’nın Kazan şubesi delegesi olarak katıldı. Stalin’in kişiliğinin
egemen olduğu bu kongre, Merkezî Müslüman Komiserliği’nin Tatar yöneticileri
için tam bir yenilgi oldu.[42] Delegelerin üzerinde tartıştıkları başlıca
mesele, Müslüman komünistler ile Rus Komünist Partisi (Bolşevik) arasındaki
ilişkilerin düzenlenmesiydi. Stalin, “Milli Komünistler”in özerklik istemlerini
reddetti ve Müslüman örgütlerin Rus Komünist Partisi (Bolşevik)’e bağlanmalarını
zorunlu kıldı. Diğer yandan gene Stalin’in girişimi üzerine kongre, Müslüman
Örgütler Merkez Bürosu’na Merkezî Müslüman Komiserliği’ni yeniden düzenlemek
için çağrıda bulundu. Bu, Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev tarafından
oluşturulan tüm askerî ve sivil aygıtın kısa vadede dağıtılması anlamına
geliyordu.[43]
Bu
kongrenin Mustafa Suphi’nin çalışmaları üstündeki etkilerine ilişkin fazla bir
şey bilmiyoruz. Bazı delegelerce anarşistlikle suçlanan[44] Türk komünistlerin
önderinin bir an için gözden düşmüş olması muhtemel. Ama bu konuda Suphi’yle
ilgili olarak kaleme alınmış biyografiler, bize herhangi bir bilgi
veremiyorlar.
Bir
süre için ortadan çekilmeyi kabul etmiş olsa bile, (Merkezî Müslüman
Komiserliği’nin yeniden örgütlenmesi sırasında ilk tasfiye edilen bölümlerden
biri de kendisinin yönettiği dış propaganda şubesiydi) öyle görünüyor ki Suphi,
kendisini yeniden kabul ettirmekte hiç güçlük çekmedi. 1919’un başlarından
itibaren, hem de Stalin’in açık desteğiyle, yine devrimci mücadelenin ileri
mevkilerinde yerini almayı bildi.
III.
Türkiye’ye Girmek İçin İlk Teşebbüsler
1919
Mart ayında yapılan Komünist Enternasyonal Birinci Kongresi’ne Mustafa Suphi,
Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu’nun Türkiye bölümü temsilcisi
olarak katıldı. Danışman olarak oy hakkına sahip olmasına rağmen, öyle
görünüyor ki, tartışmalara aktif olarak katılmadı. Zaten kongreye katılanların
konuşma süreleri, ikinci günden itibaren, sıkı bir şekilde sınırlandırılmıştı.
Açık ki kongre tutanaklarında yer alan tebliği, hiçbir öneme sahip değildi.[45]
Lâkin tebliğde yer alan şu cümlenin üzerinde durmayı hak ettiğini geçerken
belirtmek gerekiyor: “Şurası gayet açıktır ki Fransız-İngiliz kapitalizminin
başı Avrupa’da, karnı da verimli Asya tarlalarındadır.” Mustafa Suphi, bu
sözüyle dünya devriminin kaderinin, kelimenin geniş anlamıyla, “sömürgelerde”
belirleneceğini vurgulamak niyetindeydi. Kendisinden önce Doğu’yu Unutmayalım adlı bir
makalesinde[46] Stalin de aynı konuyu, biraz daha ayrıntılara inerek işlemişti.
Propaganda
ve ajitasyonda yetenekli olduğu açık olan Türk komünistlerin önderi, kongrenin
hemen ardından, öğretiye ilişkin tartışmalardan çok, yeni bir eylem alanına
yönelmeyi tercih etti. Nisan ayının başında Ukrayna’dan gelerek Kırım’a giren
Sovyet birlikleri, 1918 Kasım’ından beri iktidarda bulunan Kadet [Anayasal
Demokrat Parti] Hükümeti’ni devirmişlerdi. Şimdi yapılması gereken iş, yeni
rejimi güçlendirmek için burada Bolşevik propagandayı örgütlemekti. Ama bu, son
derece hassas bir görevdi, zira 1918’in Ocak-Nisan ayları arasındaki Kırım’ın
ilk işgali esnasında Bolşevikler pek çok acemiliğin altına imza atmışlardı.[47]
Muhtemelen
Türk ajitatörler, yarımadaya 1919 yılının başlarından itibaren sızmaya
başladılar.[48] Ama Nisan ayından sonra Mustafa Suphi’yi destekleyen isimleri,
tam bir seferberlik içinde görmekteyiz. Kazan’daki militanların hemen hemen
tamamı Kırım’a gönderilir.[49] Yeni Dünya’nın çıkarılmasında kullanılan
araç ve gereçler Moskova’dan nakledilir ve Türk komünist örgütünün merkezî
komitesi, Kırım millî hareketinin merkezi olan Simferopol’e yerleşir.
Yeni
Dünya’nın 14. sayısı 20 Nisan 1919’da bu şehirde yayınlanır. Türk
komünistlerin yayın organı Kırım’da Haziran ayının ortalarına dek, ilk aşamada
düzensiz olarak, 13 Mayıs’tan itibaren de günlük gazete biçiminde yayınlanır.
Bu dönemde Mustafa Suphi, Sovyet yöneticileri tarafından verilen ılımlılık
yönündeki talimatlara uymaya çalışacak ve yazdığı başyazılarda Kırımlı
ilericilere karşı uzlaşmacı bir tavrı benimseyecektir. Ama buna paralel olarak
da bu dönem içinde Yeni Dünya’da çok sayıda devrimci yazıya yer
verilmesine devam edilir. Bu dönemde çevirisi yayınlanan en ilginç belgeler
arasında Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresi ile ilgili iki metni,
Troçki tarafından kaleme alınan ünlü Manifesto’yu ve Buharin’in kaleme
aldığı Platform’u özellikle belirtmek gerekmektedir.[50]
Ayrıca
bu yayınlar, yalnızca yerel halka yönelik de değillerdi. Artık Türk kıyılarının
çok yakınındaki Kırım’a yerleştiği için Mustafa Suphi, kendi ifadesiyle, “aydın
gençliği ve belki de Anadolu’nun işçi ve köylülerini” etkileyebilecek
durumdaydı.[51] Karadeniz kıyılarının tümünde yaşanan karışıklıklar nedeniyle
deniz trafiği önemli ölçüde aksamış olmasına rağmen, Kırım’la Türk limanları
arasında ilişkiler sürmekteydi. Yeni Dünya ve komünist broşürleri
Türkiye’ye sokabilmek için Mustafa Suphi, yalnızca Yalta veya başka limanlara
uğrayan İstanbullu denizcilerden değil, aynı zamanda Türkiye’nin Pontus
sahiline silâh ve muhtelif emtia temin eden sayısız kaçakçıdan da yararlanma
imkânına sahipti. Dolayısıyla 1919 Mayıs’ında Samsun ve Trabzon gibi bazı
Anadolu limanlarının Kırım kaynaklı yıkıcı yayınların dağıtım merkezleri hâline
geldiğine hükmedebiliriz.[52] Bu dönemde Sovyetler’e yönelik müttefik saldırısı
her zamankinden daha yoğundu, zira Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan (30 Ekim
1918) sonra bunlar, Boğazlar’a ve Anadolu’nun büyük bir kısmına egemen olmayı
başarmışlardı. Mustafa Suphi’ye verilen görev, denetim altında tuttukları
bölgelerde ajitasyon merkezlerinin sayısını artırarak, düşman güçlerini sürekli
hırpalamaktı. Şunu belirtmek gerekir ki emperyalistlerin baskısı, can çekişen
Osmanlı İmparatorluğu üzerinde günden güne yoğunlaşırken, Bolşevikler
tarafından öne sürülen bu seçeneğin Türkiye’deki eylemci kesimlerin ilgisini
çekmesi son derece doğaldı.
Anladığımız
kadarıyla Mustafa Suphi, Simferopol’e Kırım Obkom’unun[53] Müslüman Şubesi
Başkanı unvanı ile gönderilmişti.[54] Burada yaptığı ajitasyon çalışması çok
etkili görülmese de umut verici kabul edilmişti. Birkaç hafta içinde, kıyı
şeridinde yerleşmiş olan Türk toplulukları arasında birçok küçük “sovyet”
örgütleyerek, aralarında Kırım Milli Fırkası’nın sol kanadından kişilerin de
bulunduğu 400 kadar Tatar’ı Bolşevizme kazandırdı. Kısa süre içerisinde
yarımadanın on yedi yerleşim bölgesinden delegelerin katıldığı bir kongre
düzenlendi. Aynı zamanda Sovyet yetkilileri, Kırım’da komünist hareketin elde
ettiği mevzileri pekiştirmek adına bir parti okulu kurarak, ilk planda 27
ajitatör yetiştirdiler.[55]
Gelgelelim
Kırım’daki Bolşevik etkisi uzun sürmedi. Haziran ayının başlarında
Müttefikler’e ait donanma tarafından desteklenen General Denikin’in ordusu
saldırıya geçti. 24 Haziran’da tüm Kırım işgal edildi. Bu tarihte Türk
militanların büyük bir kısmı zaten yarımadayı terk etmişti. Bazılarının
Karadeniz kıyısındaki Türk limanlarına erişmeyi başardıkları anlaşılıyor.
Bazıları ise Nisan ayının başından beri Bolşeviklerin elinde bulunan Odesa’ya
çekilmişlerdi.[56]
Mustafa
Suphi genel merkezini, Komintern’in yerel şubesinin himayesi altında, bir süre
için bu şehirde yeniden oluşturdu. Bir kez daha yer değiştirmek zorunda kalan Yeni
Dünya’nın matbaası da kurularak çalışmaya başladı. Yeni bir bildiri ve
manifesto stoğu oluşturuldu. Bu sefer söz konusu propaganda malzemesi, bilhassa
Türkiye’ye yönelikti. Mustafa Suphi’nin bir raporuna bakılırsa, İstanbul’a veya
Anadolu’ya gitmek üzere 1919 yazı başlarında Odesa’dan ayrılan çok sayıda
ajitatörün arasında Türk İştirakiyyun Teşkilâtı’nın merkezî komitenin önemli
iki üyesi de bulunuyordu.[57]
Bununla
birlikte Mustafa Suphi, Rusya’da kalmayı tercih etti. Zira Türkiye’ye dönmüş
olsaydı, müttefiklere ait polis güçleri tarafından tutuklanacaktı. Odesa da
tehlikeye düşünce, Kırım’da bulunduğu sırada kurduğu gönüllü müfrezesinin
başına geçerek, Beyaz Kuvvetler’in arasından kendisine kuzeye doğru yol açmaya
çalışan 12. Sovyet Ordusu’na katıldı.
Kırım
seferi, Bolşevikler açısından yenilgiyle sona ermişti. Lâkin Mustafa Suphi için
olumlu bir bilanço ortaya çıkıyordu. Türkiye Komünist Partisi, kuruluşundan
beri ilk kez Türkiye ile gerçek ilişki kurmayı başarmıştı. Çok sayıda savaş
esiri gizlice memleketlerine geri gönderilmiş, parti temsilcileri İstanbul’a
yollanmış, gazeteler, bildiriler ve broşürler Anadolu’da dağıtılmışlardı.
1919
Eylül’ünde Moskova’ya dönen Mustafa Suphi, fazlasıyla hak kazandığı bir
dinlenme imkânına bir süreliğine de olsa kavuştu. Ama kısa bir süre sonra
kendisine yeni bir görev verildi. Türkistan’a giderek Hazar Denizi ve Kafkasya
aracılığıyla, Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’da örgütlenmeye başlayan
ulusal direniş hareketiyle ilişki kuracaktı. 13 Eylül’de yayınlanan bir radyo
mesajıyla Halkın Dışişleri Komiseri (Bakanı) Çiçerin, Türkiyeli işçi ve
köylülere “kardeşçe el uzatmıştı.”[58] Şimdi bu hareketi somutlaştırmak ve
millî kuvvetlerle birlikte müdahaleye hazır hâle gelmek gerekmekteydi.
Peki
Anadolu yolu neden Türkistan’dan geçiyordu? Kuşkusuz ki Ukrayna’nın elden
çıkmasından sonra Sovyet yöneticileri, stratejik konumu nedeniyle, Türkistan’a
emperyalist güçlere karşı mücadelede bir kavşak noktası gözüyle
bakıyorlardı.[59] 21 Eylül 1919’da Zhizn' Natsionál'nostei’de
[“Milliyetlerin Hayatı” –Halkın Milliyetler Komiserliği yayın organı –çn]
yayınlanan bir makalede, sadece Türkistan sınırları içinde büyük bir propaganda
merkezinin oluşturulmasını talep etmekle kalmıyor, aynı zamanda Doğu
halklarının ayaklanmalarına yardımcı olmakla görevli gönüllü Müslüman
taburlarının oluşturulması çağrısında bulunuyordu.
Mustafa
Suphi, büyük bir ihtimalle 1920 yılının başlarına doğru, Taşkent’e geldi.
Derhal Türkiye’ye doğru yola çıkmayı tasarlamıştı ama yereldeki yetkililerin
isteği üzerine yolculuğunu ertelemek zorunda kaldı. Gerçekten de bulunduğu
yerde siyasî durum epey karışıktı ve Türk komünistlerin önderinin yardımı büyük
bir önem taşıyordu.
Peki
neydi söz konusu siyasî durum? Yaklaşık iki yıldan beri Taşkent’teki Sovyet
rejiminin[60] iç savaş yüzünden Rusya’nın öteki bölgeleri ile olan ilişkisi
tümüyle kesilmişti. Bu süre içinde Rus komünistler, beceriksizlik üzerine
beceriksizlik sergilemişlerdi. Önceleri Müslümanları iktidarın dışında tutmaya
gayret etmişler, ardından da gecikerek yaptıkları bir U dönüşüyle Türkistanlı
Cedidîlerin[61] partiyi ele geçirmelerine göz yummuşlardı. Rusya ile
ilişkilerin yeniden sağlandığı bu dönemde Bolşevik yöneticiler, eski hatalarını
düzeltmek ve Türkistan’ın yönetimini yeniden örgütlemek istiyorlardı. Lâkin
durum son derece tehlikeli görünüyordu. Türkistan’da Kasım ayından beri Moskova
tarafından görevlendirilen özel bir komisyonun, Türkestanskaya Komissiya’nın
varlığına karşın Cedidîler, iktidarı tümüyle ellerine geçirme aşamasına
geldiler. 1920 Ocak’ında toplanan Üçüncü Müslüman Komünistler Konferansı ise
onların etkisiyle Türkistan’ı özerk bir Türk cumhuriyeti ve Türkistan Komünist
Partisi’ni de Bolşevik Parti’den bağımsız bir Türk Komünist Partisi hâline
getirmeye karar vermişti. Bunun dışında, Rusya’da yaşayan tüm Müslümanlar ayırt
edici vasıf ve özelliklerinden vazgeçmeye ve geniş bir Pantürk Cumhuriyeti
kadrosu içinde, Türkistan’la birleşmeye çağrılmışlardı.
Bu
bağlamda Mustafa Suphi, pratikte ne tür bir rol oynadı? Türkestanskaya
Komissiya tarafından görevlendirilen ve merkezî iktidarca Taşkent’e
gönderilen Suphi’nin görevi, “gerici güçler”le ve “komünist kılığına girmiş
parazitler”le mücadele etmekti.[62] Ama eski Pantürkist militan, Merkezî
Müslüman Komiserliği’ndeki çalışmaları süresince Molla Nur Vahidov ve Sultan
Galiyev’in eski mücadele arkadaşı, acaba Türkistanlı özerklik taraftarlarını
gerçekten düşman olarak kabul edilebilir miydi? Konumu şüphesiz çok rahatsızdı.
Bununla birlikte, Suphi’nin yereldeki yetkililerin içinde bulundukları kararsızlıktan
yararlanarak, bölgedeki komünistleri gizlice desteklediği haklı olarak
düşünülebilir. Bu konuda elimizde anlamlı bir gösterge var: Cedidîler
tarafından Türkistan davasını Lenin’e kabul ettirmekle görevlendirilmiş olan,
millî Başkurt hareketinin önderi Zeki Velidi Togan, hatıratının birçok yerinde,
Mustafa Suphi’yi bir dost olarak değilse bile, en azından Müslümanların tümüyle
güvenebilecekleri “emin bir kişi” olarak tanımlamaktadır.[63]
Türk
komünistlerin önderi, Türkistan’da geçirdiği yaklaşık dört aylık süre zarfında,
neredeyse sadece bu ülkeyle alakalı işlerle meşgul oldu. Öyle görünüyor ki bu
süre dâhilinde Türkistanlı komünistlerin 1920 Ocak’ında topladıkları kongre
sonucunda belirledikleri Merkez Yürütme Kurulu’na üye bile seçildi.[64] Ama
aynı zamanda Türkestanskaya Komissiya’nın başkanı Şalva Elieva
tarafından Türkistan’a, komşu ülkelerde devrimci fikirleri yaymayı amaçlayan
bir uluslararası propaganda merkezinin yaratılmasıyla görevlendirildi. Bu
merkezin başlıca hedefleri, İran, Afganistan ve Hindistan olarak belirlendi.[65]
Bu teşebbüse büyük önem veren Moskova’daki yöneticiler, Ocak ayının sonlarına
doğru Taşkent’e ajitatörler ve propaganda malzemeleri ile dolu bir “Kızıl Tren”
yolladılar.[66] Birkaç hafta içinde Mustafa Suphi ve arkadaşları, Türkistan
sınırlarının dışında kurdukları, “irtibat büroları”ndan oluşan bir ağ üzerinden
faaliyet yürütmeye başladılar.
Bunun
dışında Türkiye’ye yapılması muhtemel bir askerî müdahalenin de temellerini
atmak gerekmekteydi. “Kızıl Tren”in gelişinden kısa bir süre sonra Sibirya’da
kamplarda tutulan Türk savaş esirleri Taşkent’e akın etmeye başladılar. Bunlar,
şehrin eski mahallelerinde toplanarak, önce ideolojik çıraklık aşamasından
geçirildiler. Daha sonra, oluşturdukları “Kızıl Müfreze” ile bölgedeki Rus
birliklerinin komutanı olan Frunze’nin emrine verildiler. Bu esirlerin büyük
bir kısmının Mustafa Suphi’nin bahsi edilen teşebbüsünü sadece vatanlarına
dönebilmek için bir imkân olarak gördüklerini düşünmek mümkünse de içlerinden
kırk kadar kişinin komünizme gerçekten inandığını söylemek gerek.
Mustafa
Suphi’nin Taşkent’te geçirdiği süre zarfında, Türkiye ile ilişkilerini sürdürüp
sürdüremediği konusunda elde pek fazla bilgi yok. Bildiğimiz tek şey, onun Türk
topraklarının en azından yakınına gelebilmek için acele ettiği. Bu yol da zaten
ciddi tehlikelerle yüklüydü. İngilizler ve Denikin’in donanması tarafından
denetlenen Hazar Denizi kimseye geçit vermemekteydi. Mustafa Suphi
Türkistan’dan ayrılmayı ancak Sovyet filosu komutanı Raskolnikov’un Denikin’in
gemilerini ele geçirmesinden ve İngilizleri Enzeli ile Reşt’ten çekilmek
zorunda bırakmasından sonra, 18 Mayıs 1920’de göze alabildi. Raskolnikov’un
Enzeli’ye çıkarma yaptığı haberini alır almaz yola koyulan Mustafa Suphi, 27
Mayıs 1920’de, 23 yoldaşıyla birlikte, Bakû’ye geldi. Azerbaycan’ın başkenti,
tam bir aydan beri Bolşeviklerin elinde bulunmaktaydı.
IV.
Nihai Aşama
Mustafa
Suphi Bakû’ye gelir gelmez hassas bir meseleyle yüzleşti. 1920 ilkbaharında
burada kendisinin haberi olmadan kurulan, Türkiye Komünist Partisi adıyla
ortaya çıkmış olan bir örgüt vardı ve bu konuda bir şeyler yapılması
gerekmekteydi.
Bu
örgüt, önde gelen İttihatçılardan Halil Paşa, Salih Zeki, Fuat Sabit ve
arkadaşları tarafından kurulmuştu.[67] Bu kişiler, Azerbaycan’a 1919 yılında
gelerek, ilk önce Azerbaycan’ın “kurtarıcısı” Nuri Paşa tarafından 1918
Eylül’ünde Bakû’de kurulan ve bir tür konsolosluk olan Türkiye Halk
Murahhaslığı[68] [Temsilciliği] çerçevesinde çalışmalarına başlamışlardı.
Sonraları Mustafa Kemal tarafından kendilerine Türk millî hareketi ile
Sovyetler arasındaki ilişkiyi sağlama görevi verilince, bir Türk komünist örgütü
kurmayı uygun gören ekip, örgütü sonrasında, 1920 Mart ayının sonlarına doğru,
Türkiye Komünist Partisi olarak isimlendirdi.[69] Peki neden böyle teşebbüse
ihtiyaç duymuşlardı? Hiç şüphesiz burada amaç, ilişki kurdukları Ruslara daha
inandırıcı görünmekti. Bunun yanısıra, muhtemelen Bolşeviklerin yaydıkları
fikirlerin siyasal kapsamından etkilenerek, gerektiğinde Mustafa Kemal’e karşı
yönetilecek bir muhalefete gerekçe teşkil edebilecek bir İslamî sosyalizmin
temellerini atmak istemiş olabilirlerdi. Zaten, şimdilik Kemalist yönetimi
desteklemeye karar vermiş olmalarına rağmen, günün birinde tekrar iktidara
gelmek amaçlarını da gizlemiyorlardı.[70]
Komünizm
postuna bürünmüş bu bir avuç maceracının kendi çıkarlarını savunan söz konusu
örgütü dağıtmak şarttı. Ama Mustafa Suphi, Bolşevik yöneticilerin şimdilik
İttihatçılarla iyi ilişkileri korumak amacında olduklarını biliyordu.
Bolşevikler, Müslüman kitleler üzerinde büyük bir itibara sahiplerdi ve
destekleri Sovyetler’in Doğu stratejisi çerçevesinde büyük bir koz temin
edebilirdi. Demek ki mevcut dönemde çok tedbirli hareket etmek gerekiyordu. Öte
yandan muhtemelen Mustafa Suphi, Türk idarî ve askerî mekanizmasının büyük bir
bölümünü hâlâ perde arkasından denetleyen bu adamlara iyi niyetini gösterecek
güvenceler vermek niyetindeydi. Şurası kesin ki Suphi, tercihi onlarla anlaşma
yoluna girmek yönündeydi.
İttihatçı
yöneticilerle yaptığı uzun pazarlıklar sonucunda örgütlerini desteklemeye razı
oldu, ancak bu örgüt, Türkiye Komünist Partisi’nin “Bakû Şubesi” şekline
sokulacaktı. Yapılan temizlik harekâtı ise mensuplarından yalnızca kendileri
için çok sakıncalı olan birkaç kişiyi, özellikle Halil Paşa’yı uzaklaştırmak
şeklinde oldu. Öteki İttihatçı yöneticilerin parti bünyesinde kalmalarına izin
verildi. Hatta bazıları, yeni örgüt içerisinde önemli görevlere bile
getirildiler. Önceki ekibin en karanlık kişilerinden olan Küçük Talât[71]
“çeviri komisyonu”nun başına getirildi, Salih Zeki ve Yüzbaşı Yakup[72] ise
partinin merkez komitesine alındı. Hatta (Gizli İstihbarat Servisi’nin bir
raporuna göre) dünkü düşmanlarıyla yaptığı barışı sağlamlaştırmak amacıyla
Mustafa Suphi, onları düğününe bile davet etti. Bu tuhaf dostluk iki tarafın da
işine gelmekteydi. Mustafa Suphi, böylelikle rakip bir örgütü az masrafla ele
geçirirken, İttihatçıların Türk Komünist Partisi’ne sızmaları da bir bakıma
yasallaşmış oluyordu.
Bu
sorun da çözümlendikten sonra Mustafa Suphi, Kırım’dan beri eylemlerini
yavaşlatmış olan örgütünü yeniden canlandırmakla ilgilenebildi. Bakû’de emrinde
bulundurduğu yaklaşık 200 militan, kendisinin büyük işlerin altına imza
atabilmesini mümkün kılmaktaydı. Suphi bir sekreterlik teşkil ederek, merkezî
komiteye her birinin belirli görevleri olan birçok “şube” ekledi.
Bu
“şubeler”in en önemlisi, partinin yeni hücrelerinin örgütlenmesi ile görevli
olanıydı. Anlaşıldığı kadarıyla, 1920 Haziran’ının başından itibaren faaliyete
geçmişti. Bildiğimiz kadarıyla, bu tarihte partiye üye kazandırmak amacıyla
otuz kadar propagandacının Anadolu’ya ve Karadeniz kıyılarına gönderildi.[73]
Görünüşe göre amaç, devrimcilerin gerektiğinde Türkiye’ye rahatça girebilmeleri
için ülkenin belirli stratejik noktalarında komünistlerin varlığını güvence
altına alabilmekti. Daha önce Karadenizli kaçakçılardan yararlanmış olan
Mustafa Suphi, Pontus kıyılarındaki limanlara özel bir önem veriyordu. Temmuz
ayının ortalarına doğru çeşitli Anadolu limanlarında (Trabzon, Rize, Zonguldak,
Ereğli) Rusya’daki Tuapse ve Novorossisk limanları ile sürekli ilişki içinde
olan birçok hücre kurulmuştu. Bu sahil şeridi boyunca ağ oluşturulduktan sonra,
iç bölgelerde (Anadolu ile Azerbaycan arasındaki en önemli yol olan Aras
Vadisi’ni kontrol altında tutan Nahcivan, Erzurum, Sivas ve son olarak da
Ankara’da kurulan hücrelerle yeni bir ağ meydana getirildi. Müttefiklerin
işgalinde bulunan İstanbul’a erişebilmek elbette ki daha güçtü. Ama Türkiye’de
“muhabirler”e sahip olan Bakûlü “Yahudi komünist örgüt”ün temin ettiği teknik
bilgi sayesinde, bu şehirdeki militanlarla da temas kurma imkânı bulundu.[74]
Bu
dönemde Mustafa Suphi tarafından oluşturulan diğer şubelerden “propaganda
şubesi” de son derece faaldi. Yeni Dünya’nın yayınlanması işi de bu
şubeye verilmişti. 4.000 nüsha basılan parti organı, Türkiye’de, Azerbaycan’da,
Rusya’da ve Türkistan’da dağıtılmaktaydı. Ayrıca bu şubeye bağlı olarak
ajitatör yetiştirilmekle görevli bir “parti okulu” ve bir “çeviri komisyonu”
kuruldu. Bu, Küçük Talât gibi ünlü bir İttihatçının yönettiği, tuhaf bir
komisyondu. Komünizme kesinlikle karşı olan Küçük Talât, görevine çok bağlıydı:
birkaç ay içerisinde (aralarında Lenin’in Burjuva Demokrasisi ve Proletarya
Diktatörlüğü Üzerine Görüşleri, Sovyet İktidarı Nedir? isimli
çalışmaların da bulunduğu) on kadar propaganda broşürü ile Komünist Parti
Manifestosu ve Buharin ile Preobrajenski’nin Komünizmin Alfabesi gibi
temel eserler de yayınlandı.
Bu
“propaganda şubesi”ne paralel olarak, Bakû’deki örgütün “İrtibat ve İstihbarat
Şubesi” adı verilen bir tür casusluk servisi de vardı. Taşkent’teki Beynelmilel
Propaganda Merkezi ile işbirliği içinde çalıştığı sanılan bu servisin en önemli
görevi, Türkiye’deki yöneticilerin ve halk kitlelerinin her konudaki
düşünceleri üstüne bilgi edinmekti.
Mustafa
Suphi, inşa ettiği idarî yapıyı önem bir unsur olan “askerî şube”yi teşkil
ederek tamama erdirdi. Şubenin amacı, Anadolu’ya yapılması muhtemel bir
müdahale için 20.000 kişilik bir silâhlı güç oluşturmaktı. Askerî şube daha
şimdiden 700 gönüllü toplamıştı. Kuşkusuz ki bu eski savaş esirlerinin derdi,
bir an önce Türkiye’ye dönmekti, ama Ankara Hükümeti’yle bu konuda yapılan
görüşmeler sonucunda kesin bir ret cevabı alındı. Türk milliyetçileri, bu
“Kızıl Müfrezeler”den çok çekiniyorlardı, zira bu müfrezelerin sunacağı
“desteğin” Sovyet güçlerine Anadolu’nun yolunu açması muhtemeldi. Bu konuda
Kemalist yönetimin Moskova’daki temsilcisi İbrahim Tâli Bey’e silâh ve cephane
yardımlarını kabul edebileceği, lâkin Büyük Millet Meclisi tarafından
belirlenen bölgelere Kızıl Ordu’nun doğrudan müdahalesine yol açabilecek her
şeye karşı çıkma talimatı iletilmişti.[75]
Haziran
ayının sonlarına doğru Bakû örgütünün muhtelif şubeleri, yoğun bir faaliyet
içerisine girdiler. Şimdi Mustafa Suphi, iki yılı aşkın bir süredir devam eden
propaganda ve ajitasyon çalışmasının semeresini toplamayı artık düşünebilirdi.
Türkiye ve Rusya’daki tüm hücrelerin temsilcilerini bir araya getirecek bir
kongre toplamak, 1920 yazının en önemli çalışması olacaktı. Bu kongre, parti
yöneticilerinin örgütlerinin dayanacağı öğretiyle alakalı temelleri
belirleyebilmelerini ve gelecek aylar için bir eylem programı hazırlamalarını
sağlayacaktı. Yani 1918 Temmuz’unda Moskova’da yapılan Türk Komünistleri
Konferansı sırasında çözülemeyerek askıda bırakılmış pek çok meselenin
çözülmesi gerekiyordu. Mustafa Suphi’nin bir amacı daha vardı. Partisinin III.
Enternasyonal’e kabul edilmesi için başvuruda bulunmayı istiyordu ve bu nedenle
1920 Temmuz’unda Moskova’da toplanan Komintern İkinci Kongresi’nin kararlarına
uygun olarak, en kısa süre içerisinde bir “olağanüstü kongre” toplayıp bu
kararı onaylatmak niyetindeydi.[76]
Önceleri
kongrenin 1 Eylül’den itibaren Bakû’de toplanması öngörülmüştü.[77] Daha sonra
delegelerin büyük önem taşıyan ve Komintern tarafından düzenlenmiş olarak aynı
ayın ilk haftasında toplanacak olan Doğu Halkları Kurultayı’nı izleyebilmeleri
için bu tarih, partinin merkezî komitesi tarafından birkaç günlüğüne
ertelendi.[78]
1918
Temmuz’unda, Moskova’da Mustafa Suphi ancak yirmi kadar delege toplayabilmişti.
10 Eylül 1920’de Bakû’de toplanan kongrede ise 74 delege bir araya geldi. Bu
sayı, iki yılda alınan yol konusunda fikir verebilir. Elbette bu sayıya
partinin merkezî komiteye bağlı eski savaş esirleri de dâhildi. Ama parti
tarihinde ilk kez kırk kadar militanın Türkiye’den gelmiş olması önemli bir
konuydu. Özellikle İstanbul, Ankara ve Erzurum grupları ile Pontus sahillerinde
faal olan örgüt çok iyi temsil edilmekteydi.[79] Peki tüm delegeler komünist
miydi? Mustafa Suphi’nin Bakû örgütünü ellerine geçiren İttihatçı öğeleri bu
kongreden uzak tutmayı başardığı anlaşılmaktadır, lâkin gene de katılanların
ekseriyetinin komünizmi yalnızca İslamî öğretinin biraz daha aşırı bir türü
olarak gördükleri de açıktı.[80] Hiç kuşkusuz öğreti konusunda ciddi bir düzeye
sahip delegelerin sayısı onu geçmiyordu. Mustafa Suphi dışında kongrenin en
dikkat çeken üyeleri, İstanbul grubu tarafından yetki ve görev verilmiş bir
öğretmen olan Ethem Nejat, gene başkentten gelen militanları temsil eden
Hilmioğlu Hakkı ile aslen Giritli olan, aydın kimliği ile öne çıkan, para ve
kadına düşkün olduğu iddia edilen, daha sonra yoldaşlarına ihanet etmekle
suçlanacak olan Ahmet Cevat idi.[81]
Kongre
üyeleri, öncelikle yeni bir merkezî komite seçtiler. Doğal olarak Mustafa
Suphi, parti başkanlığını elinde bulunduruyordu, lâkin önceki komitenin kimi
üyeleri, bilhassa İttihatçılar tasfiye edilerek, yerlerine Ethem Nejat,
Hilmioğlu Hakkı, Süleyman Nuri gibi daha güvenilir militanlar getirildiler.[82]
Böylelikle oluşturulan ekibin nispeten türdeş olmak gibi yararlı bir özelliği
bulunmasına karşın, gene de o Mustafa Suphi’nin kişiliğinin gölgesinde
kalıyordu.
Toplantının
gündemi daha Temmuz ayından belirlenmişti.[83] Merkezî Komite, bir genel rapor,
parti programı üzerine bir rapor ile millet ve sömürge meseleleri üzerine bir
bildiri sunacaktı. Düzenleyiciler, ayrıca Rus devrimci hareketi üzerine bir
tartışma ile işçi örgütleri ve kooperatifler konulu bir rapor da hazırladılar.
Son olarak da farklı yerel şubeler, kendi çalışma bölgelerindeki durum üzerine
kısa birer açıklama hazırlayıp sunmakla görevlendirilmişlerdi. Kongre süresince
bu gündeme tümüyle sadık kalındı, ancak delegeler başka bazı meselelere de
girdiler. Özellikle köylü meselesi, birçok kere tartışma konusu yapıldı.
Komünist strateji içinde köylü kitlelerine ne gibi bir yer verilmeliydi? Bazı
parti militanları, Komintern’in İkinci Kongresi’nde Lenin’in geliştirdiği bir
düşünceyi benimseyerek, köylülüğün devrimci potansiyeline dikkati çekiyorlar ve
mümkün olan her yerde köy sovyetleri kurulmasını teklif ediyorlardı.[84] Çözümü
zor bir başka konu da din meselesiydi. Delegelerin çoğunluğu, (muhtemelen Mustafa
Suphi’yi de içerecek biçimde) İslamî geleneklerin korunmasına büyük önem
veriyorlardı. İçlerinden bazıları, parti programında getirilen adlî ve idarî
aygıtın laikleştirilmesi siyasetine şiddetle karşı çıktılar. Burada son derece
uzlaşmacı bir dil kullanmış olmasına rağmen, Mustafa Suphi, onları alınması
öngörülen bu tedbirlerin zararsızlığına ikna etmekte büyük güçlük çekti.[85]
Halifeliğin kaldırılmasını isteyen bir maddenin dışında, dindarları
öfkelendirebilecek her şeyin kongre süresince delegelerin onayına sunulan
muhtelif metinlerden özenle silinmiş olması önemli bir husustu.
Tartışmalar
esnasında Komintern’in İkinci Kongresi tarafından o günlerde ön plana çıkarılan
“millet ve sömürge meseleleri”ne önemli bir yer verildi. Meselenin tarihçesi
ile ilgili hazırladığı o uzun raporunda Hilmioğlu Hakkı, II. Enternasyonal’in
bu konudaki “revizyonist” tavrını teşhir ederek, Lenin tarafından savunulan
tezleri basit bir dille özetledi. Bu arada Mustafa Suphi de delegelere
Komintern’in kararlarına uygun bir görüşü kabul ettirmek için uğraştı: devrimci
mücadeleyi sürdürmek zorunda olan sömürgeler ve mazlum milletlerdeki emekçi
kitleler, komünizm davasına hizmet etme noktasında, her ne kadar burjuva
unsurlarca yönetilseler de, millî kurtuluş hareketlerine destek
olmalılardı.[86] Türkiye bağlamında bu karar, açıktan, komünist militanların yıkıcı
faaliyetlerini yavaşlatarak, hedefleri şimdilik Sovyetler’in hedefleriyle
örtüşen Kemalist hareketi desteklemeleri gerektiği anlamına geliyordu.
Görüldüğü
kadarıyla, bu karara hiç kimse itiraz etmedi. Gerçekten de Mustafa Suphi ve
arkadaşları, Komintern tarafından belirlenen çizgiye uymaya ve gerekirse
uyulmasını sağlamaya kararlıydılar. Zaten yapabilecekleri başka bir şey de
yoktu: III. Enternasyonal’e katılabilmek için İkinci Kongre tarafından
belirlenen 21 koşulu kabul etmek zorundaydılar. Bakû’de toplanan delegelere
verilen başlıca görev ise bu 21 koşul üzerindeki görüşlerini belirtmek ve yeni
komünist stratejinin “normlarına” uygun bir program hazırlamaktı.
Bununla
birlikte, TKP’li militanlar, ülkelerinin kültürel ve sosyo-ekonomik
gerçeklerini tümüyle bir kenara atamazlardı. III. Enternasyonal’in
yönetmeliğine uymak için Rus Komünist Partisi (Bolşevik) programından
esinlendiği açıkça belli olan bir düzlemi kabul etmiş olmalarına karşın[87]
Türkiye halkının geleneklerini ve İslam’a bağlılığını da hesaba katmaları
gerektiğini biliyorlardı. Bakû Kongresi ardından yayınladıkları Türkiyeli
Emekçilere Çağrı’da öne çıkan, nispeten ılımlı üslubu buradan izah etmek
mümkün.[88] Bu çağrıda dile getirilen, grev hakkının tanınması, genel oy
hakkının kabul edilmesi, düzenli ordunun tasfiye edilerek halk milislerinin
kurulması, vergi reformu, yoksul köylülere toprak dağıtılması, zorunlu ve
ücretsiz ilköğrenim, emekçilerin hayat şartlarının düzeltilmesi gibi talepler,
kuşkusuz ki egemen sınıfların ayrıcalıklarına zarar veriyorlardı, lâkin
ülkedeki toplumsal yapıların köklü bir değişimini içermiyorlardı. Bununla birlikte,
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, Anadolu’daki halk kitlelerinin gözünde
bağışlanamaz bir küfür olan, sultanlığın ve hilâfetin kaldırılmasını da
istediklerini biliyoruz. Ancak 1920 yılının sonbaharında sultanın çekilmesini
isteyenler, yalnızca komünistler değildi. Ankara’daki milliyetçi çevreler de
kendilerini bu fikre yavaş yavaş alıştırmaya başlamışlardı.[89]
Tartışmalarla
geçen birkaç gün sonunda, Bakû Kongresi tamamlandığında, Mustafa Suphi’nin
memnun olmamasını gerektirecek hiçbir neden kalmamıştı. Parti, öğreti
bağlamında artık sağlam bir temele sahipti. Bunun haricinde, şimdiye dek
tümüyle özerk kalmış olan muhtelif gruplar, III. Enternasyonal’e kabul edilmek
için yerine getirilmesi gereken 21 şarttan biri olan, “demokratik
merkeziyetçilik” ilkesini zorunlu olarak kabul etmişlerdi. Sayıca güçsüz
olmalarına, tahminen, en iyi ihtimalle birkaç yüz kişiyi içermelerine
rağmen[90], Türk komünistleri artık Anadolu’daki siyasal hayata gerçekten
katılabilecek durumdaydılar. Bununla birlikte önemli bir sorun ortaya
çıkıyordu: Partinin merkezî komitesi, Türkiye’deki devrimci eylemi, Rus
sınırları içinden yönetmeye devam edecek miydi? Büyük Millet Meclisi
Hükümeti’ne taviz verme pahasına da olsa, memlekete dönmek imkânsız mıydı? Bu
konuda Mustafa Suphi kararını çoktan vermişti. 1920 Mayıs’ının sonlarında
Bakû’ye geldiğinden beri Türk sınırına yakın olan bu şehri geri dönüş yolunda
son bir konak olarak değerlendirmişti. 1920 sonbaharında Kafkasya ötesi
topraklar konusunda Türk-Rus anlaşmazlığı henüz çözülmüş olmaktan çok uzakken,
bu tasarı pek kolay gibi görünmüyorsa da Sovyetler ile millî Türk iktidar
şimdiden geri dönülemez bir işbirliğine girmiş bulunuyordu. Dolayısıyla Mustafa
Suphi, Ankara Hükümeti’nin kendisini nezaketle olmasa bile hoşgörüyle
karşılayacağını düşünmekte haklıydı.
V.
Türkiye’ye Dönüş
Bakû’deki
örgütle Ankara Hükümeti arasında ilk temas, 1920 Temmuz ayının ikinci yarısında
kuruldu. 19 Temmuz günü Mustafa Kemal’e Mustafa Suphi’nin yakın arkadaşlarından
Süleyman Sami’nin Trabzon’a geldiği bildirildi. Bu kişi, TBMM başkanına hitaben
yazılmış kısa bir mesaj getirmekteydi ve Ankara Hükümeti’ne şu üç soruyu
sormakla görevlendirilmişti:
a)
Bolşeviklerin Anadolu’da yasal bir örgüt kurmalarına izin verilecek miydi?
b)
Anadolu’da uygulamaya konabilmesi için şimdiki Bolşevik programında ne gibi
değişiklikler yapılması uygun görülüyordu?
c)
TBMM’nin Bolşevik programının uygulanması ile ilgili görüşleri nelerdi? Bunun
dışında Mustafa Suphi’nin sözcüsü, Ankara Hükümeti’ne bundan sonraki Sovyet
yardımlarının hâlen elinde 50 top, 70 mitralyöz ve 17.000 tüfek bulunan Bakû
örgütü aracılığıyla yapılacağını da bildirmekle görevliydi.[91]
Böylelikle
Mustafa Suphi, kuşkusuz Moskova’daki yöneticilerin de onayıyla, kartlarını açık
oynuyor, partinin faaliyet göstermesine hoşgörüyle yaklaşılmasına karşılık,
silâh, cephane ve para teklif ediyordu. Bununla birlikte komünist önder taviz
vermeye de hazırdı. Suphi, eğer Ankara Hükümeti gerekli görürse, Bolşevik
ilkeleri yeniden düzenleyeceğini açıkça dile getirdi.
Bundan
yaklaşık iki hafta sonra Bakû’deki örgütün başka bir temsilcisi Salih Zeki de
Doğu ordusu komutanı olan Kâzım Karabekir’in karşısına hemen hemen aynı
tekliflerle çıktı. Bolşeviklerle taktiksel düzeyde bir ittifaka taraftar olan
Karabekir, 3 Ağustos 1920 tarihli telgrafıyla Mustafa Kemal’e “kendilerine onur
niteliği taşıyan birer görev vermek suretiyle bu beyefendilerle anlaşmasını”
tavsiye etmekteydi.[92] Gerçekte Mustafa Suphi ve arkadaşlarının geri
çevrildikleri takdirde ülkede karışıklık çıkartarak “intikam almak”
istemelerinden çekinmekteydi. Ankara Hükümeti’nin komünist hareketi
etkisizleştirmesi gerektiği, çünkü denetlenmeyen bir hareketin Halife’ye bağlı
güçlerin anti-komünist duygularını hiç çekinmeden istismar edecek olan
İngilizlerin işlerine yarayacağını da düşünüyordu.
Mustafa
Suphi’nin teşebbüsünün millî hareketin başındaki yöneticileri zor duruma
düşürdüğüne hiç şüphe yoktu. Temmuz ortalarına doğru Müslümanları Bolşevikleri
desteklemeye çağırmış olmasına rağmen[93], Mustafa Kemal, Sovyetler’in
Anadolu’nun içişlerine müdahale edebilmesini mümkün kılacak her şeye kesinlikle
karşıydı. Ama o, aynı zamanda Sovyet yardımının Türkiye için hayatî bir önemi
olduğundan ihtiyatlı davranmak zorundaydı. Mustafa Suphi’nin mesajının
Ankara’ya eriştiği sıralarda, TBMM Hükümeti’nin Moskova’daki temsilcileri de
Halkın Dışişleri Komiserliği ile yapılmakta olan görüşmeleri iyi bir biçimde
sonuçlandırmaya çalışıyorlardı. Millî hareketin kaderinin bağlı olduğu bu
görüşmeleri tehlikeye atabilecek her hareketten kaçınılmalıydı. Kâzım Karabekir’in
tavsiyelerine rağmen, Mustafa Kemal orta yolu tercih etti: Mustafa Suphi’nin
kendi elinde olan bir şeymiş gibi göstermeye çalıştığı Sovyet yardımı da bu
sıralarda Anadolu’ya geldiği için “bu beyefendilerle anlaşmak” yerine, şimdilik
Bakû’deki örgütün tekliflerini duymamış olmayı tercih etti.
TBMM
başkanı, Mustafa Suphi’nin mesajına ancak Eylül ayının ortalarına doğru cevap
verdi. Bu arada Kafkasya ötesi topraklar konusundaki Sovyet talepleri yüzünden
Türk-Rus görüşmeleri bir çıkmaza girdi.[94] Lâkin Batı’da Polonya ordusu,
Doğu’da da Vrangel’in güçlerinin tehdidi altında olan Sovyetler, bu sıralarda
hiçbir şekilde Türkiye ile bir çatışmaya girme niyetinde olamayacağı için, bu
durum gene de Ankara Hükümeti’nin lehine idi. Öyleyse Mustafa Kemal, komünist
önderin tekliflerine kararlı biçimde karşı çıkabilecekti. 13 Eylül tarihinde
Bakû’deki merkezî komiteye gönderdiği mektup, son derece nazik olmakla beraber,
bu konudaki tavrı kesinlikle belirliyordu: “Halkın birliğini bozarak millî
bağımsızlık mücadelesini başarısızlığa sürükleyebilecek olan zamansız ve
yararsız teşebbüslerden kaçınmalıyız.”[95] Mustafa Suphi ve arkadaşları,
böylece Türkiye’nin siyasal hayatının dışına çıkarılmış olmuyorlardı elbette,
yalnızca kendilerinden TBMM Hükümeti’nden habersiz hiçbir şeye kalkışmamaları
isteniyordu. Bu da, Türkiye’de millî iktidardan bağımsız komünist örgütler
kuramayacaklarını ifade ediyordu. Bununla birlikte, gizli bir ajitasyon
faaliyeti ihtimalini de ortadan kaldırmak isteyen Mustafa Kemal, anlaşma için
bir açık kapı da bırakıyordu. Komünist militanlar ile Ankara Hükümeti’nin aynı
hedefe, ülkeyi Batı kapitalizminin boyunduruğundan kurtarma hedefine yönelmiş
olduklarını belirttikten sonra, mektubunu “Türk komünist örgütü ile millî
iktidarın gerekli işbirliğini kurabilmesini mümkün kılmak amacıyla” Bakû’deki
merkezî komitenin Ankara’ya yetkili bir temsilci göndermesini rica ederek
bitiriyordu.
13
Eylül tarihli bu mesaj açık bir ret cevabı niteliğindeydi. Mustafa Suphi ise
buna Türkiye’ye geri dönme yolunda bir davet görmeyi tercih etti. Gelgelelim
mevcut şartlar böylesi bir yolculuğa hiç uygun değildi. Gerçekten de Eylül ayı
sonunda Ankara Hükümeti, Kâzım Karabekir’e Ermenistan’a saldırma emri vermişti.
Ağustos ayından beri oldukça gergin olan Türk-Sovyet ilişkileri, şimdi açık bir
çatışmaya dönüşmek üzereydi. Gene de örgütün merkezini en kısa sürede
Anadolu’ya nakletmeyi öngören Bakû Kongresi kararlarına rağmen, bir süre daha
durumun aydınlanmasını beklemek daha yerindeydi.
Bolşevikler,
bu Türk saldırısı karşısındaki tavırlarını kesin olarak ancak 30 Ekim 1920
tarihinde, Kars’ın Kâzım Karabekir’in kuvvetlerinin eline geçmesinden sonra
belirleyebildiler. Doğu ordusunun bu hızlı ilerleyişine silâh zoruyla engel
olamadıkları için, Ankara Hükümeti’ne karşı iyi niyet gösterilerini arttırarak,
Türklerin Ermenistan’ı tümüyle ele geçirmelerini engelleme yoluna gittiler.
Böylece Kasım ayının başında Mustafa Suphi, “tekliflerine uygun olarak yetki
verilmiş bir misyonun” Ankara’ya gelme hazırlığında olduğunu TBMM başkanına
bildirdi.[96] Türk komünistlerin önderi, aynı mektubunda partisinin millî
hükümeti elinden geldiğince destekleyerek, savaşan güçleri bölecek veya
zayıflatacak her eylemden kaçınacağını da belirtme tedbirini aldı. Bu Komintern’in
İkinci Kongresi’nde alınan kararlara da tümüyle uygundu. Mustafa Suphi,
proletaryanın davasına “ihanet etmeyi” kesinlikle düşünmüyordu, yalnızca
Lenin’in millet ve sömürgeler meselesi ile alakalı tezlerinin doğrultusunda
emperyalist güçlere karşı verilen mücadele süresince geçerli olacak, geçici bir
ittifak teklif ediyordu.
Peki
Mustafa Kemal bu mektuba ne tür bir tepki verdi? Mustafa Suphi’yi tasarılarını
uygulamaya koyması için cesaretlendirdi mi yoksa bu konuyla hiç mi ilgilenmedi?
Ne yazık ki elimizde bu sorulara cevap verebilmemizi sağlayacak hiçbir belge
yok. Lâkin şu var ki 2 Aralık 1920 tarihli Türk-Ermeni Gümrü (Aleandropol)
Anlaşması’yla Trans-Kafkasya yolu yeniden açılınca, Anadolu’daki iktidarın
kendilerine karşı takındığı düşmanca tavra rağmen Mustafa Suphi ve yirmi kadar
arkadaşı Türkiye’ye doğru yola çıktı. Acaba göze aldıkları tehlikenin
büyüklüğünün bilincinde miydiler? Tam tersine, Mustafa Kemal’in 13 Eylül
tarihli mektubundaki, nispeten anlayışlı ifadeye aldanarak, kendilerini
güvenlik içinde sandıklarını ileri sürebiliriz.
28
Aralık 1920 tarihinde vardıkları Kars’a kadar yolculukları olaysız geçti.[97]
Kışlık karargâhını bu şehirde kurmuş olan Kâzım Karabekir, kendilerini
nezaketle kabul etti. Ancak ülkede karışıklık çıkarmak istediklerinden
kuşkulandığı komünist heyetine gösterdiği bu nezaketin arkasında derin bir öfke
saklıydı.
Aslında
Mustafa Suphi ve arkadaşları, Türkiye’ye dönüş için çok yanlış bir zaman
seçmişlerdi. Kars’a vardıklarında, eskiden Ankara Hükümeti’nin safında iken
artık ona karşı olan ve Mustafa Kemal’e karşı olan tüm “aşırı” unsurları
çevresinde toplayabilme umuduyla kendisine “Bolşevik” süsü veren Çerkes
Ethem’in çeteleri ile Kemalist kuvvetler arasında şiddetli çarpışmalar
sürüyordu.[98] Bu durum, Ankara Hükümeti’ne “Bolşevizm”in (en geniş mânâda)
birliği bozucu tehlikeli bir etmen olabileceği kanısını vermişti. Millî
iktidar, bu koşullarda, Anadolu’daki komünist faaliyetlerin artmasını hoş
karşılayabilir miydi? Hiç şüphesiz ki hayır. Mustafa Suphi, Kars’ta Kâzım
Karabekir’le samimi bir hava içerisinde görüşürken, Türk yöneticiler
kararlarını vermişlerdi bile: ne pahasına olursa olsun, bu grup geri dönmek
zorunda bırakılmalıydı.[99]
Lâkin
bu, gene de güç bir işti, zira Ankara Hükümeti, başlıca müttefiki olan
Sovyetler’e kendisini komünizme karşıymış gibi tanıtmak istemiyordu. Tam
tersine, mümkün olduğunca Moskova tarafından savunulan görüşlere taraftar
olduğu izlenimi vermek niyetindeydi. Dolayısıyla kendilerine böylesi bir görev
verilen yereldeki yetkililer çok dikkatli davranmak zorundaydılar.
Bilindiği
kadarıyla, yapılması gerekenler konusundaki kararı Kâzım Karabekir aldı. Acaba
Türk komünistlerin izleyecekleri yol boyunca, gitgide şiddetini artırarak,
sonunda onları Bakû’ye dönmeye zorlayacak “halk gösterileri” tertiplenemez
miydi? Böylesi bir manevra, millî hareketin yöneticilerinin suçlu duruma
düşmelerine engel olacaktı, hatta yanlarına birkaç jandarma vererek heyet
üyelerini “koruyormuş” gibi bile yapabilirlerdi.[100]
Sovyetler’in
Anadolu Hükümeti ile ilişkilerin sürdürülmesi için görevlendirdiği Budu
Medivani’nin Kars’ta bulunması sebebiyle, Kâzım Karabekir bu operasyonu kişisel
olarak yönetemezdi, ama 3 Ocak 1921 tarihli telgrafıyla Erzurum Valisi Hamit
Bey bundan sonra işi üstlenebilirdi.[101] Bu telgrafı alır almaz, Doğu ordusu
komutanı kendisine kesin talimatı verdi: Mustafa Suphi ve yoldaşlarına karşı
çok şiddetli bir basın kampanyası ile birlikte, “bu amaca matuf gösteriler”
düzenlenerek, bu eylemler, Türkiye’de değil çalışmak, hayatlarını tehlikeye
atmadan yolculuk bile edemeyeceklerine onları inandırana dek sürdürülecekti.
Ancak tüm bu eylemler, “genel olarak Bolşevizme değil, yalnızca kişilere”
yönelikmiş izlenimi verecek şekilde düzenlenecekti.[102]. Karabekir,
kendilerinde doğrudan doğruya tavır alınmadığını gören Rusların adamlarının
başlarına gelenlere daha kolaylıkla göz yumabileceklerini umuyordu.
Mustafa
Suphi’nin tüm bu hazırlıklardan haberdar olduğuna inanmak gerekiyor. 11 Ocak
günü, henüz Kars’ta iken, Ethem Nejat’la birlikte Suphi, Kâzım Karabekir’e
başvurarak, ona saldırganca eylemlerden kuşkulandığı için Erzurum’dan geçmekten
kaçındığını, arkadaşlarından bazılarının önceden belirlenen güzergâhı izlemeye
kararlı olmalarına rağmen, kendisinin Tiflis üzerinden giderek yolculuklarına
deniz yoluyla devam etmek görüşünde olduğunu iletti. Bu teklif, Karabekir’in
planlarına ters düşüyordu. Bu nedenle kendisi, böyle bir düzenlemeye yanaşmayı
reddederek, uzlaşmaz bir tavırla ziyaretçilerini iki seçenek ile karşı karşıya
bıraktı: Türk komünistler, hep birlikte ya Erzurum üzerinden yollarına devem
edecek, böylelikle de halkın kendileri için beslediği duygulara tanıklık edecek
ya da Ankara’ya gitmekten vazgeçerek gerisin geri döneceklerdi. Başka hiçbir
tartışmaya yer bırakmadığı görülen bu seçenek karşısında Mustafa Suphi de
Erzurum’da düzenlenen gösterileri göğüslemeye razı olmak zorunda kaldı.[103]
Kendisi
bu kararı alır almaz, Karabekir Hamit Bey’e haber verdi. Her şey planlandığı
gibi gelişiyordu. Bununla birlikte, Erzurum valisi yolcuların taciz
edilmemelerine de dikkat etmek zorundaydı. Özellikle halkın onları eşeklere
bindirerek hakaret etmesine veya buna benzer başka aşağılayıcı gösterilerde
bulunmasına engel olunmalıydı. Kamuoyu, duygularını ılımlı ve terbiyeli bir
biçimde dile getirmeliydi.[104]
Sonrasında
Mustafa Suphi ve arkadaşları, merdaneye kollarını kaptırdılar. Heyet üyeleri
arasında bazıları arkadaşlarını yarı yolda bırakıp kaçmayı tercih etti
elbette[105] ama toplam on beş kişi kadar olan başka isimler sonuna kadar
gitmeye kararlıydılar. Erzurum’da ise özellikle bu durum için kurulmuş olan
“Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti” adındaki bir örgüt, ajitasyon çalışmasını
üstlendi. Yolcular, 22 Ocak günü bu şehre geldiklerinde taşkın bir kalabalık
tren istasyonundan ayrılmalarına engel oldu. Derhal yola devam etmek zorunda
kaldılar. Kâzım Karabekir’in talimatları gereğince yereldeki yöneticiler,
onları sahil şeridine doğru yönelmeye zorladılar. Yol boyunca küfürler,
hakaretler ve anti-komünist sloganlar yağmur gibi yağıyordu. Hiçbir yerleşim
bölgesi onları ağırlamayı kabul etmiyor, fırıncılar onlara ekmek satmayı
reddediyor, göstericiler kendilerini taş yağmuruna tutuyorlardı. Sona
gelinmişti. 28 Ocak günü bitkin ve umutsuz bir hâlde Trabzon’a varabildiler.
Olayın çözüme kavuşacağı an gelip çatmıştı artık. Bir kere daha halkın aleyhte
gösterileriyle yüz yüze geldiklerinden, kayıkçılar loncası başkanı olan Yahya,
derhal denize açılmaları gerektiğini belirterek, motorlu bir tekneye
binmelerini önerdi. Mustafa Suphi ve yoldaşları bu teklifi hemen kabul ettiler.
Belki de onlar, Ankara’ya en yakın Karadeniz limanı olan İnebolu’ya gitmeyi
amaçlıyorlardı. Ama tekneleri kıyıdan epeyce açıldıktan sonra, içinde Yahya ve
adamlarının olduğu öne sürülen bir başka tekne onlara yetişti. Mustafa Suphi,
Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı dâhil tüm isimler katledilerek denize
atıldılar.[106]
Acaba
Kâzım Karabekir ile “suç ortağı” Hamit Bey, Trabzon faciasını öngörmüşler
miydi? Bu korkunç oyunu önceden hazırlamışlar mıydı? Öyle görünmüyor. Karabekir
tarafından Erzurum valisine gönderilen telgraflarda, tam tersine, komünist
militanlara karşı hiçbir şiddet eylemine girişilmemesi gerektiği
vurgulanıyordu. Peki bu durumda, Yahya’nın Trabzon’daki bu inisiyatifini nasıl
izah edebiliriz? Tüm kıyı boyunca gaddarlığıyla tanınan bu kişi, Mustafa Suphi
ve yoldaşlarını öldürmeye kendi başına mı karar vermişti? Böyle bir varsayımın
makul olmadığını söylemek pek mümkün değil. Muhtemelen Yahya, Anadolu’daki
komünist hareketin finansmanı amacıyla Mustafa Suphi’nin yanında taşıdığı
“hazine”nin çekiciliğine kapılmıştı. Peki ama “adi suç” iddiası üzerine kurulu
bu varsayımı kabul edecek olursak, Yahya’nın adalet önüne çıkarılıp, buralarda
bazı çevreleri “baklayı ağzından çıkarmakla”[107] tehdit ettiğinde, kendisinin
de bir suikast sonucu öldürülmesini nasıl açıklayacağız? Ne olursa olsun bazı
kişilerin onun açıklamalarından çekindikleri açıktır. Acaba o, kimleri zor
duruma düşürecekti? Trabzon’da İttihatçılar hesabına mı çalışıyordu? Kentteki
eşraftan birilerinin mi adamıydı? Ankara Hükümeti’nin ajanı mıydı?
İttihatçıların Mustafa Suphi’ye kastetmelerini gerektirecek yığınla neden vardı
ve birçok yazar, özellikle Kâzım Karabekir[108], Yahya’nın onlardan aldığı
talimat üzerine bu işi yaptığını savundu. Fakat çeşitli siyasî çevreleri hedef
alan tüm öteki suçlamalar gibi, bu da yalnızca bir varsayım olmaktan ileri gidemeyecekti.
Mustafa
Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi, TKP’nin ölümüne yol açabilecek bir
darbeydi.. Lâkin 1920 Eylül’ünde yapılan kongreden beri yerlerini alacak
kadrolar hazırdı. Trabzon faciası sırasında Türkiye’de Bakû’deki ekip
tarafından başlatılan çalışmaları kendi güçleriyle sürdürebilecek birçok
komünist örgüt bulunuyordu. Bunun dışında militanlardan bir bölümü de
Azerbaycan ve Rusya’da kalmışlardı. Kendilerine kısa bir süre sonra Nâzım
Hikmet ve arkadaşı Vâlâ Nurettin gibi “yeniler”in de katılacağı bu isimler,
beynelmilel komünist hareketin bağrında Türkiye’yi temsil etmeyi sürdürdüler.
Bununla
birlikte, partinin Türkiye sınırları içindeki çalışmalarında kısa süren bir
duraklama yaşandı. Yöneticilerin Trabzon açıklarında öldürülmeleri ile
birlikte, TBMM Hükümeti’nin emriyle başlayan bir dizi tutuklama, Anadolu’daki
en önemli iki örgüt olan Ankara ve Eskişehir örgütlerini devreden
çıkarttı.[109] Bu dönemde yalnızca İstanbul örgütünün belirli bir ajitasyon
faaliyetini sürdürdüğü görülüyor. İşgal kuvvetlerinin sürekli gözetimine
rağmen, Şefik Hüsnü’nün grubu 1921 Haziran’ında, Türkiye’de Marksist-Leninist
düşüncenin yayılmasına büyük katkısı olan Aydınlık adında “sosyolojik,
edebî ve eğitim amaçlı” bir dergi çıkarmayı bile başardı.
Tam
da Ankara Hükümeti’nin beklediği gibi, Sovyetler Anadolu’daki ağın
parçalanmasına seyirci kaldı. Rus basını, Mustafa Suphi’nin ölümü ile 1921’in
Ocak ayında gerçekleştirilen tutuklamaları bildirmek için birkaç ay geçmesini
bekledi.[110] Şimdilik hiçbir şey, Moskova’da sürdürülen ve Kafkasya ötesi
toprakların durumunun belirlenmesinin bağlı olduğu Türk-Rus görüşmelerinde
havayı bulandırmamalıydı. Çiçerin, bu konuda Türk heyetinin başkanı olan Ali
Fuat Paşa’nın dikkatini çektiyse de Ali Fuat Paşa, Çiçerin’i Türk hükümetinin
suçsuzluğuna kolayca inandırdı. Suphi ve yoldaşlarının ölümü bir kazaydı, büyük
bir ihtimalle gemileri batmıştı.[111] Ankara ve Eskişehir’deki tutuklamalarsa
komünist militanların “taktik hatalar”ından kaynaklanmıştı. Bunlar, milletin
tüm güçlerinin dış düşmanlara karşı verilen mücadelede kullanılmaları gerektiği
bir dönemde, vakitsiz olarak, bir toplumsal devrim yapma çabası içine
girmişlerdi.
Aslında
Ali Fuat Paşa’nın açıklamaları tümüyle temelsiz değildi. Komintern’in İkinci
Kongresi’nin talimatlarına rağmen, Türk komünistlerin “ilk kuşağı”, gerçekten
de zaman zaman gereksiz bir eylemlilik sergileme yanılgısına düşmüştü.
Anadolulu militanlardan bazıları ise 1920 yılının sonlarına doğru Kemalist
güçleri oldukça uğraştıran bir hareket olan Çerkes Ethem isyanına
karışmışlardı.
İstanbul
grubunun egemen olduğu “ikinci kuşak”, Moskova’nın talimatlarına çok daha iyi
uyacak durumdaydı. Mustafa Suphi’nin eserini tamamlamaya çalışan başlıca
isimlerden biri olan Şefik Hüsnü, Lenin’in millet ve sömürgeler meselesi
üzerine tezlerini harfi harfine uygulayarak, millî kurtuluş hareketinin
desteklenmesi gerektiğini sürekli vurgulayacaktı. Ama bundan böyle TKP, Ankara
Hükümeti’nin otoritesini gerçekten sarsabilecek hiçbir teşebbüste bulunmaya
cesaret edemeyerek, bekleyiş içinde yaşamaya mahkûm oldu.
Acaba
Mustafa Suphi ve yoldaşları sağ kalsalardı, kurdukları örgüt gene de aynı
ihtiyatlı, bekle-gör tavrını takınmak zorunda kalır mıydı? Öyle görünüyor ki bu
soruya evet cevabını vermek gerekiyor, zira Bakû Kongresi’nden bu yana Türk
“enternasyonalistler”, artık izleyecekleri stratejiyi özgürce tespit etme
imkânından mahrumdular. Tümüyle Komintern’e tabi olan örgüt, artık pratikte
sadece basit bir uygulayıcıdan başka bir şey değildi.
Paul Dumont
Meudon 1977
[Kaynak:
Cahiers du monde russe et soviétique (“Rus ve Sovyet Dünyası
Defterleri”), Cilt: 18, Sayı: 4, Ekim-Aralık 1977, s. 377-409.]
Dipnotlar:
[1] Yaklaşık yirmi yıldır Sovyet tarihçileri Türkiye Komünist Partisi tarihi
üzerine birçok çalışma kaleme almışlardır. Bu çalışmaların bazıları yeni ve
temini güç kaynaklara dayandığından veya hiç yayınlanmamış olduğundan, çok
kıymetlidir. Biz bu noktada esas olarak şu çalışmalardan istifade ettik: A. M.
Šamsutdinov, “Pervyj s’ezd kommunističeskoj partii Turcii” (TKP Birinci
Kongresi), Kratkie soobščenija instituta narodov Azii, 30, 1961, s.
227-237; du même Nacional'no-osvoboditel'naja bor'ba v Turcii. 1918-1923
gg. (1918-1923 Arası Dönemde Türkiye’de Millî Kurtuluş Mücadelesi), Moskova,
1966; R. P. Kornenko, Rabočee dviženie v Turcii. 1918-1963 gg.
(1918-1963 Arası Dönemde Türkiye İşçi Hareketi), Moskova, 1965; E. F.
Ludšuvejt, “Konferencija levyh tureckih socialistov v Moskve letom 1918 goda”
(Türk Sol Sosyalistleri Konferansı -1918 Yazı, Moskova), Akademija nauk
armjanskoj SSR, Vostokovedčeskij sborník içinde (Doğu Üzerine
Araştırmalar), Erivan, 1964, 2, s. 174-192; R. Nafigov, “Dejatel'nost'
central'nogo musul'manskogo komissariata pri narodnom Komissariate po delam
nacional'nostej v 1918 godu” (1918 Yılında Halkın Milliyetler Komiserliği
Bünyesinde Merkezî Müslüman Komiserliği’nin Faaliyetleri), Sovetskoe
vostokovedenie, 5, 1958, s. 1 16-120; M. A. Persic, “Tureckie
internacionalisty v Rossii” (Rusya’da Türk Enternasyonalistler), Národy Azii
i Afriki, 5, 1967, s. 59-67; N. Subaev ve F. Hamidullin, “Mustafa Subhi v
Tatarii. 1918-1919” (Mustafa Suphi Tataristan’da. 1918-1919), a.g.e., 2,
1969, s. 72-77; N. Subaev, “Organ tureckih internacionalistov 'Yeni Dùnya' kak
istoričeskij istočnik. 1918-1919” (Tarihsel Kaynak Olarak Türk
Enternasyonalistlerin Yayın Organı Yeni Dünya: 1918-1919), a.g.e.,
2, 1975, s. 62-71.
[2]
Bilhassa 28-29 Kanunisâni 1921. Karadeniz Kıyılarında Parçalanan Mustafa
Suphi ve Yoldaşlarının İkinci Yıldönümleri, Moskova 1923. Bu eser, 28-29
Ocak 1921’i Unutma. Mustafa Suphi ve Yoldaşları adıyla Brüksel’de 1975’te
yeniden yayımlanmıştır. Suphi’nin diğer “resmî” biyografileri arasında
ölümünden sonra Sultan Galiyev’in ondan söz eden makalesi, “Mustafa Suphi ve Yapıtı”,Zhizn
natsional’nostei, 14 (112) 1921 yayınlanmıştır; daha yakın bir tarihte
yayınlanmış olan şu eserlere de bakılabilir: J. N. Rosaliev, “Ubeždennyj
internacionalist” (İnançlı Bir Enternasyonalist), parue dans un ouvrage
consacré aux divers “héros” du mouvement communiste international, Žizn'
otdannaja bor'be (Mücadeleye Adanmış Bir Hayat), Moskova, 1964.
[3]
Elimizdeki muhtelif kaynaklar kırk kadar militanın ismini veriyor. Ama onlar
hakkında başka hiçbir bilgiye sahip değiliz. Bununla birlikte, birkaç kişinin
Mustafa Suphi’nin yanı başında partide önemli rolleri olduğu anlaşılıyor:
bilhassa Bakû Kongresi’nin düzenlenmesinde faal bir rol oynayan Hilmioğlu Hakkı
ile İstanbul grubunun eylemcilerinden ve yetenekli bir pedagog da olan Ethem
Nejat’ın ismini anmak gerek.
[4]
Ali Yazıcı, “Mustafa Suphi Yoldaşın Tercüme-i Hâli ve Siyasî Şahsiyeti”, 28-29
Kanunisâni 1921 içinde, s. 3-7. Mustafa Suphi’nin elimizde bulunan ilk
biyografisi 1914 tarihlidir. Nevsâl-i Millî adlı eserden alınan bu metin
Türkiye Defteri’nde yayınlandı (Sayı: 20, 1975, s. 86).
[5]
Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi (AMAEF) yeni dizi, Türkiye 7, f. 91. Paris
Emniyet Müdürü’nün 29 Temmuz 1910 tarihli bir raporunun nüshası: “Şerif Paşa
bana siyasî düşmanlarının hayatına kastettiklerini sandığından bahsettiği bir
mektup gönderdi. […] Bu mektup üzerine tahkikata girişerek hayatı tehlikede
olmasa bile, Paşa’nın çevresinde muhtelif entrikaların çevrildiği haberini
aldım. Paris’te ajanları öğrenci kılığına girmiş olan ve şubelerinden biri de
51, Monsieur le Prince sokağındaki Osmanlı Talebe Birliği merkezinde olan bir
gizli polis merkezinin faaliyette olduğunu öğrendim. Bu tahkikatta ismini
tespit edebildiklerimden biri olan aslen Arnavut Daniş adında biri arkadaşları
ile birlikte Osmanlı hükümetinin isteği üzerine Institute National Agronomique’e
dinleyici-öğrenci olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Talebe Birliği’ni 43 Ecoles
sokağında oturan ve Tanin adlı hükümetçi gazetenin muhabirliğini yapan
Mustafa Suphi adında bir kişi yönetmektedir. Birlik, Osmanlı büyükelçiliğinin
tavsiyesi üzerine kendilerine 1000 Frank’a kiralanan bir dairede
toplanmaktadır.”
[6]
Mehmed Moustafa Soubhy, “L'organisation du crédit agricole en Turquie”,
[Türkiye’de Tarımsal Kredilerin Örgütlenmesi] Uluslararası Tarım Enstitüsü, Bulletin
du bureau des institutions economiques et sociales 2, 1910, s. 59-76.
[7]
Bkz. özellikle Sultan Galiev, a.g.m., J. N. Rosaliev (a.g.m., s.
509) Mustafa Suphi’nin Jean Jaurés ile sürekli ilişkide olduğunu yazarsa da
elimizde bununla ilgili hiçbir delil yoktur. Rosaliev’in tezini kanıtlamak için
incelemesine aldığı verilerin çoğu, sanırız Mustafa Suphi efsanesini süslemeye
yarayan ve tahminden öte bir nitelik arz etmeyen tespitlerden ibarettir.
[8]
Bkz. Vazife-i Temdin, İstanbul 1328/1912, Türkiye Defteri, 20,
1975, s. 87-108’de yeniden yayınlanmıştır.
[9]
Bu Önsöz (İlm-i İçtimai Nedir, İstanbul 1327/1911), Türkiye Defteri
9 Temmuz 1974, s. 2-5’te tekrar yayınlanmıştır.
[10]
İttihatçıların belli balı şahsiyetlerinden Dr. Nâzım tarafından eski Maliye
Vekili Cavit Bey’e 15 Nisan 1921’de yazılan bir mektuba göre. Bu mektup, H. C.
Yalçın tarafından 15 Aralık 1944 tarihinde Tanin’de yayınlandı. Bkz. Hikmet
Bayur, “Mustafa Suphi ve Milli Mücadeleye El Koymaya Çalışan Bazı Kökü Dışarıda
Akımlar”, Belleten, 140, Ekim 1971, s. 588.
[11]
Yusuf Akçura (1876-1933), Pantürkist hareketin belli başlı şahsiyetlerinden
biri. 1908 yılında İstanbul’a yerleşerek birçok Tatar-Türk cemiyeti kurdu ve
191 yılında Pantürkist fikirlerin propagandasını yapan Türk Yurdu dergisini
çıkarmaya başladı. İttihat ve terakki geçici bir süre için iktidardan ayrıldığı
zaman “Milli Meşrutiyet Fırkası”nı kurmuştu. Başlarda bu partinin İttihatçılara
karşı kesin bir tavrı olmamakla birlikte, iki örgüt arasına kısa sürede bir
uçurum oluştu. Bu konuda özellikle Mustafa Suphi’nin İfham’da yayınlanan
yazılarının büyük bir rolü vardır. Bu konuda Bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de
Siyasî Partiler, 1859-1952, s. 358-368. Bu kitapta bilhassa partinin
programına bakınız. Tarımsal sorunlara büyük önem veren “Ekonomi” bölümü,
Mustafa Suphi tarafından düzenlenmişe benziyor.
[12]
Pantürkist ideoloji üzerine bilgi için bkz. Paul Dumont, “La revue ‘Türk Yurdu’
est les musulmans de l'Empire russe, 1911-1914”, (“Türk Yurdu Dergisi ve Rus
İmparatorluğu’nda Müslümanlar 1911-1914”), CMRS, XV (3-4), 1974, s. 315-331. Bu
makale Pantürkist militanlar tarafından savunulan bazı görüşlerin “ilerici”
yanlarını belirtir. Ekonomik alanda o sıralar Türkiye’de bulunan sosyalist
İsrael Helland “Parvus’un etkisiyle Batı emperyalizmine karşı mücadeleye
ağırlık verilmiştir. Toplumsal alanda hareketin ideologları gelenekleri yeniden
canlandırmayı amaçlıyorlardı; ancak Avrupa uygarlığından alıntılar yapmanın
olumlu yönlerini de vurguluyorlardı. Son olarak da siyasî alanda Türk ırkından
olan tüm halkların birliğinden yanaydılar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ırksal
yapısını korumaktan yana olan Jön-Türklerin “Osmanlılık” stratejisine karşı
çıkıyorlardı.
[13]
Bkz. Ahmet Bedevi Kran, Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve
Millî Mücadele, İstanbul 1959, s. 622. Jön-Türklerin “masonluğu” gerçekten
beynelmilel bir nitelik mi arz ediyordu? Bildiğimiz kadarıyla, 1908
Devrimi’nden sonra Türkiye’de kurulan birçok locadan hiçbiri Avrupalı
kuruluşlarca tanınmamıştı. Bu localar tam da Suphi’nin kurmayı amaçladığı “Türk
Masonluğu”nu oluşturuyorlardı.
[14]
Kaçaklar (12 kişi) Sinop’u sandalla terketmişlerdi. Kırım’a gidebilmek için
korsanlar gibi davranarak açık denizde bir yelkenliyi ele geçirdiler. Bkz. A.
B. Kuran, a.g.e., s. 623-626.
[15]
Ali Yazıcı, a.g.m., s. 4.
[16]
Bu rapor, 28-29 Kanunsâni 1921, s. 52-65’te yayınlanmıştır. TKP’nin muhtelif
oluşum evreleri üzerine bizi aydınlatan temel bir metindir. Latin harfleriyle
yakın tarihlerde birçok kez yayınlanmıştır.
Bkz.
Mustafa Suphi, Kavgası ve Düşünceleri, Brüksel, 1974, s. 63-83; Türkiye’nin
mazlum Amele ve Rençberlerine, M. Suphi, İstanbul 1976, s. 29-42.
[17]
Fransız Dışişleri Bakanlığı’na verilen 6 Ocak 1921 tarihli bir rapor Mustafa
Suphi’yi yerici bir ifadeyle düzenlenmiştir: “M. Suphi yoldaş Said Molla, Rıza
Tevfik, Ali Kemal benzeri bir politikacıdır. Kendilerini devredışı bırakmak
hatasına düşen İttihat ve Terakki’ye karşı düşmanlıklarından başka hiçbir
ilkeleri olmayan bu kişiler her zaman İttihatçıların ak dediğine kara deme
siyasetini gütmüşlerdir. Bu devirde İttihatçılar Bolşevizme karşı oldukları
için Mustafa Suphi Bolşeviklerle birlikte onları rahatsız eden ve aynı zamanda
kendisi için çok kârlı bir çalışmaya girişmiştir.” (AMAEF, Série E, Levant
1919-1929, Turquie 95, f. 69). A. K. Varınca “Mustafa Suphi’nin Macerası”, Meydan
55, 1966, s. 15) buna benzer bir kanıyı dile getirir. Türk komünist hareketinin
eski bir militanı olan Ahmet Cevat Emre ise anılarında “Mustafa Suphi
Marksizmden hiçbir şey anlamayan bir yoldaştı” diye yazacak kadar ileri gider.
Bkz. “1920 Moskova’sında Türk Komünistleri”, Tarih Dünyası 2, 1965, s.
149.
[18]
Merkezî Müslüman Komiserliği’nin faaliyetlerine dair birçok inceleme kaleme
alınmıştır. Özellikle R. Nafigov, a.g.m. ve Alexandre Benningsen-Chantal
Quelquijay (Les mouvements nationaux chez les Musulmans de Russie. Le ‘sultan
galievisme’ au Tatarstan, Paris-La Haye, 1960, s. 111.
[19]
Molla Nur Vahitov (1885-1918) Ufa yöresinde doğmuş bir Tatar’dı. Kazan Rus
lisesinden sonra eğitimine Saint Petersburg Politeknik Enstitüsü’nde devam
etti, buradan siyasî inançları üzerinden kovulduktan sonra Psikonöroloji
Enstitüsü’ne kaydoldu. 1910’dan itibaren Rus başkentindeki Marksist çevrelerde
çalışmaya başladı. İnançlı bir sosyalist olarak 1917’de Müslüman Sosyalist
Komitesi’ni kurdu ve Ekim Devrimi’nden sonra Kazan Devrim Komitesi üyeliğinde
bulundu. Stalin tarafından Merkezî Müslüman Komiserliği’nin başına getirilerek
Rusya’daki Müslümanlara yönelik önemli bir idarî ve askerî örgüt oluşturdu.
1918 yazında Kazan’ı Çekoslovak alaylarına karşı savunurken esir düşerek 18
Ağustos’ta kurşuna dizildi. 1880’lerde doğan Sultan Galiyev, Vahidov’un en yakın
çalışma arkadaşıydı. Müslüman Sosyalist komitesinin yöneticileri arasında iken
1917 Kasım’ında komünist partiye üye oldu. Merkezî Müslüman Askerî Koleji’nin
bakanı iken Molla Nur Vahidov’un ölümü üzerine onun Merkezî Müslüman
Komiserliği’ndeki yerini aldı. Ama bazı ideolojik konularda doğrudan üstü
Stalin’le anlaşmazlığa düşünce bu görev uzun sürmedi. Partinin kumanda
organlarından uzaklaştırılıp 1923’te milliyetçi sapma ve karşı-devrimci eylemde
bulunma suçlarından tutuklandı. Daha sonra ikinci kez tutuklanarak on yıl hapse
mahkûm oldu (1928). Molla Nur Vahidov ile Sultan Galiyev için bkz. Alexandre
Benningsen-Chantal Quelquijay, a.g.e.
[20]
Sultan Galiev, “Tatary i Oktjabrskaja revoljucija” (Tatarlar ve Ekim Devrimi), Zhizn’
Natsional’nostei, 21 (122) 1921.
[21]
8 Mart 1918’de Molla Nur Vahidov, RKP(B)’nin programını kabul etmekle birlikte,
özerk bir Müslüman komünist partisinin kurulmasına karar alan bir konferansı
Moskova’da topladı. Bu konferanstan sonra 1918 Haziran’ında partinin etiketini
değiştirmekle yetinen bir toplantı daha yapıldı. Rus Müslüman Komünist Partisi
(Bolşevik) ismini alan bu örgüt, bu isme rağmen, özellikle Rus partisine karşı
Müslüman militanların bağımsızlıklarını savunmakla uğraştı. Bkz. Alexandre
Benningsen-Chantal Quelquijay, a.g.e., s. 113.
[22]
A.g.e., s. 121.
[23]
1917 yılının sonlarına dek Şerif Manatov millî Başkurt hareketinin sağ
kanadının başlıca yöneticilerinden biriydi. 1918 Şubat’ında Merkezî Müslüman
Komiserliği’nde Molla Nur Vahidov’un yardımcısı oldu. Daha sonra özellikle
Türkiye’de Anadolu’nun en önemli iki komünist örgütünün, Ankara ve Eskişehir
örgütlerinin kuruluş çalışmalarını da içeren bir ajitasyon faaliyetinde
bulundu.
[24]
Gazetenin değişik isimleri, bir dereceye kadar Mustafa Suphi’nin
gerçekleştirdiği örgütleme çalışmasının çeşitli evrelerini de yansıtmaktadır.
Önce Merkezî Müslüman Komiserliği’nin organı (sayı 1-7), daha sonra Türk
iştirakçilerinin organı (8-9), Türk komünistlerinin organı (10), RKP(B)
Müslüman Örgütler Merkez Bürosu’nun Türk Şubesi organı (12-25) ve sonunda Doğu
Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu’nun Türk Şubesi organı (26)
isimlerini almıştır. B. N. A. Subaev, a.g.m., s. 63-64. Bu değişiklikler
tabii ki Stalin’in 1918 Kasım’ından itibaren Merkezî Müslüman Komiserliği’nde
yaptığı değişikliklerle çakışır. Burada Milliyetler Komiseri tarafından
amaçlanan şey Molla Nur Vahidov’un ekibinin özerklik yanlısı taleplerine mani
olarak, Müslümanları RKP(B)’ye katılmaya zorlamaktı. 1919 ilkbaharında Stalin
amacına erişti. Müslüman Örgütler Merkez Bürosu yerine kurulan Doğu Halkları
Komünist Örgütleri Merkez Bürosu Rus Müslümanlarının bağlı olduğu aygıtta
Müslümanlığa her türlü başvuruyu engelliyordu. Bu konuda bkz. Alexandre
Benningsen-Chantal Quelquijay, a.g.e., s. 126.
[25]
Yeni Dünya, Merkezî Müslüman Komiserliği’nin Tatar yöneticilerinin
yazılarına önemli bir yer ayırıyordu. Burada özellikle Molla Nur Vahidov ve
Tataristan’ın en üretken aydınlarından olan Galimcan İbrahimov’un imzalarına
rastlanıyordu. Derginin Türk kadrosu arasında Subaev (a.g.m., s. 64) H.
Hüsnü, L. İsmet, M. Nazmi ve S. Vali’nin adlarını verir.
[26]
Yeni Dünya I, 1918, Akdes Nimet Kurat, “Türkiye ve Rusya, 18. Yüzyıl
Sonundan Kurtuluş Savaşı’na Kadar Türk-Rus İlişkileri 1798-1919”, Ankara 1970,
s. 433.
[27]
A.g.e. s. 678’de Çiçerin’in yardımcısı Karahan tarafından 23 Mayıs
1918’de Galip Kemali Bey’e gönderilen mektuba geniş bir yer ayrılmıştır.
[28]
Dış propaganda şubesi tarafından çevrilerek yayınlanan öteki metinler arasında
“Türkiye ve İran’ın Paylaşılması Üzerine Gizli Belgeler” (10.000 nüsha), Devrimimizde
Proletaryanın Görevleri (30.000 nüsha) ve RKP(B) programından bir
derlemeden (40.000 nüsha) de bahsetmek gerek. B. M. A. Persic, a.g.m.,
s. 67.
[29]
A.g.e.
[30]
A.g.e., s. 60. Bu ajitatörlere, yeni katılanların dinî duygularını
incitmemeleri, onlara dolaysız ve basit bir dille seslenmeleri talimatı
verilmişti.
[31]
“Türk İştirakiyyun” ismini 1918 Ocak’ında Kazan’da bir Müslüman İştirakiyyun
Komitesi kuran Müslüman Tatarlardan almışlardı. Bu adlandırma Bolşeviklerle
işbirliği yapmaya hazır olmaları koşuluyla kendilerini sosyalist kabul eden
herkesi örgüte alma imkânı veriyordu.
[32]
Bkz. E. F. Ludšuvejt, a.g.e. ve M. A. Persic, a.g.m. Konferans
delegelerinin isimleri şu şekildedir: Asım Necati (İvanova’dan, Şevket Mustafa
(Ribinsk), Cevdet (Kazan), Nusret Nihad (Kostroma), Hüseyin Hüsnü (Nereht),
İbhraim Ahmet (Jurevsk), Halid Cevat (Ufa), Mehmet Cemil (Orel), Edhem Necati
(Moskova), Şevki Ahmet (Riyazan), Ahmed Musa (Kazan), Mustafa Suphi (Ural’ı
temsilen), Abbas Halil (Kafkasya), Osman Hattat (Kazan), Hasan Hüsnü
(Astrahan), Arslan Tevfik (Moskova), Osifullah Kerim (Moskova). Tahminen bu
kişilerin çoğu sonrasında TKP’de çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Örneğin Asım
Necati 1920 Eylül’ünde partinin merkezî komiteye seçilmiştir. Bkz. Dr. Samih
Çoruhlu (A. N. Kurat’ın takma adı) “İstiklal Savaşı’nda Komünizm Faaliyeti”, Yeni
İstanbul, 11 Temmuz 1966, Yeni Dünya’nın redaktörlerinden olan
Hüseyin Hüsnü belki de 1920 Temmuz’undaki Komintern’in İkinci Kongresi’nde
Mustafa Suphi’nin örgütünü temsil etmiştir. M. A. Persic, a.g.e., s. 66;
Yazar, konferans protokolünde ismi “Ethem Nedjati” olarak yazılan militanın
Ethem Nejat olduğunu iddia eder. Ethem Nejat 1919’dan sonra partinin en parlak
isimlerinden biridir ve bu iddia temelsizdir. Parantez içerisinde verilen yer
isimleri, Rusya’daki Türk savaş esirlerinin kaldıkları kampların bulunduğu
yerlerin isimleridir.
[33]
M. A. Persic, 1918 Temmuz’undaki tartışmaların en iyi özetini verse de
konferans sırasında ortaya çıkan çeşitli uzlaşmazlıkları belirtmemeye dikkat
eder. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. E. F. Ludsuvejt, a.g.m.
[34]
Bkz. N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.m., s. 73.
[35]
N. Subaev ve Y. Hamidullin, a.g.e., s. 74. Bu çalışmaya göre İhsan
Saduli Kazan’daki Türk Komünist Örgütü’nün üyelerindendi. Ajitasyon ve
propagandada uzman olduğundan, 1918 Aralık’ında Saratov’daki kampta tutulan
Türk savaş esirlerini Bolşevikleştirmekle görevlendirildi.
[36]
Bkz. Paul Broue, Premier Congrès de l'Internationale communiste,
[Komünist Enternasyonal Birinci Kongresi] Paris, 1974, s. 268.
[37]
Ali Yazıcı, Moskova, Kaza, Samara, Saratov, Riyazan ve Astrahan şubelerinden
söz eder. Ancak başka şehirlerde de Türk komünist örgütlerinin oluştuğuna da
değinir.
[38]
N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.e., s. 74. Bu çalışmaya göre, Kazan
şubesinin başkanı Moskova Konferansı’ndaki delegelerden biri olan Osman
Hattat’tı. Sekreterliği Rıza Bekiroğlu yapıyordu. Mustafa Suphi ise Türk askerî
birliğinin komiserliğine atanmıştı.
[39]
N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.e., s. 75. Bu ajitatörler önce
Ukrayna’ya, ardından da Mustafa Suphi’nin karargâhını naklettiği Kırım’a
gönderildiler.
[40]
Bkz. a.g.m., s. 75-77. Bilim koleji 1919 yılı başında Stalin tarafından
Vahidov’un kurduğu birçok örgütle birlikte dağıtıldı. Yöneticileri arasında
olup komünist partisi üyesi olmayanlar Sibirya’ya kaçmak zorunda kaldılar.
[41]
A.g.m.’den anlaşıldığı kadarıyla. Sultan Galiev, “Mustafa Subhi i ego
rabota”, a.g.m.
[42]
N. Subaev ve F. Hamidullin, a.g.m., s. 75.
[43]
Bkz. A. Bennigsen ve Ch. Quelquejay, a.g.e., s. 126.
[44]
Subaev, a.g.m., s. 68-69’da verdiği kongre özetlerinden böyle bir sonuç
çıkmaktadır. Mustafa Suphi özellikle örgütüne Türk İştirakiyyun Partisi adını
verdiği için eleştirildi. Bu zamana dek Türk devrimcilerin sürdürdüğü
sosyalizmin her çeşidine açık olma siyasetinden vazgeçerek RKP’nin oluşturduğu
platforma bağlılığını bildirmek zorunda kaldı. Mustafa Suphi ve kongredeki
diğer Türk delegelere yapılan saldırıların kökeninde de bunların Sultan Galiyev
ile Molla Nur Vahidov’un özerklik istemlerini desteklemiş olmalarının bulunduğu
düşünülebilir.
[45]
Bkz. Yayına Hz.: P. Broué, a.g.e., s. 266-268.
[46]
“Ne zabyvajte vostoka”. Bu ünlü makale, 24 Kasım 1918’de Zhizn’
Natsional’nostei’de çıkmış ve Stalin’in Toplu Eserler’inin 4.
cildinde tekrar yayınlanmıştır.
[47]
26 Kasım 1917’de Kırımlı Tatarlar Bahçesaray’da bir kurultay toplayarak fiilen
özerk bir Tatar hükümeti oluşturmuşlardı. Ama 1918 Ocak’ının sonlarına doğru
Sivastopol Bolşevik Komitesi bu kurultay kuvvetlerinin üzerine Karadeniz
denizcilerini gönderdi. Başkanları Cemebev öldürüldü, öteki yöneticiler
dağıtıldı, 1918 Mart’ında Bolşevikler Kırım’da içinde yalnızca Müslüman
işleriyle görevli tek bir Tatar bulunan bir hükümet kurdular. Bu ilk Sovyet
hükümeti 1918 Nisan’ında Alman ordusunun Kırım’ı işgal etmesiyle devrildi. Bu
dönem Kırım tarihi üstüne daha geniş bilgi için bkz. E. Kırımal, Der
nationale Kampfder Krimttirken mit besonderer Beriiksichtigung der Jahre
1917-1918, Emsdetten, 1952.
[48]
1920 Eylül’ünde Bakû’de toplanan TKP Birinci Kongresi’ne Mustafa Suphi
tarafından sunulan rapordan bu sonuç çıkarılıyor. Bkz. “Türkiye Komünist
Teşkilâtı Merkezî Heyetin Faaliyeti Hakkında, 28-29 Kanunisâni 1921, s. 56.
Lâkin bu metinde yer verilen kronolojik göstergeler genellikle pek güvenilir
gibi görünmüyor. Örneğin Mustafa Suphi’nin Kırım’da bulunuşunu 22 Ocak-23 Nisan
1919 olarak veriyor ki gerçekte Bolşevikler Simferopol’e ancak 10 Nisan’da
ulaşmışlardı ve Yeni Dünya’nın buradaki ilk sayısı da aynı ayın 20’sinde
çıkmıştı. Öyle görünüyor ki Mustafa Suphi (veya raporun tashihini yapan kişi?)
1919’daki Rus işgalini gerçekten de 20 Ocak 1918’de başlayıp Nisan sonlarında
sona eren 1918’dekiyle karıştırmıştır.
[49]
Yukarıda belirtilen kaynağın 56. sayfası. Mustafa Suphi’nin verdiği bilgiler şu
çalışmada aktarılan arşiv belgelerince de doğrulanmaktadır: N. Subaev ve F.
Hamidullin, a.g.m., s. 75.
[50]
“Manifesto”, Yeni Dünya’nın, 14-18 (20 Nisan-14 Mayıs 1919), “Platform”
ise 25 Mayıs 1919’da çıkan 26. sayısında yayınlandı. Bkz. N. Subaev, a.g.m.,
s. 69.
[51]
Bkz. Mustafa Suphi “İkinci Devir”, Yeni Dünya’nın Kırım’da yayınlanan
ilk sayısının başyazısı 28-29 Kanunisâni 1921’de yeniden yayınlandı, s. 43.
[52]
Bkz. Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 56.
[53]
Obkom: Komünist Partisi’nin bölge (Oblast’) komitesi.
[54]
N. Subaev, a.g.m., s. 69.
[55]
Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 56.
[56]
Odesa’nın Bolşevikler eline geçmesi, Karadeniz’deki Fransız denizcilerin ünlü
isyanı sayesinde kolaylaşmıştı. Bkz. André Marty, La révolte de la mer Noire,
Paris, 1970, tıpkıbasım.
[57]
Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 57. Odesa’dan İstanbul’a
giderken İngilizlerce tutuklanan Hüseyin Seyd belki de bu sözcülerden biriydi;
Bkz. Dışişleri Bakanlığı Arşivi, FO 371/5171, 16 Eylül 1920 tarihli SIS raporu,
s. 122.
[58]
Bu çağrının metni için X. J. Eudin ve R. C. North, Soviet Russia and the
East 1920-1927: A Documentary Survey, Stanford 1957, s. 184-186.
[59]
Bkz.: Yukarıda belirtilen belgeler, s. 160-61.
[60]
Şubat Devrimi’nden itibaren Taşkent’te bir işçi, köylü ve asker sovyeti
kurulmuştu. Ekim Devrimi’nden sonra Menşevik ve Sağ SR’lar, Sol SR’lar lehine
elenerek Bolşeviklerin eline geçti. Sovyetler’in Üçüncü Bölgesel Kongresi’nden
sonra 15 üyesinin tümü de Rus olan bir Türkistan Halk Komiserleri Konseyi
(Türksovnarkom) işbaşına getirildi. Rus devrimcilerinin bu (sömürgeci)
tavırlarının yarattığı hoşnutsuzluğa rağmen Taşkent Sovyeti Moskova ile yeniden
ilişki kurabilene dek tutunabildi. Bkz. d'Hélène Carrère d'Encausse, Réforme
et révolution chez les Musulmans de l'Empire, Russe, Paris, 1966, s. 190 ve
şu eserde Türkistan bölümü: S. A. Zenkovsky, Pan-Turkism and Islam in Russia,
Cambridge, Mass. , 1967.
[61]
Arapçada “yeni” anlamına gelen ve modernistlerle reform yanlılarını ifade eden
kelime. Yerli “burjuvazi”den kaynaklanan reformist hareket, Türkistan’da 19.
yüzyılın sonunda ortaya çıktı. 1905’ten sonra Cedidîler millî talepleri içeren
bir programa doğru yöneldiler ve içlerinden bazıları Pantürkizme kaydı.
[62]
[57] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 58. Bu ifadelerin fazla
muğlâk olduğunu görmek gerek. Cedidîleri olduğu kadar, Türkistanskaya
Komissiya üyelerinden birinin deyimiyle, Türkistan’da “yerli halk
kitlelerin geniş bir kısmının Kızıl Ordu askerleri ve görevlileri tarafından
feodaliteye has biçimde sömürülmesine dayanan” bir rejim kurmuş olan Rus
komünistlerini” de kastediyor olabilir.
[63]
Z. V. Togan, Hatıralar (“Souvenirs”), İstanbul, 1969, s. 333.
[57]
Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”. Suphi burada karmaşık bir dil
kullanıyor: “Merkezî komitenin faaliyetlerine katıldık […]” Bu ifadesiyle Suphi
merkezî komiteye girdiğini mi söylüyor yoksa sadece Türkistanlı yoldaşlara öğüt
vermekle yetindiğini mi?
[65]
Bkz. Eudin ve North, a.g.e., s. 160-161.
[66]
Žhizn' natsionál 'nostei, 4 (61), 1920, aktaran: E. H. Carr, The
Bolshevik Revolution, 1917-1923, Harmondsworth, Penguin Books, 1969, I, s.
340. Muhtemelen Şubat ayının (1920) ilk yarısında Suphi bu trenle Taşkent’e
geldi.
[67]
Halil Paşa (1881-1957) Enver Paşa’nın amcasıydı. Irak’ta Kutu’l Amare’de
General Townshend’i 13.000 kişilik ordusuyla esir alarak meşhur olmuştu.
Mondros Ateşkesi ertesinde İngilizlerce İstanbul’da tutuklanan paşa Ağustos
1919’da kaçtı. Mustafa Kemal’e yardım önerdi. Kemal Paşa onu millî hareket
adına Bolşeviklerle ilişki kurmakla görevlendirdi. Eski Zor mutasarrıfı olan
Salih Zeki, özellikle 1916 yılında, kendi bölgesindeki Ermenileri topluca
katlettiği için belirli bir şöhrete sahipti. Dr. Fuat Sabit ise Türk
Ocakları’nın eski militanlarındandı. Erzurum Kongresi sonrasında M. Kemal
tarafından Azerbaycan’a gönderilerek burada Bolşeviklere yakınlaşmakta hiç
gecikmedi. İngiliz dışişlerinin bir raporuna göre (7 Eylül 1920, FO 371/5178)
Kazan’da Haziran veya Temmuz 1920’de “resmî bir göreve” de getirildi.
[68]
Bu Türkiye temsilciliğinin asıl amacının Azeri yönetimine İttihat ve Terakki
üyelerini sızdırmak olduğu anlaşılıyor. (FO 371/5171) Başka bir rapora göre de
(FO 371/5178) Nuri Paşa’nın çevresinde toplanan İttihatçıların programında
gizli olarak Bakû’de bir Türk Komünist Partisi kurulması da vardı.
[69]
Kâzım Karabekir’in İstiklâl Harbimiz (İstanbul, 2. Baskı, 1969) isimli
anılarında bu örgüte ilişkin birçok belgeye yer verilmektedir. Bkz.
Trabzon’daki 3. Tümen’in komutanı Şükrü’nün raporu, 10 Nisan 1920, s. 573-576.
[70]
Bkz. Paul Dumont, “La fascination du bolchevisme : Enver pacha et le parti des
soviets populaires. 1919-1922”, CMRS, XVI (2), 1975, s. 141-166.
[71]
Eski sadrazam Talât Paşa’dan ayırmak için böyle adlandırılan Talat (Küçük)
İttihat ve Terakki merkezî komite üyeliğinde bulunmuştur. 1918’de bazı
İttihatçılarla birlikte İngilizler tarafından tutuklanmış, 1919 Ağustos’unda
kaçmayı başarmıştı. Komünizme karşı hiçbir sempatisi olmamakla birlikte,
Anadolu’da hem Sultan’a hem de Kemalist yönetime karşı “kanlı bir devrim”
yapmayı tasarlıyordu. Bkz. H. Bayur, a.g.m., s. 634.
[72]
1920 yılının başında Yüzbaşı Yakup Türkiye temsilciliğinin yöneticiliğini
yaptı. Daha sonra İttihatçılarca kurulan “komünist” örgütün merkezî komite
üyesi oldu ve TKP’nin 1920 Eylül’ünde yapılan kongresinde Suphi’nin belirlediği
hatta çıktı.
[73]
Bkz. [57] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 59-61.
[74]
FO 371 /51 71, sept. 1920, f. III.
[75]
[57] Mustafa Suphi, “Türkiye Komünist Teşkilâtı…”, s. 63.
[76]
Bkz. partilerin Komintern’e kabulü için 19. Koşul, Komintern’in ilk dört
kongresi, Manifesto, Tez ve Kararları, 1919-1923, Paris 1934 /tıpkıbasım 1971,
Paris, Maspero).
[77]
22 Temmuz 1920 tarihli Yeni Dünya’daki bir haberden, FO 371/5171’de
yeniden basılmış nüshası, Eylül 1920, f. 104.
[78]
Doğu Halkları Kurultayı üzerine birçok yorum dile getirilmiştir. Bu kurultayın
amacı, Moskova’da Temmuz ayında toplanan Komintern’in İkinci Kongresi’ndeki
tezleri geniş bir kitleye duyurmak ve “popüler kılmak”tı. Kurultaya katılan
1891 delegenin 600’den fazlası komünist parti üyesi değildi.
[79]
Bkz. A. M. Şamsutdinov, a.g.m., s. 232. Karar alma noktasında mevcut 74
delegeden yalnızca 32’sinin oy hakkı vardı.
[80]
Bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam (“L'homme à la recherche
de la source”), İstanbul, 1965, s. 207-208.
[81]
Daha sonra “Kemalist” dilbilimin kurucularından biri olacak olan Ahmet Cevat
Emre’nin kişiliği üstüne bkz. Tarih Dünyası, 1964-5; anılarına kendi
kendisini “spekülatör” olarak niteler (halı tüccarıydı). Bkz. N. A.
Tepedelenlioğlu, “Ahmet Cevat Emre’nin (1887-1961) Hatıraları Dolayısıyla”, Tarih
Dünyası, 4-7, 1965.
[82]
Merkezî Komite şu isimlerden oluşuyordu: Mustafa Suphi, Mehmed Emin, Nazmi,
Hilmioğlu Hakkı, Binbaşı İsmail Hakkı (Batum’daki Türk Komünist Örgütü’nün
yöneticisi, Komintern’in İkinci Kongresi’nde partiyi temsil etmişti), Ethem
Nejat, Süleyman Nuri (partiyi üçüncü kongrede temsil etti). Delegeler bazı
“aday” ve “yedek” üyeler de belirlemişlerdi: Hüseyin Said (Suphi’nin 1919
ilkbaharında Türkiye’ye gönderdiği iki görevliden biri), bkz. 57. dipnot; Asım
Necati (eski bir militan, 1918 Temmuz’undaki Moskova Konferansı’na
katılanlardan), Selim Mehmedoğlu, Süleyman Sami (partinin önde gelen
ajitatörlerinden, 1920 Haziran’ında Ankara ve Eskişehir’deki komünist
örgütlerle ilişki kurmakla görevlendirilmişti.), Lütfü Necdet ve İsmail
Çıtoğlu. Bkz. Türkiye Komünist Fırkası’nın Birinci Kongresi, Bakû 1920,
s. 107.
[83]
Yeni Dünya’nın 22 Temmuz 1920 tarihli sayısında ilân edilmişti. Benzer
bir plan, kongrenin tutanak özetlerinde karşımıza çıkıyor: yukarıda adı geçen
eser. Bu protokoller tartışmaların gelişimini yakından izlememize imkân veren
birer kaynaktır. Burada bunun bir özetini vermek yararlı olacaktır:
a.
Birinci Oturum: açış konuşmaları (Mustafa Suphi, Neriman Nerimanov, Mehmed
Emin, İsmail Hakkı). Abid Alimov’un mevcut durumla ilgili raporu, s. 12-14),
Erzurum Delegesi Cevat Dursunoğlu’nun Anadolu’daki durum üzerine raporu;
b.
İkinci Oturum: M. Suphi’nin Türk Komünist Örgütü merkezî komite faaliyetleri
ile ilgili raporu (s. 17-35);
c.
Üçüncü Oturum: Hilmioğlu Hakkı’nın sömürgeler sorunu ile ilgili konuşması (s.
38-46, Nazmi’nin millet meselesi ile ilgili raporu (s. 50.60), Zinetullah’ın
(Nuşirvanov?) işçi dernekleri ile ilgili açıklaması (s. 60-61);
d.
Dördüncü, beşinci ve altıncı oturumlar, programın tartışılmasına ayrıldı:
Mustafa Suphi’nin giriş konuşması, Suphi’nin kaleme aldığı program takdimi,
tartışmalar (Katılanlar: Mehmet Cevat, Abid Alim, Yakup, Hilmioğlu Hakkı);
e.
Altıncı Oturum: İstanbul’daki işçi hareketi ve komünist örgütler üzerine Lütfü
Necdet, Hilmioğlu Hakkı ve Ethem Nejat’ın raporları. Pontus kıyı bölgelerinde
faal olan örgütler üzerine Abdurrahman’ın sunduğu rapor; gençlikle ilgili
kararlar, Türkiye’deki komünist örgütlerin toplanması hakkında Ethem Nejat ve
Hilmioğlu Hakkı’nın önerileri, Yoldaş Naciye Hanım’ın Türkiye’deki kadın
hareketi ile ilgili açıklaması;
f.
Yedinci Oturum: Merkezî Komite seçimleri; İsmail Hakkı’nın kırsal alandaki
propaganda ve ajitasyon konusundaki önerileri; kapanış konuşması (Mustafa
Suphi, Pavloviç).
[84]
A.g.e., s. 107.
[85]
A.g.e.; dinî mahkemeler üzerine tartışma, s. 85-86.
[86]
A.g.e., s. 38-46; Hilmioğlu Hakkı’nın konuşması. Suphi tarafından önerilen
çözüm yolunun metni şu çalışmada yer almaktadır: 28-29 Kanunisâni 1921,
s. 37-38.
[87]
Bildiğimiz kadarıyla bu program hiç yayınlanmadı. Ancak kongrede yürüttüğü
tartışmalar ondan haberdar olduğunu ortaya koyuyor. Şurada sunulan metin büyük
olasılıkla hayal ürünüdür: İbrahim Topçuoğlu, Neden 2 Sosyalist Partisi.
1946 (“Pourquoi 2 partis socialistes. 1946”), İstanbul, 1977, III”, s.
450-458.
[88]
A. M. Şamsutdinov, a.g.m., s. 235.
[89]
İlgili dönemde Mustafa Kemal halife sultana bağlılığını bildirmeye devam
ediyordu. Lâkin TBMM’nin sol kanadı 1920 yılında halifeliği ve saltanatı
reddeden bir anayasa taslağı hazırlamıştı.
[90]
22 Temmuz 1920 tarihli Yeni Dünya’da Bakû Kongresi’ne her 25 militan
için bir delege katılacağı bildirilmişti. Bu sayıya doğru kabul edersek,
kararların oylanması sürecinde oy hakkına sahip olan 32 delege bulunduğuna
göre, hareketin 800 kadar militana sahip olması gerekir. Ama partinin gerçek
üye sayısı, bu iyimser tahminin çok altında olmalıdır.
[91]
Şu çalışma ilgili belgeye yer vermektedir: F. Tevetoğlu, Türkiye'de
Sosyalist ve Komünist Faaliyetler (“Les activités socialistes et
communistes en Turquie”), Ankara, 1967, s. 221-223.
[92]
K. Karabekir, a.g.e., s. 780-781.
[93]
Mustafa Kemal’in bildirgesi Le Temps’in 24 Temmuz 1920 tarihli sayısında
yayınlandı.
[94]
Çiçerin, Kafkasya ötesinde bir “etnik sınır” oluşturulmasını öneriyordu. Buysa
açıktan, Türklerin Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını Ermenilere bırakmaları
anlamına geliyordu. Bu konudaki Türk-Sovyet görüşmeleriyle ilgili olarak bkz.
P. Dumont, “L'axe Moscou-Ankara. Les relations turcosoviétiques de 1919 à
1922”, CMRS, XVIII (3), 1977, s. 165-193.
[95]
Bu mektuba şu çalışmada yer verilmektedir: F. Tevetoğlu, a.g.e., s.
223-225.
[96]
Bu mektup için bkz. R. N. İleri, Atatürk ve Komünizm, İstanbul, 1970, s.
202-206. Bu dönemde Suphi’nin TBMM başkanına birçok mesaj gönderdiği iddia
edilse de bu mesajların hiçbirisi temin edilemedi. Lâkin öte yandan İngiliz
istihbaratının 28 Ekim 1920 tarihli bir raporunda (FO 371/5178, f. 234)
Suphi’nin M. Kemal’e gönderdiği bir mektuptan söz edilmektedir. Bu telgrafta
Suphi, “Anadolu’yla Kafkasya’daki Bolşevik kuvvetler arasında doğrudan ilişki
kurulmasını” öneriyor ve bunun dışında bir Rus generalinin (muhtemelen General
Cebisev’in) Anadolu’ya 80 milyon rublelik bir “kredi”yle birlikte bir “irtibat
heyeti” göndermekle görevlendirildiğini de bildiriyordu.
[97]
K. Karabekir, a.g.e., s. 852.
[98]
Çerkes Ethem isyanı üstüne daha fazla bilgi için P. Dumont, “La révolution
impossible. La pénétration du bolchevisme en Anatolie. 1920-1921”, CMRS’te
yayınlanacak.
[99]
2 Ocak 1921 tarihli bir telgrafında Kâzım Karabekir, Erzurum valisi Hamit Bey’e
TBMM Başkanı ile Dışişleri Bakanı’nın kendisinden Mustafa Suphi ile
yoldaşlarının Ankara’ya gelmelerine engel olmasını istediklerini bildiriyor. Bu
telgraf Hikmet Bayur tarafından şurada yayınlanmıştır: A.g.e., s. 642.
[100]
K. Karabekir’in Hamit Bey’e gönderdiği 3-4 Ocak 1921 tarihli telgrafından. A.g.e.,
s. 643-644.
[101]
A.g.e., s. 642-643.
[102]
A.g.e., s. 644.
[103]
K. Karabekir, a.g.e., s. 852-853.
[104]
H. Bayur, a.g.e., s. 645, K. Karabekir’in 11 Ocak 1921 tarihli telgrafı.
[105]
Bu ihanetlere dair pek bir şey bilinmiyor. Dr. Semih Çoruhlu (müstear adı A. N.
Kurat) heyet üyelerinden ikisi olan Mehmed Emin ve Süleyman Sami’nin Erzurum’a
gelindiğinde “hastalandıklarını” belirtir. (Bkz. “İstiklâl Savaşında Komünizm
Faaliyeti”, Yeni İstanbul, 14 Temmuz 1966). Anlaşılan, iki yolcu Yüzbaşı
Yakup ve Nedim Agâh, Erzurum’la sahil şeridi arasında bulunan Bayburt’a
gelindiğinde kaçmışlardır. (Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru. 1921-1922,
Ankara, 1971, s. 43).
[106]
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının vefatı sayısız kez anlatılmıştır. Ahmed Cevad’ın
M. Pavloviç’e Gönderdiği Mektup, Revoljucionnaja Turcija içinde
(Devrimci Türkiye), Moskova, 1921, s. 119-121. Bkz. 28-29 Kanunsâni 1921
isimli eserde bulunan çeşitli makaleler. Nâzım Hikmet, Les romantiques,
[Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim] Paris, 1964,
s. 120-121. Bu eserde Nâzım yaşananları roman olarak aktarmaktadır. Bu tür
kaynaklar, Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı dışında Trabzon
açıklarında katledilenler arasında Binbaşı İsmail Hakkı, Kâzım Ali ve Şefik’in
isimlerini de vermektedir. Öldürülen diğer kişilerin isimleri bilinmemektedir.
[107]
K. Karabekir, a.g.e. s. 1075; F. Kandemir, Atatürk’ün Kurduğu Türkiye
Komünist Partisi, İstanbul, 1966, s. 184-186; F. Tevetoglu, a.g.e.,
s. 255.
[108]
K. Karabekir, a.g.e.; Sami Sabit Karaman, İstiklâl Mücadelesi ve
Enver Paşa, Trabzon ve Kars Hatıraları, 1921-1922, İzmit, 1949, s. 19.
[109]
Bkz. P. Dumont, “La révolution impossible…”, a.g.e.
[110]
Örneğin Zhizn’natsional’nostei’nin 16 Temmuz 1921 tarihli sayısında
çıkan Sultan Galiyev’in Suphi ile ilgili yazısında onun ölümünün trajik
şartlarından hiç söz edilmemiş olması çok şaşırtıcıdır. Ancak öte yandan 26
Ekim 1922 tarihli Pravda’da Ankara Hükümeti’nin anti-komünist tutumları
mahkûm edilir.
[111]
Ali Fuat Paşa’nın olayda dâhli olduklarını inkâr eden ifadeleri konusunda bkz.
W. Z. Laqueur, Communism and Nationalism in
the Middle East, New York, 1956, s. 211. Ayrıca bkz. G. S. Harris, The
Origins of communism in Turkey, Stanford, 1967, s. 94.