“Biz, iç savaşları, yani ezilen sınıfın ezen sınıfa, kölelerin
köle sahiplerine, serflerin toprak ağalarına, ücretli işçilerin burjuvaziye
karşı verdikleri savaşları meşru, ilerici ve zaruri kabul ederiz.”
[Lenin -Sosyalizm ve
Savaş]
Bu lafı eden birinin, “hiçbir diktatör iç savaş
çıkartmadan gitmez” demiş olması mümkün mü? Lenin, iç savaşın bir ülkenin
egemenlerinin dışarıda giremediği savaşın içe yansıması olduğunu biliyor
olabilir mi? Bugünkü sol, Lenin’i bilmezden geliyor olabilir mi?
* * *
Bookchin’in Marx’ta, başka isimlerin Lenin’de
görüp eleştirdiği mesele, belirli bir özne-birey bütünlüğünün verili çerçevesi
dışına taşan her şeydir. Belirli momentlerde silâhların eleştirisi, bu türden
bir içerik kazanmak durumundadır. O bütünlük de Batı’ya has, ancak orayla
mümkün olan bir hâldir.
Foti Benlisoy son yazısında, özetle, şunu
söylemektedir: “Şu Sovyetler lanetinden kurtulduk, yıktık onu, ama lanet olası
hayaletinden bir türlü kurtulamıyoruz.” Hayalet avcılığının sebebi, geçmişin
bir lanet gibi, öğrenilmiş bütünlüğün eksik, yüklenmiş olan doğruluğun yanlış
olduğunu hatırlatıp durmasıdır.
Onun Batı’da Maoist ve Enverist mahfillere sızma
işlevi görevi gören Troçkistler gibi, bol lafla çalışan peynir gemisi
kaptanlığına soyunduğunu görmek gerekmektedir. Bu tür illüzyonist solcular,
temelde belirli bir alana, kolektife, müşterek değerlere, sürece, kavgaya vs.
aidiyet meselesini eleştirerek parlatırlar yıldızlarını. Durmadan bütünlük ve
doğruluk imajı satıp dururlar.
Düzen, bireyi belirli bir öznelliğe; özneliği
belirli bir bireyliğe mahkûm eder. Sonrasında o çerçevenin dışındaki her şey,
eleştiri konusu olur. Foti gibilerin kampa, kolektife, mücadeleye göre hareket
etmeyi zul ve yük kabul ettiğini, asıl derdinin bu “zulüm”den ve “yüklem”den
kurtulmak olduğunu görmek gerekmektedir.
Onun şahsında, mevcut iktidarın çizdiği çerçeve
ile birlikte, solun o çerçeveye uyum sağlama becerisi ve aculluğu da
eleştirilmelidir. Doğru ve tam olduğu hissi, savaştan kaçışın dışavurumudur.
* * *
Tam ve doğru olan bireysel duvarlarında, “hiçbir
diktatör iç savaş çıkartmadan gitmez” sözünü paylaşanların kaynağı nedir? Bu
soru boştur, zira onlar kaynak peşinde değildir. Gidimli teorik fikrî faaliyet
nafiledir onlara göre. Sadece bireyin doğruluğuna ve tamlığına işaret eden şeyler
kıymetlidir.
Anlaşılan, kaynak konusunda en sağlam veri
tabanına, tam ve doğru birey olarak, sadece Benlisoy sahiptir. Yazılarını o sol
veri tabanındaki anahtar kelimeye dayalı aramalar üzerinden kaleme almaktadır.
Şu soruya ancak o ve onun gibiler cevap verebilir:
“Diktatör” kelimesini, diktatörlüğü “proleter” ve
“burjuva” olarak tasnif eden biri, onu içi boş, havada asılı bir kavram olarak
kullanabilir mi? “Diktatör gitsin de işimize bakalım” demiş olabilir mi Lenin,
derdi bu mudur? Gitme meselesine politik anlam yüklemiş olabilir mi mesela?
Onun mealen, “bırakın zalimler cehennemlerine odun taşısınlar” dediğini
varsayabilir miyiz?
Bu söz de Atatürk’e mâl edilen “bilimle benim
görüşlerim çelişirse, bilimi tercih edin” sözüne benzer bir hikâyeye sahip
olabilir mi?
Sözde geçen “diktatör” sözcüğü, büyük olasılıkla
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD ve Avrupa’daki liberaller eliyle kötü bir
manaya kavuştu. Bu da ilgili coğrafyadaki burjuva diktatörlüklerin aklanmasına
dönük adımların bir sonucuydu. Lenin’in hayaletinin İkinci Savaş sonrasında da
yaşadığına inanıyor olmalılar. Hayalet avcılığını solculuk zannediyorlar.
Fransız Devrimciliğinin şımarık, tatminsiz küçük burjuvaları her momenti kendi
ölçülerine vuruyorlar. Ezilenleri ve emekçileri eksik ve yanlış gördüklerinden,
insandan bile saymıyorlar.
* * *
Lenin, “Bir Marksist, bir durumu değerlendirmek
için, olabilecek olandan değil, gerçek olandan yola çıkmalıdır” [Nisan Tezleri] diyor. Demek ki bugün
kimsenin Nisan’ı da tezi de yok. Çünkü herkes, kafasının içinde belirlediği,
olması mümkün olandan hareket ediyor. Erdoğan’ı sermaye ve devletten azade bir
güç olarak resmediyor, kendisini ona göre kuruyor, böylelikle devleti ve
sermayeyi aklıyor. Sol, Erdoğan dolayımı ile devlete ve sermayeye, onların
dönüşüm sürecine örgütleniyor. Tek derdi, bekası. Erdoğan’da görüp şişirmeye
çalıştığı şey, kendi benliği.
İç savaş edebiyatı sıklıkla yapılıyor ama bu
dönüşüm sürecine örgütlenmek esas olduğundan, kimse aslında o iç savaşı dert
edinmiyor, ona göre örgütlenmiyor, ona göre mevzilenmiyor, ona göre hareket
etmiyor. Gezi, bu gerçeğin en yalın ve en çıplak şekilde görüldüğü sahneyi
ifade ediyor.
* * *
Şu bilinmeli: bugün Diyanet, AKP’liler, gerici din
adamları, İslamî motifler üzerinden etlenmeye çalışanların o bedene geçirdikleri
ruh, devletin ve sermayenin ruhudur. İç savaş derdi olanların, karşı taraf
olarak gördüğü kesimin kitle tabanını sınıfsal mânâda bölecek hamleleri de
olabilmelidir. Yoksa o, devlete ve sermayeye hizmet ediyordur. “Türkiye
halklarının sözcüsü” olduğunu iddia edenlerin önce o halka karışması, oradaki
gerilimlerden yola çıkması gerekir. Tam ve doğru olduğunu düşünenin, kitlelerle
bütünlenme ve onlarla doğrulanma niyeti/iradesi olamaz.
Erdoğan çizgi filmlerdeki kötü karakter olarak
takdim edildikçe, devlet ABD’nin, demokrasi Avrupa’nın hizasına çekilecektir.
Dert budur. Çünkü bir aracı ve orta yolcu olarak sol, devlet başlığında
ABD’nin, demokrasi başlığında Avrupa’nın ağzına bakmaktadır. Avrupa’nın,
Batı’nın yok-yer kabul ettiği
Ortadoğu’ya sefere yollanan Türkiye’de solculara kentli orta sınıflar şahsında
oluşacak gerilimlerin sonuçlarını CHP ile birlikte örgütleme görevi
verilmiştir. O seferin halk açısından yol açtığı zulüm ve sömürü, o
görevlilerin asla umurunda değildir. O açıdan Erdoğan’ın solu sıkıştırdığı
yersiz-milsiz siyaset alanına kimse mecbur değildir, bu bilinmelidir.
* * *
Ekim Devrimi ve son İran olayları ile ilgili
analizlerde fikrî hamurun Avrupa’da karıldığı açığa çıkmıştır. 2005’te
Fransa’da patlak veren isyanı “küçük burjuva ve faşist” olarak niteleyenler,
benzer bir isyan İran’da koptuğunda, onu “ilerici ve devrimci” olarak
etiketlemektedirler. Mesele, olgulara yaklaşımda tayin edici olan o fikrî hamur
ve hamurun karıldığı teknedir. O tekneden çıkanlar, bir anda Tahranlı bir
işçiymiş gibi satıyor kendisini, bir anda Parisli oluyor, bir anda da
Kadıköy’de bar sahibi koltuğuna oturuyor. Kendilerini sınıftan ve sınırdan
azadeymiş gibi pazarlayanlar, sınıfa da sınıra da hiçbir şey söylemiyorlar.
Batı’nın sınıf iktidarını, çektiği sınırları mutlak kabul ediyorlar.
* * *
Sol, 2001 sonrası Teröre Karşı Savaş ve 2005’te
Fransa gettolarındaki isyan sonrası politikleşen kesimlere karşı ilericilik ve
modernizm adına namluya sürülmeyi kabul etmiştir. Temel tartışma budur. Bugün
bu savaş sahasına sol, Avrupa ve ABD’de yaşamaya lafzen veya somutta karar
vermiş unsurları sürebilmektedir.
Solcular, Ortadoğu’da Avrupalı bir ajan olarak
varolabileceklerini görmüş, buna göre hamle yapmışlardır. Doğu’nun kendi
gerçekliğinde, gerilimlerinde varolmuş bir devrimci özneye o fikriyatta yer
yoktur. Ve bugün Türkiyeli sol örgütlerin ana örgütlenme ve ajit-prop merkezi,
Avrupa’dır. Orada örgütler, Türkiye’de olduğundan daha fazla faaldirler. Bir
iddiaya göre Avrupa’da sol örgüt mensupları, cam dahi kırmayacakları konusunda,
daha girişte devletlerle, devletlerin istihbarat kurumlarıyla anlaşma
yapmaktadırlar. Geçen yıl Fransa’da emek yasası ile ilgili eylem ve grevlere
hiçbir sol örgütün destek vermemesi, bu zımni anlaşmanın bir sonucudur. Yani
oradaki sol da devrim ve sosyalizm peşinde değildir. AB’nin serin sularında,
rahat koltuklarında, iyi fonlanmış STK’larında herkes pamuğa yatırılmış fasulye
gibi filizlenmeyi beklemektedir.
* * *
“Cüretimiz
var mı kazanmaya? Bizim kazanmamıza müsaade var mı? Kazanmak bizim için
tehlikeli mi? Zafer bizim açımızdan bir zaruret mi? İlk bakışta çok tuhafmış
gibi görünen bu soru, bir kere dillendirildi artık, dillendirilmek de
zorundaydı, zira bilmek gerek ki oportünistler zaferden korkuyorlar,
proletaryayı korkutup zaferden uzak tutuyorlar, zaferin onun başına dert
açacağını söyleyip duruyorlar ve doğrudan zafer çağrısı yapan sloganları alaya
alıyorlar.” [Lenin -İki Taktik]
II. Enternasyonal, sömürgeler meselesi,
emperyalizm, ölgün Avrupa-devrimci Asya başlıklarında tartışmalar yürütmüş biri
Lenin. Bugün o, bu tartışmalardan azade kılınıp, bir biblo olarak masanın
köşesine iliştirilmek isteniyor. Devletin ve burjuvazinin aynasında kendisini
iri görenler, büyümek için tüm geçmişi küçültüyorlar. İçeri giremiyorlar ki iç
savaşın öznesi olabilsinler!
Ve ancak Batı’nın Doğu’ya
açtığı savaşta, tankların peşinden giden piyadeler olarak girebiliyorlar
gerçeğe. Onların tamlığı ve doğruluğu, Doğu’nun öfkesini bileyliyor. Doğu,
“doğu” diyen Batı'nın hilelerine hiç kanmıyor. O, Batı'yı kanıyla, teriyle,
toprağıyla tanıyor.
Eren Balkır
8 Ocak 2018
Dipnot
[1] Foti Benlisoy, “İran Vesilesiyle Zombi Kampçılığın
Portresi”, 7 Ocak 2018, Evrensel.
0 Yorum:
Yorum Gönder